145- Celalim hakkı için sen, kitap verilenlere her türlü delili getirsen yine kıblene uymazlar. Sen de onların kıblesine uyacak değilsin. Onlar birbirinin kıblesine de uymazlar. Sana gelen ilimden (vahiyden) sonra onların arzularına uyacak olursan, zalimlerden (kendilerine yazık etmişlerden) olursun.
Bu âyet bize Kafirun sûresini hatırlatıyor. Hani Mekke müşrikleri ‘Bir yıl sen bizim ilâhımıza ibadet et, bir yıl biz senin ilâhına ibadet edelim’ diye teklifte bulunmuşlardı da âyetler tekit üzerine tekitle onları reddetmişti. Konu farklı olsa da olay burada da aynı.
Yerleşmiş, kökleşmiş bir inancı söküp atmak her babayiğidin harcı değil. Ama şu bir gerçek ki; hak her zaman batılı izale eder. Çünkü hakkın temeli sağlam, binası muhkem, dayanağı kavi, banisi Kebir-i Müteal’dir. Aklı, mantığı yaratan elbette mahlukuna galebe eder. O aklı zaten hakka ihtilaf için değil, nakli anlamak için yaratmış.
Âyet, Hakk’ın emir buyurduğu kıbleye dönmeyip, dönenleri de kınayan sefih kimselerin inadına işaret ederken Muhammedi olanların azmine işaret ediyor. Azim iradenin zaferi iken, inad iradenin hezimeti oluyor.
İnsanın bir şeye inanıp eyleme geçmesi sadece delille olmaz. O şahsın inanmaya meyilli ve nefsini gemleyip hevasına uymamasına bağlıdır. ‘İnanmak istemeyeni kimse inandıramaz’ vecizesi meseleyi özetliyor.
‘Kıblenin değişmesini kabul etmeyen güruha ne kadar deliller getirsen onlar senin kıblene dönmez’ kavli şerifiyle küfürde, isyanda, inatta ısrar eden kavmin ne kadar bedbaht olduğunu ve bu inatlarının, inkarlarının hevalarına uymaktan başka bir şey olmadığını anlatıyor. Rabbü’l âleminin gazabını ifade etmek için şu cümleleri kullanıyor:
“Sen onların hevalarına uyarsan zalim olursun.” Yani onlar nazar-ı ilâhiden düşmüşler, o kadar zalim, o kadar bedbaht olmuşlar ki; sen Habibi edibim, onların arzularına uyarsan zalim olursun. Ya onların halleri ne olur? İlmi bırakıp vahye arka dönüp, peygambere ve ona tabi olan bunca ashaba muhalefet eden mütemerrid kimselerin halleri nice olur?
Âyette tağlib var. Onların itirazı sadece kıbleye münhasır değil. Her gelen hükme karşı çıkma küstahlığında bulunuyorlar.
Bu ihtilafların, inkarların, inatların tek sebebi nefs-i hevaya tabi olmak, dünyaya aldanmak. Çünkü vahye tabi olmayanın kuruntuya tabi olacağı âyetle sabittir. “Hevasına tabi olandan daha zalim kim olabilir?” (Kasas, 50)
Konunun hususi olması hükmün umumi olmasına mani değildir. Her âyette her sınıfa ayrı ayrı ders var. Âyetin bize bakan yönü; Rabbimizin hükümlerine kayıtsız şartsız teslim olmak, zayıf akla, mahdut ilme dayanarak nakli inkara kalkmamak, bakkal terazisiyle vagon tartmaya kalkışmamak.
İdraki meali bu küçük akla gerekmez,
Zira bu küçük terazi bunca sıkleti çekmez.
Biz bir ilâhi hükmü anlamıyorsak o bizim eksikliğimiz, acizliğimiz, yetersizliğimiz yüzündendir. Onu inkar etmemiz gerekmez. Bilakis imanımızı güçlendirip istidlali iman mertebesine çıkmamız, ilmimizi, irfanımızı artırıp Allâmu’l guyûb’dan yardım istememiz gerekir. Duamızın kabulü ve feyzi ilâhi pınarlarının kaynaması için Allah’a itaat, ibadet, huşu, tevazu, inkıyat lazımdır.
Eğer inkar, şüphe ve tereddütlerimizin menşei bilmemekse, öğrenerek, delilleri arayarak cehaletten kurtulmalıyız.
Eğer bile bile, anlayarak, kasıtlı olarak inkar ve itiraz yolunu tutmuşsak heva ve heveslerimizin zebunu olmuşuz demektir. Bu durumda nefsimizi iyi tanıyıp emrettiği kötülükleri yapmayarak bizi tutsak etmesine müsaade etmemeliyiz. “Kim Rabbinin makamından korkar, nefsini de kötü arzulardan korursa, onun barınağı da muhakkak cennet olacaktır” (Naziat, 40-41) âyetine kulak vermeliyiz.
Ahnef b. Kays Hazretleri sahabe arkadaşlarına soruyor:
˗ Ahmak kimdir bilir misiniz?
˗ Hevasına uyandır.
˗ Peki ondan daha ahmak kimdir?
˗ Başkasının hevasına uyandır.
Bu âyet Ehl-i Kitab’ın, İslâm’ı kabul etmelerinden ümit kestirecek dereceye varan inat ve kibirlerinden bahsediyor: ‘Onlar delil getirilerek giderilebilecek arızî bir şüpheden dolayı değil, inat ve kibirlerinden dolayı muhalefet ederek senin kıbleni kabul etmediler.’ Kibir, inat ve haset delille yok edilemez.
Burada, Ehl-i Kitab’ın inkârlarına karşı Resûlullah’ı ﷺ teselli vardır. Çünkü Peygamberimiz onların İslâm’a girmelerini ümit etmiş ve yalanlamalar ından dolayı oldukça sıkılmıştı.
Cenâb-ı Allah Ehl-i Kitab’ın hepsini kastederek sanki şöyle buyurmuştur: ‘Onlar, senin kıblene ittibâ hususunda bir araya gelemezler.’ Hasan Basri-Cübbaî
Esamm da, bundan muradın onlardan hiçbirinin iman etmeyecekleri olduğunu söylemiştir.
‘Sen onlara Allah’tan ne getirirsen getir, onlar yine uymayacaklar. Onlar için önemli olan âdetlerdir. Öyleyse ey peygamberim, Sen boşuna uğraşma. Onların gönlünü edeceğim diye sakın Sen de onlara hoş görünmeye kalkma. Sen ne yaparsan yap, onlar asla Senden razı olmayacaklardır.’
Bu insanlar ebediyyen müslümanların kıblesine gelmeyeceklerse, bu konuda müslümanlara düşen, onlara gitmek ve peygamberinin örnek hayatını bu insanlara bizzat duyurmaktır. Bu konuda gevşekliğe düşmeyip, ümitsizliğe kapılmamalıdır. O kabul etmezse berikisi kabul edecektir, müslüman tebliğine devam etmelidir.
‘Senin kıblen’ diye, kıblenin Efendimize ﷺ izafeti, onun şeriatına tahsis edildiğine delalet içindir. Çünkü Efendimiz ﷺ o kıbleyi hal diliyle istemişti.
‘اِنْ’ İle ‘لوَْ’ edatlarının kullanılışı:
‘لئَِنِ’ edatı ‘لوَْ’ anlamındadır. Buna, ‘لوَْ’ edatına verilen cevap ile cevap verilir. ‘اِنْ’ ile ‘لوَْ’ mana bakımından birbirlerine yaklaşırlarsa; bunlardan her biri diğeri yerine kullanılır ve birine verilen cevap ile diğeri de cevaplanmış olur.
‘Âyet’ Kelimesinin Manası:
Âyet kelimesinin vezni, ‘faletün’dür. Aslı, ‘eyyetün’dür. ‘Eyyetün’ kelimesindeki şedde dile ağır geldiği için, birinci ‘yâ’ harfi, kendisinden önceki harfin harekesi fetha olduğu için, elife çevrilmiştir.
Lügattaki anlamı; bir şeyin varlığını gösteren alamet, delil, ibret, işaret, mucize, kıyamet alametleri, Kur’ân’ın tamamı veya belirli bir bölümüdür.
Kur’ân’da tekil ve çoğul şekilde 382 defa geçer.
Âyet, yaratılmışlar tarafından meydana getirilemeyecek ve sadece Allah sözü olduğunu remzeden sözdür.
Âyet ikiye ayrılır:
a) Fiili âyetler: Tabiat kanunlarındaki âyetler, güneş-ay tutulması gibi herkesin müşahede ettiği âyetler ve mucize gibi harikulade âyetler.
b) Kavli âyetler: İlâhi kitaplar
Bu cümle Ehl-i Kitab’ın bu husustaki beklentilerini sona erdirmiştir. Çünkü onlar; ‘Eğer bizim kıblemize yönelmeye devam ederse, biz de onun, beklediğimiz dostumuz olmasını umarız’ diyorlardı.
Bu bir ‘mukabele’ dir. Yani, onlar kendi bâtıllarını terk etmezler; sen de, kendi gerçeğini terk edici değilsin.
Sana, onların kıblesine uymak sûretiyle, onları düzeltmen gerekmez. Çünkü böyle yapman, günahtır!
Sen, Ehl-i Kitab’ın hiçbirinin kıblesine tâbi olamazsın. Çünkü yahudinin kıblesi Beytü’l Makdis, hristiyanın kıblesi de doğu tarafıdır, birbirlerine terstir. Sen kendi kıblene yönelmeye devam et, onların görüşlerini bırak.
‘Sen asla onların kıblesine uyacak durumda ve konumda değilsin.’ Burada olumsuz bir isim cümlesinin kullanılmış olması; Peygamberimizin bu hususta değişmesi söz konusu olmayan sürekli tutumunu daha etkili şekilde belirtir ve O’nu izleyen müslümanlara daha güçlü bir telkin ifade eder. Arapça’nın muteber üsluplarından biri de önde gelen insanlara hitap ederek onların arkasından gidenlerin kastedilmesidir. Âyet-i kerimede de bu usul görülmektedir.
Bu ümmet, Allah tarafından sevgili Peygamberi için seçilen kıbleden başka bir kıbleye asla yönelmeyecektir; kendisini yüce Allah’a bağlayan sancak dışında başka hiçbir bayrak taşımayacak; bu kıblenin sembolize ettiği ilâhi düzenden başka hiçbir düzenin peşinden gitmeyecektir. Onların hiçbir yoluna tabi olamaz, onlar gibi yaşayamaz, onlar gibi giyinemez, ticaret yapamaz, onlar gibi düşünemez. İzzeti, şerefi her şeyi dinindedir. Hayır burada, yücelik burada, üstünlük buradadır. Müslüman kaldıkça tavrı bu olacaktır. Eğer böyle yapmazsa İslâm ile ilgisi kalmaz; ‘Müslümanım’ demesi kuru bir iddia olarak kalır.
1. Onlar, aynı kıble üzerinde olmadıkları için, onların kıblesine tâbi olmak sûretiyle onları hoşnut etmek mümkün olmaz.
2. Yahudi ve hristiyanlar seni yalanlama hususunda ittifak etmelerine rağmen, kıble hususunda birbirlerinden ayrılırlar. O hâlde kendi aralarında ihtilâf ettikleri halde, seni kıbleni terk etmeye nasıl davet ederler?
3. Bu, onların ‘Ehl-i Kitab’a muhalefet etmek caiz değildir’ sözlerini boşa çıkarmaktır. Çünkü onların kıblelerinin farklı olması caiz ise, bir üçüncü kıblenin olması da caizdir. (Mantık yollu kelam)
Bu ifade, faraza üzere kurulmuş bir şart cümlesidir. Hak yolda sebat etmeye, doğru yolda durmaya teşvik kabilindendir. Yoksa Resûlullah ﷺ mücrim kâfirlerin arzularına uymaktan uzaktır.
Allah’ın çok nimet verdiği kimselerden günahın sâdır olması, çok çirkindir. Bu nedenle Rabbimiz, özellikle Efendimize hitab ederek onu sakındırmıştır. Fazla sevgi, fazla sakındırmayı gerektirir.
Akıllı kimse, en büyük çocuğuna yönelip, diğer çocuklarının yanında onu bir şeyi yapmaktan men edince, o şeyin büyük bir suç olduğuna dikkat çekmiş olur. Başkalarının dikkatini çekip, bir hususu tekid etmek için, derecesi yüksek kimselere emir ve yasaklar yöneltmek yaygın bir adettir.
Ayrıca “Eğer sen onların hevasına uyarsan” sözünden murad, Hz. Peygamberin ﷺ bütün işlerde onların hevalarına uyması değildir. Muhtemelen Hz. Peygamber ﷺ, onların İslâm’a meyletmeleri arzusuyla, konuşması esnasında sertliği ve katılığı terk etmesi kabilinden bazı küçük şeylere dikkat ediyordu. Allah ﷻ, O’nu bu kadarlık bir şeyden bile men etmiştir.
Muhatap zamiri ilmi meaniye göre umum ifade eder. Buna göre âyetten murad, mü’minlerdir. ‘Ümmetinden hiç kimse, onlara karışmaya, onlarla konuşmaya ve onlara uymaya temayül etmesin’ manasındadır.
Avrupa medeniyeti Eski Roma’nın hayalci ve Yunan felsefesinin maddeci temelleri üzerinde şekillenmiştir. Ancak bu iki temel, ikizdi, kardeşti, yoldaştı, buna rağmen birbirleri ile hiç barışmadı.
Avrupa medeniyeti, tahrif edilmemiş Hristiyanlıktan aldığı ilimle, ürettiği faydalı sanatlar ile fenleri kabul ve takdir edilebilir. Ancak, bunlar zaten Avrupa medeniyetinin kendine ait değildir.
Batı medeniyeti, maddecidir, materyalisttir, Hristiyanlıktan da uzaklaşmıştır. Bediüzzaman, Avrupa medeniyetinin ‘menfi’ beş esas üzerine kurulduğunu belirtir:
1. Dayanak noktası: Hakka bedel kuvvettir. Kuvvet de, başkalarının hakkına saldırmayı netice verir. Bütün zulümler bundan çıkmaktadır.
2. Esas hedefi, fazilete karşılık menfaattir. Menfaatin özelliği de kavga, zıtlaşma ve husumettir. Bütün cinayetler bundan çıkar.
3. Hayat kanunu; yardımlaşmaya karşılık mücadeledir. Bütün kavgalar, nizalar bundan doğar.
4. Toplumu birbirine bağlayan esası ırkçılıktır. Irkçılığın neticesi başkalarını yutmakla beslenmek olduğundan kuvvete dayanır, çatışma, çarpışma ve zulme kapı açarak helakete sebep olur.
5. En çekici hizmeti nefsin, hevâ ve hevesini artırmak, kamçılamak, kolaylaştırmak ile, arzuları tatmindir. Bütün sefahetler bundan çıkar. ‘Şu medenîlerden çoğunun eğer içi dışına çevrilse, maymun, tilki, yılan, ayı, hınzır... sûreti çıkacaktır.’
Batı medeniyeti, semavi dinlere muhâlif hareket ettiği için kötülükleri iyiliklerine; zararları faydalarına üstün geldiğinden, medeniyetin hakiki gayesinin tersine olarak, insanlığın genelinin istirahatını ve dünya hayatının saadetini bozmuştur. Ayrıca, Batı medeniyeti iktisat-kanaat yerine israf ve sefaheti, çalışma ve hizmet yerine tembellik ve istirahat meylini ön plana çıkardığı için, insanlığı fakirleştirip tembelleştirmiştir.
Fransızın nesi var? Fuhşu, bir de ilhâdı! Kapıştı bunları “Yirminci asrın evlâdı!”
Ya Almanın nesi var zevki okşayan? Birası;
Unuttu ayranı ma’tûha (bunağa) döndü kahrolası!
Heriflerin, hani dünya kadar bedâyii var:
Ulûmu var, edebiyatı var, sanayii var.
Giden birer avuç olsun getirse memlekete;
Döner muhitimiz elbet muhit-i mârifete
Kucak kucak taşıyor olmadık mesâviyi (kötülükleri)
Beğenmesek ‘medeniyet’ diyor; inandık iyi!
‘Ne var biraz da maarif getirmiş olsa...’ desek
Emin olun size ‘hammallık etmedim’ diyecek. M. Akif
Heva, şahinin inişi gibi hızla süzülüp inmek, düşmek, yukarı fırlamak, yıldızların doğuşu ve batışı, mahvolmak, rüzgârın esmesi, kabın boş olması, hava... gibi anlamlara gelir.
‘Ehva’, hevanın çoğuludur. Heva, sevenin sevdiği şeyin husulünü talebi gerektirir; isterse bu sevilen şeyin husulü zararlı olsun, fark etmez. O yüzden heva, akıl, rüşd gerektirmeyen sevgilere ıtlak olunmuştur. Aşka da bu yüzden ‘heva’ denir. Heva Kur’ân’da sapık itikatlara isim olarak verilmiştir. Bu nedenle İslâm alimleri bozuk inanç ehline ‘Ehli heva’ der.
Heva nefsin zevklere eğilimi, keyfe düşkünlük, şehvete düşkün ve ilim sahibi olmadan sahibine hükmeden nefis anlamındadır. Nefis, şehvet ve gam çukuruna sürükler.
Burada kastedilen ilim; deliller, âyetler ve mucizelerdir. Çünkü bunlar ilmin yollarındandır. Esere müessirin ismi verilmiştir. Bu, mantık ilmindeki burhan yollarından müessirden esere ulaşmadır.
Buradaki istiareden maksat, mübalağa ve tazimdir. Cenâb-ı Hakk, sanki mucize ve peygamberlik ile ilgili işleri, ‘ilim’ diye isimlendirerek yüceltmiştir. Bu; ilmin şeref ve mertebe bakımından, mahlûkâtın en yücesi olmasına dikkat çeker.
Âyet-i kerime, âlimlere yönelen ilâhî tehdidin, diğer insanlara yönelenden daha şiddetli olduğunu gösterir.
Kötü âlim, pınarın üstüne çöken kaya gibidir. Ne kendisi onun suyundan faydalanır, ne de başkalarının faydalanmasına imkân verir. Hz. İsa
Bu ümmet için en çok, ilim bilen münafıklardan korkuyorum. Bunlar, ilimleri dillerinde olan, kalpleri cahil ve amelleri kötü kimselerdir. Hz. Ömer
Âlimlerin musibeti, kalplerinin ölmesidir. Bunun alâmeti ise, âhiret ilmiyle dünyayı aramalarıdır. Hasan Basrî
İlmi amel etmek için değil, tartışmak için öğrenen bir kimse âlim değildir. Hz. İsa
Hatim, Rey şehrinin kadısı Muhammed İbni Mukatil'i ziyarete gitmişti. Girdiği ev, dünya ehlinin köşklerine benziyordu. İçi de çok süslendirilmişti. Hatim, ona şöyle dedi:
- Siz, Peygamber ve ashabını mı, yoksa Firavun ve Nemrud'u mu taklid ederek bu süslü köşkte oturuyorsunuz? Sizin gibi âlimler böyle yaşarsa, câhiller hepten dünyaya dalar. Yanınızda birisi abdest alırken bir uzvunu dört kere yıkarsa, ‘Bir kere fazla yıkadın, suyu israf ettin’ diyerek onu uyarırsınız. Kendiniz bunca israf içinde iken, öncelikle kendinizi uyarmanız gerekmez mi?
“O zaman muhakkak zulmedenlerden olurdun” buyruğu âyetin baş tara fında yer alan ‘andolsun ki...’ şeklindeki mahzuf yeminin cevabıdır.
‘Eğer sen bunu yaparsan, inkâr etmeleri ve kendilerine zulmetmeleri hususlarında, işte o yahudiler gibi olursun.’
‘Eğer size gelen bu kitaptan, vahiyden sonra, bunu bırakır da onların heva ve heveslerine, hukuklarına uyarsanız, onların kılık kıyafetlerini benimser, icad ettikleri sistemlere uyarsanız, yani her halinizle onların kıblelerine tabi olursanız, o zaman siz de onlar gibi olursunuz.
Siz de onlar gibi birbirini yiyen, tüketen gruplar olursunuz, parçalanırsınız. Ümmet olma özelliğinizi kaybedersiniz. Ve de en kötüsü sizler zâlimlerden olursunuz. Hani ‘Zâlimler ahdime ulaşamazlar, zâlimler idareci olamazlar, zâlimler iktidara gelemezler’ buyrulmuştu, sizler de ebediyyen buna ulaşamaz, iktidar mevkiine gelemezsiniz.’
Bir kimsenin hakkını zorla elinden alan, haksızlık yapan merhametsiz ve gaddar kimse. ‘Zulüm’ bir şeyi ait olduğu yerin dışında bir yere koymaktır. Bir şeyi eksik ya da fazla yapmak yahut zamanının veya mekânının dışında yapmak da zulümdür.
Kur’ân-ı Kerim’de cehalet, şirk, fısk anlamında, nur’un zıddı olarak kullanılır. Kur’ân’da zulmün anlamları şunlardır:
‣ Şirk, Allahu Teâlâ’yı başkalarına denk tutmak. (Lokman, 13)
‣ Allah’ın mescitlerine engel olmak. (Bakara, 114)
‣ Allah’ın bildirdiklerini gizlemek, onun adına yalan söylemek. (Bakara, 144)
‣ Âyetleri yalanlamak, insanlara ulaşmasını engellemek. (Enam, 157)
‣ Âyetlerden yüz çevirmek. (Secde, 22)
‣ Müslüman olduğunu iddia edip, Allah adına yalan söylemek. (Saf, 7)
‘اِنْ’ İle ‘لوَْ’ edatlarının kullanılışı:
‘لئَِنِ’ edatı ‘لوَْ’ anlamındadır. Buna, ‘لوَْ’ edatına verilen cevap ile cevap verilir. ‘اِنْ’ ile ‘لوَْ’ mana bakımından birbirlerine yaklaşırlarsa; bunlardan her biri diğeri yerine kullanılır ve birine verilen cevap ile diğeri de cevaplanmış olur.
• ‘Sen onların kıblesine uymazsın’ cümlesi, olumsuzluk ifadesinde ‘Onlar senin kıblene uymazlar’ cümlesinden daha mübalağalıdır. Çünkü birincisi isim cümlesidir. Ayrıca olumsuzluğu ب harf-i ceri ile tekit edilmiştir.
‘Sana gelen ilimden (vahiyden) sonra onların arzularına uyacak olursan, zalimlerden (kendilerine yazık etmişlerden) olursun.’
Bu uyarı cümlesi birkaç tekit ile şart-ceza cümlesinin tamamını içermekle mübalağa ifade eder.
• Lam, kaseme delalet eder. Lamı muvattaa kasemi kuvvetlendirir.
• Ceza cümlesinde tekit harfi, haberin başında ibtida lamı vardır.
• İsim cümlesi olması da tekit ifade eder. (إِنَّكَ إِذًا لمَِنَ الظَّالِمِينَ)
• ‘Onların hevalarına tabi olmanın en küçük cüzü bile zulüm için kafi’ manasını ifade eden, şekk için kullanılan ‘اِنْ’ şart edatı tercih edilmiştir.
• Cezaya delalet eden ‘إِذًا’ getirilmiştir. ‘إِذًا’ cezanın şarta bağlantısını kuvvetlendirir.
• ‘Sana gelen ilimden sonra’ âyetinde önce icmal sonra tafsil vardır. Bu ise ihtimama delalet eder; men edilen ‘hevaya tabi olma’ işlendiği takdirde, özür kabul etmeksizin azabın gerçekleşeceğini gösterir.
• Nebi’ye ﷺ vahyedilenlerin sırf ilim kılınması ayrıca bir tekittir.
• الظَّالِمِينَ ’deki lam-ı tarif, karakterleri zulüm olarak bilinip, bu vasıfla tanınanlara delalet eder.
لمَِنَ الظَّالِمِينَ kavli insafa delalet bakımından ‘إِنَّكَ لظَالِمٌ’ ifadesinden daha kuvvetlidir.
Hz. Peygambere onların hevasına uymasının yas aklanması ‘لاَ تَظْلِمْ’ nehyinden daha mübalağalıdır. Tıpkı bir kimsenin bir başkasına ‘Sakın zalim olma’ demesinin ‘zulmetme’ demesinden daha beliğ bir ifade oluşu gibi.
Burada vahyin ve ilâhi yakinin ilim olarak tabir edilmesi, ilmin şanını tazimi ilan ve ümmetin akıllarını ona çevirmektir, mübalağadır.
Burada getirilen bu tekitler, kendi hevasına, başkasının hevasına uymanın vehametinin altını çizmektedir. Efendimiz’e ﷺ ‘Sen dahi uysan müşriklerden olursun’ buyrulması, farz-ı muhal kabilindendir. Çünkü hevaya uymak insanı cennete girmekten alıkoyar, şirk şaibesi taşır.
لمَِنَ الظَّالِمِينَ ifadesindeki ‘Elif-lam’ onların bu vasıfla bilindiğine delalet eder. Yani onlar zalimlerdir, bu onların karakteri olmuştur.