104-Aranızda iyiliğe çağıran, doğruyu emreden, kötülükten alıkoyan bir topluluk bulunsun; işte bunlar kurtuluşa erenlerdir.
Topluca Allah'ın ﷻ ipine yapışmak, madde çukurundan kurtulmak, ayrılmamak için hayra davet eden, önderlerin, tebliğcilerin oluşturulması gerekiyor. Bu mümtaz sınıfın yetişmesi için, bütün sınıfların gayret göstermesi, her türlü fedakarlıktan, yardımdan kaçınmaması lazım.
Bazı müminler evlatlarını din alimi, tebliğci yetiştirmek ve ondan maddi birşey beklememekle bu görevi yerine getirirken, bazıları da eğitim için gerekli mekanları tahsis etmesi, dini eğitim yaptıran okullar, medreseler, kurslar açılmasına maddi manevi destek vermesi gerekir.
Ayrıca iyi yetişmiş, güzel ahlaklı, takva sahibi, ehli sünnet vel cemaat üstatlar bulup kaliteli bir eğitimin yapılmasını sağlamalı. En azından kendilerine yetecek kadar maaş temin edilmeli. Ucuza mal edip kaliteyi düşürmemeli. Devlet bu konuda yardımcı olmuyorsa, milletler ve fertlerden sorumluluk kalkmaz. Çünkü bizzat Cenâb-ı Hak bunu ümmete farz bir görev olarak vermiş. İlle de bu tebliğ cemaatinin, dini öğreten, hayra çağıran, iyiliği emreden, kötülükten nehyeden bir grubun olması, yetiştirilmesi farz-ı kifayedir.
Eğer bu grup yetiştirilmezse farz-ı ayn olur. Her müslüman tek tek mesul olur. Bu din alimleri o kadar önemli bir görev icra etmektedirler ki, Cenâb-ı Hak bu alimlerin savaşa bile gönderilmesine izin vermemiştir ki, savaştan dönüp gelenler cahil kalmasın.
Din terbiyesi almayan, kitabullahı, sünnet-i Rasulullah'ı bilmeyen kimseler, nefislerin oluşturduğu bencillik duyguları ile baş başa kalır. Basit, dünyevi menfaatler uğruna tefrika çıkarır. Birlik beraberlik kaybolur. İç yıkım başlar, dış mihraklara da yol açılmış olur.
İnsan kalbi toprağa, va'z-u nasihat suya benzetilmiştir. İlim irfandan feyz almayan kalp çoraklaşır. Kuran ilmi uçsuz bucaksız deryadır, bitmez tükenmez. Herkes kabı kadar alabilir. Bu nedenle ilmi, cemaati, sohbetleri bırakmak, bir mümine asla yakışmaz. Araç ne kadar değerli olursa olsun daima yakıta muhtaçtır.
Dini ilimden uzaklaşmanın tek bir sebebi var, onu da Kuran bildiriyor: Kibir.
Efendimiz 'Ya alim ol, ya talebe ol, ya dinleyici ol, ya onları seven ol! Yoksa helak olursun' buyuruyor.
" مِنْكُمْ Sizden" kelimesindeki مِنْ edatı teb'iz içindir, "bir kısmınız" demektir. Çünkü iyiliği emredip, kötülükten alıkoymak farz-ı kifâyedir. Toplumda kadınlar, hastalar ve âcizler gibi, tebliğ yapmaya, ma'rufu emredip münkerden nehye gücü yetmeyen kimseler bulunacaktır.
Ayrıca iyiliği emredip kötülükten nehyetmek, usulünü bilmeyen herk esin yapabileceği işlerden değildir. Böyle hassas vazifelerin ancak ehli olanlara tevdi edilmesi gerekir. Hayra davet, hayrın, ma'rufun ve münkerin ne olduğunu bilme şartına bağlıdır. Çünkü cahil kişi, çoğu kez insanları bâtıla davet eder, münkeri emreder, ma'rufu yasaklar. Yine çoğu kez, kendi mezhebindeki hükmü bilir, başkasının mezhebindeki hükmü bilmez, onun mezhebinde münker olmayan şeyden adamı men eder.
اُمَّةٌ Ümmet; öne düşen, ayrılmış fırkaları toplayan tabi olunan cemaat demektir ki; hepsinin önünde de imam bulunur.
Bu görevi üstlen ecek kimseler mutlaka özel bir eğitimden geçirilmeli, maruf ve münker ile alâkalı ilimleri öğrenmelidir. Ayırca bu görevi nasıl ve ne şek ilde yapmaları hususunda da eğitim ve öğretim almaları icabeder.
Örneğin; önce işe basitten ve kolayından başlar, bu yoldan uyarılarını sıralar. Eğer bununla başarılı olamazsa hafif cezadan ağıra doğru basamak basamak gereken tedbirleri uygular. İşte bu da ehliyet işidir. Cahil adam bazen, yumuşak davranması gereken yerde sert, sert davranması gereken yerde yumuşak davranır, bazen günahını artıracak kimselere nehy-i münker yapar.
'Bir topluluk bulunsun' ifadesi, dal bil iktizası ile, toplumda bir eğitim ordusu oluşturulması gerektiğini bildirir. Bu eğitimcilerin yetiştirilmesi, milletlerin olmazsa olmazıdır. Bunlar tayin ve teşkil edildikten sonra onlara yardımcı olmak, ittika etmek vazifedir.
Ümmetin iflahı buna bağlıdır. Eğer herhangi bir dönemde, bu önemli vazifeleri ifa edecek bir topluluk bulunmazsa, bütün fertleri günahkâr olur. Tevhid nizamı bozulduğu zaman zuhur edecek şer ve belalar yalnız zalimlere isabet etmekle kalmaz, umuma sirayet eder.
"Sizden bir topluluk" cümlesi, zamirin çoğul gelişiyle, bu vazifeleri cemaa ta yüklemektedir. Çünkü cemaat, ferde oranla bu vazifeyi suistimal etmek, şahsi menfaatler için kullanmaktan uzaktır.
Ya da مِنْ edatı tebyin (açıklama) manasınadır. Dolayısıyla bunun manası, "Emreden bir ümmet olun" demek olur. Her mükellefe eli, dili ve kalbiyle iyiliği emredip kötülükten nehyetmesi vacibtir.
Bu ayet, toplumsal iyileşme ve ahlaki alanlarda tükenmek bilmeyen bir dinamizmin kaynağıdır.
Cenab-ı Allah; İslâm ümmetine açık bir emir üslubuyla hitap etmiştir: Ey müslümanlar! İçinizden tebliğci bir topluluk bulunsun. İnsanları ihtilaf ve ayrılıktan korumak için vaaz etsin. İmanı, tevhidi emretsin. Zulmü nehyetsin. Bu topluluğun belli bir düzeni ve yapısı olsun. Parçaları uyum içinde bulunsun. Amaçları aynı olsun. Kimseyi ürkütmesin. Hiç bir şeyden geri kalmasın. Temel ilkesi, zalim sultanın yanında da olsa doğruyu söylemek ve zulmü kaldırmak olsun. Allah yolunda bulundukça, kınayanların kınamasından korkmasın.
Ayette "ümmet" kelimesinin kullanılması, bu toplul uğun başı ve yasaları olan bir topluluk olduğunu gösterir. Çünkü ümmetle cemaat kelimeleri ayrı anlamlarda kullan ılır. "Ümmet" kelimesi, yeraldığı cümle ve konuya göre farklı mânalar taşırsa da aslında, millet ve cemaatin önüne düşüp onları sevk ve idare eden yetişkin bir kadro de mektir. Namazda cemaatin önüne geçene verilen 'İmam' adıyla bu kelime arasında kök ve mâna bakımından ortaklık vardır.
Ayet-i kerime, Müslüman bir ülkeyi idare edecek kadronun vasıflarını ve görevlerini özetlemiştir. İslam rastg ele, sıradan, seviyesiz insanların ülkeyi keyfine göre idare etmesine imkân vermez.
Öncelikle, Allah'a ﷻ kul olma şuuruna erişen ve bunun derin zevkini alan bir nesil yetiştirmek ger ekir. Kendini Allah'a ﷻ, O'nun dinine ve insanlığın hizmetine adamış eğitici bir kadroya ihtiyaç var.
Böyle bir topluluğu oluşturmak, bütün müslümanlar üzerine vaciptir. Bu topluluk iyiliğe çağırma, doğruyu emredip, kötülükten sakındırma, dinin sınırlarını kor uma, hak ve adaleti yükseltme gibi görevleri yerine getirmelidir. Müslümanların hizmetinde çalışır, hesap eder, yönl endirir, gerekli şart ve zemini hazırlar, kontrol eder. Bu grubun gerekli dini-dünyevi, sosyal bilgileri taşıması, takva sahibi olmaları, Peygamber ahlakıyla ahlâklanmaları gerekir.
Bu şartları taşıdıkları takdirde, yetkinlik ve olgunluk derecelerinde yük selen bu kimseler, dünya ve ahirette gerçek kurtuluşa ererler.
Bu vazifeler, ilahi emre muhatap olan bütün müslümanlara farz kılınmıştır. Müslüman bir kimse, fert olarak bu vazifeden muaf olduğunu zannetmemelidir. Her Müslümanın herhangi bir tehlike ya da kötü sonuca sebebiyet vermeksizin yapabileceği birçok vazife vardır.
"Sizden biri bir kötülük görürse eliyle onu değiştirsin, eğer buna gücü yetmezse diliyle değiştirsin, eğer buna da gücü yetmiyorsa kalbiyle buğzetsin. Bu ise imanın en zayıf noktasıdır!" Bir başka rivayette 'Bunun dışında hardal tanesi kadar iman yoktur' ibaresi nakledilmektedir. Hadis-i Şerif
Nefsim, kudretinde olan Allah'a ﷻ yemin ederim ki, iyiliği emredecek ve kötül üğü yasaklamaya çalışacaksınız veya Allah ﷻ, tarafından size bir azab gönderecektir, sonr a O'na dua edeceksiniz, fakat duanız kabul olunmayacaktır. Hadis-i Şerif
Rasulullah ﷺ 'İçinizden hayra çağıran...' ayetini okuduktan sonra: 'Hayr, Kur'an'a ve sünnetime uymaktır' buyurdu.
Hayır; İslâm ve insana dünyada olsun ahirette olsun faydalı olan iman ve salih amel manasındadır.
Bu grubun görevi, iyiye çağırmaktır. Diğer ümmetler kendi nefislerine de başkalarına da marufu emredip, münkerden nehyetmezlerdi. Bu grup iyiyi bilen ve kendileri de tatbik eden insanlardan oluşmaktadır.
Hayra davetin en faziletlisi, Allah'ın ﷻ zâtını, sıfatlarını bildirip, varlıklara benzemekten münezzeh olduğuna inanmaya davettir.
Hayra davet edenler, sözleriyle değil, halleriyle çağıranlara işarettir. Te'vilâtı'n Necmiyye
İnsanları doğru yola çağıran kimseye kendisine uyanların sevabı gibi sevap verilir. Ona uyanların sevaplarından da hiçbir şey eksilmez. Başkalarını dalâlete/sapıklığa çağıran kimseye de kendisine uyanların günahı gibi günah yazılır, ona uyanların günahlarından da hiçbir şey eksilmez. Hadis-i Şerif
Herhangi bir çaba harcamayan topluma, iyilik kendiliğinden gelmez. 'İyiye çağırırlar' ifadesi, iyi'nin bir amaç olduğunu gösterir. İnsanlar beyinleriyle, gönülleriyle ve hareketleriyle ona doğru koşmaları ve gayret sarfetmelidir.
İyiye çağırma görevi, iyiyi öğretmeyi ve onu tanıtmaya da içine alan bir eğitim faaliyetidir. Hayra davet, ciddi bir eğitim ve öğretim sistemiyle; millî ve dinî kült ürün yaygın hale getirilmesiyle sağlanabilir. Bu eğitim toplumda dünya ile âhiret, beden ile ruh, madde ile mâ na arasında arzulanan dengenin kurulmasına imkân sağlar.
‘Ma’ruf’, ‘عرف’ fiilinden türemiştir ‘عرف’; herhangi bir şeyi görünümüne bakarak duyularla kavramak, eserini düşünerek onu demektir, ‘inkâr’ın karşıtıdır. Ma’rifet ve irfan, bir şeyi derinden derine düşünerek idrak etmek, anlamak; ‘ma’rûf’; derinlemesine düşünen aklın ve İslâm’ın güzel gördüğü, güzelliği anlaşılıp kabul edilen fiil, söz ve davranışlardır.
Ma'rûf kelimesi, Kur'ân-ı Kerim'de 39 yerde kullanılmıştır. Ve tamamına yakın bir kısmında harfi tarif almış olarak, "el-ma'rûf" şeklindedir. Yani sıradan örf olan şeyler değil, çerçevesi ve içeriği ile belli ve belirgin bir kavram kastedilmektedir.
Kur'an ve sünnete uygun düşen şeye ma’rûf; Allah'ın ﷻ râzı olmadığı, inkâr edilmiş, haram ve günah olan şeye de münker denilir.
Ma’rûfu emretmek, iman ve itaate çağırmak; münkerden nehyetmek de, küfür ve Allah'a ﷻ baş kaldırmaya karşı durmaktır.
Ma'rûfu emreden, kötülükten men edenler olmazsa, münkerler giderek kural haline, yaşama biçimi haline gelir. Şeytanlar hak ile bâtılı karıştırır, doğruyu bozarlar; insanlara Allah'ı unuttururlar. Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"Sizde iki sarhoşluk ortaya çıkmadıkça Allah tarafından gelen hak din üzere devam edersiniz: Cehâlet sarhoşluğu ve dünyaya aşırı düşkünlük. Siz iyiliği emreder, kötülüğe engel olur ve Allah yolunda cihad ederken içinizde dünya sevgisi oluşuverince iyiliği emretmez, kötülüğe engel olmaz ve Allah yolunda cihadı bırakırsınız. O gün Kitap ve sünnetin emirlerini yaymaya çalışanlar Ensâr ve Muhâcirlerden İslâm'a ilk giren kimseler gibidirler.''
Her canlının kendini savunma mekanizmal arı vardır. Doğru olanı emretmek, yanlıştan alıkoymak toplumun savunma mekanizmalarındandır. Her fert, nemelazım cı olmayıp yanlışa müdahale ederse, toplum yaşamaya layık, canl ı olduğunu isbat etmiştir. Bu görev, halkın kendini frenlediği, bir sosyal kontroldür, bağışıklık sistemidir.
Bedenin bağışıklık sistemi, nasıl vücuda giren mikroba karşı mücadel e mekanizmalarını devreye sokarsa, bir toplum da içine giren tefrika ve düşm anlık mikrobuna karşı bağışıklık sistemi olan iyiliği emretme, kötülükten nehyetme mekanizmasını hemen devreye sokmalıdır.
Düşmanının saldırılarına tepki vermeyen bir canlı, gerçekte cansız dem ektir; yenilmeye mahkumdur. Yabancı ve zararlı olan kültürel ve fikrî saldırılara karşı iyiliği emredip kötülükten alıkoyarak kendini savunmayan bir toplum da, cansızdır; yok olmaya mahkumdur.
İyilikle emir, kötülükten menetme, çıkarılan âdil kanunlarla, bu ka nunları uygulayanların âdil tutumlarıyla ve liderlerin örnek hareketleriyle gerçekleşebilir.
Münker, ‘نكر’ kökünden türemiş bir kavramdır. ‘Nekr’ sözlükte, tanımamak, tanınmazlığa itmek demektir. Aslı; kalbin tasavvur edemediği, anlamadığı, hayal edemediği şeyi reddetmesi, dil ile inkâr etmesidir. Ya da kalp ile bir şeyin özelliği bilinir ama dil ile inkâr edilir, bilinmezlikten gelinir. Buna yalancılık da denilir. ‘Münker’, tanınmayan, inkâr edilen, çirkin, akla uymayan, reddedilen şey demektir.
İslâm literatüründe ‘münker’, iyi ve güzel olan şeyleri görmezlikten gelme, tanımama tutumudur. Bazı hareketlerin ‘münker’ diye nitelendirilmesi, onların din tarafından tanınmaması, kabul edilmemesi demektir. Kur'an-ı Kerim'de 18 yerde geçer.
Günahlar işleyen bir kavmin içinde o günahları yasaklayan güç ve kuvvette bulunan bir kimse varsa, buna rağmen yasaklamazsa, Cenab-ı Hakkın nezdinden gelen ve bütün onları kapsayan bir azabın gelmesi pek yakındır. Hadis-i Şerif
İsrâiloğullarının dindeki bozuklukları şöyle başlamıştır. Bir adam başka birine rastlar ve: 'Hey arkadaş, Allah’tan kork ve yapmakta olduğun şeyi terket, zira o işi yapmak sana helâl değildir' derdi. Ertesi gün aynı işi yaparken tekrar o adamla karşılaşır ve onu yaptığı kötülükten yasaklamadığı gibi onunla yiyip içmekten ve birlikte olmaktan da çekinmezdi. Onlar böyle yapınca Allah ﷻ, onların kalplerini birbirine benzetti. Hadis-i Şerif
Kötülüğe engel olmanın dereceleri:
1) Kötülüğü târif ve tanıtmak. Kişi bazan bilgisizlik yüzünden kötü şeyleri yapmaya yönelir. Halbuki o kötülüğün niteliğini bilse yapmayacaktı. Bu nedenle kötülüğü, azarlamadan iyilikle anlatmak gerekir. Çünkü kötülüğü anlatmakta, ayıbı açıklamak ve muhatabın kalbine eza vermek vardır. Bu aşamada uyarı şöyle olabilir: "İnsanoğlu dünyaya alim olarak gelmez. Şüphesiz hepimiz bilgisiz kimselerdik. Alimler bize doğruyu ve nasıl hareket edeceğimizi öğrettiler." Müslümanı incitmek câiz değildir. Bir kimse, kötülükten menediyorum diye, mü'minlere ezâ ederse, daha büyük kötülük yapmış olur.
2) İyilikle nasihat ve Allah'ın ﷻ azabıyla korkutmak. Bu şekilde öğüt verme, yasak olduğunu bildiği halde içki, kumar, zulüm, yalan, gıybet gibi kötü fiilleri işleyenlere yönelik olur. Burada da incitmeden ve iyilikle anlatım yoluna gidilir.
3) Ağır sözlerle uyarmaktır. Bu metot, irşad ve nasihatla alay eden ve kötülükte ısrarı görülen kimselere uygulanır. Hz. İbrâhim'in puta tapanlara "Yuh olsun size ve Allah'ı bırakıp taptığınız putlarınıza! Siz hiç düşünüp akletmez misiniz?" (Enbiyâ, 67) dediği gibi.
İrşad sırasında ağır söz kullanılması gerekirse iki husus gözetilir:
a) İyilikle muameleden sonuç alınamaması ve zarûret bulunması hallerinde sert üslûba başvurulur.
b) Doğru konuşmak, sözü uzatmamak ve ihtiyaç kadar konuşmak gereklidir.
4) Kötülükleri güç kullanarak engellemek. İçkinin dökülmesi ve haram şeyin telef edilmesi gibi. Ancak şarabı dökmek ve haramı telef etmek, dövmek ve hapsetmek gibi fiiller aslen yöneticiye aittir.
Bir şeyden korkarak kötülüğe engel olmamak, o kötülüğü kabul etmek ve ona katılmak demektir. Faydası olan korku; Allah'tan korkmaktır. İyiliği emretmek ve kötülüğü engellemek eceli yaklaştırmaz, rızkı kesmez; ancak göz göre göre belâya atılmak da câiz değildir.
Ma'rufu emretmek, bazen kalple, bazen dille, bazen de el ile olur. Bunların en kuvvetlisi el ile, yani savaşarak olandır. Çünkü bu, insanın kendisini ölüme atmasıdır. Ma'rufun en önemlisi, hak din ile Allah'ın ﷻ birliğini ve Hz. Peygamber'in nübüvvetini tasdik etmektir. Münkeratın en önemli olanı ise, Allah'ı inkâr etmektir. Bu sebeble din uğruna cihâd etmek; insanları en büyük ma'rufa ulaştırmak ve en büyük münkerden kurtarmak için, ölmeyi göze almaktır. Bundan dolayı cihâd, en büyük ibâdettir. Dinimizde cihâd, diğer şeriatlardaki cihâd meselesinden daha güçlü ve önemli olduğundan, bu, Ümmet-i Muhammed'in diğer ümmetlerden faziletli olmasını gerektirmiştir.
Enes b. Mâlik şöyle anlatır: "Biz Allah'ın ﷻ Rasûlune 'Ey Allah'ın ﷻ Rasûlü, biz iyiyi tamamen işlemedikçe emredemez miyiz? Kötülükten tamamen sakınmadıkça men edemez miyiz?' diye sorduk. Rasûlullah şöyle buyurdu: "Siz iyiliğin tamamını işlemeseniz dahi iyiliği emrediniz. Kötülüğün tamamından sakınmasanız dahi kötülükten sakındırınız."
102. ayetten buraya kadar zikredilenlerin hülasası şudur: Takva hem ferdin, hem de toplumun bağışıklık sistemidir, fert ve toplumun kötülüklere karşı kendini korumak için iyiliklerle donanmasıdır. Takvayı ayakta tutan eylemler; Allah'a ﷻ teslim olmak, Allah'ın ﷻ Kitabına sımsıkı sarılmak, tefrikaya düşmemek, düşmanlık duygusundan arınmak, kalpleri kaynaştırmak, kardeş olmak, doğru yola girmek, iyiliğe emretmek, kötülükt en nehyetmektir (Âl-i İmran, 102-104).
Tebliğ, İslam'ın insanlara ulaştırılması demektir. Belli kurumlardan çok, belli prensiplere bağlıdır.
Peygamberlerin yaptığı bu hayatî görev, bugün için ilim adamlarına düşmektedir. Onlar, insanl arın beynine, gönlüne doğru bilgi ile hitap etmeli, kalpleri birleştirmeli, iman kardeşliğini inşa etmeli, tefrikay ı, düşmanlığı ortadan kaldırmalı, toplumu ateş çukuruna düşmekten kurt armalı ve parçalanmayı önlemelidirler.
Bir fikrin, dinin, bir hakkın yayılmasında hiç bir usul, insan'ın yerini tutamaz. İnsanları bir davaya bağlayan, öncelikle bu davaya inanmış, iman etmiş kimselerdir. Davet, davetçinin kişilik ve davranışlarında yorum bulur. Davetçi davetinin aynasıdır.
İnsanları hayra davet edenler; davet ettikleri hususları iyi bilen, farzları yerine getiren kimseler olmalıdır. Davetçi; uyulan güz el bir örnek ve tabi olunacak en iyi misal olmalıdır. Başkaları onu taklit eder, ondan etkilenirler. Şu özellikleri taşıyan insanlar, aynı zamanda irşad vazifesi yapabilecek, dine davet edebilecek kişilerdir:
• Kuran'ı, Sünneti ve raşid halifelerin yaşayışını bilmek.
• Davet ettikleri toplumun dilini bilmek. Rasulullah ﷺ bazı sahabilere İbraniceyi öğrenmelerini emretmiştir. Yabancı dil ile tebliğde bulunmuş hiçbir peygamber yoktur.
• Zamanın kültürünü, genel bilgiyi, toplumların hallerini, huylarını, tabiatlarını, önceki din ve mezheplerini, çeşitli akımların ortaya attıkları ihtilafları, ekonomik ve toplumsal ilkeleri, İslâm'ın bunlara karşı tavrını bilmek.
• Psikoloji, sosyoloji, pedagoji, kelam gibi hakkın duyurulmasına katkı sağlayan bütün ilimleri yeterince bilmek.
• Bütün bu ilimlere eşlik edecek amele, ameli yaparken de ihlasa sahip olmak.
İslam 'Mükemmel', insan 'mükerrem', usul 'değişken' ve tebliğ 'vazgeçilmez'dir. Tebliğ kemal ister. Kemal ise; ilim-amel-ihlas formülüyle elde edilen, dört mevsim taze ve olgun bir meyvedir.
Gerek hücuma geçilsin, gerek münazaaya
Müsellah olmalı mutlak giren münazaaya. M. Âkif
Hak davetçisinin çok ibadet etmesi, Allah'ı çok anması gerekmektedir. Hakka davet edenin ibadeti, davet edilenin ibadeti gibi olmamalıdır. O her zaman dışına taşacak ve muhataplarını aşacak kadar dolu olmalıdır.
Vaizlik edecek kimsenin yalnız hak yolu tanıması kâfi değildir. O caddeye çıkan yolların nerelerden sapma ihtimali olduğunu da iyice bilmelidir.
Hiçbir zaman tavsiye ve telkinden bıkmamalıdır. 'Tutulmuyor, dinlenilmiyor' gibi bahaneler ileri sürerek ümitsizliğe düşmemelidir. Kula düşen, gereken yerde hakkı söylemektir. Nasihat etmek, nasihatı terk etmekten yeğdir. Nasihatı bütün bütün bırakmakta hiçbir ümit yoktur. Fakat nasihata devamın hiç olmazsa biraz olsun sakındırmaya sebep olması umulur. Tebliğ hizmetinin görülmesi neticesinden önemlidir. Asıl sonuç, hizmeti hizmet olarak ilk fırsatta yerine getirmektir.
Hiçbir karşılık görmeyen fenalık, daha seri ve kolaylıkla meydan alır. Bir kötülüğün aslı olmasa da sürat ve şiddetini olsun hafifletmeye çalışmaktan vazgeçmemelidir.
Efendimiz şöyle buyurmuştur: Birinizin elinde bir hurma fidanı varken kıyamet kopacak olsa derhal onu diksin!
Rasulullah ﷺ uzun süre bakıma ihtiyacı olan fidanın dikimini kıyametin kopmasına rağmen tavsiye ederken, dikilecek fidanın beklenen ürünü verecek zaman ve imkanı bulamayacağını elbette biliyordu. Buna rağmen böyle bir tavsiyede bulunduğuna göre ümitsizliğe kapılarak hizmeti ertelememe ve imkan varsa hemen yerine getirmeye işaret etmiştir.
Ayrıca ağaç dikimi kamuyu ilgilendiren bir hizmettir. Hadis bu yönüyle toplumu ilgilendiren hizmetlerde hele hiç tembelliğe ve ümitsizliğe düşülmemesi gerektiğini ortaya koymuştur. Müminler hayırlı işlerde zaman kaybına razı olmaz, hizmeti ertelemezler.
Davetçi hiçbir oyalayıcı fikre kapılmadan tembelliğe kucak açmadan, hizmetinin sonucunu görme peşinciliğinin ardına takılmadan, ilk fırsatta hizmetini yapabilecek pratiklikte olmalıdır. Kıyamet şartlarında bile eğitim, tebliğ, davet hizmetleri aksatılmadan yürütülmelidir. Dünyaya hizmet fideleyenler, mutlaka bu gayretlerinin sonucunu göreceklerdir.
Tebliğci, hastayı şifaya kavuşturmak için samimiyetle çalışan uzman doktor gibi, cerrahi müdahaleye gerek duymamak için elinden gelen fedakarlığı göstermelidir. 'Hastadır' diye herkese aynı reçeteyi uygulamayacak, doğru teşhise uygun tedaviye yönelecektir. Ancak hastayı her zaman ilaçla tedavi mümkün değildir. Bazen ameliyat zaruridir. Tebliğde silah, tıptaki ameliyat hükmündedir. Ameliyata ise ehliyetli kimselerin girmesi gerekir, aksi halde hayati hatalara yol açabilir.
İnsan yüz kapılı saraya benzer. Bu kapılardan doksan dokuzu kapalı olsa yine de tek açık kapıdan o saraya girmek mümkündür. Kavl-i leyyin, insan sarayına girmek hususunda çok kapıları açabilen, iyi bir anahtardır.
Bir kısım vaizlerimiz, sadece bayram namazlarına gelenleri, doğrudan tenkit ederler. Halbuki doğrudan tenkit, çoğu kere zarar verir. Bir berber bile, sakalı doğrudan traş etmez. Önce sabunlar sonra keser. İşte bu sırrı yakalamış vaizlerimizden biri, bir bayram vaazında şunları anlatır:
"Efendim, evvelki bayram namazından sonra, camide bir ceketin unutulduğunu fark ettik. 'Herhalde, vakit namazına gelir, ceketini alır' diye düşündük, Vakit namazlarına gelmeyince 'Herhalde cuma namazına gelir' diye bekledik.
Aradan aylar geçtiği halde ceketi soran olmayınca, zayi olmasın diye muhtaç birisine verdik. Ancak diğer bayram namazında sahibi yanımıza geldi ve 'Ben geçen seneki bayram namazında ceketimi burada unutmuşum. Sizdeyse almaya geldim' dedi.
Biz de durumu kendisine anlattık, geç kaldığını söyledik. Siz de şayet ceketinizi unutursanız, sakın diğer bayrama kadar beklemeyin, hemen gelin ceketinizi alın.
Bütün peygamberlerin asli vazifesi tek bir görevdir: Tebliğ... Hz. Adem'den bu yana bütün dinler hep anlatılma suretiyle kabul ettirilmiştir. Çünkü insana verilen akıl, hislere, şeytana ve nefse mağlup olmayıp, inat ve gurura sapmadıkça; gerçeği ve hayrı idrak edebilir.
Ne mutlu Allah’ın dinini yayanlara. Kitap ile, ilim ile dini yaymanın sevabı, dövüşerek şehit olanın sevabından daha çoktur.
Tebliğ için iyi kullanılan bir dil, düzgün bir konuşma önemlidir. İnsan sesinin gazete veya herhangi bir basılı beyanda bulunmayan inandırıcı bir kuvvete sahip olduğu tespit edilmiştir. Bundan daha önemlisi, görevin benimsenmesi ve samimiyetle yerine getirilmesidir. Çünkü gönülden gelen sözler, kulaktan izinsiz geçer. Samimiyetten uzak ve gönülden kaynaklanmayan konuşmalar, hitabet açısından kusursuz olsa da, dinleyicileri ya hiç etkilemez ya da sadece konuşma olarak dikkat çeker. Olumlu netice vermez. 'Güzel konuşma' bugün için bir sanattır ama onun asıl kalitesi taşıdığı özdür.
Tebliğ dili; bilgi-gönül-üslub üçlüsünün ahenkli bir şekilde kullanıldığı dildir. Ne sadece bilgi, ne yalnızca duygu yüklü, ne de sırf doğru seçilmiş kelimelerden oluşan bir üslup yeterli olmaz. Gönül dili, her zaman ifade ve üslubun önüne geçer.
Tebliğ dilinde hesabilik değil, hasbilik esastır. Muhataplara karşıduyarlı olmakla, çıkarcılık arasında fark vardır. Tebliğ dili, gösteriyi, şovu kaldırmaz.
Mücadeledeki usul, adab, gayenin yüceliğini gösterir. Kur'an-ı Kerim; müminler arasında sedîd (doğru), münafıklara beliğ (etkili), kafirlere de leyyin (yumuşak) sözle yaklaşılmasını emreder. İnsan özü değişmez, zaman ve zemin ne olursa olsun tebliğde bu üsluba dikkat etmek gerekir.
Tebliğin tesiri için dikkat edilmesi gereken hususlar vardır. Bunlardan biri; zamanı kollamaktır. Yapılan bir araştırmada, yapılan konuşmalardan toplumun en çok etkilendiği saatin, akşam saatleri olduğu belirlenmiştir. İbadetlerin de belirli vakitlere tahsis edilmesi, tebliğde zaman seçiminin önemini gösterir.
Abdullah b. Mesud, şöyle demiştir: Rasulullah ﷺ vaaz ve nasihat konusunda bize bıkkınlık vermemek için halimize bakıp, ona göre uygun gün ve saat kollardı.
Tebliğde en önemli vakit, muhatabın öğüde ihtiyacı olduğunu söyleyerek nasihat istediği zamandır. Böyle zamanlarda tavsiyede bulunmak, vazife olmaktan çıkar, hak haline gelir. Efendimiz müslümanın müslüman üzerindeki altı hakkını sayarken; şunu da
eklemiştir: '...Senden nasihat isterse, nasihat et.'
Yine ölüm yıl dönümleri, millet için önemli anların sene-i devriyesi gibi toplantı zamanları da hitabın etkili olacağı zamanlardır.
Zaman ve mekan aramakla vakit geçirmek aslında tebliğin zararına olmakla beraber, yerinde ve deminde yapılan bir tavsiye, rastgele yapılacak nasihattan çok daha etkili ve faydalı olacaktır. Günümüzde reklam ve propaganda afişleri bile rastgele yerlere asılmamaktadır. 'Gittiğin yerdekiler topalsa sek, körse gözünü kırp' atasözü körü körüne -kaba tabirle- araziye uymayı değil, gerçekleri söyleyebilmek için çevredekiler gibi davranmanın önemini vurgulamaktadır.
Tebliğde önemli hususlardan biri de; muhatabı ve çevreyi tanımaktır. Rasulullah ﷺ hicretin dokuzuncu yılında Muaz b. Cebel'i Yemen'e vali tayin etmişti. Onu yolcu ederken kendisine şöyle buyurdu:
- Ey Muaz! Şimdi sen ehl-i kitap bir topluluğa görevli olarak gidiyorsun. Onları Allah'tan başka hiçbir ilah olmadığına, benim de Allah'ın ﷻ elçisi olduğuma şehadet getirmeye davet et. Eğer bunu kabul ederlerse Allah'ın ﷻ onlara günde beş vakit namazı farz ettiğini bildir. Bunu da kabul ederlerse Allah'ın ﷻ kendilerine zenginlerinden alınıp fakirlerine verilecek zekatı farz kıldığını bildir. Buna da itaat ederlerse sakın mallarının en kıymetlilerini alma. Mazlumun bedduasını almaktan sakın. Çünkü bu dua ile Allah arasında perde yoktur.
Efendimizin bu tavsiyesi, tebliğde muhatabın inancına göreöncelikler tespit edilmesi gerektiğini göstermektedir. Çünkü ehl-i kitap olan Yahudi ve hıristiyanlar hakiki tevhid inancından sapmışlardı. Bu nedenle Efendimiz 'Onları davet edeceğin ilk esas Allah'ı birlemeleri olsun' buyurmuştur. Sonra kendisinin risaletini, ardından beş vakit namazı, onu da kabullenmeleri halinde zekatın farz olduğunu duyurmasını emretmesi, tebliğde bir sıra yani öncelik uygulamasının önemine işarettir.
Hadiste İslam esaslarının tamamının sayılmaması onların tebliğde yer almayacağı anlamına gelmez. Efendimiz Hz. Muaz'a bu esasları sıralayarak, aralarında bir öncelik sırası olduğu fikrini hatırlatmıştır. Zaten Hz. Peygamberin uygulaması hep bu yönde idi. Muhataplar için öncelik arzeden konuları onlara duyururdu.
Unutulmamalı ki; öncelikli tebliğ bizzat ve başlı başına bir tebliğdir. Tebliğci kendi önceliklerini değil, muhatapların önceliklerini esas almalıdır. Öncelikleri olmayan bir tebliğ faaliyeti, etkisiz kalacaktır. Alimler buna 'tertib' derken, atasözleri 'farzdan önce farz var' diyerek ifade eder.
İnsanlara emri bil mâruf yaparken onlara sanki başlarının üzerinde güvercin varmış gibi yaklaşınız. O kuş imanlarıdır.
Tebliğ esnasında, sadece anlatmak yetmez, karşıdakini dinlemk de önemlidir. Ancak ince nokta şu: Karşınızdakini dinliyor musunuz, yoksa konuşmak için sıra mı bekliyorsunuz?
Kelam devaya benzer, az söylersen fayda verir. Abdullah b. Ömer
Dinleyen susamış ve arayan biri olursa, vaaz eden ölü bile olsa ona ders verir. Mevlânâ
Allah'ın ﷻ dinine, kitabına, ahdine sarılmayan, emr-i bil maruf, nehyi anil münker yapmayan kurtuluşa eremez.
Cümledeki zamirlerin çoğul olması, bu kurtuluşun toplumsal olacağına işarettir.
'Kurtuluşa erenler- مُفْلِحُونَ' kelimesinin türediği, 'Felaha' fiili, ziraat için yeri sürmek, arzusuna nail olmak; istediğini elde etmek; korktuğu şeyden, gam ve zorluktan kurtulm ak, nimet ve rahata kavuşup onda daim olmak, cennete girmek, çiftçilik yapmak manalarına gelmektedir.
Marufu emretmek ve münkerden nehyetmek, bir eğitim faaliyeti olması hasebiyle, insanların beyin ve gönüllerini tarla sürer gibi sürmeyi ifade eder. Bu manaya göre ayetin son kısmı "İşte onlar toplumu eğitenlerin ta kendileridir" manasındadır. Onlar, insanların beyinlerini, gönüllerini, nefislerini tarla sürer gibi sürer, iyinin ve doğrunun tohumlarını eker, toplumun umduğuna nail olmasını, kötülüklerle savaşmasını ve zafere ulaşmasını sağlarlar.
Lider kadro bu ölçüde seçilir; ahlâkî sistem belirlenen esaslara göre kurulur ve fazîletli bir nesil yetiştirmek değişmeyen hedef kabul edilirse, o ülkenin kurtuluş yolları açılmış olur. Bu düzeye kendini getiren bir İslâm ülkesinin ömrü uzun, ikbali açık, yükselmesi süreklidir.
Bu eğitim faaliyetini yerine getiren grup, gönüllere sevgi aşılayarak onları kaynaştırır, kardeşliği tesis ederek tefrika ve düşmanlıkla mücadelede hedefe ulaşmasına yardımcı olur. İşte bu, onların kurtuluşudur.
İyilik, kötüden, doğruluk yanlıştan felah bulmuştur. Bu kurtuluş, iyinin kötüyü kontrol altına almasıdır. Akıl ile gönlün nefsin baskısından kurtulması, insanların Allah'ın ﷻ ipine sımsıkı sarılarak ateş çukurundan kurtulmalarıdır. Bu zafer, ilmin cehalete galip gelmesi ve onu ortadan kaldırmasıdır.
✽ 'Sizden bir topluluk bulunsun' cümlesinde اُمَّةٌ kelimesi nekre olduğundan müzari fiil olan يَدْعُونَ fiili ona sıfat olmuştur. Sıfat gelişi; keşif ve izah içindir.
✽ وَلْتَكُنْ emr-i gaib olarak geldi, katiyet içindir.
✽ مِنْكُمْ اُمَّةٌ 'Sizden bir ümmet' tecriddir, sanki ümmetin içinden bu vasfı taşıyan ayrı bir topluluk bulunacak, onlar da başlı başlarına bir ümmetin yerini tutacak kadar değer taşıyacaklardır.
✽ Önceki ayetlerde imandan sıyrılıp müminleri hak yoldan sapıtmaya çalışan ehl-i kitaba mukabil 'hayra çağıran ümmet' mukabele sanatı olarak gelmiştir. Bu üç görev muraat-ı nazır ve vasıldan tenasüptür.
✽ Def'i mazarrat celb-i menafiiden önce olmasına rağmen, burada iyiliği emir takdim edildi ki, kötülük şüyû bulmasın. İyilikler, doğru olan maruf öğretilirse münkerin kötülüğü ortaya çıkar. Bu nedenle hayra davet ve marufu emir, takdim sanatı ile gelmiştir.
✽ Bu görevlerin hepsi de teceddüd-ü istimrar (yenilenerek devam) manası taşıyan müzari fiille ifade edilmiş ki; tebliğin, zaman, muktezay-ı hale uygun ve etkileyici deliller araştırarak yapılması gerektiğine işaret olsun.
✽ "İşte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir" cümlesinde, mübteda ile haber arasına giren fasıl zamiri, müsnedin müsnedin ileyhe tahsisini ifade eder, kasrı mevsuf alessıfat vardır. Kurtuluşun yalnızca onlara münhasır olduğu belirtilmiştir.
✽ Tebliğ cemaatinin, hayra davet, marufu emir, münkerden nehiy olarak sıralanan üç görevi ifası, 'Felah bulmak'ta cem edildi, cem mea taksimdir.