Sureler

Göster

Bakara Sûresi 159. Ayet

إِنَّ الَّذِينَ يَكْتُمُونَ مَا أَنْزَلْنَا مِنَ الْبَيِّنَاتِ وَالْهُدَىٰ مِنْ بَعْدِ مَا بَيَّنَّاهُ لِلنَّاسِ فِي الْكِتَابِ ۙ أُولَٰئِكَ يَلْعَنُهُمُ اللَّهُ وَيَلْعَنُهُمُ اللَّاعِنُونَ

159- Muhakkak ki, indirmiş olduğumuz apaçık delilleri ve hidâyeti, onu Kitab’ta insanlara açıklamamızdan sonra gizleyenler yok mu? İşte bunlara Allah lânet eder; bunlara lânet edebilen herkes de lânet eder.


Bu âyetin Safâ-Merve âyeti ile irtibatı ilk bakışta hemen anlaşılmıyor. Nazarımızı derinleştirdikçe bağlantılar zahir oluyor.

Safâ ve Merve’yi tavaf etmek eski bir gelenek olduğundan sahabeler İslâm’dan sonra say’in yapılıp yapılmamasında şüpheye düşmüşlerdi. Cenâb-ı Hakk Safâ ve Merve’nin şiar, sembol, Allah’ın nişaneleri olduğunu haber vererek, bu tavafın bir günah olmadığını, devam edilmesini bildirmişti. O sembolü canlı tutup, Hacer hatırasının unutulmasına müsaade etmemişti.

Bu âyette ise göndermiş olduğu delilleri, hidâyeti gizleyenleri tehdit ediyor. Rahmetinden uzak olacaklarını haber veriyor. İster kevni âyet olan kainat kitabından, ister okunan semavi kitaptan hiçbir şey gizlenmemeli. Deliller, hüccetler, göz ardı edilmemeli ki hidâyet-i Rahman kullara ulaşsın.

Allah’ın ﷻ hükümlerini gizlemek, ört bas etmek, zihinlerden, gönüllerden uzaklaştırmak, O’ndan gelen hidâyeti engellemek ve kulları ilâhi rahmetten mahrum bırakmak olacağından bu menfur işe yeltenenler de rahmet-i ilâhiyeden mahrum kalmakla, yani lânetle inzar edilmişlerdir.

Allah’ın âyetlerini gizlemek, Kitabullah’ın tahsiline zemin hazırlamamak, yasaklayıp engel olmak ile olabileceği gibi, okuyup amel etmemek de bir nevi kitmandır, gizlemektir. Âyetleri öğrenerek amel etmeye çalışanları desteklememek, küçümsemek, değer vermemek de âyetleri gizlemenin bir başka boyutu. Yine âyetlerin manalarını, hükümlerini çarpıtarak, eksilterek çıkarına göre yorumlamak, gerekli bilgi ve donanıma ulaşmadan kendine göre tefsir etmek de âyetleri gizlemenin başka bir yoludur.
 

Apaçık delilleri ve hidayeti gizleyenler

Dinler; beşeriyeti küfür karanlıklarından İslâm aydınlığına kavuşturmak için gelmiştir. İslâm, kıyamet günü hiç kimsenin ‘ben öğrenmedim veya bana öğretilmedi’ diye mazeret ileri sürmemesi için, bütün insanları Allah’ın emirlerine çağırmayı, cahile öğretmeyi emreder. Allah peygamberlerine kitap vermiş, içindeki emirlerin hemen anlatılması ve gizlenmemesi hususunda onlardan misak almıştır. Dini ilimleri ketmedip, halka öğretmemek Peygamberlerin vazifesi olan, ardından alimlere emanet edilen bu yüce vazifeye hıyanettir.

Bu âyet halkın muhtaç olduğu dinî meseleleri ketmeden, herhangi bir şer’i hükmü gizleyip söylemeyenlerin, lânete müstehak olacağını bildirir. İlmi gizlemek; ondan mahrum olan insanların küfürde kalmalarına ve sapmalarına göz yummak, rızâ göstermek demektir. Küfre rızâ da küfürdür. Alimlerin ilmi, İslâmi bir konuyu gizlemesi, üzerlerindeki öğretme emanetine hıyanettir, büyük günahtır.

Bu âyet-i kerime bilgi sahibinin bir imtiyazdan ziyade sorumluluk sahibi olduğu üzerinde durmaktadır. Âyet, insanları bu sorumluluk altında ihlasla çalışmaya, gerçekleri tebliğ ederek, hiçbir hakikati gizlememeye, hiçbir hakkı saklamamaya, gerçeği tüm açıklığıyla sergilemeye çağırmaktadır.

Gizlemek, kendisine ihtiyaç duyulan bir şeyi, ortaya koyma vesilesi bulunduğu halde, ortaya koymayıp saklamaktır. Maksad böyle olmadığı zaman o iş, ketmetme ve gizleme sayılmaz.

Gizlenen şey kötülük, kusur ise sahibine fazilet kazandırır. Ama iyi bir şey ise, bir faziletse, gizleyen kimsenin hasedini, nankörlüğünü, hainliğini, fesadını ortaya koyar. Bu âyet, yalancı şahitlere, haksızlığı hak olarak göstermeye çalışan hakim, avukat hepsine işarettir. Onlar da gerçeği örterek, gizleyerek hakkı sapıtmaya çalışmaktadır.

İlmi yaymak, ibadet olduğu gibi, onu ketmetmek de cinayettir. Resûlullah ﷺ ‘Din hususunda benden duyduğunuzu bir âyetle de olsa tebliğ ediniz’ buyurmuştur.

Söylenilmeyen ve anlatılmayan ilmin örneği Allah yolunda infak edilmeyen hazineye benzer. Hadis-i Şerif

Bildiği bir husus kendisine sorulup da onu gizleyen kimseye kıyamet gününde Allah ateşten bir gem takacaktır. Hadis-i Şerif

İslâmi ilimleri yaymak veya yayılmasına vesile olmak, beşeriyetin hidâyete gelmesi için vâciptir. İlim adamı ilmi gizlemek maksadını güderse asi olur. Böyle bir maksadı olmazsa ve bu bilginin başkası tarafından da bilindiği bilinmekte ise onu tebliğ etmek zorunda değildir. Ancak kendisine soru sorulan kimsenin tebliğde bulunması, bu âyet-i kerimeler ve hadis-i şerifler dolayısıyla vâcib olur.

Kâfir İslâm’a girinceye kadar ona Kur’ân-ı Kerim ve ilim öğretmek caiz değildir. Aynı şekilde bid’atçi kimseye cedel (tartışma) ve delil getirme yöntemlerini öğretmek de caiz değildir. Yine hasımlardan haksız olana karşı tarafın malını alsın diye bir delil öğretmek de caiz değildir.

Yöneticiye; raiyesinin ağırına gidecek uygulamalar yapmasına sebep teşkil edecek şekilde tevil öğretmek de caiz değildir. Yasakları işlemek, vâcipleri terk etmek ve benzeri neticeler için bir araç kullanmalarına meydan verecek şekilde sıradan kimseler arasında da ruhsatları yaygınlaştırmak caiz değildir.

Hikmeti ehli olan kimselerden ayrı koymayınız. O takdirde bu kimselere zulmedersiniz. Ehil olmayan kimselere de onu öğretmeyiniz.

O takdirde hikmete zulmetmiş olursunuz. Hadis-i Şerif
 

Hakiki alim ve ahir zaman alimleri

Bu âyet-i kerime Yahudilerin zilletine hakkı gizleyen önder konumundaki alimlerin sebep olduğunu göstermektedir.

Bir kavim kendi zulüm (ve günahlarıyla) asla helak olmaz. Kavim ancak, idarecilerin, alimlerin ve din adamlarının zulüm (ve günahları) ile helak olur. Şeyh Üftade efendi (ks) hazretleri buyurdular:

İrşad hali de böyledir. Talebe ve müritlerdeki dalâlet, mürşidlerinin fesad ve bozukluğundan ileri gelir. Mürşid, sırat-ı müstakim üzere oldukça, Allahu Teâlâ, talebe ve müritleri dalâlete düşmekten korur. Bela, bir kavme ancak reislerinin fesatlığı sebebiyle iner.

Zebaniler, fasık olan hamele-i Kur’ân ve kötü din alimlerine puta tapanlardan daha süratli ve daha hızlı saldırırlar. Bunun üzerine hamele-i Kur’ân ve kötü din alimleri:

- Ey Rabbimiz! Ne oluyor? Bu zebaniler neden önce bize saldırıyorlar? diyecekler. Allahu Teâlâ hazretleri şöyle buyuracaktır:

- Bilen kişi, bilmeyen gibi değildir. Kim dinin karşılığında dünyayı satın alırsa, o kişi gerçekten büyük bir zararın içine düşmüştür, şeytanla ittifak içindedir. Hasan Basri
 

Ahiret alimlerinin özellikleri

Onlar ilimlerinin karşılığında dünyalık istemezler. Ahiret ilimlerinin ilk derecesi, dünyanın önemsizliğini, alçaklığını, geçiciliğini, ahiretin ise kıymetli ve devamlı olduğunu idrak etmesi, dünya ve ahiretin birer kuma gibi zıt olduğunu, birisini razı edince diğerinin kızacağını veya terazinin iki kefesi gibi olduğunu, birisi tercih edilince diğerinin hafif kalacağını, ya da doğu ile batı gibi olduğunu, hangisine yaklaşılırsa diğerinden uzaklaşılacağını bilmektir.

Kim dünyanın hakikatini, mihnet ve meşakkatini, lezzetlerinin elemleriyle iç içe olduğunu, boş olduğunu, iyiliklerinin geçici olduğunu bilmezse selim akıl sahibi olmadığı anlaşılır. Böyle olmayanlar, Peygamber’in ﷺ Allah’tan getirdiğini bilmeyenlerdir, alim sayılamazlar. Bunları bilip de ahireti dünyaya tercih etmeyenler şeytanın esiri olurlar.

Bir kitapta şöyle okudum: Allah ﷻ buyurur ki ‘Dünyayı sevdiği vakit alime vereceğim en küçük ceza, kalbinden bana yalvarırken duyduğu tadı çıkarmamdır. Malik b. Dinar
 

''İndirmiş olduğumuz apaçık deliller ve hidâyet…''

Âyetlere beyyine denilmesi, ketmedilen şeyin üzerindeki -ister hissi, ister akli olsun- perdeyi kaldırmak içindir. Âyette geçen ‘beyyinat’ tan murat, Resûlullah ﷺ hakkında Tevrat ve İncil’de inzal buyrulan âyetlerdir. Veya bütün peygamberlere, aklî deliller dışında indirmiş olduğu semavî kitaplardır. Yahut Hz. Muhammed’in nübüvvetine delâlet eden hüccetlerdir.

والهدى / Hüdâ kelimesi, insanların doğru yola gitmesine vesile olan her şey, aklî ve naklî delillerdir. Veya nebiye tabi olmaktır. Ebû’s Suud; ‘Âyetteki Hüdâ’dan murat, Resûlullah’a ﷺ inanıp, uymanın vâcib olduğuna delâlettir’ der.

Beyyinat ve hüdâ’nın bir olduğu da söylenmiştir. Arasını vav’la cem etmek tekit ifadesi içindir.

Yüce Allah’ın ‘Apaçık âyetlerimizi (el-beyyinât) ve hidâyeti...’ buyruğu; bu türden olmayan şeylerin gizlenmesinin caiz olduğunu gösterir. Özellikle de bu şeyleri açıklaması sakıncalı olacaksa gizleyebilir.

Bu âyet insanların ihtiyacı olan iki önemli şeye dikkat çekmektedir: Beyyinat (açık deliller) ve huda (doğru yol).

Delil, insanı doğru yola götüren aklî ve naklî bütün bilgilerdir. Doğru yol da, insanı bu deliller vasıtasıyla Allah’a götürür. Delil olmadan doğru yolun ne olduğu bilinemez. Deliller insanın önünü açmakta, gittiği yolun doğru olup olmadığını göstermektedir.

Burada da iki مِنْ harf-i cerinden biri zaman ifade ettiği için atıfsız olarak يَكْتُمُونَ ’ye bağlanmıştır.

''Onu kitapta insanlara açıklamamızdan sonra...''

Bu açıklamadan maksat, Tevrat ve İncil’deki, Hz. Muhammed ﷺ’in sıfatları ve diğer hükümlerdir. Veya âyette ilk indirildiği beyan edilen şey, önceki peygamberlerin kitaplarındaki hükümler, sonra açıklanmasından kasıt da Kur’ân’ı Kerim’dir.

''Allah onlara lânet eder...''

Onlar sanki bir lânet çukuruna dönüşmüş gibidirler. Her yerden üzerine lânet yağan, lânet akan bir çukur olmuşlardır. Yüce Allah’ın lânetinden sonra, sanki lânet edebilen herkes bu çukurun üzerine üşüşmüştür.

Lânet, sözlük anlamı ile, birini öfke içinde kovmak, paylayarak yanından uzaklaştırmak demektir. Buna göre bu kimselere, onları rahmetinden kovma anlamında lânet eder. Aynı zamanda bütün lânet edebilenler de onları her yerden kovarlar. Böylece onlar hem yüce Allah tarafından ve hem de O’nun kulları tarafından her yerden kovulmaktadırlar.
 

Lânet

‘Lânet’ aslında ‘uzaklaştırma’ manasındadır. Şeriat örfünde ise sevabtan uzaklaştırmaktır. ‘Allah lânet eder’ demek ‘onlardan uzaklaşır, teberrî eder, onları sevap ve mükâfatından uzaklaştırıp kendilerine; Lânetim üzerinize olsun, der’ demektir.

‘Lânet ediciler’in, lânetinin tesiri olan kimseler olması gerekir. Melekler, peygamberler ve salih kimseler böyledir. Başka izahlar da yapılmıştır;

‣ Lânet ediciler, yeryüzündeki bütün canlılar ve haşerattır. Hatta gübre böcekleri ve akrepler dahi bu lânete katılır. Hakkı gizleyen kötü ilim adamlarının günahları sebebiyle mahlukat kuraklığa mahkûm olur, bu bakımdan kötü alimlere lânet ederler. ‘Âdemoğlunun günahları yüzünden biz yağmurdan mahrum olduk’ derler.

‣ Lânet edenler insanlar ve cinler dışındaki her şeydir. Hayvanların ve cansızların lânet etmesi iki şekilde olur:

a) Bu, mübalağa yoluyladır. Yani, ‘şayet onlar akıllı olsalardı, onlar bile kâfirlere lânet ederlerdi’ demektir.

b) Bu lânet, o hayvanlar ve cansızlar âhirette tekrar diriltilip, akıllı varlıklar haline getirildiklerinde olacaktır. Onlar, dünyada bu işi yapan ve bu hal üzere ölen kimselere lânet edeceklerdir.

‣ Cehennemdekiler de, kendilerinden dini gizledikleri için, onlara lânet edecektir.

İki kimse birbiriyle lânetleştiğinde, lânet müstehak olana isabet eder. Eğer lâneti hak eden bulunmazsa, bu lânet, Allah’ın indirdiğini gizleyen yahudilere döner.

‘Birisi arkadaşına lânet edince bu lânet semaya çıktıktan sonra tekrar aşağıya iner. Lânet okunan kişiyi bu lânete layık görmeyince, söyleyen kişiye geri döner. Bu sefer söyleyenin de lânete ehil olmadığını görür. Bu defa gider, yüce Allah’ın indirdiğini gizleyen yahudilere konar.

Yahudilerden ölenlerden bu lânet artık kalkar, geriye kalan yahudiler üzerine iner.’

‣ Bu lânet, kişi kabrine konulup, ‘Dinin nedir, Peygamberin kimdir ve Rabbin kimdir?’ diye sorulduğunda kulun ‘Bilmiyorum’ dediği zaman; insanlar ve cinlerin haricinde, her şeyin duyacağı bir biçimde dövüldüğü ve sesini duyan herkesin ona lânet ettiği zaman meydana gelir. Melek ona o zaman şöyle der: ‘Ne bildin, ne de haber verdin! Sen, dünyada da böyleydin!’

‘Kâfir kabire konulduğu zaman yanına bir azap meleği gelir. Onun gözleri sanki bakırdan iki kazandır. Elinde demirden bir direk bulunmaktadır. Onunla kâfirin iki omuzu arasına öyle bir vurur ki kâfir çığlık koparır. Onun sesini işiten her yaratık ona lânet okur. Onun sesini işitmeyen hiçbir kimse kalmaz. Ancak cinler ve insanlar işitmezler.’

‣ Lânet edenler Allah’a iman eden insanlar, cinler ve meleklerdir. İman edenlerin lâneti ise, lânet edilen kimseyi Allah’ın rahmetinden uzaklaştırmak, ona buğzedip ondan uzak durarak, muhalefet edip onunla mücadele etmektir.

‣ Bu lânet, kıyamet gününde küfrüne bir ceza olarak gönlünün acı ve korkuyla dolması içindir.
 

 

Sebeb-i Nüzulü

Âyet-i kerime hakkında iki görüş bulunmaktadır:

1- Cümle müsteneftir, din hususunda herhangi bir şeyi gizleyen herkese şamildir.

2- Yahudiler hakkındadır. Muaz b. Cebel, Sa’d b. Muaz ve Harice b. Zeyd, Yahudilerden bir gruba Tevrat’ta Hz. Peygamber’i ﷺ müjdeleyip, niteliklerini bildiren bölümleri ve bazı hükümleri sordular. Yahudiler de düşmanlıklarından bu buyrukları gizlediler. Bunun üzerine Yüce Allah bu âyet-i kerimeyi indirdi. Yahudiler zina edenlerin recmedilmesi hükmünü de gizlemişlerdir.

Onların bu gizlemeleri, söylemeyip saklamak şeklinde olduğu gibi; tercüme esnasında sözlerin yerlerini tahrif etmek, onun yerine uydurdukları yalan bir şeyi koymak şeklinde de olabiliyordu.

Yahudilerin hakikati gizlemesinin sebebi, riyaset ve dünyayı sevmelerindendir. Çünkü Müslüman olurlarsa, halkın alt tabakasından elde ettikleri maddi imkanlar ve rantın ellerinden gitmesinden korktular.

3- Âyetin, bütün ehl-i kitap, yani yahudi ve hristiyanlar hakkında nazil olduğu da söylenmiştir.

İnsanlar ‘Ebû Hureyre ne çok hadis rivâyet ediyor’ dediklerinde, Ebû Hureyre hazretleri, ‘Allah’ın kitabındaki iki âyet olmasaydı, (ki biri bu, diğeri 160. âyet) hiçbir söz söylemezdim’ diyerek, bu âyeti okumuştur.

 

Te’vilâtı’n Necmiyye’den...

إِنَّ الَّذِينَ يَكْتُمُونَ Bu âyet salik-i vasılın hakikat ilimlerinde keşiflerinin kemalini, Kur’ân’ın esrar ve envarını, Allah’a giden yolda hidâyeti beyana ve salikin adabına işaret ediyor. Ayrıca ihlas yolunda nefsin afetlerine ve onlardan temizlenme yollarına, makamların mârifetine, hallerine ve aralarındaki farklara işaret ediyor.

مِنْ بَعْدِ مَا بَيَّنَّاهُ لِلنَّاسِ Hak taliplerine süluk yollarını, Hakk’a vasıl olmayı beyan ediyor. Sıdk ve irade ehli kendilerine icap eden şeyleri irşad ve nasihatı kabule müsaittirler. Hakk’tan hicablanma azabından korkarlar.


Belagat

• إِنَّ فَرِيقاً kavlinde icmali olarak değindiğine, إِنَّ الَّذِينَ يَكْتُمُونَ kavlinde tafsilatıyla atfetmiştir. Bu rücûdan kastedilen, hitabette arzulanan maksadı yerine getirmek, sözde bir konudan başka bir konuya geçmeyi ve aradaki itiraz cümlelerini kısaltmak, tafsiline veya asıl maksadın arasında gelen itiraz cümlelerine dönmektir.

• إِنَّ الَّذِينَ يَكْتُمُونَ âyeti, işitenin, icmali geçen konunun tafsilatı olduğunu anladığı istinaf cümlesidir. Kelamın tekitle gelmesi, haberin önemi içindir. Zemmi tekit gayesiyle lânet tekrar edilmiştir.

Aslında gizlemek, kusurlu, ayıplı bir şeyi kimseye göstermemek için yapılır, buradaki gizlemek, açıklanması gereken bir şeyi gizlemektir. Sofrada kendi yedikten sonra yemekleri gizlemek, padişahın ulufesini insanlardan gizlemek veya bir hayrı sanki kötülükmüş gibi gizlemek… Meziyetleri, bizzat yaşanarak, anlatarak, ikna ederek yayılması gereken şeyleri sırf hainliğinden, hasedinden, menfaatperestliğinden dolayı gizleme gayreti içinde olmak ancak sahibini küçük düşürür. Hak güneş gibi açıktır, gökten inen yağmur gibi umumidir. Gönüllerde esen feyz rüzgarı olarak tatlı esintisini devam ettirmektedir. Ehli kitap için ‘Gizleyenler’ denmesi bu anlamda tarizdir. Yani gizlenebilecek bir şey yok ki siz neyi gizlediğinizi zannediyorsunuz?

• Hidâyet inmez, kitap indirilir. Mecaz-ı mürselden, müsebbep söylenmiş, sebep olan hidâyet kastedilmiştir.

Vahiy için ‘İndirme’ fiilinin kullanılması istiare-i vefakiye olabilir. Cebrail’in (a.s) Efendimize ﷺ vahyi ulaştırması, gökten yere bir şeyin inmesine benzetilmiştir. Camisi; yüce makamdan aşağı mevkiye yönelmesidir.

• مِنْ بَعْدِ Onu insanlara açıklamamızdan sonra, şeklinde zarf gelmesi, bu gizlemenin korkunçluğunu ziyadeleştirmek içindir. Çünkü onlara açıklanmadan gizleselerdi belki bu bazıları için bir özür kabul edilebilirdi. Ama beyan edilmesine rağmen gizlemeleri, hiçbir özürleri olmadığını bildirir.

• لِلناَّسِ İnsanlar için, kelimesindeki lam harf-i ceri talil içindir. Yani ‘Biz onu insanlardan dolayı beyan edip yaymak istedik’ demektir. Bu da onların gizlemelerindeki kötülüğü ziyadeleştiren bir ifadedir. Çünkü hakkı gizleyip, müstehakkına ulaştırmamak tadlil ve zulümdür.

• أولئكَ bundan sonra gelecek hükme layık olduklarını tembih içindir. Kendinden önce zikredilen sıfatları, dinleyenler için müşahede edilenler gibi kıldı ve onlara işaret etti. Bu, hakikatte vasıflarına işarettir. Bu sebeple ismi işaret, hükmün sebebi olan sıfatlara dikkat çekmiştir.

Uzaklığı işaret eden ismi işaretin tercih edilmesi, dinleyeni, onların halini düşünmeye ve dönüp bakmaya sevk etmek içindir. Veya bu ismi işaretin kullanımı yaygın olduğu içindir.

• Âyette gizleyenlere lânetin olması sebebiyle iki ima bir araya gelmiştir:

˗ İsmi mevsulle haberin gelmesi illet ve sebebine
˗ İsmi işaretle buna layık olduklarına tembih içindir.

Lânet, zelil kılarak ve kızgınlıkla rahmetten uzaklaştırmaktır. Eseri ahirette cennetten mahrumiyet ve cehennemde azapla zahir olur. İnsanların onları lânetlemesi, Allah’ın ﷻ onları rahmetten uzaklaştırması için duadır. Muzarinin tercih edilmesi, geçmişte lânet edildiklerini bildirmekle birlikte teceddüde delalet içindir.

يَلْعَنُهُمُ ’da mütekellimden gaibe (birinci şahıs zamirinden üçüncü şahıs zamirine) iltifat vardır. Sözün gelişi نَلْعَنُهُمْ olmalıydı. Onlara olan kızgınlığı izhara delalet etmesi, kelamın onlara lâneti daha derinleştirmesi ve onları tard için gaibe iltifat oldu. Cümlede Allah lafzının açıkça zikredilmesi, kalbe korku ve heybet vermektedir.

يَلْعَنُ kavlinin, atıf harfiyle tekrarına gerek olmadığı halde tekrar edilmesi, mananın farklı olmasındandır. Çünkü Allah’ın ﷻ lânet etmesi rahmetten uzaklaştırmak, beşerin lâneti onların aleyhine duadır.

اللَّاعِنُونَ elif lam istiğrakı urfidir. Yani her lânet eden lânet eder. Lânet edenlerden murad; inkar edenleri ve taraftarlarını münkir gören dindarlar, Allah ﷻ için buğzedenler ve ehli kitabın hakikatleri gizlediklerine muttali olanlardır.

وَيَلْعَنُهُمُ اللَّاعِنُونَ Bu cümlede cinas-ı nakıstan iştikak-ı sağire vardır. Bu da edebî güzelliklerdendir.