75- Kitap verilenlerden öylesi vardır ki bir yük altın bıraksan onu sana iade eder, yine öylesi vardır ki kendisine bin dinar versen ayak diretip ısrar etmedikçe onu sana ödemezler. Bu onların; ‘Câhil Araplara karşı bizim için bir sorumluluk yoktur’ demeleri yüzündendir, bile bile Allah’a yalan söylerler.
Ayeti kerimenin önceki kısımla irtibatı
Önceki ayetlerde, yahudilerin müslümanları saptırmak için birbirlerine tavsiyeleri, kendilerine, benzeri kimseye verilmemiş olan dinî mertebe ve makamlar verildiği iddiaları, "Dininize tâbi olandan başkasına inanmayın" şeklindeki sözleri, kendilerinden başkasına itimat edilmez, demelerinden bahsedilmişti. Bu ayette de, onların başka bir kötü hali; emânete hıyanetleri bildirildi.
Bu ayet; onların ahlakını hatırlatıp, tekrar kınamakta, müslümanları şüpheye düşürme tezgahlarını ve nübüvvet delillerini gizlemelerini yermektedir.
Çok miktardaki malı gereği gibi koruyup onu tastamam ödeyen kimsenin, az olanı da bu şekilde ödeyeceği öncelikle söz konusudur.
"Kıntar" çok sayıda, "dinar" az sayıda maldır. Yani "Ehl-i kitap içinde, kendilerine çok sayıda para ve mal emanet edildiği halde emâneti yerine getiren son derece güvenilir kişiler olduğu gibi, kendilerine az miktarda mal emânet edilse bile hıyanet etmekten çekinmeyen son derece hain kişiler de vardır." ب harfi emanetin ilsakı içindir. Çünkü kendisine bir şey emanet edilen kişiye, o şey ilsak edilmiş, ona yaklaştırılmış ve muhafazası kendisine bitiştirilmiş demektir.
"Bir kantar" pek çok sayıda demektir. Bir tartı ağırlığı olarak miktarı yüz rıtıldır. Bir rıtıl ise 2,5 kilodur.
"Dinar" ve "kıntâr" kelimelerinin muhtevasına, para ve mal olarak verilen emânet ve borçlar da girer.
"Dinar" kelimesinin aslı "دٖينَار "dır. Çokça kullanıldığı için kelimenin hafifletilmesi arzusuyla iki ن dan birisi "ي"ya dönüştürülür. Buna delil ise, çoğulunun "دنَانِير"; ismi tasgirinin "دُنَيْنِير" şeklinde gelmesidir.
Malik bin Dinar şöyle der: Dinar «din» ile «nar-ateş» kelimelerinden mürekkep bir sözcüktür. Onu hakkıyla alıp da yerine sarfeden dindardır ve ateşten korunmuştur. Onu haksız bir şekilde alana nar-ateş vardır.
Ayet-i kerimenin bu cümlesi, kitap ehli için bir övgü değildir. Bu ifadeden kitap ehli'nin bir bölümünün olsun, âdil olduğu anlamı çıkmaz. Müslümanların fasıkları arasında bile emanetleri tastamam yerine getiren ancak yine de adaletli sayılmayan kimseler bulunabilmektedir. Çünkü adalet ve şehadet için, karşılıklı ilişkilerin iyi olması, malda emanetin gereğini yerine getirmek yeterli değildir. Kitap ehli "Ümmîler hakkında bize karşı bir sorumluluk yoktur" demektedir. Müslümanın malının, namusunun kendisi için mubah olduğuna inanan biri nasıl adaletli olabilir, nasıl adil olduğu söylenebilir?
Hz. Ali'ye sordular: 'Dirheme niçin «Dirhem», dinara niçin «Dinar» denilmiş?'
Hz. Ali şöyle cevap verdi: Dirhem; daru-hemm'dir. Yani «üzüntü evi»dir. Dinarı da ilk basan ateşperestlerdir. Bundan dolayı «ateş dini» mânâsını taşıyan «dinar» kelimesi ona ad olmuştur.
Az miktarda hainlik edip vermeyenin, büyük miktarlarda hainlik yapma ihtimali daha yüksektir.
Cümle; bütün hallerden ve vakitlerden istisna-i müferrağ'dır. 'O kişi emanetini hiçbir halde ve hiçbir zaman sana ödemez; ancak sen devamlı üzerinde durmadıkça veya onun başına mübalağa ile dikilmedikçe vermez. Ancak bir takım deliller getirip, muhakeme olunca, ısrarla isteyince verir.'
1- قاَئِمًا Hakiki manasında kullanılmıştır. "Bizzat onun yanında dikilip ondan ayrılmadıkça..." demektir. "O, yanıbaşında dikilip durduğun müddetçe, peşine takılıp yanından ayrılmadıkça kendisine verdiğin şeyi itiraf edip kabul eder. Fakat işi ihmal edip geriye bırakır ve ertelersen, onu takibe ara verecek olursan, senin kendisindeki alacağını inkâr eder."
2- قاَئِمًا mecazî manada kullanılmıştır. Israr etmek, çekişmek, davalaşmak ve istemek mânâlarındadır.
Bir şeyi ısrarla isteyip peşine düşen kimse, o şey için kâim (ayakta) olmuş olur. Onun peşini bırakan kimse ise, ona aldırmamış, oturup kalmış gibi olur. Tepesine düiilip durmakla devamlı istemek kastedilmiştir
Allahu Teâlâ, bir kısmı emaneti tastamam ödeyen, diğeri ise tepesine dikilip durmadıkça ödemeyen olmak üzere iki kısmı zikretmiştir. Ancak, tepesinde dikilip dursan dahi yine ödemeyen üçüncü bir kısım daha vardır. Sadece bu iki kısmın zikredilmesi, çoğunlukla onlar görüldüğü ve mutad olan bunlar olduğu içindir. Üçüncü kısma ise az rastlanılır. O bakımdan burada ifade çoğunluk hakkındadır.
Ebu Hanife, borçluların hapsedileceğine "Tepesine dikilip durmadıkça..." buyruğunu delil göstermektedir. Bu şekilde borçluyu takip etmek ve onun tasarrufunu engellemek alacaklının hakkı olduğuna göre; onun hapsedilmesi de caizdir.
"Tepesine dikilip durmadıkça" buyruğunun; yüzünü kendisine gösterip senden çekinip utanmadıkça; anlamına geldiğini de söylenmiştir. Çünkü haya gözlerdedir. İbn Abbas şöyle der: Gözleri görmeyen bir âmâdan ihtiyacınızı gidermesini istemeyin, çünkü haya gözlerdedir. Sen kardeşinden bir ihtiyacını gidermesini isteyecek olursan senden utanıp görmesi için yüzünü ona göster ve gözlerine bak.
"Ümmî" ana, asıl, kök, anne'ye mensûb olan, demektir. Hz. Peygamber yazı yazmadığı için 'ümmi diye adlandırılmıştır. Çünkü yazı yazamayan, annesinden doğduğu gibi yazı yazamama işini sürdürmüş, demektir.
Hz. Peygamber "Ümmü'l-Kurâ" "Beldelerin anası, aslı..." olan Mekke'ye nisbet edildiği için de ümmî vasfını almıştır.
Araplar, daha önce kendilerine kitap verilen bir kavim olmadıkları için onlara da 'Ümmi' denirdi.
'Onların bize bir yolları yoktur' yani, bizi ayıplama ve muaheze etmeye yolları, istemeye, vermemiz için zorlamaya kudretleri yoktur, bizim hakkımızda bir yol istemeye hakları yoktur, demektir. Çünkü istenen şeyler ancak taleb edilen kişide, istenen o şeye yol bulunduğu zaman elde edilir.
Yani; "bizim şeriatımızda; ister emanetlerine hiyanet edelim, isterse mallarını haksız yere yiyelim diğer milletlere karşı ne yaparsak yapalım, bize bir günah yoktur" dediler.
Onların bunu helâl görmesi ve hıyânet etmeleri, "Arapların, ele geçirdiğimiz malları hususunda bize bir mesuliyet terettüb etmez" demelerindendir. Bir Yahudiye «Niçin yanındaki emaneti yerine getirmiyorsun?» denildiğinde «Arapların malını yemekte bizim hiçbir sorumluluğumuz yoktur. Allah onu bize helal kılmıştır» derdi.
Yahudilerin bunun helal olduğuna inandılar, çünkü dinleri konusunda çok mutaassıbdılar. "Bizim dinimizde olmayanların öldürülmesi, ne şekilde olursa olsun mallarının alınması helâldir" diyorlardı.
Aslında yahudîlerin bu yaptıkları, hep aynı hayal mahsulü gururdan kaynaklanıyordu: Kendilerinin daima Allah'ın hâs kulları olduklarını zannederek her türlü kötülüğü, zulmü mubah saymak, kendilerinden olmayanları küçük görmek...
Bu âyet nazil olduğu zaman, Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
"Allah'ın düşmanları (yahudiler) yalan söylüyor. Cahiliyyedeki her şey, benim iki ayağım altındadır (hükümsüzdür). Ancak, emânet müstesna. Emânet, ister itaatkâr olsun, ister günahkâr olsun, sahibine verilmelidir."
Ayrıca Yahudiler, "Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz; bizim dışımızda kalan insanlar ise, bizim kölelerimizdir. Biz kölelerimizin mallarını yediğimiz zaman hiç kimse bundan dolayı bizi sorgulayamaz" diyorlardı.
Veya Yahudiler bu sözü, kendi dinlerine tâbi olmayan herkes hakkında söylemiyor, sadece Hz. Muhammed (sav)'e iman etmiş olan Araplar hakkında söylüyorlardı. Câhiliyyede bir takım insanlarla alış-veriş edip, bu insanlar müslüman olunca, yahudilerden mallarını istediklerinde, "Sizin bizde herhangi bir hakkınız yoktur. Çünkü sizler dininizi terkettiniz" demişlerdi.
Adamın birisi İbn Abbas'a şöyle dedi: 'Biz kasten zimmet ehli mallarından bir tavuk, bir koyun alır ve bu konuda bizim için bir sakınca yoktur, deriz.' İbn Abbas ona şu cevabı verdi: Bu kitap ehlinin: "Ümmîler hakkında bize karşı bir sorumluluk yoktur" demelerine benzer. Şunu bilin ki zımmîler cizyeyi ödedikleri takdirde gönül hoşluğu ile olmadığı sürece malları size helâl olmaz.
Hak ve emanetlerin ödenmesi hususunda Allah'ın şeriatında mümin ile mümin olmayan arasında ayırım söz konusu değildir. Çünkü hak kutsaldır. Hakkın niteliği, o hakka sahip olanın kişiliğinden etkilenmez. Yahudiler ise ahde vefayı bizatihi yerine getirilmesi gereken bir hak olarak kabul etmemektedirler.
' وَهُمْ يَعْلَمُونَ bildikleri halde' cümlesinde meful zikredilmedi. Onların bildikleri şey, hıyanetin haram olması veya söylediklerinin yalan olmasıdır.
Onlar, kendi dinlerinde olmayan kimselere hıyanet edilebileceği hükmünün Tevrat'ta zikredildiğini söylemişlerdi. Bu sözleri söylerken, yalan konuştuklarını kendileri de biliyorlardı. Çünkü kendi kitapları olan Tevrat, aralarındaki garip ve miskinlere zulmetmemelerini, mal ve haklarını gasbetmemelerini tenbih etmekte, hatta ihtiyacı olduğu zaman düşmanlarına dahi yardım etmelerini emretmekteydi.
İşte, bu şekilde Kur'an onların yalanlarını belgelemiş ve mahkum etmiştir. Böyle olan kimselerin hıyanetleri daha büyük, suçları daha ağır olur.
Yahudilerin bu iddiası, Allah'a karşı bir iftira ve büyük bir yalandır. Çünkü Allahu Teâlâ bütün dinlerde şunları vacib kılmıştır:
1- Emaneti sahibine vermek.
2- Başkasının malını gasb etmemek.
3- Başkasının eşyasına, kendisine zarar vermemek.
4- Başkasına hıyanet etmemek.
5- Başkalarına zulmetmemek.
Borcunu ödememek, hırs, hevanın galebesi, nefsin aşağılığı, aklın bozuk, karar-himmetin aşağılığı, nefis ve şeytan ilkasındandır. Ayrıca halkla mübaşeret, dünyaya dalmak, Allah (cc)’tan utanmamak da bu hainliğin sebeplerindendir. (T. Necmiyye)
Hz. Musa'nın şeriatında geçen on emir:
Allah'ın Rabbin ismini boş (ve yalan) yere ağza almayacaksın.
Yalan haber taşımayacaksın;
Haksız şahit olmak için kötüye el vermeyeceksin.
Kötülük için çokluğun peşinde olmayacaksın
Bir dâvada adaleti bozmak için çokluğun ardına saparak konuşmayacaksın.
Eğer düşmanın kaybolan öküzüne, yahut eşeğine rastlarsan, mutlaka onu kendisine geri getireceksin.
Yalan şeyden uzak ol. Ve rüşvet almayacaksın.
Ve garibe gadretmiyeceksin. Garibin gönlünü bilirsin; çünkü Mısır diyarında gariptiniz.
Emanete riayet
Ayet-i kerime, emanete riayetin imanın ayrılmaz vasfı olduğunu bildirmektedir. Müslim'in Sahîh'inde geçen hadiste; emanetin, rahim ile birlikte Sırat'ın iki tarafına dikileceğinin bildirilmesi, öneminin büyüklüğünü gösterir. Her ikisini gereği gibi koruyanlar dışında, kimse sırattan geçme imkânını bulamayacaktır.
Emanet Kuran’da özel ve genel iki anlamda kullanılır.
Genel anlamı, bir ferde düşen, dini, ahlaki, hukuki veya siyasi mahiyetteki bütün sorumlulukları ifade eder. Kişinin başka bir kişiyle yaptığı anlaşmaya sadık kalması, Allah (cc)’a karşı vazifelerini yerine getirmesi, melekelerini ve kabiliyetlerini uygun şekilde kullanması gibi. İnsan yükümlülüklerini ifası konusunda Allah (cc) tarafından hesaba çekilecektir.
Özel anlamı; Ahzap Suresi 72. ayette, semavat ve arza emanetin sunulduğu, fakat onların kabul etmedikleri, buna karşılık insanın onu yüklenmeyi kabul ettiği bildirilen emanettir. Bu emanet, Allah’a itaat etmektir. Semavat ve arz emaneti taşımayı kabul etmeyerek, Allah’a gayrı iradi kulluğa razı oldular. İnsan da onu yüklenmeyi kabul ederek Allah’a itaat ya da itaatsizlik etme hürriyetine sahip olmayı seçti. Bu anlamda, itaatsizlik eden her insan, bu emaneti zayi etmiş demektir.
✦ Emniyeti olmayanın imanı, sözünde durmayanın dini yoktur. Hadis-i Şerif
✦ Allah bir kulu helak etmek istedi mi ondan hayayı çekip alır. Ondan hayayı çekip aldı mı, artık sen onun ancak buğzeden ve buğzedilen kimse olduğunu görürsün. Sen onu ancak buğzeden ve buğzedilen olarak gördün mü, artık emanet de ondan çekilip alınır. Emanet ondan çekilip alındı mı, sen onun ancak hain ve hainlik yapan olarak bilinen bir kimse olduğunu görürsün. Bu şekilde onun hain ve hainlik yaptığı bilinen bir kimse olarak gördün mü, artık rahmet de ondan çekilip alınır. Bu sefer sen onu ancak kovulmuş ve lanete uğramış olarak görürsün, Onu koğulmuş ve lanete uğramış olarak da gördün mü, bu sefer İslâm'ın boyunduruğu ondan çekilip alınır. Hadis-i Şerif
✦Emanete riayet rızkı, hıyanet ise fakirliği celbeder. Hadis-i Şerif
✦Cahiliye döneminde olup da şu ayaklarımın altında olmayan hiçbir şey yoktur. Bundan emanet müstesnadır. Çünkü emanetin iyi olana da kötü olana da eksiksiz olarak ödenmesi vaciptir. Hadis-i Şerif
✦Sırrı ifşa hainliktir. Hadis-i Şerif
✦ Hz. Huzeyfe şöyle buyurdu: ‘Bize Resulullah iki hadisi şerif söyledi. Ben bunların birini gördüm, ötekini de bekliyorum. Resulullah bize evvela emanetin insanların kalplerinin derinliğine indiğini, sonra Kuran inerek ondan ve sünnetten birşeyler öğrendiklerini anlattı. Sonra da bu emanetin kaldırılmasından bahsetti. Buyurdu ki:
'İnsan uykusunu uyur. Bu esnada emanet kalbinden alınır da ufacık bir siyah leke halinde kalbinde kalır. Sonra yine uykuya dalar. Bu sefer kalbinde emanetin kalan kısmı da alınır. Bunun eseri de kabarcık gibi kalır. Ayağının üzerine bir kor yuvarlanıp da nasıl kabarcık hasıl olur ve içinde bir şey olmadığı halde onu kabarmış görürsün. Onun gibi bir şey.'
Sonra ufak taşlar alarak onları ayağının üzerinde yuvarladı. Şöyle devam etti:
'İnsanlar o hale gelecek ki alışveriş yapacaklar. Birinin doğru dürüst hareket ettiği görülürse ‘Filan oğullarından emin bir adam var’ denilecek. Hatta adamın kalbinde hardal tanesi kadar iman olmadığı halde onun hakkında ‘O ne metin, o ne zarif, o ne akıllı adamdır!’ denilecek.'
Hz. Huzeyfe sözüne devamla:
‘Vallahi öyle günler gördüm ki, sizin hanginizden alışveriş yapacağım diye hiç gam yemezdim. Çünkü alışverişte bulunduğum kimseyi bana hıyanetten müslümansa dini men ederdi. Hıristiyan yahut Yahudi ise ona da Eaman vermezdi. Bugün ise sizlerden filan ve falandan başka kimseyle alış veriş yapamaz oldum.’
İslâm, insan ruhunu geliştirir, vicdanları berraklaştırır, duygulara yön verir. Allah'ın sevgi ve büyüklüğünü, kudret ve adaletini bütün görkemiyle kalblere, zihinlere işler. İnsanı yalnız midesiyle başbaşa bırakmaz; onu behimî sıfat ve davranışlardan çekip insanlık fazîleti potasında olgunlaştırır. Böylece ona büyük sorumluluklar yükler; sınırsız hürriyetin zulme ve karanlığa uzandığını hatırlatır; hizmet aşkını biri Allah'a, diğeri hemcinsine olmak üzere iki yönde değerlendirir. Bu bakımdan Müslüman güven kaynağı, doğruluk örneğidir.
İslâm öyle bir devir geçirdi ki, o devirde «Kime güvenebiliriz?» sorusuna, «Her müslümana güvenebilirsiniz!» cevabı verilmişti. O devir saadet devri idi. Sonra bir devir daha gelip geçti, aynı soru yine soruldu. Ama verilen cevap biraz farklı oldu:
«Birkaç kişi hâriç herkese güvenebilirsiniz!» Korkarım ki bir devir gelsin, aynı soru tekrarlansın ama verilen cevap çok değişik olsun: «Birkaç kişi müstesna, başka hiç kimseye güvenemezsiniz!» İşte o zaman Müslümanların kıyameti kopmuş sayılır. İmam Gazali
Yiye her kim ki bir âdemden tuz ekmek
Gerek canı gibi onu gözetmek
Gözetmeyip ona olsa hıyânet
Gözünü tuz tutar, dizini ekmek.
Sebeb-i Nüzulü
Birisi, Abdullah İbn Selâm’a emânet olarak bin iki yüz ukiyye altın bırakmıştı. Abdullah o emaneti sahibine vermişti. Bir başkası da yahudi Finhas İbn Âzûrâ'ya bir dinar emânet vermişti. Fakat o bu emanete hıyanet edip bunu vermedi. Bunun üzerine, bu âyet-i kerime nazil oldu.
Ayeti kerime Yahudilerin emanet ve hıyanet ehli olmak üzere iki kısım olduklarını açıklıyor.
a) Onların ehl-î emânet olanları, müslüman olanlarıdır. Yahudilik üzere devam edenlerse, hıyanette ısrarlı olanlardır. Çünkü onların batıl inançlarına göre, kendi dinlerinde olmayan kimseleri öldürüp onların mallarını almaları helâldir.
b) Ehl-i kitaptan emânet ehli olanlar hristiyanlar, hıyanet ehli olanlar ise yahudilerdir. Çünkü Yahudiler; daha çok ihanet içinde yaşadıklarından bu, onlarda bir huy halini almıştır.
Allah kitap ehli arasında hainlik edenlerin de, güvenilir olanların da bulunduğunu haber vermiştir. Müminler bunu ayırd edemezler. O bakımdan hepsinden uzak durmaları, aldanmamaları gerekir.
Belagat
✽ 'Ehli kitaptan kimi vardır ki; ona bir kıntar emanet versen sana geri öder. Kimi de vardır ki; bir dinar versen ayak diretip ısrar etmedikçe ödemez.' İki kısım arasında 4'lü mukabele sanatı vardır:
مِنْهُمْ ile مِنْ اهْلِ الْكِتاَبِ |
مَنْ ile مَنْ |
|
اِنْ تَأْمَنْهُ ile اِنْ تَأْمَنْهُ |
بِقِنْطَارٍ ile بِدٖينَارٍ |
لَا يُؤَدِّهٖ اِلَيْكَ ile يُؤَدِّهٖ اِلَيْكَ |
✽ Ancak ayak diretince öder, cümlesi nasıl ödeyeceklerini bildirdiği için kasr-ı tayindir. Ödeme şekillerinden tek birine kasrettiği için de kasr-ı ifraddır.
✽ 'Üzerinde ayak diretmedikçe' cümlesi tecessümdür.
✽ Tazammuni olarak da ısrar etmenin etkili olduğunu bildirir.
✽ "Bu, şöyle demeleri yüzündendir" cümlesinde, yahudilerin şer ve fesatta aşırı gittiklerini ifade etmek için uzağı gösteren ذالِكَ ismi işareti kullanılmıştır.
✽ 'Ümmiler hakkında bize bir yol yoktur' cümlesinde icaz-ı hazif vardır. "Ümmîlerin mallarını yememizde bize bir vebal yoktur" demektir.
✽ 'Ümmiler hakkında bize bir yol yoktur' cümlesi, ehli kitabın ağzından kizb-i haberdir.
✽ Ehli kitabın bunu yapmaları, kendi dışındakileri cahil görüp, insan saymadıkları içindir. Dal biddelalesi ile; kibrin, başkalarını insan yerine koymamanın, hak ihlallerine yol açtığını ifade eder.
✽ 'Bize yol yoktur' ifadesinde yol-سَبِيل kelimesi 'Sorumluluk' anlamında istiaredir. Yol insanı menziline ulaştırdığı gibi, mesuliyet de kişiyi hedefine ulaştırır.
✽ 'Bile bile Allah'a yalan uydururlar' cümlesi itnabdan mesel yerine cari olmayan tezyildir.
✽ Yalan zaten bilerek yapılır, 'Bildikleri halde' hali müekkededir.
✽ يَقُولُونَ ile قالوُا arasında iştikak cinası ve reddül acez alessadri vardır.
✽ هُمْ يَعْلَمُونَ cümlesinde müsnedin fiil geliş hükmü takviye eder. هُمْ يَعْلَمُونَ cümlesinde müsnedin ileyh tahsis için takdim edilmiştir.
Mütekellimin amacına göre takdim tehirler kelama güzellik kazandırır ve etkisini arttırır. Müsnedin ileyhin takdim edilip terkibin de müsbet olması tahsis ifade etmiştir. İnkar makamında tekit içindir.