44- Kitabı okuduğunuz halde insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Akıllanmayacak mısınız?
Bedeni, mali ibâdetleri anlattıktan sonra kalbi, ahlâki ibâdetlere değiniliyor.
Sebeb-i nüzule baktığımızda; Yahudi hahamları halka iyiliği, doğruluğu emrettiği halde kendileri öteden beri dini menfaatlerine alet ediyorlar, Tevrattaki gerçekleri gizlemek için Efendimizin (sav) vasıflarını, bisetini kitaptan çıkarıyorlar. Allah’ın (cc) kitabına müdahele etme cesaretini, küstahlığını gösteriyorlar. Halkı gerçek inançtan, gerçek peygamberden ve son kitab Kur’an-ı Azim’den mahrum ediyorlardı. Âyetler bu gerçeği ortaya koymak, onların iç yüzünü, sahte maskelerini, madde perestliğini ortaya koymak için indi.
Son peygamberi oğullarını tanır gibi tanıyıp vasıflarını Tevrat’ta okuyup sonra yalanlamak, bile bile kasden inkar, Yaradana karşı çıkmak, kulları aldatmak, kendi menfur gayeleri için halka masum, saygın görünüp güya iyiliği emrediyor. Kendilerini kul olarak görmüyor haşa ilâh yerine koyuyorlar. İnsan ve emir kulu olduklarını unutmuş gibiler.
Şimdi Cenâb-ı Hakk onları sorguluyor. Bilginiz var, neden akıl etmiyorsunuz? Bilgi aklın hammaddesi. Ne yazık ki ilimlerini hırsları uğrunda kötüye kullanıyor, akılları yokmuş gibi davranıyorlar. Kullanılmayan değer yok sayılır.
Âyetin sonunda onları insafa çağırıp sorguluyor: ‘Akıl etmiyor musunuz?’ Akl-ı meaşınız (yaşayış aklınız) var da, sonunu düşünme, sizi yalandan yanlıştan men edecek aklınız (aklı mead) yok mu?
Âyet ehli kitap âlimlerinin insafsızlığını anlatıyor. Hahamlar, papazlar asırlarca din kisvesi altında insanları sömürmüş, hala da sömürmektedirler. Kimi zaman Hz. İsa’yı, Meryem’i, kimi zaman düzmece putları, tanrıları peşkeş çekerek halkın mânevi duygularını sömürüp kendileri günlerini gün etmişler.
Güya günah çıkarma numarası ile mabede gelenleri hem günahlarını açığa vurdurup rezil ederek, hem de paralarını soyarak vicdan azabı çekmekten kurtardıklarına inandırıp, güya rahatlatıyorlar. Öte yandan kendilerinin yapmadığı çılgınlık, yapmadığı zulüm kalmamakta. Dünyanın beşte dördü hala bu bâtıl inançların kurbanı olarak yaşamını sürdürmekte, zaman zaman kilise devletin önüne geçmekte, kimi zaman atbaşı gitmekte, kimi zaman Papa devlet kurmakta (Vatikan gibi.)
Yahudi ve Hıristiyanların bu sömürüsü öyle büyük boyutlara ulaşmış ki; din adamı, dini dünyaya alet eden kişi olarak belleklere nakşolmuş. Malesef bu durum, yüzde doksanı Müslüman olan bizim ülkemizde de aynı. Hocaları hahamlar ve papazlarla karıştırıp onları halkın gözünden düşürmek için nice iftiralar atar nice yakıştırmalarda bulunurlar. Hocaları gözden düşürmek için, yaklaşık iki asırdır iç ve dış mihraklardan azami gayret gösterilmektedir.
Her Kula Helal Müslümana Haram Çeşme
Bursa’da bir müslüman, Arap Şükrü denen muhitte bir çeşme yaptırmış ve başına bir kitabe eklemiş: ‘Her kula helâl, müslümana haram!’
Şehir, bu nasıl fitnedir, diyerek gitmişler kadıya şikâyete. ‘Dini İslam, ahalisi müslüman olan koca devlette sen kalk; hayrattır, sebildir diye çeşme yap ama suyunu müslümana yasakla! Olacak iş midir?’ diye çıkışmışlar adama.
Adam, ancak Sultan’a açıklayacağını söyleyince yaka paça Sultan’ın huzuruna çıkarmışlar. ‘Müsaade buyrun, sebebi vardır, ancak ispat ister, delil şarttır’ demiş.
Sultanım! Herhangi bir havradan (sinagog) rastgele bir hahamı izahsız yaka paça tutuklayın, bir hafta tutun. Bakın neler olacak?
Dediği yapılmış adamın. Bütün azınlıklar bir olmuş, başlarında museviler: ‘Ne oluyor, bu ne zulüm? Bizim din adamımıza biz kefiliz, ne gerekirse söyleyin yapalım, o masumdur, gerekirse kefalet ödeyelim!’ Çevre ülkelerden bile elçiler gelmiş, mektup üstüne mektup getirmişler.
Bir hafta dolunca adam ‘Sultanım, artık bırakmak zamanıdır!’ demiş. Haham bırakılmış, azınlıklar mutlu. Bu sefer sultana teşekkürler, hediyeler gelmeye başlamış.
Az zaman geçmiş ki, adam, ‘Aynı işi bir kiliseden herhangi bir papaz için yaptırın sultanım’ demiş.
Aynı şekilde bir papaz derdest edilip yaka paça alınmış pazar ayininden ve aynı tepkiler artarak devam etmiş. Haftası dolunca da serbest bırakılmış. Mutluluk ve sevinç gösterileri daha bir fazlalaşmış;teşekkürler, şükranlar... Din adamlarına kavuşmanın mutluluğuyla daha bir sarılmışlar birbirlerine...
Sultan ‘Bitti mi?’ demiş adama. ‘Sultanım! Son bir iş kaldı, sonra hükmünüzü verirsiniz’ demiş. ‘Şimdi nedir isteğin?’ ‘Efendim! Payitahtımız Bursa’nın en sevilen, en sözü dinlenilen, itimad edilen âlimini alınız minberinden!’
Adamın dediğini yapmışlar, Ulu Câmi imamını cuma hutbesinin ortasında almışlar, yaka paça götürmüşler. Ve ne olmuş bilin bakalım? Bir Allah’ın kulu çıkıp da ‘Ne oluyor, siz ne yapıyorsunuz? Hiç olmazsa vaazı bitene kadar bekleseydiniz!’ gibi tek bir kelam etmemiş; imamın peşinden giden, arayıp soran olmamış.
Geçmiş bir hafta, ‘Nerede imam?’ diye gelen giden yok! Sıradan bir imam tayin edilmiş yerine, ne konuştuğunu kendi kulağı duymayan tam cins biri. Halk halinden memnun, başlamış bir dedikodu, o geçen hafta derdest edilen koca âlim için: ‘Biz de onu adam bilmiş, hoca bellemiştik! Kim bilir ne halt etti de tevkif edildi! Vah vah, acırım arkasında kıldığım namazlara!’
Padişah, kadı ve adam izliyorlarmış olup bitenleri. Sonunda padişah çeşmeyi yaptırana sormuş: ‘Ne olacak şimdi?’ Adam açıklamış: ‘Bırakma zamanıdır. Bir de özür dileyip helâllik almak lazımdır hocadan!’ Ve devam etmiş: ‘Sultanım, siz irade buyurunuz lütfen, böyle müslümanlara su helâl edilir mi?’ Sultan acı acı tebessüm ederek cevap vermiş: ‘Hava bile haram bunlara, hava bile!’
Aleyhte uydurulmuş fıkralar, yazılar, karikatürler, iftiralar, alaylar, ehilsiz kimselere görev vermeler, ehil kimseleri görevden almalar, yapılan hile ve desiselerin sadece bir bölümü. Âyette bu lider konumunda olan kimselerin halka yaptıkları zulümden bahseder.
Âyet ehli kitabı tarif ederken, tariz yoluyla bu tınette olan kimseleri de uyarıyor. Efendimiz (sav) ümmetinin son zamanlarda İsrailoğullarına çok benzeyeceklerini bildirmiştir. Bu nedenle Ümmeti Muhammed’e direkt söylenmeyip, ehli kitabın şahsında tariz yapılarak hitap edilmektedir. Ta ki Allah’ın habibi üzülmesin.
Nefsin karakterinde genelde iyiliği başkasına emredip, kendini unutma vardır. Nitekim gözler de kendini görmez, başkasını görür. Bu âyetlerden alınarak, iyi olan herşeyi hem yaşayıp hem yaşatma gayretinde olmamız gerekir.
Çünkü âmir Allah (cc). Hepimiz memuruz. Tebliğ yapıyoruz diye memurluğumuzu bırakıp kendimizi âmirin yerine koymamız affedilesi bir suç değil. Daha önce de belirttiğimiz gibi bu, kendini ilâh sayan haham ve papazların cürmüdür.
Günlük hayatta, insani ilişkilerde bile bu insafsız tutum hoş karşılanmaz. Şöyle ki; bir kimsenin arkadaşına kendi yapmadığı şeyleri emretmesi, beklemesi zulüm, kendi yaptığını ondan beklemesi eziyet, arkadaşından birşey beklememesi fazilet olarak yorumlanmıştır.
İnsana sözün tesiri sadece % 8 iken, beden dilinin yani bizzat yaparak örnek olmanın tesiri % 92 olduğuna göre tebliğcinin herkesten önce kendinin uyması gerekir. Tıpkı Efendimiz (sav) gibi.
‘ البِرُّ ’, ‘geniş hayır’ mânâsına isim; ‘hayırda genişleme’ mânâsına masdar olur ki, esası ‘geniş alan’ demek olan ‘ البَرُّ ’ kelimesindendir. Bundan dolayı geniş, bol bol iyilik etmek demek olan ‘birr’ her türlü iyiliği, her türlü hayrı kapsar.
‘ البِرُّ Dünya ve âhiret işlerinde hayır ameller, güzel muameleler üç kısımdır:
1- Allah’a karşı birr
2- Akrabalığa riâyette birr
3- Çevresindekilere muamelede birr.
Hepsi vefada, ihsanda birleşir.
Birru'l-vâlideyn demek, ana-babaya itaat etmek demektir.
‘ نِسْيَان ’: Zihin zayıflığından dolayı insanın zihninden gitmesi. Yahut gaflet.
Bu âyette nisyan ‘terk’ yerine istiaredir. Kasıtlı veya kasıtsız vahyi gözardı etmek, terk etmek manasındadır.
İnsan gayrını müşahede edebildiği için ayıbını görür. Kendini müşahede edemediğinden kendi ayıbını görmez. Bunun şifası nefsi muhasebe etmektir.
Esasen âyette onların hallerinin feci olduğunu anlatır. Çünkü asi iyiliği emredip kötülüğü nehyetmez. Bu durumu ayetin tezyili اَفَلَا تَتَّقُونَ / Allah'tan korkmaz mısınız? olarak bildirdi.
Enfüs: Nefsin cemisidir. Ruh ile cesetten müteşekkil insanın zatına denir. Bu âyetteki gibi. Arapçada mana genişlemiş, nefs kelimesi bazen şahsı tekit için, bazen bütün, bazen kısım, bazen batıni hisler, bazen kendisinde idrak olan ruh için kullanılır olmuştur..
‘ اَفَلَا تَعْقِلُونَ / Akıl etmez misiniz?’: Nefsinden gafil olmak, salahını, tefekkürü ihmal etmek akılsızlar menzilesine tenzil edilmiştir. Ve lazımı murat edilir. Yani aklın gereğini yapın.
Akıl Cenâb-ı Hakk’ın kullarına ihsan ettiği en büyük nimettir. İnsanı hayvandan üstün kılan özelliktir. Akıl; aklı meaş (yaşayış aklı), aklı mead (sonu düşünme aklı) diye ikiye ayrılır. Aklı meaş hayvanlarda da vardır. Ama aklı mead ancak insana hastır.
Akıl bir makinedir. Hammaddesi bilgilerdir. Bilgiler sahih ve vahiy kaynaklı olursa akıl güzel çalışır, güzel ürün verir. Ama vesvese ve kuruntularla, bâtıl bilgilerle beslenirse, bozuk çalışır, defolu mal çıkarır. Âyette olduğu gibi.
Takvâ sahibi olmayıp da insanlara takvâyı emreden kişi, kendisi hasta olduğu halde, insanları tedavi eden doktor gibidir.
Fenalık emretmektense, iyilik emretmek elbette iyidir. Fakat aklı olan başkasının iyiliğini isterken kendini unutur mu?
Birinci olarak, emr-i bilmâruf ve nehy-i anil'münkerden maksat, başkalarına doğruyu göstermek suretiyle istifadeli olmaktır. Halbuki başkasını irşad edip de kendisini unutmak ve kendisini iyilikten, irşaddan mahrum etmek, başkasını selamete çıkarıp, kendini ateşe atmak demektir.
İkincisi, insanlara va'z ve ders vererek ilmini ortaya koyup da kendisi, kendi emrini, kendi öğüdünü dinlememek, kendini ve ilmini fiilen yalanlamaktır. Bu, şahsında bir çelişki olduğu gibi, halkı bir taraftan aydınlatmak isterken, diğer taraftan saptırmaktır ki, bu da bir çelişkidir, bunda da bir çeşit karıştırmak vardır. Aklı olan ise çelişkiye düşmez.
Üçüncüsü, söylediği sözün, verdiği nasihatin bir kıymeti ve kalplerde bir tesirinin olması arzu edilir. Boşuna emir, boşuna gevezelik akıl kârı değildir. Halbuki verdiği emir ve öğüdün tersini kendisinin yapması, onun kıymetini kırmak ve herkesi ondan nefret ettirmektir. Daha açıkçası, bindiği dalı kesmek, oturduğu evi yıkmaktır ki, bundan büyük budalalık olmaz.
Ayet-i kerime vâizin, âmirin kendi hakkında ciddi olmasını ve öğüt verirken herkesten önce kendini düşünmesinin gereğini anlatıyor. Ve bunun akıl nokta-i nazarından çok şaşılacak şey olduğunu gösteriyor. Buharî ve Müslim'de bu konuda şu hadis-i şerif rivâyet edilmiştir:
Kıyâmet gününde bir adam getirilir, ateşe atılır, ateş içinde değirmen taşı gibi dönmeye başlar. Cehennem ehli onun etrafını çevirirler: ‘Ey falan! Sen bize iyilikleri emreder, fenalıkları yasaklar değil miydin?’ derler. ‘Evet ama, ben size emreder, kendim yapmazdım; sizi yasaklar, kendim yapardım’ der.
Şu halde insan, başkasına öğüt verirken, kendini unutmamalı, ele telkin verip de, kendi zakkum salkımı yutmamalıdır. İrşad (halkı aydınlatmak) için doğru söyleyenler böyle olursa, sapıtmak için eğri söyleyenlerin hali kıyas edilsin!..
İnsan, nasihata önce nefsinden başlamalıdır. Onu kötülükten nehyedip, o kötülüğe son verirse, işte o zaman bu tebliğci hakîm bir kişi olur, nasihati tutulur ve görüşüne uyulur. Öğretmek de fayda verir.
Huzeyfe (r.a.) :
- Hayatta olduğu halde ölü sayılan adamlar kimlerdir? diye soruldu. Huzeyfe:
- Gördüğü kötülüğü eli, dili veya kalbi ile bozup inkâr etmeyen kimselerdir, dedi.
Asr-ı saadette Medine'deki yahudi bilginlerinden bazıları, kendilerine gizlice gelip: ‘Muhammed hakkında ne dersin?’ diye soranlara: ‘Doğrudur, haktır’ derler, Resûlullah'a uymalarını emrederlermiş ve fakat kendileri, emirleri altında bulunanlardan ellerine geçmekte olan maddiyattan mahrum kalmamak için ona uyma arzularını açıklamazlarmış. Bazıları da: ‘Sadaka veriniz’ diye emreder, fakat kendileri vermezlermiş. Diğer bazıları da: ‘Allah'a itaat ediniz, âsî olmayınız’ derler, fakat kendileri sözleriyle amel etmezlermiş. Nihâyet bu âyet münasebetiyle: ‘Namaz kılınız, zekat veriniz’ diyenler olurmuş fakat kendileri hiç birini yapmazlarmış. İşte bunların biri veya her biri dolayısıyle bu âyet nâzil olmuştur.