91- İnkar etmiş olup da kafir olarak ölenlere gelince, kendini kurtarmak için dünya dolusu altın verse dahi onların hiçbirinden asla kabul edilmeyecektir. İşte bunlara acıklı azap vardır, hiçbir yardımcıları da yoktur.
Kâfirler üç kısımdır:
a) Küfründen sahih ve makbul bir biçimde, içten gelen bir pişmanlıkla tevbe edenler. Bu çeşit kâfiri Cenâb-ı Hak, "Ancak bundan sonra tevbe edenler müstesna..." (Âl-i İmran, 89) buyruğunda belirtmiştir. Cenab-ı Allah onların tevbesini kabul buyurur.
b) Küfründen fasit bir biçimde tevbe eden; Allah'ı inkâr eden, sonra tevbe edip küfürden geri dönen, sonra yine küfre dönenler. Bunu da bir önceki âyette zikretmiş, onun tevbesinin kesinlikle kabul edilmeyeceğini belirtmiştir (Al-i İmran, 90).
c) Asla tevbe etmeyip, küfrü üzere ölen kâfirler. Bunlar da bu âyette zikredilmiştir, yeryüzü dolusunca altın da verseler, fidyeleri kabul edilmeyecektir.
· وَ atıf harfidir. Buna göre mana: “O kimse Allah'a, şayet yer dolusu altınla yaklaşmak istese, küfrüne karşılık bu ona hiçbir fayda vermez. Yine o kimse, yer dolusu altına mukabil, fidye verip Cenâb-ı Hakk'ın azabından kurtulmak istese, bu fidye kabul edilmez." Bu daha fazla şiddet ifade eder.
· وَ harfi, mücmel ifadeden sonra, izah için getirilmiştir. "Yeryüzünü dolduracak miktardaki altını dahi olsa, onlardan hiçbirinin tevbesi makbul olmaz" ifâdesi, birçok mânaya muhtemeldir. Cenâb-ı Hak, kabul edilmeyişin fidye cihetinden olduğunu açıkça bildirmiştir.
· "Velev ki bu, fidye yoluyla olsa dahi, onlardan yeryüzü dolusu altının kabul edilmeyeceğine..." hükmedilmiştir. Bu yolla makbul olmadığına göre diğer yollarla haydi haydi kabul edilmeyeceğine dikkat çekmedir.
Kıyamet gününde cehennemliklerin en hafif azab görenine Allahu Teâlâ şöyle buyurur:
"Dünyada bulunan ne varsa senin olsaydı azaptan kurtulmak için onları fidye verir miydin?" O:
"Evet!" diye cevab verir.
Allahu Teâlâ şöyle buyurur:
"Ben senden daha basit bir şey istemiştim. Baban Hz. Adem'in sulbünden seni zürriyet olarak çıkardığımda bana hiçbir şeyi ortak koşmaman üzere söz almıştım. Ama sen bundan kaçındın. Bana şirk koştun!" Hadis-i Şerif
Kıyamette altın olmadığı halde, kâfir bütün dünya altınına sahip olamayacakken, bunu fidye vermesinin misali:
♦ Onlar küfür üzere ölünce, bu durumda onlar dünyada iken yeryüzü dolusu altın infâk etseler, Allahu Teâlâ onlardan bunu kabul etmeyecektir. Çünkü küfürle beraber yapılan tâat makbul değildir, manasındadır.
♦ Bu söz, bir varsayımdır. Altın, malların en değerlisinden bir kinayedir. Altının büyük değerinden hareketle Allah'ın kafir olarak ölenleri asla affetmeyeceğini ifade etmektedir. Mâna şöyledir: "Eğer kâfir kıyamet günü, insanlarca en değerli şey olan altından, bir dünya dolusu fidye vermeye muktedir olsa yine de bununla kendisini Allah'ın azabından kurtarması imkansızdır."
♦ Bundan maksat, onların kendilerini Allah’ın azabından kurtarmaktan ümidi kesmiş olmalarıdır.
Varlık âlemi ilâhî kudreti ve sanatı yansıtan bir bütündür. İnsan ise bu bütünün bir parçasıdır. Varlık alemindeki diğer bütün parçalar Yaradana teslimiyet gösterip baş eğerken insanın inkâra sapması buna ters düşmez mi? Onun bütünden ayrılması ve aksi bir yol tutması, bütünde yer alan tüm parçaların hakkına saygısızlık ve haksızlık sayılmaz mı? Bunun cezası elbetteki çok ağır olacaktır.
Meyve veren büyük bir ağacın bütün dalları yemyeşil ve meyve dolu iken bir dalın kuruyup verimsiz hale gelmesi, diğer dalları da olumsuz etkilediğinden kesilip yakılması gerekir. O yüzden küfür üzere ölen affedilmeyecektir.
Maddeyi mânaya, mideyi ruha, nefsi imâna karşı üstün tutmak büyük bir ölçüsüzlüktür. İnsanı insan yapan onun ruhu, aklı, zekâsı, imân ve irfanıdır. Bunlar çekip alındığında geriye et, kan ve kemikten başka bir şey kalmaz.
Bütün bunlar düşünüldüğünde, Kur'ân seslenir: Ey gafiller! Sizin ruhunuzun imâna ihtiyacı var. Kıyamet pazarında ne malın, ne midenin, ne de nefsin hiçbir değeri yoktur. Asıl değeri elden kaçıran insan o gün ilâhî rahmet sarayına ayak basabilmek için dünya dolusu altını olsa vermek ister. İmân öyle bir kıymettir ki dünya dolusu altın ona paha olamaz.
Yer dolusu altın versen kalbin ölüm azabından kurtulamazsın. Kalbin ölümü marifetullahı kaybetmesidir. Allah müminin kalbini marifet nuruyla diriltmiştir. (T. Necmiyye)
Îman üzere sebat ile kalabilmek için;
1- Gayba îmân etmelidir.
2- Helali helal, harâmı harâm bilip, i’tikâd etmelidir.
3- Allahu Teâlâ'nın azâbından emîn olmayıp, dâimâ korkmalıdır.
4- Allahu Teâlâ'dan ümid kesmemelidir.
5- Az konuşmalıdır. Hadîs-i şerîfte 'Ya hayır söyle yahut sus' buyruldu. Ciddi olmalı, şaka yapayım derken ağzından itikada ters bir söz çıkmamasına dikkat etmelidir.
6- Akla, insanlığa uygun olmayan ters şeyler yapmamalıdır. Kendisini küfürden muhâfaza etmesi için Allah'a çok duâ etmelidir.
Burada kelime, mübalağa ifade için فعِيل vezninde الِيم şeklinde gelmiştir.
Elim; müteellim, yani ‘elem duyan’ manasındadır, ism-i faildir. Elem duymak ise, ateşin değil, şahsın sıfatıdır. Ateş elem duymaz, ateşteki şahıs elem duyar. Ateş, ‘elim’ ile sıfatlandırılmış, şahsın sıfatı ateşe verilmiştir.
O ateş, cehennem ehlinin vücutlarını öyle kaplar, cesetlerini öyle kuşatır ve içlerine öyle nüfuz eder ki, onların vücutları adeta bir ateş külçesi olur. Onların cesetlerinde azaptan başka bir şey gözükmez. Hatta o azap külçesinden fışkıran ahlar, bağırmalar, inlemeler, sanki azabın kendinden meydana gelir. Yani çağıran, bağıran ve elem duyan azabın kendisi olduğu sanılır.
İşte azabın bu dehşetini hayale göstermek ve günahtan vazgeçirmek için, şahsın sıfatı olan ‘elim’ ile, ateş sıfatlanmıştır. Yani cehennemdeki insana bakılınca; adeta ateş olmuştur, ondan bir inleme, bağırma duyulur. Ateş mi bağırıyor, yoksa insan mı anlaşılmaz. Çünkü ateş ile insan artık bir olmuştur.
Ayeti kerime, şefaatin olduğuna delildir.
Günümüzde özellikle genç müslümanların kafasını meşgul eden bir konu var: "Allah'a ve âhiret gününe inanmayan ve fakat yaptıkları bilimsel araştırmalarla, keşif ve icadlarla insanlığa büyük hizmetler veren kişilerin kıyamet günü durumları ne olacak?"
Bu insanların zahiren büyük ve değerli hizmetler verdiğinde şüphe yoktur. Fakat insanlığa hizmet edenler yalnız kâşifler ve mucitler midir? Her canlı, yaratıldığı maksada göre hizmet etmektedir. Bütün hizmet çeşitleri biraraya gelince dünya hayatı asıl ölçü ve amacını bulur. Bazı hizmetler, kapalıdır görünmez ya da bilinmez; bazı hizmetler ise ortadadır, göz doldurur. İnsan yaratılışı gereği çoğunlukla duyularına hitap edeni görür ve hayran olur.
Gözden kaçan, insana hizmet eden nice mahlukat vardır. Mesela çevreyi süsleyerek uçuşan böcekler olmasaydı tabiat bu kadar renkli ve gönül çekici olmazdı. Çiçek tozlarını taşıyarak, hem aşılamayı sağlar; hem tabiata güzellik katarlar. İlk bakışta böceklerin bu hizmeti basit görünse de hakikatte çok yararlı bir denge sağladıkları muhakkaktır.
Bir de insanın dışını değil, içini aydınlatan, ruha gıda verip onu en mükemmel ölçüde gıdalandıran peygamberler, büyük mürşitler, olgun alimler vardır ki; onların hizmeti, hiçbir şeyle karşılaştırılamaz. İç karanlığına gömülü bir insanın dış âlemi binlerce ampulle aydınlık olsa ne değeri olabilir?
Her hizmet kendi ölçüsüne ve sağladığı yarar oranına göre değerlidir. Fakat hepsi de nisbî ve izafîdir. Allah'a ve peygambere, âhiret ve hesaba inanmayan kâşif ve mucitlerin hizmetleri yararlıdır. Ama hizmet eden her canlı ve cansız Yaratanına teslim olup baş eğerken bazı kâşif ve mucitler inkâr içindedir.
Kaşifin ve mucidin kullandığı iki öğe var: İlâhî sünnetle hazırlanıp önüne serilmiş malzeme ve ve bu malzeme üstündeki hikmet perdesini kaldıracak akıl. Bunlardan biri olmasa diğeri kapalı kalırdı. Her iki öğeyi de yaratan Allah'tır.
Hem O'nun malzemesini, hem verdiği aklı kullanıp hikmet perdesini kaldırmak, hem de O'nu inkâr etmek; ne ölçüde insafa sığar? Eseri kabul edip, müessiri inkâr etmek; sanatın inceliğini ve üstünlüğünü anlayıp, sanatkârı kabul etmemek; nasıl bir anlayıştır? Elektriği icad edeni takdir edip övmek; dünyayı aydınlatanı, güneş ile insanlığa ışık ve enerji vereni tanımamak; sağduyunun neresindedir?
Misafirseverliği, çevresine olan yakınlığı iyiliği, esirleri kurtarması, yemek yedirmesi, fakirleri, kimsesizleri korumasıyla meşhur, fakat ömrünü küfür içinde geçiren Abdullah bin Cüd'an öldüğünde, Efendimiz ﷺe sordular:
- Ey Allah'ın Peygamberi! Abdullah'ın bunca iyiliklerinin kendisine bir yararı olacak mı?
Efendimiz ﷺ şu cevabı verdi:
- Hayır, çünkü o bir gün olsun 'Ya Rab! Beni bağışla' demedi.
Abdullah ve benzeri kişiler mükâfatlarını dünyada alırlar. İnsanların onları övmesi, isimlerinin yaptıkları hayır kurumlarının kapılarına yazılması, hizmetlerinin karşılığıdır. Onların beklediği de sadece budur. İnanmadığı, kabul etmediği ikinci hayatı ve saadeti ona lâyık görmeye ne hakkımız ve yetkimiz vardır?
İmansız ölmemek için...
Bir insanın yaşantısı, onun inancını, amelini ve şahsiyetini gösteren bir aynadır. İnsanın iyilik ve kötülüğü Allah’a kulluğu ile ölçülür. Bir insan inandığı gibi yaşıyor, kulluk vazifelerini yerine getirmeye gayret ediyorsa, o insan Allah katında iyidir ve makbul bir kuldur.
Efendimiz ﷺ bu konuda şöyle buyurur: 'Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz; nasıl ölürseniz öyle dirilirsiniz.'
Kim ne halde iken ölürse, Allah onu o şey üzerine diriltir. Büyük günahlara devam eden bir insan için, sonunda küfre girip imansız olarak ölmesinden endişe edilir. Mesela namaz kılmamaya devam eden birisi için, sonunda küfre girip imansız olarak ölmesinden endişe edilir.
✦ Sadaka vermek Hakk’ın gadabını söndürür, ömrü uzatır ve insanı imansız ölmekten muhafaza eder. Hadis-i Şerif
'Allahümme innî esdevdiuke dinî fahfazhu aleyye fî hayâtî ve ba'de vefatî. Allahümme innî üceddidül imâne tecdiden bikavli lâ ilâhe illallah Muhammedün rasûlüllah- Yâ Rab, dinimi, imanımı sana emanet ediyorum. Sen hayatımda, hayatımın bitimi ânında ve bitiminden sonra da imanımı muhafaza eyle, rahmetinle himayene al. Sen merhametlilerin merhametlisisin Allah’ım.'
Bu duayı sabah akşam okuyanlar son nefeslerinde imanlarını şeytanın şerrinden korumuş ve iman üzere ölmüş olurlar.
Herşeyin, her işin bir gayesi, kıblesi vardır. Esas gaye imanla ölmek, Allah demektir.
✽ Küfür üzere ölen kafirlerin halini beyan için istinaf cümlesidir. Ayet lafzi tekittir. İsm-i mevsul lamı istiğrak gibi umum içindir.
✽ 'Kafir oldukları halde ölen' ifadesi hali müekkede ve hali mübeyyinedir. كَفَرُوا ile كُفَّارٌ kelimeleri arasında reddü'l acez ve iştikak cinası vardır.
✽ فَلَنْ يُقْبَلَ مِنْ اَحَدِهِمْ ’de ف, isim mevsulün tevbelerinin kabul edilmemesindeki illete delalet eden ismi şart olduğunu bildirir. Burada isim mevsul lamı istiğrak gibi umum ifade eder.
✽ Yer dolusu altın mübalağa, gulüvvü makbuldür. ' لَوْ ' gelince mübalağayı makbulleştiren bir şey dahil oldu.
✽ Faraza üzere teşbih, olması mümkün değil de olsa da verseler yine kabul olmaz, manasındadır.
✽ Delalet-i tazammuniyesi şudur: Ahirette artık herşeyi kesin gördüğü için imanı kuvvetlendi, vermek kolay geldi. Demek ki ölmeden imanı kuvvetli olsa verebileceğini anlarız.
✽ 'Onların hiç bir yardımcıları da yoktur' cümlesi itnabdan tekmil ve ihtirastır. Fidye ile kurtulamayacakları gibi, herhangi bir yardımcı da bulamayacaklar.