121- Hani sabahtan erkenden ailenden ayrılmıştın, savaşa elverişli yerlere müminleri yerleştirmek üzere… Allah işitendir, bilendir.
'Bir cumartesi sabah erkenden Uhud Savaşı için evden çıkmıştın. Müminleri savaş için yerlerine yerleştiriyordun.' cümleleri, o günü hatıralarda canlandırıyor.
Hz. Peygambere itaat edilmediği için Allah'ın ﷻ yardımı kesilip, müminler hezimete uğradı. Sabır ve takva cihat için en büyük donanımdır. Bunlar terk edilirse galibiyet mümkün olmaz. İlahi nusret yetişmez.
O gün, bugün her zaman kıyamete kadar Rasulullah'a ﷺ ﷺ itaat edilip sünnet-i seniyesine uyulup, ehl-i sünnet ve'l cemaat yolu tutulursa insanlık her işte, her konuda mansur, muzaffer olacak, iki cihan saadetini bulacaktır.
Her ne zaman taviz verilir, sünnet-i seniyeden uzaklaşılır. Menfaat duyguları, dünya hırsı galebe çalarsa, insan ve insanlık derbeder olur, perişan olur, pişman olur. Yara alır, haddi aşar, düz yolda şaşar, kendiyle beraber içinde bulunduğu toplumun iyilerine de zarar verir.
Ayetin öncesiyle münasebeti
Bu âyet-i kerimeler, öncesinde geçen âyet-i kerime ile bağlantılıdır. "Ey müminler, eğer bana itaatte ve Peygamberimin emirlerine uymada sabreder ve yasakladığım şeylerden korkup kaçınacak olursanız, Yahudilerin tuzakları size hiçbir zarar vermez, Allah size yardım eder. Nitekim Bedir Savaşı’nda, zelil halde iken sabretmeniz ve Allah'tan korkmanız sebebiyle Allah size yardım etmiş ve sizi, düşmanınıza galip getirmiştir. Şayet emrime karşı gelir, yükümlü kıldığım vazifeleri yerine getirmekte sabretmez ve yasakladığım şeylerden kaçınmazsanız, sizin başınıza, Uhud'da gelen olaylar gelir."
Bir diğer bağlantı da, 'Sizden olmayanları dost edinmeyin' yasağıyla ilgilidir. Uhud günü mü'minlerin kırılmaları münafık Abdullah İbn Übeyy'in ordudan ayrılmasıyla gerçekleşmiştir. Bu da münafıkları sırdaş edinmenin caiz olmayacağına delildir.
Uhud Savaşı, Bedir Savaşı'ndan sonra hicretin üçüncü senesinde meydana geldi.
Kureyşliler, Bedir Savaşı'ndan sonra Mekke'ye döndüklerinde, kendilerini toparlamaya çalıştılar. Bedir savaşından sonra müşriklerin Müslümanlara karşı olan öfkesi daha da artmıştı. Bir avuç Müslümandan yedikleri ağır darbeyle izzet-i nefisleri kırılmıştı. Civar kabileler nezdindeki prestijleri de haliyle sarsılm ıştı.
Ayrıca sahilden giden Şam ticaret yollarının Resûl-i Ekrem tarafından devamlı kontrol altında tutulması da ticarî hayatlarına oldukça ağır darbe vuruyor, onların askerî ve iktisadî mukavemetlerini kırıyordu. Kureyş müşrikleri bu sefer Irak yoluyla Şam’a ticaret kervanlarını göndermeye başlamışlardı; ama burası da Peyg amberimiz tarafından kısa zamanda haber alınmış, gönderdiği seriyye ile bu yoldan giden ticaret kervanları kıstırılarak, mallarına el konulmuştu. Haliyle, bu durumlar, zaten Bedir hezimetinin acısıyla yanıp tutuşan Kureyş müşriklerinin Müslümanlara karşı kin ve husumetlerini artırıyor, intikam alma duygularını harekete getiriyordu. İlk fırsatta bu intikam hislerini tatmin için adeta can atıyorlardı. Bedir’den sonra giriştikleri bir iki küçük baskın hareketinde de bozguna uğrayınca, kinleri daha da kabarmıştı.
Daha önce, Ebû Süfyan idaresinde Şam’a gönderilmiş olan büyük ticaret kervanı, Resûl-i Ekrem’in kumandasındaki Müslüman kuvvetlerin eline düşmekten kıl payı kurtulup Mekke’ye zor gelebilmişti. Hemen arkasından Bedir Harbi’nin patlak vermesi, kervandaki malların taksimini geciktirmişti. Mallar olduğu gibi “Dâr u’nNedve”de muhafaza edilmekteydi.
Bedir Savaşı’nda oğullarını, yakınlarını kaybeden Kur eyş’in ileri gelenleri, Ebû Süfyan’a şu teklifte bulundular:
“Muhammed, büyüklerimizi öldürerek bizi perişan etti. Onlardan intikam alma zamanı artık gelmiştir. Kervandaki malların sermayesini sahiplerine verelim, kârıyla da Müslümanlara karşı harp hazırlığı yapalım!” Teklif oy birliğiyle kabul edildi.
Mallar satılarak altına çevrildi, toplam yüz bin altın etmişti. Hisse sahiplerine sermayeleri olan elli bin altın verildi. Kârıyla da süratle harp hazırlığına başlandı.
Bedir’den gözleri korkmuştu. Sadece mahallî gönüllü askerlerle, devamlı müttefikleri bulunan Ahabiş kabilesi askerleriyle de iktifa etmiyorlardı. Arabistan Yarımadası’ndaki diğer kabileleri de yanlarına almak istiyorlardı. Bunun için hususî bir heyeti görevlendirdiler. Ayırdıkları fonla diğer kabilelerden paralı askerler kiralayacaklardı.
Kendileri Mekke’de süratle harp hazırlıklarını sürdürürken, içlerinde birçok ünlü kişinin, şâirin, hatibin de bulunduğu propaganda heyeti bütün Arabistan Yarımadası’nı karış karış dolaşıyor, anlaşabileceklerini tahmin ettikleri kabilelerde halkı Peygamberimize karşı ayaklandırmaya uğraşıyorlardı. Bir şâirin tek bir sözü, bir hatibin tek bir hitabesi için icabında kabilelerin birbirlerine girdiklerini, kanlar akıttıklarını düşünürsek, şâir ve hatiblerin bu teşvikte ne kadar etkili olduklarını anlayabiliriz.
Ebu Süfyan, topladığı paralı askerlerden bir ordu meydana getirdi. Yaklaşık üç bin savaşçısı bulunan ordunun yedi yüz kişisi zırhlı, iki yüz kişisi atlı idi. Başlarında da Safvan b. Umeyye vardı. Şevval ayının on ikisinde, Çarşamba günü Uhud'un eteklerine geldiler.
Rasûlullah bu haberi alınca "Medine'de durup müdafaa savaşı mı yapalım, yoksa Uhud'a mı gidelim?" diye ashabıyla istişare etti. Daha önce hiç istişareye çağırmadığı münafık başı Ubey oğlu Abdullah'ı da bu kez çağırmıştı.
Abdullah ve Ensarın yaşlılarından çokları,
- Ey Allah'ın ﷻ Rasûlü Medine'den çıkma, burada dur. Yemin ederiz ne zaman ki, Medine'den çıkıp düşmanı karşılamış isek düşman bizi mağlûp etmiştir. Ne zaman ki, düşman Medine'yi basıp şehirde karşılamış isek galip gelmişizdir. Niye çıkacaksın? Sen bizim aramızdasın. Müşrikleri bırak. Eğer Uhud'da dururlarsa kötü bir şekilde duracaklardır ve beriye çekileceklerdir. Eğer Medine'ye girmek isterlerse, erkekler şehri korur, cadde ve sokaklarda onlarla savaşırlar. Kadınlar ve çocuklar da evlerin damlarından ve tepelerden onları taşlarlar. Eğer dönerlerse mahrum olarak döneceklerdir, dediler.
Gençler ve Bedir Savaşına katılma şerefini elde edememiş bazı sahabeler savaş için meydana çıkmak istediler. Bunlar, Bedir'de kazandıkları zafer sayesinde büyük bir dinamizme sahiplerdi. İçlerinde Bedir Savaşı'nda bulunmayanlar da cihaddan nasib almak ve Bedir'de kazanılan zafer gibi bir galibiyete tanık olmak istiyorlardı. Rasûlü Ekrem ashabı dinledikten sonra şöyle dedi:
- Rüyamda etrafımda kesilmiş bir sığır gördüm, ashabımdan bazılarının ölümüyle tevil ettim. Sığırın yanında bir koç gördüm, müşriklerin liderlerinden birinin ölümüne yordum. Kılıcımın ucunda kırıklık gördüm onu da savaş bozgunuyla ve benim için değerli birinin ölümüyle tevil ettim. Gördüm ki; sanki elimi kuvvetli bir zırha sokuyordum. Onu da Medine şehri ile tevil ettim. Eğer Medine'de durup düşmanı kendi haline bırakırsanız daha sağlam olur.
Bunun üzerine meydana çıkmak isteyen Sahabeler -bunların çoğu Uhud savaşında şehid düşecektir- adeta yalvararak, "Bizi düşmanlarımızla savaşmak için bulundukları yere götür" dediler, sonuna kadar ısrar ettiler.
Resûl-i Kibriya ekseriyetin düşmanı Medine dışında karşılama görüşünde olduğunu anlayınca, muharebeyi açık arazide yapmaya karar verdi. İnsanları savaşa çıkmaya çağırdı ancak yüzünde bir ikrah belirmişti. Ashabına hitaben de şöyle buyurdu:
“Sabır ve sebat ederseniz bu kere dahi Cenab-ı Hak size yardımını ihsan eder. Bize düşen, azm ve gayret göstermektir!”
Günlerden Cuma idi. Resûl-i Ekrem Cuma namazını kıldırdıktan sonra, Müslümanlara cihadın faziletinden, cihada nasıl hazırlanılacağından bahsetti ve “Cihatta geri durmak, gecikmek âcizliktir. Sabır ve sebat gösterildiği zaman Allah’ın yardımı gelir. Sabır ve sebat ediniz! Sabır ve sebat ettiğiniz takdirde, Allah’ın yardımı sizinledir” buyurdu.
Resûl-i Ekrem vakti giren ikindi namazını da cemaate kıldırdıktan sonra, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’le birlikte hâne-i saadetine girdi. Bu iki sahabe hazırlanmasına yardımcı olacaklardı.
Efendimiz içeride zırhını, kılıcını kuşanmakla meşgulken, Sa’d b. Muaz ile Üseyd b. Hudayr, dışarıda toplanan Müslümanları, “Medine’den çıkmak istemediği halde, siz çıkması için Rasûlullah’a ısrar edip durdunuz. Hâlbuki, ona emir gökten iner. Siz bu işi ona bırakın, onun istediğini yapın” diyerek ikaz ettiler. Ashab zaten Nebi'nin yüzündeki ikrah ifadesini hissetmişlerdi, 'Biz ne kötü yaptık! Hz. Peygamber'e vahiy geldiği halde, Ona yol göstermeye kalktık' diye pişman oldular.
Efendimiz zırhını giydi ve Aişe validemizin odasından çıktı. Ashab “Yâ Rasûlallah! Senin hoşlanmadığın şeyi biz istemeyiz. Eğer Medine’de kalmak istiyorsan kalalım! Nasıl iyi görürsen öyle yap, sana aykırı hareket etmeyiz!” diye konuştular.
Cenab-ı Peygamber "Zırhını giyen herhangi bir Peygambere savaşmadan o zırhı geri çıkarmak uygun değildir" dedi. Arkasından da şöyle buyurdu:
“Süratle, size emrettiğim şeyleri yapmaya bakınız. Allah’ın ismini anarak gidiniz. Sabır ve sebat gösterdiğiniz müddetçe, Allah size yardım edecektir.”
Böylece Rasûlü Ekrem Cuma namazından sonra bin yahut dokuz yüz elli kişilik ashabı ile Medine'den çıktı. Bunlardan sadece yüz tanesi zırhlı idi ve iki tane at vardı.
Bir müddet sonra konaklayıp, gecelediler. Cumartesi sabahı, Şevval ayının 7. günü, Uhud dağının vadisinin en uzak tarafına yerleşti. Ordunun ordusunun arkasını Uhud Dağı'na vererek "Kimse ben emir vermeden sakın savaşı başlatmasın" dedi.
Safları düzeltti. Safları o kadar düzgün yapıyordu ki ileri çıkan bir göğüs gördüğünde "geri çekil" diyordu. Elli kişiyi okçu olarak ayırdı. Başlarına kumandanı olarak Abdullah b. Cübeyr'i tayin etti ve şöyle buyurdu: " Burada sağlam durun , arkamızdan baskın yapmaya kalkışan düşmanlara ok yağdırıp bizi koruyacaksınız. Düşman sizi görünce dönecektir. Sakın dönenleri takip etmeyin ve buradan kesinlikle ayrılmayın. Galip gelsek de, yenilsek de bize yardım etmeyin ve bizi savunmayın. Kuşların, bizim cesetlerimizi parçalayıp götürdüğünü görseniz de yerinizden ayrılmayın. Allah'ım sen şâhid ol."
Sağ ve sol kanattan birine Zübeyr bin Avam'ı, diğerine de Münzir İbn Ömer'i yerleştirdi. Uhud'u arkasına, Medine'yi de karşısına aldı. Sancağı Mus'ab bin Umeyr'e verdi. Ve kendisi de onun önüne geçti.
Müşrikler de sağ kanada Halid bin Velid'i, sol kanada İkrime bin Ebu Cehil'i yerleştirdiler. Safvan bin Ümeyye komutasında iki yüz süvarileri vardı. Sayıları yüzü bulan okçularının başında Abdullah bin Ebi Rabia vardı. Sancaktarları da Abdüddar oğullarından Talha bin Ebi Talha idi. Müşriklerin beraberinde Ebu Süfyan'ın karısı Hind binti Utbe başkanlığında bazı kadınlar da vardı. Bunlar def çalıp safların bazan önde bazan arkasında yürüyerek şöyle diyorlardı:
"Biz sabah yıldızının kızlarıyız. Yumuşak halılar üzerinde yürürüz. Eğer cephenin ilerisine atılırsanız, sizi kucaklar ve yumuşak halılar sereriz. Cepheden geri dönüp kaçarsanız, sizden ayrılır ve hiç yaklaşmayız!'
Efendimiz Uhud Savaşı'na Hz. Aişe'nin evinden gitmişti. غَداَ tanyerinin ağarması ile güneşin doğması arasındaki vakittir.
Nu'man b. Mukarrin dedi ki: Ben bazı savaşlarda Rasûlullah ile birlikte bulundum. Gündüzün evvelinden savaşa başlamazsa güneşin tepeden batıya kayıp da rüzgarlar esmeye ve Allah'ın ﷻ yardımı ininceye kadar savaşı ertelerdi.
Hz. Peygamber fecir doğduğu zaman güneş doğuncaya kadar savaşı durdurur güneş doğunca savaşı başlatırdı. Gündüz yarılandığı vakit, zeval vaktine kadar savaşı durdurur ve güneş tepe noktasından batıya kayınca savaşa başlar, ikindi vaktine kadar savaşırlardı. Sonra ikindi namazını kılıncaya kadar savaşı durdurur namazdan sonra tekrar harbederdi. Savaşı durdurduğu o sırada, "Zafer rüzgarları esiyor" denir ve müslümanlar namazlarında ordularına dua ederlerdi.
Hz. Peygamberin, savaşa girmek için güneşin tepe noktasından batıya kayıp da öğle namazı vaktini ve rüzgarların esmesini beklemesinin sebebi, farz namazlarından sonra duaların kabul olmasıdır. Genellikle rüzgarlar, öğle namazından sonra esmeye başladığı için Fahr-i Kâinat efendimiz öğle namazını kıldıktan sonra zafer için dua ederdi. O sırada da rüzgarlar esmeye başlardı. Dolayısıyla sıcağın şiddeti kaybolur, mücahidler harbe daha canlı ve istekli olarak girmiş olurlardı.
Hendek savaşında, Allah'ın ﷻ yardımı rüzgarların esmeye başlamasıyla geldiğinden dolayı, Hz. Peygamber savaşa başlamadan önce rüzgarların esmeye başlamasını arzu eder ve bunu zafer alameti sayardı.
مَقاَعِدَ Oturma yeridir. Kevn-i lahık alakasıyla Uhud'da şehit düşüp orada kıyamete kadar edinecekleri mekana ve şehitlerin ölmezliğine işarettir.
Allahu Teala, orada kalmakla memur olduklarına ve kesinlikle ayrılmayacaklarına dikkat çekmek için مَقاَعِدَ diye isimlendirmiştir.
Savaşanlar bazen, düşmanla yüzyüze gelinceye kadar belirli mıntıkalarda bulunur; gerektiğinde de, savaşmak için oradan kalkarlar. Allahu Teala o yerleri, bu sebepten dolayı مَقاَعِدَ diye adlandırmıştır.
تُبَوِّئُ 'İndiriyordun, yerleştiriyordun' demektir. Bir kimse bir başkasını bir eve yerleştirdiğinde bu fiili kullanır. ‘بَوَّأَ’ kelimesinin aslı 'Ev edinmek' manasınadır.
'Bir topluluğu ok atıcıların bulundukları tepeye yerleştiriyor diğer bir kesimi sağ tarafa, diğerlerini sola yerleştiriyor, atlılar için de muayyen yerler tespit ediyordun.'
Bu cümle delalet-i tazammuniyesi ile şunu bildirir: Her bir savaş komutanının düşmanlarla girişeceği çarpışmaya ait stratejik bir plânı olmalıdır. Savaşçıların safları düzenlenip yerleri tespit edildikten, onları konuşlandırdıktan sonra düşmanla karşı karşıya gelinir.
Uhud günü bir adam Peygamber'e gelerek;
- Ey Allah'ın ﷻ Peygamberi! Öldürülecek olursam, nerede bulunacağımı söyler misiniz? diye sordu. Rasulullah ﷺ ona:
- Cennette bulunacaksın! diye cevap verince, adam elindeki hurmaları (yemeyip) attı ve şehîd oluncaya kadar savaştı.
Sa'd bin Ebî Vakkas anlatır: Uhud Savaşı'nda Resûlullah'ı gördüm, yanında bembeyaz elbiseli iki adam bulunuyordu. Onlar Resûlullah'tan yana en şiddetli savaşçılar gibi savaşıyorlardı. O iki adamı ne Uhud'dan önce, ne de sonra görmedim.
Mücahidlerin Efendimizin etrafından dağıldıkları esnâda, Hz. Sa’d bin Ebî Vakkas da bir köşeye çekilmiş kararsız duruyordu. Kendi kendine, “İçimden ne şehidlik arzusunu, ne de kurtulma arzusunu atabiliyorum” diyordu.
O sırada mücahidin biri ona, “Yâ Sa’d! Resûlullah seni çağırıyor,” dedi. Hz. Sa’d, derhal Efendimizin huzuruna çıktı. Sonrasını Hz. Sa’d şöyle anlatır:
“Resûlullah beni önüne oturttu. Ok atmaya başladım. Her atışta, ‘Allah’ım! Bu senin okundur! Onunla düşmanını vur!’ diyordum.
Resûlullah da ‘Allah’ım! Sad’ın duâsını kabul et! Allah’ım! Sa’d’ın atışını doğrult! Devam, devam Sa’d! Babam, annem sana fedâ olsun! At, ey kısa boylu, kuvvetli delikanlı!’’ diyordu.
“Her ok atışında Resûlullah aynı duayı tekrarlıyordu. Ok çantam boşalınca, Resûlullah kendi çantasında bulunan okları da birer birer yayıma yerleştirip attırdı. Okları, yaya yerleştirmekte o, herkesten daha çabuk ve sürâtli idi.”
Hz. Ali der ki: “Resûlullah anne ve babasını, Sa’d’dan başka hiç kimse hakkında birleştirerek ‘feda olsun’ dememiştir.
Kendileriyle danıştığın hususlarda müminlerin söylediklerini Yüce Allah çok iyi işitendir. O hem, "Düşmanların karşısına çıkma ve onlar üzerimize gelinceye kadar Medine'de kal" diyenlerin hem de, "Medine dışında onlarla karşılaşmak üzere bizi dışarıya çıkar" diyenlerin sözlerini çok iyi işitendir.
Allah her bir niyeti ve her bir fiili çok iyi bilir. Hatalı olsa bile sözü ihlâsla söyleyeni de, Abdullah b. Übeyy ve münafıklar topluluğu gibi isabet etmekle birlikte, münafıklık edeni de aynı şekilde bilir.
Yine Yüce Allah ﷻ, Ensar'dan Selimeoğulları ile Hariseoğullarının -ki bunlar Müslüman askerlerin yaklaşık üçte birine denk idiler- savaşa karşı zaaf korkaklık göstermek üzere olduklarını, münafıkların geri döndüklerini gördüklerinde de savaşa çıkmamayı içlerinden geçirdiklerini de çok iyi işiten ve bilendir.
Gizli açık, alçak-yüksek, küçük-büyük, her varlığın bütün seslerini ve hareketlerini duyan, her sesi, her yalvarışı ve yakarışı dinleyip işiten.
Allah ﷻ işitir. Yüreklerimizdeki sözleri, ellerimizin hafif dokunmasından meydana gelen sesleri işitir. Mesafeler onun işitmesine perde olamaz. Kainatın her noktasında işitilmek şanından olan her şeyi işitir. Her hadiseyi aynı derecede açık olarak işitir.
Kâinat; galaksilerin hareketlerinden sineklerin vızıltısına, rüzgârların terennümatından bulutların naralarına, deniz dalgalarından yağmur nağmelerine kadar türlü ses ve nağmelerle doludur.
İşte Cenab-ı Hak aynı anda bütün bu sesleri işitir. Denizlerin dibindeki balıklardan semadaki yıldızlara kadar, zerreden şemse, insanlardan meleklere kadar, nihayetsiz varlıkların sesini aynı anda duyar. Hiçbir ses diğerine mâni olmaz. Hatta sadece sesleri değil, kalplerden geçenleri dahi işitir.
Bu isimden kulun alacağı dini haz iki çeşittir:
♦ Allah’ın her şeyi duyduğunu ve Allah’a gizli kapaklı hiçbir şey tasavvur edilemeyeceğini bilir ve ona göre dilini muhafaza eder. Kötü niyet ve teşebbüslerde bulunmaz.
♦ Kendine kulağın yalnız Allah kelamını dinlemek için verildiğini bilir. Allah’ın kitabını dinler, ondan istifade eder, Allah’a ulaştıracak hidayet yolları bulmak için canla başla ona sarılır.
Madem Cenab-ı Hak Semi’dir ve her sesi işitir, biz de tazarru ve niyazla, tevazu ve mahviyetle dua etmeli, yalvarışlarımızı O’na işittirmeliyiz. Hem madem O Semi’dir, her şeyi hatta kalbimizden geçenleri dahi işitir, biz de dilimize, kalbimize sahip olmalı ve Rabbimizin işitmekten razı olmadığı şeyleri O’na işittirmemeliyiz.
Efendimiz de Allah-u Teâlâ’ya Semi ismiyle şöyle senada bulunmuştur: Ey sesleri işiten! Ey dualara icabet eden! Ey şikâyetleri duyan! Ey işitmesi bütün işitenlerin üstünde olan! Ey en gizli sesleri işiten ve en gizli arzuları bilen! Ey çaresizlerin feryat ve inlemelerini işiten! Ey hiçbir ses diğerine engel olmadan bütün sesleri bir anda işiten!
Perşembe günü kuşluk namazından sonra bu ismi 500 kere zikretmeye devam eden kimsenin hiç bir duası geri çevrilmez.
"Her şeyi bilen" manasına gelen 'el-Alîm' ism-i şerifi Kur’an-ı Kerim’de 162 defa zikredilmiştir. 4 defa da 'el-Allâm; çok iyi bilen' olarak zikredilmiştir. İlim kelimesi 105 defa tekrarlanmıştır.
Allah alimdir. İlmi, ezeli ve ebedi olup bütün kâinatı ve her şeyi kuşatmıştır. Hiçbir şey onun ilminin dışında kalamaz. Perdesiz güneşe karşı yeryüzündeki eşyanın gizlenmesi mümkün olmadığı gibi, o Alim-i zü-l Celalin nur-u ilmine karşı eşyanın gizlenmesi de mümkün değildir. Çünkü her şey O'nun şuhud dairesindedir, her şeye nüfuzu vardır.
Allah’ın mükemmel ilmini gösteren pekçok delil vardır:
♦ Bütün hayat sahiplerinin rızıklarının kendilerine layık bir tarzda, en uygun zamanda, umulmadık bir yerden verilmesi, ancak her şeyi kuşatan bir ilimle olur. Çünkü rızkı gönderen, rızka muhtaç olanları bilmeli, tanımalı, vaktini, ihtiyacını görmeli; ancak ondan sonra rızkını layık bir tarzda verebilir. Yavruları sütle besleyen, zeminin suya muhtaç bitkilerine yağmur ile yardım eden, elbette o yavruları tanır, ihtiyaçlarını bilir, o bitkileri görür ve yağmurun onlara lüzumunu bilir, sonra gönderir. Rızkı mükemmel olarak verilen her bir mahlûk Cenab-ı Hakk'ın ilim sıfatına şehadet etmektedir.
♦ Eşyaya ayrı ayrı muntazam ve hikmetli suretler vermek ancak bir ilm-i muhit ile mümkündür. Bu meselenin hadsiz misallerinden sadece deveye bakalım:
Devenin hörgücü depo gibidir. Günlerce bu depodaki rızık ile idare edebilir. Üç hafta su içmeden yaşayabilir. Ayakları geniştir. Kumda batmadan koşabilir. Göz kapaklarındaki kirpikler ağ gibidir. En şiddetli kum fırtınalarında bile gözleri kum ile dolmaz. Burnu öyle bir şekilde yaratılmıştır ki, en korkunç fırtınalarda bile rahatça nefes alabilir. Üst dudağı yarıktır. Bu da dikenli çöl bitkilerini kolayca yemesini sağlar. Uzun boynu yerden 3 metre yükseklikteki yaprakları bile yemesine imkân tanır.
Dizler, bir boynuz kadar sert ve kalın bir zardan oluşan nasırla kaplıdır. Bu nasırlar kumlara yattığında onu aşırı sıcak olan zeminden ve yaralanmalardan korur.
Kalın kürkü sayesinde yazın (+) 50 dereceye varan sıcağına, kışın ise (-) 50 dereceye kadar ulaşan soğuğuna dayanabilir. Ve daha bunlar gibi birçok özellik…
Devenin vücudunda hadsiz şekil ve imkânlar düşünülebilirken, hayatının devamı için ona en mükemmel sureti ve şekli vermek, her şeyi bilen bir zatın ilmini ispat eder. Mesela, devenin sadece ayakları atın ayakları gibi olsaydı, çölde 1 km. bile gidemezdi. O zaman diğer özelliklerinin bir önemi kalır mıydı? Gözü ağlı olmasaydı fırtınalarda tek bir adım bile atamazdı. Dudakları yarık olmasa beslenemezdi.
♦ Mahlûkatın icadı ve yaratışındaki kolaylık sonsuz bir ilme işaret eder. Çünkü bir işte kolaylık, ilmin derecesi ve mahareti ile orantılıdır. Ne kadar fazla bilse, o derece kolay yapar. Mevcudatın icadı hayret verici bir kolaylıkla, külfetsiz, kısa bir zamanda, noksansız, birbirine karıştırmadan mucizevî bir surette icad ediliyor. Demek hadsiz bir ilim sahibi var, nihayetsiz kolaylıkla bu icatları yapıyor.
Mesela saniyede 4 insan, günde yaklaşık 350.000 insan yaratılıyor. Her birine göz, kulak, dil gibi onlarca âzâ takılıyor. İnsanın yaratıldığı o saniyede mikroplardan, bakterilerden, karıncalardan, sineklerden, böceklerden, kuşlardan, balıklardan hadsiz fertler, aynı o saniyede yaratılıyor. Hâlbuki çabuk olan, ani bir surette yaratılan ve basit bir maddeden oluşan şeyler, gayet basit, şekilsiz ve sanatsız olması lazım gelirken, bakıyoruz ki, yaratılan her şey güzel bir sanatla, nakışlarla süslenmiş bir tarzda ve mükemmel bir şekilde yaratılıyor. İşte bu yaratılış, Allah’ın alim isminin kemalini bizlere gösteriyor.
♦ Bu âyet-i celile Uhud savaşı hakkında nazil olmuştur.
♦ Hendek Savaşı hakkında nazil olduğu da söylenmiştir.
Bu ayetler ile birlikte 179'a kadar olan ayetler, Medine yakınlarındaki Uhud Dağı eteğinde, Bedir Savaşı'ndan yaklaşık 15 ay sonra vuku bulan Uhud Savaşı ile ilgili olarak nazil olmuştur.
Gerek bu ayetlerde, gerekse bundan sonraki ayetlerde olay, uzun uzadıya kıssa şeklinde anlatılmamış, bilakis nasihat ve ibret olması gayesiyle bu olaya ilişkin tablolara işaret edilmiş, yer yer ayıplamaları, yer yer ferahlatmaları, nasihat ve teselliler beyan edilmiştir. Ayrıca bu ayetler vahy-i ilahinin işaret etmek istediği sahnelere, söylenen sözlere ve müslümanların olaydan sonra içinde bulundukları konumlara başlangıç ve bir giriş niteliğindedir.
✽ اِذْ burada olduğu gibi kıssaların başına gelir. اُذْكُرْ 'Hatırla' fiili mahzuftur. اَنْتَ zamiri deاُذْكُرْ 'un tahtında müstetirdir. İcaz sanatı vardır. Ayet Uhud Savaşı'nı tecessüm sanatıyla gözler önüne seriyor.
✽ Ayetin hitabı Efendimiz'e olduğu için muktezay-ı zahirin hilafına kelamdan bileni bilmeyen yerine koymaktır.
✽ 'Müminleri yerleştiriyordun' cümlesinde, 'Müminler' umum söylenmiş, hususen Uhud'da savaşan sahabiler kastedilmiştir.
✽ Aynı zamanda nisbetli kinayedir. Özellikle bu vasıflarının zikredilmesi, delalet-i tazammuniyesi ile, savaşta yerlerinden ayrılanların dinden çıkmadığını, bir hata etseler de müminlerden olduklarını bildirir.
✽ 'Müminleri yerleştiriyordun' tecriddir. Efendimiz de o müminler grubuna dahildi.
✽ Lazım; Allah işiten ve bilendir, melzumu; halinizi bilip size yardım edecektir. Konuşmalarınızı işitendir, konuştuklarınıza dikkat edin.