86- İnandıktan, peygamberin hak olduğuna şahitlik ettikten, ve kendilerine açık deliller geldikten sonra inkara sapan bir milleti Allah nasıl doğru yola eriştirir! Allah zalim kavme hidayet etmez.
♦ Cümle öncesine atıftır; "Onlar imân ettikten ve o peygamberin hak olduğuna şâhidlik ettikten sonra" takdirindedir.
Zahiren her ne kadar fiilin, isim üzerine atfı gibi görünüyorsa da, mâna itibarıyla fiilin fiile atfıdır.
♦ Cümlenin başındaki "vâv", mahzuf bir “ قدْ ” 'Muhakkak ki' kelimesinin bulunması sebebiyle, vâv-ı haliyyedir. Buna göre "Allah, peygamberin hak olduğuna şâhidlik etmiş oldukları halde, imandan sonra küfre sapan bir topluluğa nasıl hidâyet eder" manasındadır.
Allahu Teâlâ; yahudilerin küfrünün daha büyük olduğunu belirtmiş ve yadırgamıştır. Çünkü onların küfrü; imanlarından, Hz. Peygamberin hak peygamber oluşuna şâhidliklerinden ve kendilerine apaçık delillerin gelmiş olmasından sonra meydana gelmiştir.
Bu küfür; iman, basiret ve şehadeti izhardan sonra meydana gelen bir dalalettir. Onların bütün bu müsbet şeylerden sonra küfre sapmaları çirkinliklerin en kötüsüdür. Çünkü bu, inâdî ve inkârî küfürdür. Bu da, âlimin yanılmasının, câhillerin yanılmalarından daha çirkin olduğunu gösterir.
Bu ifade temsilî bir anlatımdır ve Allah'ın şahitliği gereğince, birinin ötekine karşı şahitliği gereğince amel ettikleri takdirde, yaptıkları bu kabulden geri dönmekten bir sakındırmadır ve onlardan alınan bu sözü pekiştirmedir.
Küfre sebep olacak bir söz veya bir işi,
Bile bile yapar ve söyler ise bir kişi,
Bunu, isteği ile, yani cebr olunmadan,
Şaka dahi söylerse, imanı gider o an.
Bir şeyin, küfre sebep olduğunu bilmemek,
Özür değil, çok büyük günahtır, bilmek gerek.
Çünkü İslamiyet’in temeli, üç esastır.
Bunlar da ilim, amel, üçüncüsü ihlastır.
İmandan sonra küfre düşmek; İrtidat
Mümin, imanını kaybetmemek için çok dikkatli olmalıdır.
İmansız ölmekten korkmamak, imanı tehlikeye sokar. Dinimiz daima "havf ve reca" arasında bulunma ölçüsünü getirmiştir. Korku ve ümit arasında olmak en doğru yoldur. Hazreti Ömer bunu şöyle özetler: "Cennete yalnız bir kişi girecek deseler ümitlenirim. Cehenneme de yalnız bir kişi girecek deseler korkarım!"
"Ben Müslüman oldum, artık son nefesimde imanla gideceğime eminim" demek yoktur. Tehlike her zaman vardır.
İblis, yaratıldığı andan itibaren tam 200 bin sene ibadet etmişken, Allah'ın bir emrine karşı geldiği için yüz geri edilmiştir.
Hazreti Musa döneminde, Filistin'de yaşayan ibadet, edeb ve duasının makbuliyeti ile meşhur Bel'am bin Baura, mala tamah ederek, duasını mal kazanmak için kullandı ve helak oldu.
Musa Aleyhisselam'ın akrabalarından Karun'un dillere destan zenginliği vardı. Zekat vermeyi reddettiği için helak oldu ve imansız gitti.
Bu örnekler çoğaltılabilir. İmanı kaybetme tehlikesi her zaman, her insan için mevcuttur. Ne son nefesten tamamen emin olmalı, "Ben kurtardım" demeli, ne de "Mahvoldum, perişan oldum, bir daha kurtulamayacağım" demeli. İkisinin ortası olmalıdır.
Bir kişi iman ettikten sonra Peygamber Efendimiz ﷺ'in bildirdiği şekilde değil de, kafasına göre İslam'ı yaşamaya kalkarsa bidat sahibi olur. iman ve amelde bidat, Peygamber Efendimiz ﷺ ve ilk Müslümanlarda görülmemiş uygulamalara denir ki, kişinin son nefesinde imansız gitmesine sebeptir.
İmânın kuvvetli olduğu nasıl anlaşılır?
• Bir kimse, dine uygun şekilde ibâdet yaptığı halde, günahım çok, ibâdetlerim beni kurtarmaz diye düşünürse, îmânının kuvvetli olduğu anlaşılır.
• 'Bu imanımı son nefesime kadar devam ettirebilir miyim?' diyerek korkan kimsenin îmanının kuvvetli olduğu anlaşılır.
• İmânının devam edeceğinden şüphe etmemelidir.
Mürtedin öldürülmesindeki hikmet
İslâm, insan için, bütün eksikliklerden arındırılmış bir hayat programıdır. O, dindir, devlettir, ibâdettir, önderliktir, kitap ve kılıçtır, ruh ve maddedir, hem dünya hem de âhirettir. O, akıl ve mantık üzere binâ edilmiş, kesin bilgi ve deliller üzerinde yükseltilmiştir. Onun şeriatında insan fıtratıyla çatışan, ona ters düşen hiç bir şey yoktur. O, insanı ebedî ve maddî olgunluğa ulaştıran emin bir yoldur. Kim İslâm'a girer, onun hakikatini kavrar, ruhî zevkini tadar ve sonra da dönerse apaçık delilleri inkâr ederek, hak ve mantık ölçülerinin dışına çıkmış olur.
İnsan bu duruma geldiği zaman, çöküş derecelerinin en aşağılarına düşmüştür. Böyle bir insanın hayatının korunmasının hiç bir geçerli sebebi yoktur. Çünkü onun hayatında ulaşılması gereken ne yüce bir gâye, ne de şerefli bir maksat kalmıştır.
İslâm'ın insanın yaşayışında ihtiyaç duyduğu her şeyi kapsayan bir nizamdır ve bu nizamın korunması mutlak anlamda gereklidir. Hiç bir nizam yoktur ki, onu yok etmeye, yeryüzünden silmeye yönelik tehditlere karşı korunmasın. Bir düzenin korunmasını sağlayan en önemli şeylerden biri de, her dileyenin dilediği gibi onu inkâr ederek, dışına çıkmasını engellemektir. Bu yapılmadığı taktirde, o düzenin korunması mümkün değildir.
İslâm'dan çıkıp irtidat etmek; ihânet ederek ona baş kaldırmak ve parçalayıp yok etmeye azmetmektir. İslâm toplumunu bu tür bir tehlikeden korumak için önlemlerin alınması kaçınılmazdır. Bunu önlemek ise, beşerî sistemlerin de uygulamak zorunda oldukları gibi ölüm cezası vermeye bağlıdır. Komünist veya kapitalist toplumların hangisinde olursa olsun, devletin anayasal nizamının dışına çıkıp ona başkaldıran kimse, ülkesine ihânet suçuyla itham edilir ve ölüm cezası ile cezalandırılır.
Fatih Sultan Mehmed Han İstanbul’u fethettiği zaman, hocası Akşemseddin hazretlerine, Cuma namazını Ayasofya’da kılmak istediğini ve hocasına kendisinin imam olmasını söyler. Ayasofya’yı cami yapmak için seferber olunur. Cuma gününe cami yetiştirilir, cemaat namaza başladığı sırada Fatih Sultan Mehmed Han’ın abdesti kaçar. Tabii sultanın yanında da rastgele insanlar olmaz. Sağında ve solunda da en büyük hocalar, şeyh efendiler saf tutarlar. Kamet getirilir, imam 'Allahu ekber' der. Fatih Sultan Mehmed han, ne yapacağını şaşırır. Abdestsiz namaz kılınmaz. Abdest almaya çıksa izdiham olacak... Namaz kılar gibi eğilip kalksa, Cumadan mahrum kalacak. 'Ya Rabbi, ben ne yapayım şimdi' derken, yanındaki bir şeyh efendi firasetiyle vaziyeti anlar. Cübbesini açar, buradan abdest al der. Sultan bakar ki, çeşme var, su var. Acele olarak abdestini alır ve rükûya varmadan önce imama yetişir. Namaz biter, selam verilir, dualar yapılır.
Ertesi gün Fatih Sultan Mehmed Han, hocası Akşemseddin hazretlerini ziyarete gider. Ayrılırken, 'Hocam dua buyurun' der. O da, 'Allah iman selameti versin' der.
Daha uzun dua bekleyen Fatih Sultan Mehmed Han, şaşırıp kalır. Hocası sorar;
- Ne oldu, beğenmedin mi?
- Bu kadar mı efendim?
- Evladım yetmez mi? En kıymetli dua budur. Dün sana cübbesini açıp abdest aldıran şeyh, bir saat önce öldü; ama imansız gitti; çünkü bu kerametinden dolayı ona kibir geldi.
"Mürted; ecnebî dinsizleri gibi olamaz. Çünkü onlar Peygamberi inkâr etseler, diğerlerini tanıyabilirler. Peygamberleri bilmeseler de Allah'ı tanıyabilirler. Allah'ı bilmeseler de, kemâlâta medar olacak bazı güzel hasletler bulunabilir.
Fakat bir Müslüman, hem enbiyayı, hem Rabbini, hem bütün kemâlâtı Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm vasıtasıyla biliyor. Onun terbiyesini bırakan ve zincirinden çıkan, daha hiçbir peygamberi tanımaz, Allah'ı da tanımaz ve ruhunda kemâlâtı muhafaza edecek hiçbir esasatı bilemez. Çünkü, peygamberlerin en âhiri ve en büyükleri ve dini ve daveti umum nev-i beşere baktığı için ve mucizatça ve dince umuma faik ve bütün nev-i beşere bütün hakaikte üstadlık edip on dört asırda parlak bir surette ispat eden ve nev-i beşerin medar-ı iftiharı bir zatın terbiye-i esasiyelerini ve usul-ü dinini terk eden, elbette hiçbir cihette bir nur, bir kemal bulamaz. Sukut-u mutlaka mahkûmdur."
Ayetin başındaki "Allah... küfre sapan bir kavmi nasıl hidâyete erdirir" cümlesi, mürtedler hakkındadır. Sonundaki "Allah zâlim bir topluluğu hidayete erdirmez" hükmü hem mürtedlere, hem de zâten kâfir olanlara şumüllüdür.
Allahu Teâlâ kâfirleri "zâlimler" diye adlandırdı. Kâfir, küfrü sebebiyle kendisini belâ ve cezaya uğrattığı için, kendine zulmetmiştir.
Zulüm; bir şeyi layık olduğu yere koymamak anlamındadır. Burada 'Zalim' vahye, gözlem ve kanıta layık oldukları değeri vermeyen, yani vahyin ve delilin hakkını çiğneyendir. Böyle bir zulüm, insan gönlünü kirletir, manevî ışığını söndürür. Kirli ve karanlık bir gönül Allah'ın rehberliğinden mahrum kalmaya mahkumdur.
Ayette, 'halk, topluluk' anlamına gelen 'kavim' kelimesinin kullanılması, bu manevî kirlenmenin toplumsal boyutlu olduğuna işarettir. Ayette yer alan bütün fiil ve zamirlerin çoğul olması dal bil işaresiyle bu manevî kirlenmenin, hem Hz. Peygamber devrindeki insanları, hem de gelecek zamanlardaki insanları kapsamadığına işarettir.
Allah -haşa- durup dururken kullarından hidayetini, lütfunu ve ihsanını esirgemez. İnkarın getirdiği kirlenme kulun gönlündeki ilahî nuru engeller. Böyle bir karanlık içinde kalan insan, arayışını İslâm dininden başka dinlere kaydırır. Allah'ın kabul etmeyeceği fikir çöplüklerinde din arama eyleminin altında, vahyin, gözlem ve kanıtın gereğini yerine getirmemek yatmaktadır.
Birçok zalim devlet başkanı olmuş. Ancak adil bir toplumun başına zalim bir adam, devlet başkanı olmamıştır. Millette bir bozulma olur, zulme karşı bir meyil vardır, sonrasında o meylettikleri tipten bir adamı, kendi elleriyle başlarına getirirler.
Ağaçtaki yapraklar yemyeşilken, güz mevsiminde önce en tepede bir yaprak sararır. Aşağıdaki yapraklar onu ayıplayamazlar. Çünkü ağacın topyekün bünyesinin izni olmadan o yaprak sararamaz. Ağacın bünyesinde sararmaya meyil başlamıştır. Onun için toplumdaki kötü davranışların bütün kabahatini, o tek kişiye yüklemek yanlıştır.
Toplumun genel bünyesinde bunlara izin çıkmıştır.
♦ Âyet, önce inanıp, sonra irtidâd ederek kaçıp Mekkelilere sığınan ve İslam daveti hakkında "Burada duralım, oturalım da zamanın gidişatını kollayalım" diyerek Hz. Peygamber'in başına belâların gelmesini beklemeye başlayan on kişilik bir topluluk hakkında nazil olmuştur. Onların içinde tevbe edenler bulunduğu için, bu kimseler 'Bundan sonra tevbe edenler müstesna..." ifadesiyle istisna edilmiştir.
• Amr ibn Avf oğullarından irtidad eden bir kişi, daha sonra Şam'a giderek hristiyan oldu. Oradan kavmine "Benim için tevbe imkânı var mı? Bana bildirin" diye haber gönderdi. Bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu, o da Medine'ye dönerek yeniden müslüman oldu.
· Kurayza, Nadîr ve onların dininde olan yahudiler hakkında na-zil olmuştur. Hz. Muhammed peygamber olarak gönderilmeden önce, ona inanıp, geleceği müjdesini veriyorlar, kâfirlere karşı onun yanında yer almak suretiyle zafer kazanacaklarını ileri sürüyorlardı. Ancak Hz. Peygamber gönderildikten sonra O'nu inkâr ettiler. Bunun üzerine "İşte bunların cezası Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların lanetinin üzerlerine olmasıdır" ayeti nazil oldu.
· Ebu Amir er-Râhib, Hâris bin Suveyd'in de içlerinde bulundu-ğu irtidad edip Kureyş'e katılan on iki kişi hakkında nazil olmuştur. Haris, ensârdan bir kimse idi. Ardından mürted olduğuna pişman olunca, Medine'de kalan ailesine: "Bizim için tevbe var mı?" diye Hz. Peygamber'e sormaları için haber yolladı.
Bunun üzerine bu âyeti celile «Allah çokça affedici ve merhamet edicidir» cümlesine kadar nazil oldu. Kardeşi ona, hakkında âyet nazil olduğunu bildirmesi için bir haberci gönderdi.
Hars kavminden gelen haberciye; "Yemin ederim, bildiğim kadarıyla sen doğru bir insansın. Allah'ınRasulü de senden daha doğrudur. Ve Cenab-ı Hak ise, üçünüzden de daha doğrudur" dedi.
Medine'ye gelerek, Hz. Peygamber'in huzurunda tevbe etti, tekrar müslüman oldu. Hz. Peygamber de onun tevbesinin kabul edildiğini bildirdi.
• Bir diğer rivayete göre bu ayet, Haris'in pişman olup tekrar müslüman olarak Medine'ye dönüşünden sonra, Mekke'de kâfir olarak kalıp "Şimdilik uygun gördüğümüz kadar Mekke'de kalalım, sonra Medine'ye dönmek istediğimiz zaman döneriz" diyenler hakkında nazil olmuştur.
♦ Ehl-i kitap hakkındadır. Âyetteki hidâyet; Allah'ın insanda marifetullahı yaratmasıdır. Çünkü kul, birşey yapmaya niyetlenir, Allahu Teâlâ da, kulun bu niyetinin peşisıra o şeyi yaratır.
Allah'ın insanları hakka iletme hususunda sünneti, onlar için apaçık delilleri ve belgeleri ortaya koyması, onların düşünmesine engel olabilecek hususları ortadan kaldırmasıdır. Allah onlara bütün bu imkânları verdiği halde, onlar Hz. Peygamber'e önce iman ettiler, sonra da kâfir oldular.
Allahu Teâlâ sanki şöyle demektedir: "Onlar hakkı bildikleri halde, küfrü tercih edip onu istedikleri müddetçe nasıl Allah Teâlâ onların içinde marifet hidayet ve hidayete erme isteğini yaratusın?"
Bu soru, bu kimselerin hidayet bulmalarının uzak bir ihtimal olduğuna işaret olup Peygamber (sav)'in onlardan yana ümidini kesmek maksadındadır.
✽ 'Allah nasıl hidayet eder?' cümlesinde كيف, istifham-ı inkari ve zem için tecahül-ü ariftir. Maksat, ehli kitabın hususi hidayetini inkardır. Hidayeti hassa ya Allah’ın kuluna inayet ve lütfuyla olur. Bunun Allah’a isnadı zahirdir. Ya da delilleri kullanmak ve ondan netice çıkarmakla olur. Bunun Allah’a isnad edilmesi, sebebin müsebbibi olmasındandır.
✽ İstifhamın istib’ad (uzak görme) için olması da caizdir. Çünkü onlar iman ettiler ve Allah (c.c.)’ın kitaplarında olanı bildiler, bundan sonra peygamberlerini inkar ettiler. Kendilerine ayetler geldiği halde ondan öğüt almadılar. Bu durumlardan sonra onların hidayeti ümit edilmez. Hidayet ancak insaflı ve ayetleri idrake hazır olan kimseye ulaşır.
✽ ' كَفَرُوا ' ile اِيمَانِهِم' arasında tıbâk- icab vardır.
✽ اِيمَانِهِم izafeti, muzafın şanı, muzafın ileyhin tahkiridir. Onların ilk imanı, tam bir iman değildi, sonradan irtidad ettiler. Ama yine de 'imanları' diyerek kendilerine izafe edilmesi, teşvik ifade etme nüktesi için, iygaldir.
✽ ‘شهدوا’ kavli ‘بعد إيمانهم’e atfedilmiştir. Çünkü iştikakları benzeyen isim ve fiilin birbirine atfı güzeldir.
✽ انَّ الرَّسُولَ حَقٌّ 'Muhakkak ki Rasulün hak olduğuna' ifadesi, شَهِدوُا fiilinin iki mefulünün yerini tutmuştur. Bu cümlede sebebe isnad vardır. Rasulün hak olması, aslında getirdiklerinin hak olması manasındadır.
✽ حَقٌّ ve الْبَيِّنَاتُ kelimeleri arasında muraat-ı nazır vardır.
✽ 'Rasulün hak olduğuna şahit oldular, onlara deliller geldi' cümleleri itnabtan tefridir.
✽ Dal bil ibaresi ile, dinden dönmenin bir zulüm olduğunu bildirir. Mürtedler, zalim sayılmıştır. .
✽ يَهْدِي fiili ile لَا يَهْدِي fiili arasında tibak-ı selb, iştikak cinası ve reddü'l acez alessadri vardır.