Sureler

Göster

Bakara Sûresi 218. Ayet

اِنَّ الَّذٖينَ اٰمَنُوا وَالَّذٖينَ هَاجَرُوا وَجَاهَدُوا فٖي سَبٖيلِ اللّٰهِۙ اُولٰٓئِكَ يَرْجُونَ رَحْمَتَ اللّٰهِؕ وَاللّٰهُ غَفُورٌ رَحٖيمٌ

218- İman edenler ve Allah yolunda hicret edip savaşanlar; işte bunlar kesin olarak Allah’ın rahmetini umabilirler. Allah gerçekten bağışlayıcı ve merhametlidir.

 

Mü’minler on üç sene boyu müşriklerden, kafirlerden eza, cefa çektiler. Sonra hicret, sonra da cihat emri geldi. Önce memleketlerinden, yurtlarından, evlerinden, doğup büyüdükleri yerden her şeylerini bırakarak, hakaretlere, ezalara maruz kalarak hicret ettiler. Mekke’de çok az mü’min kaldı. Sonra onlara da hicret emri geldi. Bu, Allah ﷻ yolunda birinci fedakârlık, vefalarının ilk ifası idi. Zor da olsa biiznillah başardılar. Sıra cihada geldi... Mallarını verdikten sonra canlarını da Allah ﷻ yolunda verecekler miydi? Onları barındıran, bağrına basan, kardeş edinen ensarla birlikte muhacirler, savaş meydanlarında aslanlar gibi çarpıştı. Aziz canlarını, canların cânı uğrunda feda ettiler. Şehitliğe, Allah ﷻ yolunda ölmeye düğüne gider gibi gittiler. Kendilerini bekleyen cennetlere, ümit ettikleri rızâ-i ilâhiye, rahmet-i Rahmân’a Cafer-i Tayyar gibi, Allah’ın ﷻ aslanı ünvanını alıp Hamza gibi gittiler.

Şanı, şerefi, dünyayı ellerinin tersiyle itip, Resûlullah’a siper olup koruyan Musab gibi gittiler. Damatlığının ilk gününde zevkü sefayı bırakıp Hanzala gibi gittiler. Arkalarına kıyamete kadar sönmeyecek nurlu izler bırakarak gittiler. Baba oğul ‘sen gideceksin gazaya, ben gideceğim’ diye yarışırken, çözümü kura çekerek bulup da gittiler.

Onlar; dünya için Mescidi Haram’ın dahi hürmetini çiğnemekten çekinmeyenlere mukabil, böyle asilce, ahiret için, rızâ-i ilâhi için her şeylerini, aziz canlarını feda ettiler. İşte âyette bu kahramanlar övülüyor, rahmetle, şehadetle müjdeleniyor.
 

Hicret edip cihad edenler

هَاجَرُوا, ‘Vatanlarını, kabilelerini terk ettiler’ demektir. هَجْرٌ vuslatın zıddıdır. Kötü söze de اَلْهَجْرُ denir. Çünkü kötü söz ayrılmayı gerektirir. الَْجَهْدُ meşakkat demektir. ‘الَْمُجَاهَدَة / Mücâhede’ karşılıklı yapmayı ifade eden mufaale babındandır. Allah’ın dininin üstün gelmesi için gayretini, başkalarının gayretlerine katmak manasına gelir. Veya savaşta düşmana karşı bütün gayretini sarf etmek anlamındadır.

Hicret iki kısımdır:
Suri hicret: Mekke’nin fethiyle sona eren hicrettir.
Manevi hicret: Kalp kıblesini feth edip, onu şirk ve heva putlarından kurtarıncaya kadar nefsin vatanında Allah’a yürümektir. Bu hicret kıyamete kadar sürer.

Her kim dini ile bir yerden bir yere hicret ederse, gittiği yer bir karış yer de olsa cennette İbrahim (a.s) ve Muhammed ﷺ onun arkadaşı olur.

İnsanlığın atası ve ilk peygamber olan Hz. Âdem’den, Efendimiz’e ﷺ kadar bütün peygamberlerin hayatlarında hep hicret vardır. Hz Âdem, cennetten yeryüzüne gönderilmiştir. Hz. Nuh tufanı yaşamış, Hz. İbrahim Nemrut’un ülkesinden Şam dolaylarına göçmüş, Hz. Lut sapıkların diyarından çıkmış, Hz. İsmail Kâbe-i Muazzama civarına, Hz. Mûsâ Mısır’dan Filistin’e, Hz. Yusuf Kenan ilinden Mısır’a hicret etmişlerdir. Bu kader-i nebevî o kadar açıktır ki, Fahr-i Cihan’a ilk vahiy gönderildiği zaman, durumu öğrenen ve peygamberler tarihi hakkında bilgi sahibi olan Varaka b. Nevfel, Efendimiz’e: ‘Kavmin Seni Mekke’den çıkardığında, hayatta olsam da Sana yardım etsem’ diyerek bu kaçınılmaz gerçeği vurgulamıştır.

Bütün peygamberlerin hicretlerinin amacı, hedefi hep aynıdır. Fahr-i Alem’e hicret emri hangi sebeple verilmişse, O’ndan önceki peygamberlere de onun için verilmiştir.

Hicret, tavır ortaya koymadır. Mü’min imanla yaşamaya çalışırken tüm kapılar yüzüne kapanmış, çevresi inancını yaşamasına imkân vermeyecek duruma gelmişse, mekân değişikliği için seçtiği Habeşistan pek elverişli olmamışsa, acaba mı diye gittiği Taif’ten kan revan içinde dönmek zorunda kalmışsa, o zaman Allah’ın kendisine bir Medine lütfedeceğine inanacak ve işte o zaman mekân değişikliği zorunlu olacaktır.
 

    Hicret, yurt dışında aranan destek;

    Dava sahibine öz yurdu köstek.

    Merkezi dışardan sarmaktır murad,

    Merkezin çevreden fethidir istek. N. Fazıl


          ✽     ✽     ✽
 

İşte onlar Allah’ın rahmetini umarlar.

Abdullah b. Cahş, yaptığı işte kazançlı çıktığını ve sevap elde ettiğini kesin olarak bilemiyor, fakat bunu bekliyor ve umuyordu.

Burada vaad-i ilâhî ‘recâ’ (ümid) kelimesiyle ifade edilmiştir. Çünkü iman ve amelden dolayı sevap almak, aklen vâcib değildir. Bilakis vaad edildiği için sevap alınır. Bundan dolayı Cenâb-ı Hakk sevabı, ümit etmeye bağlı kılmıştır. Ayrıca iman ve amelden dolayı sevap elde etmek, bundan sonra bir daha küfretmemeye bağlıdır. Bu şart ise, kesin olmayıp, şüpheli bir durumdur.

Burada zikredilen iman, hicret ve Allah yolunda cihad etmektir. Bununla beraber insanın, başka ameller de yapması lazımdır. Allah’ın diğer amellere de muvaffak kılmasını dilemelidir. Bu sebepten onu Cenâb-ı Hakk, ümit etmeye bağlı kılmıştır.

Allahu Teâlâ; kulların kendi eksikliklerini bilerek, hicret ve cihad ile dünyayı terk etmekle; ibadeti layıkıyla yapamadıklarını ve dine yardım vazifelerini tam ifâ edemediklerini görüp, bundan dolayı da ümit ve korku içinde yönelmekle vasfetmiştir.
 

Allah gafur ve rahimdir.

İman ve amel-i sâlih üzere öldükleri zaman, Cenâb-ı Allah onları umduklarına kavuşturacaktır.

Allahu Teâlâ insanı üç çeşit perdeyle örtmüştür. İlk örtü, insanın ayıp ve çirkin yerlerini gizleyen elbiseleridir. İkincisi, insanın fikir, düşünce ve hayallerinin gizlenmesidir.

Üçüncüsü; kullarının günahını örtmesi, günahlarını sevaba çevirmesi, sanki hiç günah işlememiş gibi, ahirette yalnızca sevaplarını yazan defterini vermesidir.

Bu ismi bilen mü’min, kendi günahlarını örtüp gizlediği gibi, başkalarının günahlarını da örtüp gizlemeli ve açığa vurmamalıdır. Bu ismin kuldaki tezahürü, insanları ve olayları olumsuz yönleriyle değil, olumlu yönleriyle değerlendirmesidir.

‘Gafur’ ismini 1286 defa okuyanın günahları affolur. Kendisine gazab ve düşmanlık zarar vermez. Yusuf Nebhani

Rahmet; olumsuzluklardan esirgemek, sakınmak, affetmek, bağışlamak, acımak, yakını olmak, yar olmak, hayır ve iyilik etmek, nimet vermek, rızık vermek, ihsan etmek, korumak, gözetmek... anlamlarına gelir.

Rahim, Rahman isminden farklı olarak, Allah’ın rahmet ve merhametinin ileriye doğru, geleceğe yönelik ve daha çok kulun çabası sonucu layık olacağı, hak edeceği bir merhamet anlamını ifade eder.

Rahim sıfatı, ilim ile cehaletin, çaba ile tembelliğin, itaat ile isyanın, iman ile küfrün nankörlükle şükrün, adaletle zulmün birbirinden ayrılarak bu konularda olumlu tavırlara sahip olanlara gösterilecek merhamet anlamını taşır. İlim, irade, çalışma ve kazanma unsurlarından oluşan terakki zinciri Rahim sıfatının tecellisidir.

Rahim sıfatı, fertlerin maddi manevi, dünyevi uhrevi alanlarda, teknik ve ahlâki konularda ilerlemelerini sağlayan ana zemini oluşturur.

Rahman; varlıklara var olmaları için gerekli donanımı sağlar.

Rahim, bu donanımı doğru yolda kullanma sonucu üretilen değerin kıymetini bilip ödülünü bol bol verir.

Rahim, bir şeyi elde etmek için çaba gösterenle göstermeyeni birbirinden ayırır. Emek harcayana istediği ve hedeflediği şeyi verir.

Günde yüz defa ‘Yâ Rahim’ diyenin kalbinde rikkat ve mahlukata şefkat hisleri doğar. Yusuf Nebhani

 

Sebeb-i Nüzulü

Abdullah b. Cahş, Efendimiz’e ﷺ ‘Yâ Resûlallah eğer yaptığımız işe bir ceza gerekmiyorsa, peki ondan mükâfat bekleyebilir miyiz?’ diye sordu. Bu âyet-i kerime de ona cevaben nazil oldu. Çünkü Abdullah mü’min, muhacir ve bu seriyye sebebiyle bir mücâhid idi.

 

Belagat

• İman edenler, hicret edenler ve cihat edenler arasında muraat-ı nazır, vasıldan tezayuf vardır.

Delalet-i tazammuniyesi ile, Allah’ın ﷻ rahmetini umabilmek için, iman, cihad ve hicretin gerektiğini gösterir.

Cem mea taksimin kısımlarından, önce taksim edip, sonunda cem etmiştir.

• ‘İşte onlar’ derken, ism-i işaretin gelmesi, müşarun ileyhi takip edenin nail olacağı vasıflara liyakatini tembih içindir.

• Allah’ın ﷻ rahmeti, lazım; rızâsı, cemali, imanla ölmek, cenneti kazanmak melzumdur.

‘Allah gafurur rahim’dir’ cümlesi teşabuhe’l etraftan muraat-ı nazırdır. Affetmesi ile bağışlar, merhameti ile cennete koyar.

Gafur ve Rahim arasında kemal-i ittisal vardır. Affedebilmek için merhametli olmak gerektiğine işarettir.

Bakara Sûresi 219. Ayet

يَسْـَٔلُونَكَ عَنِ الْخَمْرِ وَالْمَيْسِرِؕ قُلْ فٖيهِمَا اِثْمٌ كَبٖيرٌ وَمَنَافِـعُ لِلنَّاسِؗ وَاِثْمُهُمَا اَكْبَرُ مِنْ نَفْعِهِمَاؕ وَيَسْـَٔلُونَكَ مَاذَا يُنْفِقُونَؕ قُلِ الْعَفْوَؕ كَذٰلِكَ يُبَيِّنُ اللّٰهُ لَكُمُ الْاٰيَاتِ لَعَلَّكُمْ تَتَفَكَّرُونَۙ

219- Sana içki ve kumardan soruyorlar. De ki: ‘İkisinin de büyük zararı ve insanlara bazı yararı vardır. Ancak her ikisinin de zararı yararından fazladır. Ve sana ne infak edeceklerini soruyorlar. De ki: ‘İhtiyacınızdan artanı!’ İşte Allah düşünesiniz diye, böylece size hükümlerini açıklıyor.

 

Cihat ve hicretten bahsederken içki ve kumar konusunun işlenmesi, sebebi nüzulünden anladığımıza göre; şöyle bir hikmete binaendir: Müşrikler kumar oynayarak kazanç sağlayıp harp yatırımı yapıyorlardı. Mü’minler de bu yöntemle harbe katkıda bulunmak isteyip bunu Efendimiz’e sordular. Cevap semanın derinliklerinden geldi: ‘İçki de, kumar da büyük günah. Günahı menfaatinden çok büyük…’ Bu âyet içki yasağı için indirilen dört âyetten ilk âyettir.

İçki ile kumar arasında vav (و) ile bağlantı kurulup vasıl yapılmış. Aralarında tenasüp var. Ortak yönleri; ikisi de keyfi, bir menfaat getirmeyen işler. Başı zevkli gibi gözükse de ikisinin sonu da kavga, kırgınlık, buğzla biter. Kumar malı yer, bitirir, içki canı yer, aklı alır götürür. Her ikisi de tembelliğe, hazırcılığa, kolaycılığa, kul hakkına, moral bozuntusuna, sefalete, horluğa, aile yıkımlarına, merhametsizlik ve zorbalığa götürür. Kötü arkadaşlara mahkum eder, iyilikten, güzellikten, nezaket ve insanlıktan mahrum bırakır. Mazlum ve mahzun insanları dövmeye, kırmaya, sıkıştırıp paralarını almaya götürür.

Bedenin, kalbin ve aklın dengesi bozulur. Ağır hastalıklara, müzmin alışkanlıklara, uyuşturucu madde kullanmaya yol açar. İnsanda izzet, haysiyet, iyi tiynet bırakmaz. İşi, aşı, eşi, evladı iyali kaybettirir. Sefil, aşağılık, karanlık bir hayatın vartasına düşer. Düştüğü batak kuyusundan çıkamaz olur. Battıkça batar, acıyanı, seveni, sayanı olmaz. Her yerden kendisine ‘Cehennemin dibine kadar yerin var’ denir.

Ailesi varsa üzgün, dertli, çaresiz, ana babası mahcuptur. Mahzun, çileli evler, huzursuz, hissiz, köhne yürekler, korku ve nefretle alabora olur.

Değer mi bir gram zevk için bin kilo çileye? Değer mi; kendin keyf edeceksin diye çevrendeki bunca insanın keyfini kaçırmaya? Nefsin tutsağı, şeytanın esiri olmaya… Hayatın düzenini, dengesini, hedefini bozup tarumar etmeye… Hem hukukullahın, hem de hukuku’l ibadın hakkını çiğnemeye… Hepsinden ötesi de içki ve kumarı haram kılan Zâtı Zülcelal’in buyruklarını dinlemeyip O’na baş kaldırmaya, değer mi?

İnsan, sevinci de, sıkıntıyı da Rabbine şükürle karşılamalı değil mi? Çalışıp didinip helal kazanç elde edip helal işler yapmalı, asla harama, günaha meyletmemeli. Aksi halde sayılı günler gelir, geçer. Kalem kırılır, defter dürülür, bir ömrün hesabı sorulur.

‘Ne infak edelim diye soruyorlar. De ki: Af.’

Kumar, içki nasıl insanı ve insanlığı sömürüyorsa, infak da insanı insan yapar. Nefsi cimrilikten, yoksulu darlıktan, gönülleri insafsızlıktan kurtarır. Neyi infak edeceğimiz lütfu ilâhi olarak zikredilmemiş, infakın miktarı ve gayesi belirtilmemiş.

‘Af infak edin’; iki yönlü, kapsamlı ve çok kısa bir cümle.

1- İhtiyaçtan geri kalanı. Yani ani bir heyecanla hesapsız, kitapsız, kendi zaruri ihtiyaçlarını, ailenin nafakasını düşünmeden verip muhtaç hale düşmeyin. İzzetinizi, vakarınızı zedelemeyin. Ölçülü olun.

2- Bedenin ihtiyaçları olduğu gibi, kalbin, ruhun da af, bağışlamak, hataları örtme gibi ihtiyaçları vardır. Suçluluk duygusu taşıyan, korku, endişe içinde olan birini affederek, huzura kavuşturmak, ümitlerini yeşertmek ne güzel inanç, ne büyük fazilettir.

Rabbimiz bizi tefekküre davet ediyor. Çünkü bilgisiz, cahilane tefekkür güdüktür. Şeytanın dahline müsaittir. Bu güzel ahkâmı derin derin düşünerek Rabbimizin rahmetini, kudretini, sonsuz ilmini, adlini, lütfunu düşünmeliyiz.

İçkinin tek seferde haram kılınmamasının hikmeti: İnsanlar içkiye çok alışkındı. Allah ﷻ içkiyi bir seferde haram ederse, zorlanacaklardı. Bu sebeple, içkinin haram kılınmasında tedriciliği ve yumuşaklığı gözetmiştir.

          ✽     ✽     ✽

Amerika’da içki aleyhtarlarının kurduğu bir teşkilat, yeryüzünde ilk defa içkiyi kimin yasakladığını araştırdı. İlk yasağın Hz. Muhammed ﷺ tarafından ortaya konulduğu anlaşılınca O’nun hatırasına New York’ta ‘Muhammed Çeşmesi’ adını verdikleri bir âbide yaptırırlar.

        ✽     ✽     ✽
 

Hamr

الْخَمْر kelimesinin esas manası ‘örtmek’tir. Kadının başını örttüğü için baş örtüsüne الخِمَارُ denilmiştir. Ağaç, çukur ve tepe gibi insanın arkasına gizlendiği şeylere de الْخَمْر denilir. Şâhidliğini gizleyene الخَامِرُ denilir. Aklı bulandırdığı için de içkiye الْخَمْر denilmiştir. Mübalağa için fiilin masdarıyla isimlendirilmiştir. ‘Hamr’, aklı örter, sarhoş edip perdeler.

Her sarhoşluk veren şey ‘hamr’dır. Hz. Ömer (r.a) şöyle demiştir: İçkiyi haram kılan âyet nazil olduğunda, beş şeyden içki yapılıyordu: Üzüm, hurma, buğday, arpa ve mısır. Bu içkilerin hepsine hamr adı verilmiştir.

O devirde bu beş çeşit içki meşhur ve malum olduğu için, özellikle bunlar zikredilmiştir. Bunlar gibi olan içki yapılan bütün meyve vs. sularının hükmü de bu beş şeyin hükmü gibidir.

Üzümden içki olur, hurmadan, baldan, buğdaydan ve arpadan içki olur. Ebû Dâvud, Tirmizî

Çoğu sarhoşluk veren şeyin, azı da haramdır. Ebu Davud, Tirmizi Peygambere ﷺ köpürmüş bal şırası sorulunca o şöyle dedi: ‘Her sarhoşluk veren içecek haramdır.’

Hz. Peygamber’in bu hadisi, ‘sarhoş eden şeylerin azı mubahtır’ görüşünün fâsid olduğunu ortaya koymaktadır. Çünkü Hz. Peygambere ﷺ sadece bir çeşit nebiz hakkında soru sorulmuş, o da cevaben bütün nebizlerin haram olduğunu söylemiştir. Bu hükme nebizin azı da çoğu da dahil olur. Nebizin nevileri ve miktarı hususunda bir tafsilat bulunsaydı, hadiste zikredilir, gözardı edilmezdi.

Sarhoşluk veren her şey haramdır; bir ferak sarhoşluk veren şeyin avuç dolusu miktarı bile haramdır. Tirmizi, Ahmed bin Hanbel

‘Ferak’ onaltı rıtl’lık bir tartı birimidir. Bu hadis, haramlığın içkinin cüzlerinin tamamını içine aldığına dair sarih bir açıklamadır.

Ümmü Seleme şöyle demiştir: ‘Hz. Peygamber ﷺ, sarhoşluk veren her şey ile, gevşemeye sebep olan (müfettir) her şeyden ümmetini nehyetmiştir.’

Müfettir, uzuvlarda gevşeme ve uyuşukluğa sebeb olan şeydir. Bütün içecek nevilerine şümullüdür.

اِثْمٌ (günah) kelimesiyle bazen ceza, bazen de kendisi sebebiyle cezaya müstehak olunan günahlar kastedilir.

İslâm alimleri dinin gayesini anlatırken, bizzat âyet ve hadislerden istifade ederek şu ana maddeleri tesbit etmişlerdir:

˗ Dini muhafaza,

˗ Aklı muhafaza

˗ Nefsi muhafaza

˗ Nesli muhafaza

˗ Malı muhafaza

Aklı alan her madde ister alkollü içki olsun, ister eroin, ister kokain veya herhangi bir madde olsun netice değişmez, haramdır.

Cenâb-ı Allah, şeytanın, içki sebebiyle insanlar arasına düşmanlık ve kin soktuğunu; Allah’ı zikir ve namazdan alıkoyduğunu açıklamıştır. İnsan içkiyle meşgul olup, ona kendini verdiğinde, giderek bağımlı hale gelir. Diğer günahlar böyle değildir. Meselâ insan bir defa zina ettiği zaman, bu işe karşı arzusu gevşer. İnsan, zinayı daha fazla yaptığında, isteksizliği artar. İçki de ise tutkusu iyice artar.

Kim zina eder veya içki içerse Cenâb-ı Allah onun imanını bir insanın kendi gömleğini başından çıkardığı gibi çıkarır. Hakim

Allah’a ve âhiret gününe iman eden hamr içmesin, Allah’a ve âhiret gününe iman eden içki içilen sofraya oturmasın. Tirmizi

İçki içenlere selam vermeyiniz! Hasta oldukları zaman ziyaret etmeyiniz. Öldükleri zaman namazlarını kılmayınız. Hadîs-i Şerîf

Ümmetimden bir takım kimseler, çeşitli adlar koyarak içki içeceklerdir.

Muhakkak ki Allah, içkiye, onu yapana, yapılan yere, onu içene, içirene, taşıyana, taşıtana, satana, satın alana, onun bedelini ve kazancını yiyene lânet etmiştir. Hadîs-i Şerîf

Bir müslüman, bir kadıya gitti ve sordu:

– Eğer hurma yersem, bu dine aykırı mıdır? Kadı:

– Hayır.

– Ona biraz su ilave edebilir miyim?

– Tabii…

– Ve biraz maya atmak günah mıdır?

– Hayır, hayır.

– Peki, kadı efendi. Hurma şarabında da sâdece bu üç şey var. Niye öyle ise dinimiz bunu yasaklıyor?

Kadı, biraz düşündükten sonra dedi ki:

– Eğer senin kafana bir avuç toprak atarsam acıtır mı?

– Hayır.

– Toprağa biraz su karıştırsam, o zaman acıtır mı?

– Sanmıyorum.

– Peki, ben şimdi toprağı su ile karştırır, onu tuğla haline getirinceye kadar pişirir ve sonra senin kafana atsam ne olur?

– Kafa kırmaktan tutuklanırsın.

– Şimdi anladın mı hurmayı meyve olarak yemen serbestken, içki halinde içmenin nasıl yasak olabileceğini?


 

Kumar

الْمَيْسِرُ kelimesi يُسْرٌ ‘kolaylık’ kökündendir. Kumar, bir insanın malını yorulmadan ve çaba sarf etmeden, kolayca almaktır. Ya da bu kelime, ‘zenginlik’ kelimesinden türetilmiştir. Çünkü o, kişinin para kazanmasına da sebep olabilir.

Veya الْمَيْسِرُ ‘Bölüşmek ve taksim etmek’ manasınadır. Kesilen hayvana الْمَيْسِرُ denilir. Çünkü o parçalanır ve taksim edilir. Sanki taksimatın üzerinde yapılmış olduğu bir yer gibidir.

Üçüncü ihtimal de, ‘vâcib oldu, bu şey bana gerekti’ anlamındaki يَسَرَ لِى هٰذَا الشَّيْئُ  tabirinden alınmıştır.

Genel olarak taraflardan birinin kaybetmesinin, ötekisinin de kazanmasının söz konusu olduğu her şey, her oyun kumardır ve haramdır. Piyango, loto, toto, at yarışları, tavla, satranç, iskambil gibi oyunların tamamı kumardır. ‘Yenen kazanır, yenilen kaybeder’ temeline dayanan tüm oyunlar da kumardır ve haramdır.
 

Cahiliye Çağındaki Kumar

Arapların on tane fal oku bulunuyordu. Bunların isimleri ezlâm, aklâm, fezz, tev’em, rakîb, halisu ve hıls, nâfis, müsbil, mu’allâ, menîh, sefih ve vağd... Menîh, sefîh ve vağd okları boştu, diğerleri, on ya da yirmi sekiz parçaya bölünen kesilmiş hayvanın, belli bir parçasına işaret ederdi.

Bu oklardan fezz için bir pay; tev’en için iki, rakîb için üç, halisu için dört, nâfis için beş, müsbil için altı, muallâ için yedi pay verilirdi. Bu okların hepsi ‘rebâte’ denilen bir torbaya konur; sonra torba âdil bir kimsenin eline verilirdi. O kimse torbayı sallayıp; isim isim her hisse sahibi adına bir ok çekerdi. Adına ok çıkan kimse, okun üzerinde yazılı olan payı alırdı. Üzerinde ‘boş’ yazılı ok kime çıkarsa, o da hiçbir şey alamazdı.

Kesilen hayvanın bütün parasını da bu kimse öderdi. Kendisine pay çıkan kimseler ise paylarını fakirlere dağıtırlar, ondan hiç yemezler ve bu yaptıklarıyla övünür, bu piyangolarına katılmayan kimseleri ayıplar, onlara mürüvvetsiz ve bayağı anlamına gelen ‘el-berem’ adını verirlerdi.

Hz. Peygamber ﷺ ‘Şu iki zar (oyunun)dan sakının. Çünkü bunlar, acemlerin kumarıdır’ buyurmuştur.

Satranç hususunda, Hz. Ali’nin, ‘Tavla ve satranç kumardır’ İmâm-ı Şâfiî’nin ‘Satrançta rehin bırakma; kötü söz söyleme ve namazı unutturma gibi şeyler olmazsa, (bu) haram olmaz, kumar hükmünün dışına çıkar. Çünkü kumar, mal alıp vermeyi icab ettirir; bu şekildeki satranç ise böyle değildir. Kumar ve meysir sayılmaz’ dediği rivâyet edilmiştir.

Deve ve at yarıştırmak, ittifakla kumar değildir. Fakat bunlar üzerine para yatırmak, bahis oynamak kumardır.

‣ Kumar; sövmeye, münakaşaya, bâtıl bir şekilde mal elde etmeye sebebiyet verdiği için, insanlar arasında düşmanlığa sebeb olur. Kumar oynayanın malı başkası tarafından alındığında, o kimse çok kızar. Kumar Allah’ı zikretmekten ve namaz kılmaktan alıkor.

‣ Kumar oynayan bir kimse, elde edeceğini vehmettiği bir kâr için malını harcar. Bu işi meslek edinen profesyoneller, bütün servetini kumar yoluyla o kişiden alırlar. O da kâr elde etmek arzusuyla düşüncelerini alt-üst eder, bunalıma girer, kederi büyür, vaktini kaybeder.

‣ Kumar tembelliğe alıştırmak, vehmi sebeplerden rızık beklemek, akli gücü zayıflatmak sûretiyle eğitimi ifsad eder. Kumar oynayan tabii kazanç yollarını terk eder, ziraati, sanayi ve ticareti ihmal eder. Halbuki bunlar medeniyet ve ümranın temellerindendir.
 

İnsanlar için bazı faydaları da vardır.

İnsanlar, muhtelif bölgelerden içkiler getirerek büyük kârlar elde ederlerdi. Müşteri, içkinin fiyatı üzerinde pazarlık yapmayınca, Araplar bu işi fazilet ve üstünlük sayıyorlardı. Bu da, içki satanların kârını çoğaltıyordu. Zayıf kimseyi kuvvetlendirmesi, yemeği hazmettirmesi, cimâya yardımcı olması, mahzun olanı teselli etmesi, korkağa cesaret vermesi, cimriyi cömert yapması, yüzün rengine canlılık vermesi, canlılığı artırması, gayret ve üstünlük duygusunu arttırması, içkinin zahiri faydalarındandır.

Kumar oynayan kimse, üzerinde kumar oynayıp, fal çektiği hayvanın etinden yemeyerek onu muhtaçlara dağıttığı için, bunda fakirler için bir genişlik ve fayda vardı. Câhiliyye Arapları, bazen bir mecliste yüz deve üzerine bu şekilde kumar oynar, hiç sıkıntı çekmeden büyük mal sahibi olur; sonra bu malı muhtaçlara dağıtarak, şan ve şöhret kazanırdı. Bu da kumarın zahiri faydasıdır.

Hâce Hazretleri şöyle anlatır: Kendimi yetiştirmek için çalıştığım sıralarda yolum bir kumarhaneye uğradı. Gördüm ki orada nice kimseler kumar oynuyor. Kumarcılardan ikisi oyuna kendilerini öyle vermişler ki... Bunlardan birisi yenildi. Dünyalık namına neyi varsa kaybetti. Arkadaşına dedi ki: ‘Ey benim dostum! Bu oyundan başımı dahi versem vazgeçmem!’

Kumarbazın bu kadar zarar ve ziyan görmesine rağmen o oyuna olan zevkini görünce bende de hak yola öyle bir gayret zuhur etti ki, kumarcı bana ders oldu. O günden beri hak yolunu istemekte gayretim her gün biraz daha artmaktadır.
 

Sana, hangi şeyi infak edeceklerini soruyorlar. De ki: ‘İhtiyacınızdan artanı.’ İşte böylece Allah, size âyetlerini iyice açıklar.

İnsanlar, Allah ve Resûlünün, infakta bulunmaya teşvik ettiklerini ve büyüklüğüne işaret ettiklerini görünce, mükellef tutuldukları miktarın malın tamamı mı, yoksa bir kısmı mı olduğunu sordular. Allahu Teâlâ da onlara, ihtiyaçtan fazlasını vermenin makbul olacağını bildirdi.

Afv kelimesinin asıl manası, ziyadelik ve fazlalıktır. Yetecek miktardan fazla olan, sade ve kolay elde edilen demektir. Düz toprak parçasına da ‘afv’ denilir.

‘Afv’ kelimesi, kolaylaştırma manasına gelince, genel olarak bu, insanların kendileri, çoluk çocukları ve geçimleriyle sorumlu olduğu kimselerin ihtiyaçlarından fazla olan şeyler hakkında kullanılır.

Allahu Teâlâ infak hususunda şöyle buyurmuştur: “Akrabaya, yoksula, yolda kalmışa haklarını ver. Ve sakın malını saçıp savurma. Çünkü malını saçıp savuranlar, şeytanların kardeşleri olurlar.” (İsra, 26-27)

Hz. Peygamber ﷺ de,‘Birinizin yanında bir şey bulunduğu zaman önce kendine, sonra bakmakla mükellef olduğu kimselere ve bu minval üzere harcasın’ ve ‘Sadakanın hayırlısı, vereni başkasına muhtaç bırakmayan ve yeterli olduğu için kınanmayandır’ buyurmuştur.

‘Afv’ kelimesinden maksat,

˗ ‘Mallarınızdan pek önem vermediğiniz basit şeyler’ demektir.

˗ İnsanların gönül hoşluğu ile verdikleri şeylerdir.

˗ Kişinin mallarının en güzelidir.

Fazilet, ifrat ile tefrit arasında olandır. İnfak saçıp savurma ve çok az verme arasında olunca faziletlidir. Allahu Teâlâ’nın ‘afv’ beyanından murad da budur.

Yahudilerin şeriatı tam bir sertliğe ve hristiyanların şeriatı tam bir müsamahaya dayanır. Hz. Muhammed ﷺ’in şeriatı ise bütün hususlarda orta yol üzere (mu’tedil) olandır.

Yetecek kadar bir hayat; Allah ve Resûlü’nün istediği bir hayattır. Onun dışındaki hayat ise ihtiyaçsızlığın ihtiyaç haline getirildiği bir hayattır. Evimize, kendimize yapacağımız harcamalarımızı asgariye indirip, kısarak israfı önlemeliyiz ki infak edecek bir şeylerimiz olabilsin. Allah’ın Resûlü Hz. Aişe’ye şöyle buyurur:

‘Ey Aişe eski elbiseni tasadduk et ve hiçbir zaman gururlanma!’

Bir sahâbe gelip Resûlullah’a: Yâ Resûlallah biz evde yiyeceğimizi yetiştiremiyoruz! Geçinemiyoruz! Rızkımız yetmiyor! Darlık ve sıkıntı içindeyiz! Bizim rızkımızın bize yetmesi için, bu darlıktan kurtulabilmek için bize ne tavsiye edersin? deyince, Resûl-i Ekrem:

‘Galiba evde ayrı ayrı kaplardan yiyorsunuz. Öyle yapmayın hepiniz tek kaptan yiyin’ buyurdu.
 

Siz de böylece iyice düşünürsünüz.

Tefekkür şu sahalarda olur:

Allah’ın âyetleri ve sanat eserleri üzerinde olur. Bundan mârifetullah meydana gelir.

Allah’ın azâmet ve kudreti üzerinde olur. Bundan hayâ meydana gelir.

Allah’ın vaad ettiği mükâfatlar hakkında tefekkür edilir. Bundan, taâte istek doğar.

Allah’ın azap ile olan tehdidi hakkında tefekkür edilir. Bundan da, günahlardan çekinme hâli oluşur.

Allah’ın rızâsını gerektiren şeylerde, kulun gösterdiği noksanlıklarda tefekkür edilir. Bundan da, utanma, pişmanlık ve tevbe meydana gelir.

 

Sebeb-i Nüzulü

‣ İçki hakkında dört âyet nazil olmuştur. Mekke’de, “Hurma ağaçlarının meyvesinden ve üzümlerden içki ve güzel bir rızık edinirsiniz” (Nahl, 67) âyeti nazil oldu. O sırada henüz içki haram kılınmamıştı.

‣ Sonra Hz. Ömer, Muâz (r.a) ve bir grup sahabe, Hz. Peygamber’e,

‘Yâ Resûlallah, bize içkinin hükmünü söyle. Çünkü içki, aklımızı gideriyor, malımızı tüketiyor’ dediler. Bunun üzerine, “De ki: ‘Onlarda hem büyük günah, hem insanlar için bazı faydalar vardır” (Bakara, 219) âyeti nazil oldu. Müslümanlar içkiye devam etti, ancak bir kısmı bıraktı.

‣ Bir gün Abdurrahman İbn Avf, bir grup Müslümanı evine davet etti.

Yemek sırasında içki içip sarhoş oldular. Bir kısmı namaza kalktı ve namazda, Kâfirun sûresini, “De ki: ‘Ey kâfirler, ben sizin taptıklarınıza taparım” şeklinde okudu. Bu hâdise üzerine, “Ey iman edenler, sarhoşken namaza yaklaşmayın” (Nisa, 43) âyeti nazil oldu, içki içenlerin sayısı daha da azaldı.

‣ Sonra, içlerinde Sa’d İbn Ebî Vakkas’ın bulunduğu ensardan bir grup, yemek yemek için bir araya geldiler. İçki içip sarhoş olunca, karşılıklı övünmeye ve şiirler okumaya başladılar. Sa’d İbn Ebî Vakkas, içinde, Ensarın hicvedildiği bir şiir okudu. Ensardan birisi de devenin çene kemiğiyle ona vurdu ve başında büyük bir yara açtı.. Bunun üzerine Sa’d onu Hz. Peygamber’e şikâyet etti.

Hâdiseden dolayı Hz. Ömer, ‘Allah’ım, bize içki hakkında, sıkıntımızı giderecek bir açıklama gönder’ dedi. Bunun üzerine, “İçki, kumar, dikili taşlar ve fal okları, ancak şeytanın ameli olan birer pisliktirler. Bundan kaçınınız ki, felaha eresiniz. Şeytan, içkide ve kumarda ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak, sizi Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık, vazgeçersiniz değil mi?” (Maide, 90-91) âyeti nazil oldu. Bu âyet inince Hz. Ömer, ‘Vazgeçtik ya Rabbi!’ demiştir.

 

Te’vilâtı’n Necmiyye’den...

Zahiri hamr, üzüm, hurma, buğday, arpa, bal ve diğer çeşitli şeylerden elde edildiği gibi, batıni hamr da çeşitli şeylerden elde edilir: Gaflet, şehvet, heva, dünya sevgisi ve benzerleri gibi. Bu şaraplar nefisleri ve insaniyet akıllarını sarhoş eder. Bunun için bütün sarhoş ediciler haramdır. Çoğu sarhoş eden şeyin azı da haramdır.

يَسْـَٔلُونَكَ مَاذَا يُنْفِقُونَ قُلِ الْعَفْوَ Yani kişi onu verir ve infak anında da kalbinden tesirini siler, temizler. Çünkü afv kelimesinin aslı silmek ve yok etmektir.

Bir de af, günahtan geçip onu cezalandırmamaktır. Yani bu malın artanını vermek, senin zulmünden dolayıdır.

Senin için afv, ihtiyacından artandır. Havass için afv, kifayet miktarından fazlasını çıkartmaktır. Hassü’l has için ise kendisi ihtiyaçlı olsa dahi başkasını tercih etmek ve gönül zenginliğiyle (gına ile) vermektir.

 

Belagat

• Âyette icazı hazıf vardır. Yani ‘Sana hamr içmek ve kumara devamdan soruyorlar’ şeklindeydi.

• İçki ve kumar birbirine atıf harfiyle bağlanmış, tezayuf var. İçki de, kumar da insanın vaktini alır. İçki içen aklını boşaltır, kumar oynayan da ya kendinin veya başkasının cebini boşaltır. İkisinde de hem Allah ﷻ hakkı, hem kul hakkı vardır.

Dal bid delalesiyle uzun zamanda yerleşmiş bir alışkanlık olduğundan, onu kaldırmak için tedriciliğin önemli olduğunu anlarız.

• ‘Onda menfaatler vardır’ cümlesi, müşakale olabilir. Çünkü onlara göre menfaat, aslında menfaat yok.

Cem mea tefrik vardır. İkisinde, derken cem etti.

• ‘Sana neyi infak edeceklerini soruyorlar’ cümlesinin, öncesiyle arasında vasıtalı kinaye vardır. İçki ve kumarla meşgul olan, kendine yetemez ki başkasına infak etsin!

• Savaşa faydalı olmak için bile olsa bu menfaate ‘az’ denmiş. Ashab kumarla elde edecekleri kazancı savaş için kullanmayı düşünmüşlerdi.

• ‘De ki af’ Bu kelime; hem fazla olan, hem de affetmek manasında kullanıldığı için istiare-i vefakiyedir. Af, insanlara infak edilecek şeye benzetilmiş. Ortak yan rahatlatması, sevindirip mutlu etmesidir.

• Konuya bir de bina yönünden bakarsak; ‘Tefekkür’ fiili, tefeul babındandır. Delalet-i tazammuniyesi ile, şu anlamlara gelir:

1- Tekellüf, azar azar güçlükle yapmak: Düşünmek birden olmaz, zaman ayırmak gerekir. Bilgilerin sürekli geliştirilip arttırılması lazımdır.

2- Bir işi yapmaya çalışmak: Düşünmek için, çaba harcamak gerekir. İnsan bir çok şeyi düşünür ama asıl olan âyetler üzerinde düşünmektir.

3- Bir işin yavaş yavaş, merhale merhale yapıldığını ifade eder. Tefekkürün aşamaları, zikir, tedebbür, tezekkür gibi mertebeleri vardır.

4- Şikayetlenme, acizlenme anlamındadır. Âyetler üzerinde tefekkür ettiğimiz zaman nefsimizden şikayetlenip acizlenir hale yükseliriz.

5- Sayruret (olmak) anlamındadır. Düşünmek, tefekkür etmek insanın hayatının gidişatını değiştirir.

6- Çekinme, sakınma: Düşünen insan anlayışlı, ince ruhlu olup meseleye çeşitli yönlerden bakma fırsatı bulduğu için yanlışlıklardan, kötü niyetten, kötü zandan, şüpheden uzaklaşır.

7- İsteme, taleb: Düşünmek için önce düşünmeye niyetlenip istemek gerekir.

Bakara Sûresi 220. Ayet

فِي الدُّنْيَا وَالْاٰخِرَةِؕ وَيَسْـَٔلُونَكَ عَنِ الْيَتَامٰىؕ قُلْ اِصْلَاحٌ لَهُمْ خَيْرٌؕ وَاِنْ تُخَالِطُوهُمْ فَاِخْوَانُكُمْؕ وَاللّٰهُ يَعْلَمُ الْمُفْسِدَ مِنَ الْمُصْلِحِؕ وَلَوْ شَاءَ اللّٰهُ لَاَعْنَتَكُمْؕ اِنَّ اللّٰهَ عَزٖيزٌ حَكٖيمٌ

220- Hem bu dünya hakkında hem de öbür dünya hakkında. Bir de sana yetimler hakkında soruyorlar. De ki: ‘Onların işlerini yoluna koymak hayırlıdır. Onlarla bir arada yaşayacaksanız, artık onlar sizin kardeşlerinizdir. Allah iyiliğe çalışanlarla fenalık yapanları bilir. Dileseydi daha ağır hükümlerle sizi imtihana sokardı. Muhakkak Allah güçlüdür, gerçekten hüküm ve hikmet sahibidir.

 

Âyet, dünya ve âhiret hakkında âyetler üzerine düşünüp, vazifelerimizi emredildiği üzere yapmamızı tembih ettikten sonra sosyal hayat disiplinimizi beyan ediyor.

Yetimlerle ilgilenme, onların dini, dünyevi işlerini düzene koyma, yanlış gidişatlarını engelleme, destek olma, sevgi, saygı ve edebi edeb şartlarına göre öğretme, âyette özetlediği üzere ıslah etme, mü’minlerin, akrabaların, vasilerin ve daha geniş anlamıyla insanlığın görevidir.

Yetimlerle birlikte yaşarsanız, onlara aciz, küçük, güçsüz, garip, yalnız gözüyle bakarak onları dışlamayın. Onların asıl değeri, sizin din kardeşiniz olmasıdır. Onlara dindarca ve kardeşçe muamele edin, mallarını, imkanlarını ellerinden alıp veya eksiltip ıslah ediyormuş gibi gözükerek ifsad etmeyin. Bu hainliğinizi kimse görmese de, bilmese de, fark etmese de, Allah ﷻ müfsidi de, muslihi de biliyor.

Yetime müsbet davranan, iyilik eden, koruyan, sermayesini nemalandıran, Peygamberimiz ﷺ’in iki parmağını birleştirip haber verdiği üzere ebedi hayatta Efendimiz ﷺ’le beraber olmakla şerefleniyor.

Yetimi inciten, hakkını yiyen, malını gasp eden, sermayesini tüketen, horlayan, aşağılayan, desteksiz bırakan, köstek olan, istikbaliyle oynayan, dinden-imandan eden merhametsizler de, karınlarına ateş dolarak, yetimi itip kakan Ebû Cehillerle haşr oluyor.

Yetimle alakalı veballerin en büyüğü de, gayrı meşru ilişkiden doğdu diye veya herhangi tutarsız, nefsani bir sebeple çocukları cami avlularına, manen ölüme terk etmektir. Uygun, şerefli, haysiyetli nikâh yolu dururken, zinaya saparak nesli, cemiyeti mahvetmek de işin cabası.
 

Hem bu dünya hakkında hem de öbür dünya hakkında

Bu ifade, dünya ve ahiret işlerinin ıslahının önemini gösterir. ‘Ahiret’ kelimesinde ‘Ahiret işleri, ahiret hayatı’ gibi bir muzaf takdir edilir. İcazı hazıf vardır.

Bu âyet, hem dünya ve hem de ahireti birlikte düşünmeye teşviktir. Zira sırf dünya üzerine düşünmek insan aklına, kalbine, insan varoluşunun mahiyeti, hayatının asıl niteliği, sorumlulukları ve ilişkileri hakkında tam bir bilgi sunmaz; ölçüler konusunda sağlıklı bir düşünce oluşturmaya yetmez. Çünkü dünya, insan hayatının kısa süreli bölümünü oluşturur. Hayatın sırf bu kısa bölümüne göre davranışları biçimlendirmek asla insanı sağlıklı düşünceye ulaştıramaz.

İnfak konusu özellikle dünyayı ve ahireti birlikte düşünmeyi gerektiren bir meseledir. Çünkü başkasına yardım edenin malında meydana gelen maddi eksilme, kendisine kalp temizliği olarak, içinde yaşadığı topluma da yarar, dirlik ve sosyal barış olarak geri döner. Fakat herkes bunların farkına varmayabilir. O zaman infak konusunda insanı teşvik edecek olan ahiret bilinci, cennetteki mükâfatları düşünmesi olacaktır.

Dünya sizin için yaratıldı. Siz de ahiret için yaratıldınız. Ahirette ise cennet ve cehennem ateşinden başka bir şey yoktur. Hadis-i Şerif
 

Sana yetimlerden soruyorlar

Eğer baba hayatta olmakla birlikte kaybolmuşsa veya çocuklarına bakmıyorsa, bu çocuklar da hükmen yetim sayılır. Bunların malları topluma emanet edilmiştir. Dedesi, amcası gibi en yakın kişiler onun mallarına veli veya vasi olurlar, bunlar da yoksa İslâm Devleti onun vasisidir. Efendimiz ﷺ ‘Velisi olmayanın velisi benim (İslâm Devletidir).’ buyurmuşlardır. İslâm Devletinde herkesin mal, can, mesken emniyeti, devlet tarafından garanti edilmiştir.
 

De ki: Onların durumunu ıslah hayırlıdır.

Islah kelimesi mücmeldir. Bu düzeltmenin nasıl olacağı âyetlerde şu şekilde açıklanmıştır: Sermayelerini tüketmeyin, küçümsemeyin. Zenginseniz hiç almayın. Fakirseniz ihtiyacınız kadar alın. Yetim kızlarla evlenirken haksızlık etmeyin.

Bu ıslah, doğru bilgiyle, İslâmi edeple akidelerinin, ahlâklarının düzeltilmesi, dünya hallerinin öğretilmesi, mizaclarının helak edici, tehlikeli şeylerden, tedavi ile hastalıklardan korunması, israfa veya kısıtlamaya gidilmeden yiyecek, giyecek ve mesken ihtiyaçlarının emsallerinin adetine göre giderilmesi, mallarının işletilmesi ve taahhüt altına alınması gibi bütün ıslah çeşitlerini kapsar.

Bilgili, terbiyeli ve faziletli olması için yetimin işlerini yoluna koymak, o yetimin durumunu ticaret yoluyla düzeltmekten daha tesirlidir.

خَيْرٌ, yetimin bakımını üzerine alan ile ilgilidir. Yani, ‘Bir karşılık ve ücret almadan, onun bakımını üzerine alan veli için, yetimin hakkı hususunda kusurlu davranmasından daha hayırlı ve sevaplıdır.’

Bu ifade yetimle ilgili de olabilir. Yani ‘Yetimlerin ıslahları için velileriyle beraber olmaları, onlardan ayrılmalarından hayırlıdır.’

Eğer onlarla bir arada yaşarsanız, onlar sizin kardeşlerinizdir.

‘Size karışırlarsa sizin kardeşlerinizdir’ kavlindeki vav atıftır. ‘Onları ıslah etmek hayırlıdır’ cümlesine atfedilmiştir.

المُخَالَطَةُ bir çok manaya gelen müşterek bir kelimedir. Masdarı, güç olacak şekilde birbiriyle birleşti manasında olan خَلَطَ’dır. Su suya karıştı, buğday arpaya karıştı, insanlar karıştı, ifadeleri de bundandır. Buradaki manası, çok fazla iç içe olmaktan ve beraberlikten mecazdır. Bundan murad beraberlik, ortaklık, kefalet, akrabalık kurulmasıdır.

‘Eğer siz o yetimlerle yiyecek, içecek, mesken ve hizmet hususlarında bir araya gelirseniz, biliniz ki onlar sizin kardeşlerinizdir.’ Allahu Teâlâ onlara, kişinin kendi oğlunun malı üzerindeki tasarrufu gibi, yiyeceği ile onun yiyeceğini, içeceği ile onun içeceğini karıştırmayı, birleştirmeyi ve bir evde birlikte yaşamayı mubah kılmıştır. Çünkü böyle davranma, muaşeret ve sevgi itibariyle daha müessirdir.

Yani: ‘Eğer siz, mallarının yok olmasına yol açmayacak şekilde onlarla bir araya gelirseniz, işte bu caizdir.’

Bu beraberlik yapılan işin ücreti olacak kadar onların mallarından istifade etmek anlamında da olabilir. Yetimlerin işini üzerine alan kimse ister zengin, ister fakir olsun, bu kadar yararlanabilir.

Yetimin velisi fakir ise, yetimin malından ihtiyacı kadar yer. Zengin olduğunda, yediği kadar malın karşılığını onlara geri verir. Eğer zenginleşemezse yetimden helâl etmesini ister, diyenler de olmuştur.

İbn Ömer (r.a) şöyle demiştir: ‘Allah’ın verdiği mal hususunda, kendimi yetim velisi gibi saydım. Zengin olduğumda sakınarak yedim. Fakir olduğumda, örfe göre bir borç gibi yedim ve onu ödedim.’ Bu beraberlik, yetim çocuğun menfaatini gözetmek şartıyla, onun malını şirket kurmak şeklinde kendi mallarına katmaları olabilir. Beraber yaşamadan maksad, evlilik yoluyla kurulan akrabalık da olabilir. ‘Kardeşleriniz’ ifadesi, yetimlerle iç içe yaşamaya teşvik etmektedir. Efendimiz ﷺ ‘Sizden biriniz kendisi için sevdiğini kardeşi için de sevmedikçe iman etmiş olmaz’ hadisiyle bu kardeşliğin ölçüsünü bildirmiştir. Ayrıca ‘kardeşleriniz’ ifadesi, cahiliyet döneminde onların yetimleri küçümsediklerine, onlarla bir arada olmaktan ve akrabalıktan kaçındıklarına tarizdir.

فَاِخْوَانُكُمْ sözü ‘فَهُمْ اِخْوَانُكُمْ / Onlar sizin kardeşlerinizdir’ takdirindedir.

Bu ifade yetimin horlanmasını, dışlanmasını engeller. Yetim o evde kendini sığıntı hissetmemelidir. Sığıntı psikolojisi ile büyüyenler güçsüz, zayıf ve cılız yetişir. Güçsüz birey ise her zaman topluma yüktür.
 

Yetim ve öksüzler…

Yüce Allah kullarını ayrı ayrı işlerle ve değişik zamanlarda imtihan eder. İmtihanı başaran, mükâfata nail olur. Başarısız olan imtihanı kaybeder ve yerinde sayar.

Öksüz ve yetimler de Allah’ın imtihanlarından biridir. Onları ve mallarını korumak, büyüyüp gelişmesine çalışmak, tahsil ve terbiyeleriyle uğraşmak her insanın görevidir.

Batı dillerinde iki kelimenin kavramsal karşılığı yoktur: Şefkat ve yetim kelimeleri. Batılılar bu duyguları tanımazlar.

Yetimlik insanlarda baba tarafından, diğer canlılarda ise anne tarafından olur. Yetim kelimesi zayıflık, özellikle akıl zayıflığı manalarına da gelir. Kocasından yalnız kalan kadınlar için de yetim kelimesi kullanılır.

Kur’ân’ın yirmi bir âyetinde doğrudan veya dolaylı olarak yetimlerden bahsedilmektedir. Annesi ölen çocuklara Arapça’da ‘Aciyy’ denir. Kur’ân’ı Kerim’de babası ölen yetim çocuklar söz konusu edilmiştir. Çünkü İslâm’a göre çocuğun bakımı babaya aittir. Annesi ölen çocuğa baba sahip çıkar. Ama babası ölen çocuğun annesi, yeni biriyle evlense, üvey babanın bu çocuğa bakma mecburiyeti yoktur.

Bir baba kendi çocuğunu nasıl sever ve korursa öksüz ve yetimi de aynı duygularla sevip korumalıdır. Çocuk sadece havaya, suya ve gıdaya muhtaç değildir; sevgi ve şefkate de muhtaçtır. Sevildiğini bilen çocuk neşeli, sevgiden ve şefkatten mahrum çocuk ise mahzun, boynu bükük olur.

Yetimlere sevgi dolu bir bakış, bir kaç güzel söz ve başlarını okşamak, hayati önem taşır. Bu davranışları gösteren kişi de salgılanan mutluluk hormonları sayesinde rahatlar. Yetime şefkat göstermenin çift yönlü etkisi vardır.

Yetimlerin doyurulması gereken üç bölgesi vardır: Kafa, kalp ve mide. Kendi çocuklarımız da dahil tüm yetimlerin bu üç bölgelerini doyurmak zorundayız. Kafa Allah’a götürücü bilgiyle, kalp Allah’a imanla, mide de Allah’ın helâl kıldığı rızıkla doyurulmalıdır. Yetimlerin sadece midelerini doyurunca sorumluluğumuz bitmez.

“Allah iyiliğe çalışanlarla fenalık yapanları bilir.”

Âyette müfsid’in muslih’ten önce gelmesi; büyük bir tehdit ifade eder. Allahu Teâlâ adeta şöyle demiştir: ‘Yetimin işlerini tekeffül edecek kimsesi yoktur, iyi bilin ki onun işlerini üstlenen Benim. Onun velisi de Benim.’
 

Eğer Allah dileseydi, sizi muhakkak zahmete sokardı.

عَنَتَ Şiddetli meşakkat ve zorluktur. الْإِعْنَاتُ kişiyi güç yetirilemeyecek bir meşakkate zorlamaktır. Allah’ın dilerse vereceği muhtemel meşakkat, şunlar olabilir:

‣ Eğer Allah isteseydi, yetimlerin mallarından aldığınız şeyi, sizi helak edici kılardı.

‣ Allah isteseydi, bu konuda kendinize güçlük çıkardığınız gibi, sizi meşakkat içinde bırakır ve onlarla bir araya gelmekten sakınmakla mükellef tutarak işinizi zorlaştırırdı.

‣ Allah isteseydi, sizi zor şeylerle mükellef tutardı.

 

Sebeb-i Nüzulü

Cahiliye döneminde insanlar, yetimlerin mallarından istifade etmeyi alışkanlık haline getirmişlerdi. Çoğu zaman yetim kızların mallarına tamah ederek onlarla evleniyor veya o yetimin malı elinden gitmesin diye onu oğullarından biri ile evlendiriyorlardı. Sonra Allah ﷻ “yetimlerin mallarını haksızlıkla yiyenler karınlarına ancak bir ateş yemiş olurlar” (Nisa, 10) âyetini indirdi.

“Eğer yetim kızlar hakkında (âdil olamayacağınızdan) korkarsanız sizin için helâl olan kadınlardan nikâh ediniz” (Nisa, 3)

“Kadınlarla ilgili hükümler hakkında sana soru soruyorlar. De ki:

‘Allah onlar hakkındaki hükümleri size bildiriyor. Bir de kendilerine farz kılınan mehir ve mirası vermediğiniz ve kendileriyle evlenmeye (veya onları başkasıyla evlendirmeye) istek gösterdiğiniz öksüz kızlar ve zavallı çocuklar ve yetimlere karşı da adaletle davranmanız hakkında kitapta size okunan hükümler vardır.’ Hayır olarak ne yaparsanız muhakkak Allah onu bilir.” (Nisa, 127)

“Yetimin malına ancak en iyi bir sûretle yaklaşın.” (İsra, 34)

Allahu Teâlâ bu âyetleri de nazil edince insanlar yetimlerle içli dışlı olmayı, onların mallarına yaklaşmayı ve işlerini üstlenmeyi bıraktılar. Yetimlerin menfaatleri zedelendi ve geçimleri bozuldu. Bu hale Müslümanlar da üzülmüş ve ne yapacaklarını şaşırmışlardı. Eğer onlara karışıp, işlerini üzerlerine alsalar, çok şiddetli bir vaid ile karşı karşıya kalıyorlardı. Eğer yetimlerden ayrılıp, işlerine bakmasalar, o zaman da onların geçimi bozuluyordu. Hatta durum şu hale gelmişti: Yetim için bir yemek yapılır, eğer ondan bir kısmı artarsa onu alıp yemezler ve böylece o yemek bozulurdu. Yetimlere bakacak kimseler, yetim için müstakil ayrı bir yer, ayrı bir yiyecek içecek hazırlıyorlardı. Bu da fakir müslümanlara zor geliyordu. Develerine binmiyor, hizmetçilerine hizmet ettirmiyorlardı. Bundan dolayı Abdullah b. Revâha (r.a): ‘Yâ Resûlallah hepimizin yetimleri ayrı oturtacak evlerimiz ve yetimlere ayrıca verecek yiyecek içeceklerimiz yok’ diyerek bu durumu Hz. Peygambere ﷺ sordular ve Allah’ın bu konuda açıklama yapmasını temenni ettiler. Bunun üzerine, bu âyet nazil oldu.

 

Te’vilâtı’n Necmiyye’den...

وَاِنْ تُخَالِطُوهُمْ فَاِخْوَانُكُمْ Yani ilim ve edep yoksunu yetimlere irşad ve nasihat sırasında, sanki kendi ihvanınızla berabermiş gibi, onlara sabredip, her halde şefkatle, bıkmadan, usanmadan davranın.

 

Belagat

• فِي الدُّنْيَا وَالْاٰخِرَةِ kelimesinde hazıf var, faideyi çoğaltmak içindir. Dal bil iktizanın açık bir örneğidir.

• Bu âyet-i kerime, âyetler arasında görünmez mahyalar gibi birbiri-ne bağlı olduklarını gösteren bir delildir. Ki buna nazm-ı Kur’ân denir. Âyetler, manalar, harfler birbirine uyumlu şekilde inci gibi dizilmiştir.

Yine bu âyet-i kerime Kur’ân’ın hem icaz (kısaltma) hem de mucizevi yönünü gösteren güzel bir örnektir.

• فِي الدُّنْيَا وَالْاٰخِرَةِ ’de harf-i cerin müteallakı önceki âyette geçen ‘Umulur ki tefekkür edersiniz’ fiilidir. Yani bu içki konusunu dünya ve ahiret boyutuyla ayrı ayrı düşünmek gerektiğine işarettir.

Dal bil işaresiyle şöyle deniliyor: O ahiret şerbetlerini düşünseniz ya! Değer mi bu dünyanın insanı rezil eden içkilerini tercih edip de ebediyetin mükemmel içeceklerini, meşrubatlarını bırakmaya?

• İçki ve kumar âyetinden sonra, yetimlerden bahseden âyetin gelmesi bu gibi bağımlılık ve kötü alışkanlıklara en çok yetim öksüz çocukların düşme tehlikesi yaşadığına işarettir.

• قُلْ اِصْلَاحٌ لَهُمْ خَيْرٌ cümlesinin mefhum-u muhâlifi, ıslah etmemek şerdir, manasındadır. Çünkü hem zayıf, hem sahipsizler. Hem maddi olarak bakıma, hem de ahlâk ve sevgiye ihtiyaçları vardır.

اِصْلَاحٌ لَهُمْ mübteda ve sıfatıdır. ل harf-i ceri, talil veya tahsis içindir. ‘Onların ıslahını’ şeklinde izafetle getirmeyip لَهُمْ şeklinde gelmesi, sadece şahıslarının ıslahını değil, yaptıkları, onlarla alakalı her şeyi içine alması içindir. Çünkü masdar sadece fâiline veya mefulüne muzaf olur, ل harf-i cerinin ifade ettiği kapsamlı manayı ifade etmez.

• تُخَالِطُو , وَاِنْ تُخَالِطُوهُمْ kelimesi istiaredir. Yetimlerle bir arada yaşamak, madenlerin birbirine karışmasına benzetildi. Ortak nokta, kendinden ayırmamak, aynı ailesi gibi davranmaktır.

Hem de tevcih vardır. Hem karışın, onlarla bir olun manasındadır, hem de ‘kardeşleriniz’ demesiyle ‘Ne kadar karışsanız da dikkat edin, samimiyet laubaliliğe dönüşmesin, onların haklarını zayi etmeyin’ manasını taşır.

• فَاِخْوَانُكُمْ / Kardeşlerinizdir’ ifadesinde teşbih-i beliğ vardır. Müşebbeh-i bih kardeş, müşebbeh barındırılan yetimler, bir arada yaşama, yakınlıktır. Teşbihin maksadı göze güzel göstermektir.

• ‘مِنْ , ’وَاللّٰهُ يَعْلَمُ الْمُفْسِدَ مِنَ الْمُصْلِحِ iki zıt kelimenin arasında geldiği için fasıl ve temyiz ifade eder. (Tefrik sanatıdır.) Yani ‘Allah, yetimin malından faydalanmakla onun işini üstlenen muslih kimse için ne gerektiğini, onun malından faydalanıp yetimin işini ıslâh etmeyen müfsid kimse için de ne gerektiğini bilir ve yine Allahu Teâlâ, onlarla evlenerek mallarını ifsad etmeyi isteyenle, böyle düşünmeyenlerin içlerinden geçeni bilir. Lazım Allah’ın bilmesi, melzum karşılığını vermesidir.

• وَلَوْ شَاءَ اللّٰهُ لَاَعْنَتَكُمْ Bu cümle ‘De ki onlar için ıslah hayırlıdır’ cümlesinin tezyilidir.

• اِنَّ اللّٰهَ عَزٖيزٌ حَكٖيمٌ cümlesi, لَوْ edatının imkan verme ve men etme manaları sebebiyle tezyildir.

Bakara Sûresi 221. Ayet

وَلَا تَنْكِحُوا الْمُشْرِكَاتِ حَتّٰى يُؤْمِنَّؕ وَلَاَمَةٌ مُؤْمِنَةٌ خَيْرٌ مِنْ مُشْرِكَةٍ وَلَوْ اَعْجَبَتْكُمْۚ وَلَا تُنْكِحُوا الْمُشْرِكٖينَ حَتّٰى يُؤْمِنُواؕ وَلَعَبْدٌ مُؤْمِنٌ خَيْرٌ مِنْ مُشْرِكٍ وَلَوْ اَعْجَبَكُمْؕ اُولٰٓئِكَ يَدْعُونَ اِلَى النَّارِۚ وَاللّٰهُ يَدْعُٓوا اِلَى الْجَنَّةِ وَالْمَغْفِرَةِ بِاِذْنِهٖۚ وَيُبَيِّنُ اٰيَاتِهٖ لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَذَكَّرُونَࣖ

221- Allah’a ortak koşan kadınlarla, iman etmedikleri sürece evlenmeyin. İnanan bir köle kadın Allah’a ortak koşan kadından -bu kadın hoşunuza gitse dahi- daha hayırlıdır. Mü’min kadınları da iman etmedikçe, putlara tapanlarla nikahlamayın. Mü’min bir köle, puta tapan hürden -hoşunuza gitse bile- elbette hayırlıdır. Onlar cehenneme çağırırlar. Allah ise kendi izniyle cennete ve mağfirete çağırır. Ve insanlara düşünüp ibret alsınlar diye delillerini iyice açıklar.

 

Dinimizin üç ana rüknünü teşkil eden ibadet-itikat-muâmelat umdelerinin biri olan muâmelat bölümü yani günlük hayat tarzımız âyet âyet, sûre sûre Kitabımıza serpiştirilmiş. Doğumdan ölüme, hayatın içinde olan-biten her şeyin bir bilgisi, bir kuralı, bir hududu var. Dinimiz bu hudutları öğretmek ve belirtmek için va’z olunmuş. Tâ ki, zora düşmeyelim, darda kalmayalım, birbirimize zarar vermeyelim, hukukumuzu koruyalım, dünyada da mutlu yaşayalım, ukbâda da...

Bize bu ilâhi bilgileri anlayalım diye akıl, öğrenelim diye Kur’ân, örnek alıp uygulayalım diye Efendimiz ﷺ gönderilmiş. Önümüze nihayeti mutluluklar diyarına ulaşan sırat-ı müstakim serdedilmiş.

Biz mü’minler, bu kutlu yolun yolcuları olarak gösterilen sırat-ı müstakimde emin adımlarla yürüyüp şeytanın hileci adımlarına uymayalım diye Rabbimiz bizi keremiyle, lütfuyla, nûr-u iman, nûr-u Kur’ân, nûr-u Muhammedi ile aydınlatmış. Bizi cehlin, küfrün, nifakın koyu karanlıklarından çıkarmış. Ve bu yolda daimi kalabilmemiz için beş vakit namazda, her gün kırk kez okumak üzere ‘ihdina’s sıratel müstakim’ duasını öğretmiş ve bunu vâcib kılmış.

Yaptığımız her işin Kur’ân’a göre itidali, normali vardır. En doğrusu, en güzeli odur. İtidalin dışında kalan anormaldir. Ya ifrattır (taşkın), ya tefrittir (eksik). Ya iniş, ya çıkış; düz olan sadece sırat-ı müstakimdir.

Âyetlerimizde muamelat konularından olan nikah mevzuu bahsediliyor. İmansız biriyle asla evlenilmemesi gerektiğini kadına ayrı, erkeğe ayrı tembih edip yasaklıyor. İman etmedikçe sevseniz de, hoşlansanız da, aşık olsanız da mutlu olamazsınız, dünyanız da ahiretiniz de cehennem olur. Onlar sizi cehenneme çağırır. ‘Allah, cennete ve mağfirete çağırır.’

Allah ﷻ ve Allah adamları insanı Allah’ın ﷻ emirlerini dinlemeye, itaate, ibadete, iyiliğe, ihsana, iyi niyete, iyi tiynete, merhamete, muhabbete ve rızâ-i ilâhiye, affetmeye, tevbe etmeye, sa’yu gayrete ve cenneti hak etmeye çağırır. Oysa kötü bir eş veya kötü bir arkadaş (ister kadın olsun, ister erkek), içindeki kötülük itibarıyla cehenneme (kevni lahık) çağırır. Çünkü kendisi kötüdür, kötülüklerle hemhal olmuştur. Kötüyü iyi görür hale gelmiştir. Ya da iyi olmaktan ümit kesmiştir. Bulunduğu halde yalnız kalmamak, kınanmamak, kendi suçunu hafifletmek için birilerini yanına çekmek ister. Günahları birlikte işlemek, nefse zevk ve menfi bir kuvvet verir. Bunu en kısa yoldan yakın arkadaşında, eşinde gerçekleştirmek ister. Büyük ölçüde de başarır. ‘Kişi arkadaşının dini üzerindedir. O halde herkes arkadaşını iyi seçsin’ sözleriyle Efendimiz ﷺ bizleri uyarmaktadır.

Bir de günah işlemek riskli, masraflı, veballi, belalı, paralı bir iştir. Kurban lazım, kandırılacak ebleh, tecrübesiz, toy insanlar gerek. Bu yüzden dini, terbiyesi, namusu, edebi, vicdanı, imanı olmayan, harama aşina namertler, kendi adi menfaatlerine, süfli zevklerine başkalarını da alet etmek isterler. Bu konuda en çok etkilenen kimse en yakın olan hayat arkadaşıdır. Onu seçerken mutlaka imanlı olanını seçmek gerekir.

Bu durumu tecrübeye gerek yok, âlem bunun misalleriyle doludur. Tarihin derinliklerine uzandığımızda görüyoruz ki Efendimizin ﷺ bir amcasının hanımı, eşinden önce Müslüman olup, onu da etkilemiş, Müslüman olmasına sebep olmuştur. Bu mübarek hanım Hz. Abbas’ın eşi Ümmül Fadl idi. Ama diğer amcası Ebû Leheb’in hanımı Ümmü Cemil, Efendimiz’in geçtiği yola diken serecek kadar azılı bir kafirdi ve haklarında Tebbet sûresi nazil oldu.

‘Âyetlerini insanlara öğretiyor ki öğüt alsın.’ Düşünsün, hayatına uygulasın, anlasın, ezberlesin, gündemde tutsun, hayata geçirsin. Bütün bu anlamlar ذَكَرَ fiilinin lügat manasında mevcuttur. Âyet, muhatapla başlayıp gaiple bitmiştir. Bir iltifat sanatıyla bezeli…

Ayrıca mü’min-müşrik karşılaşması çok yönlü mukabeledir.

Aynı zamanda ‘Onlar ateşe, Allah cennete ve mağfirete çağırıyor’ cümlesinde de yine mukabele vardır.

Âyetin bu bölümü kevni lahık alakasıyla mü’minlerin birbirlerini günahtan alıkoyup tevbe etmelerine vesile olduğunu ifade ediyor.

Allahu Teâlâ, “Eğer onlarla içli dışlı olursanız, onlar sizin kardeşlerinizdir” (Bakara, 220) buyurup, evlilik yoluyla akrabalık kurarak içli dışlı olmayı murad edince, mü’mine bir cariyenin, son derece rağbet edilen birisi olsa bile müşrik bir kadından daha hayırlı olduğunu ifade etmiştir. Böylece yetim kızları nikâhlamaya, onların faydasına olan şeyleri yapmaya teşvik etmek istemiştir.

 

Müşrik kadınları nikahlamayın.

Âyet putperest kadınları nikâhlamayı yasaklamaktadır.

Sahabe-i kiram ehl-i kitabın kadınları ile evleniyorlardı. Onlardan hiçbiri buna karşı çıkmamıştır. Bu, ehl-i kitap kadınlarla evlenmenin caiz olduğu hususunda bir icmâdır.

‘Bir kadının Rabbinin İsa olduğunu söylemesinden daha büyük bir şirk koşma bilmiyorum.’ İbni Ömer

Huzeyfe (r.a) yahudi veya hristiyan bir kadınla evlenmiş; Hz. Ömer de ona, bu kadını boşamasını yazmıştı. Huzeyfe (r.a) de, Hz. Ömer’e mektub yazarak, ‘Sen bunun haram olduğunu mu iddia ediyorsun?’ diye sormuş; Hz. Ömer de ona, ‘Hayır fakat endişeleniyorum’ diye cevap vermiştir.

Peygamber ﷺ: “Biz ehli kitabı nikahlayabiliriz, fakat onlar bizim kadınlarımızla evlenemezler.” buyurmuştur.

Hz. Ömer ise bunu yasaklamıştır. Sahabeden bir kısmı gelip: ‘Ne yapıyorsun ey Ömer? Kur’ân’ın müsaade ettiği bir şeyi sen mi yasaklıyorsun?’ diye itiraz etmişler, Hz. Ömer onlara şu cevabı vermiştir:

‘Sizler güzelliklerinden ötürü onlara meylediyorsunuz. Siz onlarla evlenince de müslüman kızlar bekar kalıyor. Bundan ötürü ehl-i kitap kadınlarla evlenmenizi yasaklıyorum.’

Efendimiz ﷺ; ‘Kadın dört şeyinden dolayı nikâhlanır: Malı, güzelliği, soyluluğu ve dini için. Siz dini güzel olanı tercih edin!’ buyurur. Öyleyse evlenebilecek mü’min bir kadın mevcut olduğu müddetçe başkalarının tercih edilmesi mümkün değildir. Bir de mesele sadece müşrik ve ehl-i kitapla da sınırlı değildir. Kur’ân’a inandığını iddia ettiği halde, ‘Ben ateistim, komünistim!’ diyen bizim ehl-i kitaptan kadınlarla da evlenmek haramdır.

Bir müslüman erkek, güzel bir hristiyan kadın görse ve onunla evlenebilmek için ‘Keşke hristiyan olsaydım da bununla evlenseydim’ dese kafir olur.
 

‘Müşrik’ lafzına, ehli kitap da dahil midir?

Allah ﷻ “Yahudiler, ‘Üzeyr Allah’ın oğludur’ dedi; hristiyanlar da

‘Mesih Allah’ın oğludur’ dedi. Allah, onların şirk koştukları şeylerden münezzehtir” (Tevbe, 30-31) buyurmuştur. Bu gibi âyetlere göre, ehl-i kitap müşriktir.

Bazı âyetlerde ise ehl-i kitapla müşrikler ayrı ayrı zikredilmiştir.

“O iman edenler, o yahudiler, o sabiiler, o nasraniler, o mecusiler ve Allah’a şirk koşanlar...” (Hacc,17)

“Ehl-i kitaptan kâfir olanlar da, müşrikler de... istemezler” (Bakara, 105)

“Ehl-i kitaptan kâfir olanlar ve müşrikler…olmadı” (Beyyine,1)

Ancak Maide Sûresine göre ehl-i kitap kadınlarla evlenmek meşru kılınmıştır. Onlara müşrik isimlerinin verilmesi, küfürdeki derekelerine dikkat çekmek içindir.
 

İman eden bir câriye, hoşunuza gitse de müşrik bir kadından daha hayırlıdır.

وَلَاَمَةٌ sözündeki lâm harfi, tekid ifade etmesi bakımından, kasem lamına benzer.

خَيْرٌ ’un manası, ‘güzel, faydalı’ demektir. Buna göre mana, ‘Hepsi de güzellik, mal ve asâlet bakımından aynı seviyede olursa, mü’min câriye, müşrik cariyelerden daha hayırlıdır’ demektir. Çünkü iman, dinle ilgili, mal, güzellik ve asalet ise, dünya ile ilgilidir. Din konusunda uyum olursa karı-koca arasındaki muhabbet daha mükemmel olur. Böylece, sıhhat, taât, malı ve evlâdı himaye etme gibi dünyevî hususlar da mükemmelleşir. Ama dinî bakımdan ayrılık bulunursa, eşler arasında sevgi olmaz; o kadından da, dünyevî herhangi bir menfaat elde edilemez.

Hanefi mezhebine göre âyet, hür kadının mihrini vermeye kadir olabilen kimsenin, cariyeyle evlenmesinin caiz olduğuna delâlet eder.

Müşrik hür kadının mihrini verebilecek kimse, hiç şüphesiz müslüman hür kadının mihrini de verebilir. Çünkü, küfür ve iman farkı, nikâh için ihtiyaç duyulan malın miktarında değişiklik arzetmez. Böylece, hür ve müslüman bir kadının mihrini verebilecek bir kimsenin, câriye ile evlenmesi de kesinlikle caiz olur.

Böyle müşrik bir kadına, bir müslümana gösterilebilecek sevginin gösterilmesi, kâfire dost olmak anlamına gelir ki; bu da küfürdür. Bir kâfiri, mü’minin sevilmesi gibi sevmek küfürdür.

Hadiste şöyle buyurulur: ‘Kadın dört şeyi için nikah edilir; malı, soyu, güzelliği ve dini. Sen dindar olanını seç ki, elin bereket bulsun.’ ‘Kadınlarla yalnız güzellikleri için evlenmeyiniz, olur ki, güzellikleri ahlâkça düşmelerine neden olur. Onlarla yalnız malları için de evlenmeyin, çünkü malları azgınlıklarına yol açabilir. Onları dindarlıklarından ötürü nikahlayın. Şüphesiz dindar olan eski giysili bir cariye (dindar olmayan ötekilerinden) daha üstündür.’ İbn Mâce
 

Mü’min bir cariye, müşrik bir kadından daha hayırlıdır.

اَخْيَرُ manasında olan خَيْرٌ lafzı, sıfatta müşterekliği gerektirir. Halbuki hayırlı olma vasfı bunlardan birisi için söz konusudur.

Müşrik kadınlarla evlenmek, dünyevî menfaatları, mü’min kadınlarla evlenmek ise uhrevî menfaatları ihtiva etmektedir. Bu iki çeşit fayda, bir fayda olma esasında müşterektirler. Ancak, ahiret ile ilgili faydanın daha büyük özellik ve üstünlükleri vardır.

Onların evliliklerinin kolay olması, söz edilmeye değer bir mehrin olmayışından dolayıdır. Diğer taraftan bu kadınlar çoğunlukla erkeğin dinine ve ülkesine olan bağlılığını bozar, ülkesine ve kendi insanlarına karşı olan güvenini sarsar, çocukları kendi arzu ve dinlerine göre eğitir. Üstelik bu kadınlarda üstten bakma, müslümanları hakir görme alışkanlığı da vardır. Fırsatını bulduğunda çocuklarını alıp ülkesine götürür, kocasını terk edebilir. Bu kadınlardan İslâm’a girenler ise azdır. Bu bakımdan müslüman bir erkek onlara herhangi bir şekilde tama etmemelidir.

Yunanlı bir tüccar ve Mısırlı bir Müslüman trende aynı kompartımanda seyahat ederlerken, söz müsamahadan açıldı... Yunanlı, Müslümanların müsamahakar olmadığını söyledi, delil olarak da ‘Müslümanlar bizim kızlarımızı alıyorlar, dinleri buna müsaade ediyor, ama kendi kızlarını bizlere vermiyorlar.’

Mısırlı buna şu karşılığı verdi: ‘Biz böyle yapmakla insanın yüceliğini, şerefini koruyoruz. Şöyle ki: Sizin kızınız bize gelin olur, Hristiyan olarak gelir ve bunun şahsiyeti de dininden dolayı rencide edilmez. Çünkü biz Hz. İsa’ya da inanırız, İncil’e de iman ederiz, imanımızın gereği budur. Sizin kızınızın inandığı peygamber ve kitaba bizim evimizde hakaret edilmez, hor bakılmaz, inkar edilmez...

Ama bizim kızımız sizin evinize gelecek olursa orada şahsiyeti incinir, rencide olur. Çünkü sizler Kur’ân’a, bizim Peygamberimize inanmıyorsunuz. Bundan dolayı her gün bir bahaneyle ya Kitab’a ya Peygamberimize hakaret edecek bizim kızımızı incitecek, şahsiyetini ezeceksiniz. İşte Allah bu adaletsizliği yasaklamak ve sizin kızlarınızın bizde rahat edeceğini bildiği için bu hukuku koydu.’
 

Mü’min bir kadını da müşrik bir erkekle nikahlamayın

Müslüman bir kadının müslüman olmayan erkekle evlenmesi, büyük bir musibettir. Böyle bir evlilik batıldır ve haramdır. Böyle bir evlilikten doğan çocuklar veled-i zinadır. Bu kadın ile erkeğin birliktelikleri uzun sürse bile hiçbir zaman birbirlerinden faydalanmaya cevaz vermez. Çünkü asıl itibarıyla batıldır.

Şayet kadın böyle bir şeyin helâl olduğunu kabul ederse, o kadın mürted olur. Dâr-ı küfürde ikamet etmek bunun helâl olduğuna sebep teşkil etmez. Çünkü esasen müslüman erkek ile müslüman kadın için aşırı bir zaruret yahut kesin bir ihtiyaç veya geçici bir gerekçe olmadıkça kâfirler arasında ikamet haramdır.

Âyet-i kerime aynı inancı paylaşmayan iki kalbin evlilik aracılığı ile birleştirilmesini yasaklamıştır. Çünkü bu durumda evlilik bağı yapay, çürük ve zayıf bir bağ olur. Bu evliliğin tarafları Allah’ta buluşmadıkları için, bu tür bir evlilikle de hayat ortaklığı gerçekleştirilemez.

Allah ﷻ evlilik ilişkisinin bir içgüdü, basit bir şehvet olmasını istemiyor, onu yüceltip Allah’la ilişki kuracak düzeye çıkarmak, hayatın gelişmesinde aile kurumu ile şeriatı ortak bir noktada buluşturmak istiyor.
 

Onlar ateşe çağırırlar.

Ülfet ve muhabbet sebebiyle müslümanın kâfir olma ihtimali olduğu gibi, kâfir de müslüman olabilir. Kâfir Müslümandan etkilenip küfründen vazgeçerse bu o müslümanın mükâfat ve derecesini artırır. Ancak Müslüman İslâm’dan vazgeçerse, bu çok büyük bir azabı gerektirir. Bu evlilik, kişi için en büyük faydaya da en büyük zarara da yol açabilir. Böyle durumlarda ise zarardan kaçmak gerekir. Bu sebeple Allah ﷻ, men etme tarafını, cevaz tarafına tercih etmiştir.

Âyet ‘Onlar sizi, savaşı ve cihadı terk etmeye çağırır’ manasına da gelebilir. Muharebeyi ve cihadı terk ise, cehenneme ve azaba düçâr eder.

Bu çağırma, kafir ana-babanın çocuğunu küfre yönlendirmesi de olabilir. Bu sebeple o çocuk cehennemliklerden olur.

Bu müşrik erkekler ve kadınlar müslümanları küfre ve cehenneme götüren, kötü olan her şeyi işlemeye sebep olabilirler. Zira doğruya iletecek sağlıklı bir dinleri, hakka iletecek semavî bir kitapları da yoktur. Üstelik iman nurunun bulunduğu bir kalp ile karanlık ve sapıklığın yer ettiği bir kalbin tabiatları arasında karşılıklı nefretleşme ve soğukluk söz konusudur.

Evlilik dolayısıyla akrabalık bir arada bulunmaya, ülfete, sevgiye ve onlardan etkilenmeye yol açar. Sapık fikirlerin onlardan geçmesine, şer’î olmayan fiil ve adetlerin de taklid edilmelerine sebep olur.
 

Allah ise cennete ve mağfirete çağırır.

Allah’ın düşmanları cehenneme davet ederler; Allah’ın dostlarıysa, cennete ve mağfirete davet ederler. Aklı olan, Allah düşmanı olan müşrik kadınların etrafında dolaşmaz, mü’min kadınlarla evlenir. Çünkü mü’min kadınlar, cennete ve mağfirete davet ederler.

Allah’ın cennete ve mağfirete davet etmesi, hükümler beyan edip, kimisini mubah, kimisini de haram kılmasıdır. Çünkü bu hükümlere sarılan kişi, cennete, mağfirete hak kazanır. (müsebbebi söyleyip sebebi kast etti, mecaz-ı mürsel)

بِاِذْنِهٖ; ‘Allah’ın kolaylaştırması ve amele muvaffak kılmasıyla’ demektir.

 

Sebeb-i Nüzulü

Hz. Peygamber ﷺ Haşimoğullarının müttefiki olan Mersed İbn Ebî Mersed’i müslümanları oradan gizlice çıkarsın diye, Mekke’ye yollamıştı. Bu zât Mekke’ye geldiğinde câhiliyyede sevgilisi olan Anâk adındaki kadın yanına geldi ve ‘Baş başa kalalım mı?’ diye teklifte bulundu. Mersed kadına ‘Yazık sana! İslâm bizim aramıza engeldir’ dedi. Kadın ‘Peki benimle evlenir misin?’ dedi. Mersed: ‘Evet, fakat Resûlullah’a ﷺ danışacağım’ dedi.

Anâk, Mersed müslüman olunca ondan yüz çevirip, inzivaya çekilmişti. Mersed Hz. Peygamber’in ﷺ yanına varınca, Anâk ile ilgili meseleyi O’na anlattı, onunla evlenmesinin caiz olup olmadığını sordu. Bunun üzerine de Allahu Teâlâ bu âyeti indirdi.

Bu âyette yüksek bir terbiye, eşsiz bir insaniyet talimi vardır ve ırkçılık ayrımını ortadan kaldırmaktadır. Çünkü âyetin, Abdullah b. Revaha hakkında nazil olduğu da rivâyet edilmiştir. Bir gün siyahi cariyesine kızdı ve tokat attı. Sonra Nebi ﷺ’e gelerek durumu ona bildirdi. Nebi ﷺ ona ‘Ey Abdullah, onun durumu nedir?’ dedi. Abdullah b. Revaha ‘O Allah’tan başka ilâh olmadığına, senin Allah’ın nebisi ve kulu olduğuna inanıyor, Ramazan orucunu tutuyor, abdestini güzel yapıyor, namaz kılıyor’ dedi.

Nebi ﷺ ‘O mü’mindir’ dedi. Abdullah b. Revaha ‘Seni hak ile gönderen Allah’a yemin olsun onu azat edeceğim ve onunla evleneceğim’ dedi. Müslümanlardan bir grup bu sebeple kendisini ayıpladılar ve ‘Cariyeyle mi evleniyorsun?’ dediler, ona hür ve müşrik birini arzettiler. Bunun üzerine âyet-i kerime nazil oldu.

 

Te’vilâtı’n Necmiyye’den...

Bu âyet-i kerimede şu işaret vardır:

Dinin sıla-i rahmi, Müslümanları korumaya yapışmak, küfrün ipini birleştirip kafirleri korumaktan hayırlıdır.

وَلَوْ اَعْجَبَتْكُمْ Her ne kadar onlarda hevanın güzel gördüğü ve nefsin iştahını açan, hoşunuza giden şeyler olsa da…

اُولٰٓئِكَ يَدْعُونَ اِلَى النَّارِ çünkü onlar cehenneme çağırır zira cehennem şehvetlerle çevrilmiştir.

Allah’ın ﷻ emirlerine imtisal edip, hoşunuza giden şeyleri terk etmeyi kerih görseniz de, وَاللّٰهُ يَدْعُٓوا اِلَى الْجَنَّةِ وَالْمَغْفِرَةِ بِاِذْنِهٖ Çünkü cennetin etrafı kerih görülen şeylerle çevrilmiştir.

وَيُبَيِّنُ اٰيَاتِهٖ لِلنَّاسِ Yani misak ahdini, O’nun lütuflarından müşahede ettiklerini ve vasıta olmaksızın gördüklerini unutan kullarına, her şeyde lütuflarının eserlerini izhar eder.

لَعَلَّهُمْ يَتَذَكَّرُونَ Müşahede ettiklerini hatırlar, gözleriyle bizzat gördüklerine iştiyak duyar, az bir şeyle aldanmazlar.

 

Belagat

• مُؤْمِنَةٌ ile مُشْرِكَةٍ arasında mukabele vardır.

• Kadına ve erkeğe ayrı ayrı nehyin gelmesi, itnabın iygal bölümüdür. Ehemmiyetini vurgulama nüktesine binaen tekrar edilmiştir.

• يُبَيِّنُ , يَدْعُوا’ya atfedilmiştir. Yani; açıklayarak, izah ederek hayra davet eder ki onu basiretle telakki edip, ziyadesiyle kabul etsinler.

• Allah’ın ﷻ cennet ve mağfirete daveti ile, onların ateşe daveti, mukabeledir.

İki davet fiili de aslında, teşvik etmek, sebep olmak anlamında istiaredir.

Davet güzel yerlere olur. Onların ateşe daveti istiare-i tahakkümiye, Allah’ın ﷻ cennete ve mağfirete daveti istiare-i telmihiyedir.

Müşrikler insan şeytanı oldukları için, şeytanın cehenneme çağırdığı gibi ateşe çağırırlar. Davet lazım, melzum oraya girmelerini sağlamaktır.

• Usul-ü fıkıhta, حَتّٰى  edatı mefhumu gaye ifade eder. Yani ‘İman edinceye kadar’ dendiğine göre işari olarak ‘Evlenelim sonra düzelir’ düşüncesinin yanlışlığını gösterir.

• لَوْ şart edatı mazi üzerine geldi, yani ‘Hoşunuza gitmesi mümkün değil ama velev ki gitti’ manasındadır.

• Daha önce 219. âyette ‘Umulur ki tefekkür edersiniz’ buyrulmuştu. Bu âyette de neyi tefekkür etmemiz gerektiği söylendi.

Bakara Sûresi 222. Ayet

وَيَسْـَٔلُونَكَ عَنِ الْمَحٖيضِؕ قُلْ هُوَ اَذًىۙ فَاعْتَزِلُوا النِّسَاءَ فِي الْمَحٖيضِۙ وَلَا تَقْرَبُوهُنَّ حَتّٰى يَطْهُرْنَۚ فَاِذَا تَطَهَّرْنَ فَأْتُوهُنَّ مِنْ حَيْثُ اَمَرَكُمُ اللّٰهُؕ اِنَّ اللّٰهَ يُحِبُّ التَّوَّابٖينَ وَيُحِبُّ الْمُتَطَهِّرٖينَ

222- Sana kadınların ay halinden soruyorlar. De ki: ‘O bir eziyet ve pisliktir. Onun için hayız zamanında onlarla cinsi münasebette bulunmayın. İyice temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın. Temizlendikten sonra Allah’ın emrettiği şekilde onlara yaklaşın. Allah çok tevbe edenleri sever, çok temizlenenleri sever.

 

Allah, Âdem’in (a.s) kızlarına kesb ve irade dışı hayızı takdir buyurdu. Ve bunu hem erkeklere, hem kadınlara bir imtihan yaptı. Kadınlara eziyet olarak, erkekleri de o muayyen vakitlerde onlardan ayırarak imtihan etti. Bu hükümde de nefse geçici bir sansür koyulup, hevanın hızını kesmek, isteklere gem vurmak, irade terbiyesi gibi birçok hikmetler, lütuflar bulunmaktadır. Tıbbi olarak da damarların açık bulunduğu bu hassas devrede, mikroplanmayı önlemek, tiksintinin oluşmaması gibi nice hikmetler vardır.

Hayız

الحَيْضُ kelimesinin aslı akmaktır. Havuza bu sebeple الحَوْضُ denmiştir. Çünkü su, havuza akmaktadır. Araplar, aynı cinsten oldukları için vav’ı yâ harfinin yerine; yâ’yı da vav’ın yerine kullanılar.

الْمَحٖيضِ kalıbı bazen ismi mekân ifade eder. Bazen de masdar manasına gelir. İsm-i mekân manasına kullanılması, masdar anlamına kullanılmasından daha çok olmakla beraber, الْمَحٖيضِ ikisi arasında müşterek kabul edilir.

İki mana arasında müşterek olan bir lafzı o manalardan birine hamletmek bir mahzur doğurursa, mahzur olmayan ikinci manaya hamledilir. Birinci الْمَحٖيضِ lafzı ile hayız, ikinci الْمَحٖيضِ lafzı ile hayız mahallinin murad edilmesi de caizdir. ‘Kadınların hayız mahallinden uzak durun.’

‘اَذًى - Eza’ kelimesi, hoşa gitmeyen her şeye delalet eder.

Hayız kanı, rahim yoluyla kadının bünyesinin dışarı attığı, bozulmuş bir kandır. Bu kan atılmazsa kadın hasta olur. Bu kan, idrar ve büyük abdest gibi bir şeydir, bir sıkıntı ve pisliktir. Bu dönemde kadındaki tenasül yolları, kuvvetlenmesi için hazırlık dönemindedir. Bu dönemdeki beraberlik kendisine sıkıntı verir, zaaf ve hastalıklara sebep olur.

Nutfe hayız kanıyla karıştığında, yumurtalıklar henüz elverişli hale gelmeden önce çocuğun yaratılışı başlamış olur. Doktorlar, hayız döneminde oluşmaya başlayan ceninin cüzzamlı dünyaya geleceğini veya doğduktan sonra cüzzama yakalanacağını söylemişlerdir.

İstihâze kanı böyle değildir. Bu kan, rahmin derinliklerinde bulunan ve patlayan damarlardan akan, bozuk olmayan bir kandır. Hz. Peygamber ﷺ istihâze kanını vasfederken, ‘Bu, rahimde patlamış damarların kanıdır’ buyurmuştur. Dolayısıyla bu bir eziyet sayılmaz.

Kadın, hayız ile buluğa ermiş kabul edilir. Ebû Hanife hayzın en az müddetinin üç gün üç gece olduğunu, daha az olursa, bunun istihâze olduğunu, en fazla ise on gün olduğunu söylemiştir.

‘Hayızın en azı üç, en çoğu on gündür.’ Hadîs-i Şerîf

Hz. Peygamber ﷺ, kadınlar hakkında, ‘Aklı ve dini noksan olmasına rağmen en akıllı erkeklerde bile akıllarına hakim olan kadınlar gibi bir varlık görmedim’ buyurdu.

‘Onların dinlerinin noksanlığı nedir?’ denildiğinde, ‘Onlardan her biri günlerce ve gecelerce (hayız sebebiyle) namaz kılmazlar’ demiştir. Günler, ifadesinin en azı üç, en çoğu on gündür. Çünkü ‘eyyam / günler’ lafzı, üç ile on arası sayılara mahsustur.
 

Hayız esnasında haram ve mubah olan husus

‘Hayızlı dönemlerinde kadınlardan ayrılın’ cümlesi hükmün illet üzerine tefridir (dallandırma). ‘اِعْتَزَلَ - İtizal’ kadınlarla birlikteliği terk etmekten kinayedir.

‘Nisa’ mer’e’nin çoğuludur, müfredi yoktur. Burada kadınlardan murad eşlerdir. (Umum kadınlar, husus eşleriniz. Mecaz-ı mürsel)

Hayız süresi içinde cimâ haram, kadının göbeğinin üst kısmı ile diz kapağı altındaki kısımlardan yararlanmak ise helâldir.

وَلَا تَقْرَبُوهُنَّ ‘Onlara yaklaşmayın’ ‘onlarla cima etmeyin’ manasında kinayedir.

Veya فَاعْتَزِلُوا النِّسَاءَ فِي الْمَحٖيضِ ifadesi kanın çıktığı yere yaklaşmayın. وَلَا تَقْرَبُوهُنَّ cümlesi ise o yere yakın olan yerlerden istifadeyi nehyeder. İmamı Malik, İmamı Şafi ve fakihlerin çoğuna göre, koca, hayız bittiği zaman, ancak kadının gusletmesinden sonra yaklaşabilir.

Ebû Hanife’ye göre, kadın on günden az müddet içinde temizlenirse, gusletmedikçe kocası yaklaşamaz. Eğer on gün sonunda temizlenmiş ise, kadın gusletmeden eşiyle münasebette bulunabilir.

Bütün âlimlere göre hayızlı bir kadının namaz kılması, oruç tutması, Kâbe’yi tavaf etmesi, mescide girmesi, Kur’ân’a el sürmesi veya okuması haramdır. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: ‘İddetli kadın ve cünüp olan, Kur’ân’dan hiçbir şey okuyamaz.’ Tirmizî, İbn Mâce

Hanefilere göre, bir kılıf içindeki Kur’ân’a el sürmek ve taşımak hayızlı ve cünüp için mümkün ve câizdir. Yine ilimle uğraşan kimse, tefsir, hadis ve fıkıh kitaplarını zarûret yüzünden elbisesinin yeniyle veya eliyle tutabilir.

Hiç bir hayızlı veya cünüp mescide giremez. İbn Mâce, Dârimî

Nifaslı ve hayızlı kadınlar mîkata gelince guslederek ihrama girerler ve Beytullah’ı tavaf hariç bütün menâsiki îfa ederler. Hadîs-i Şerîf
 

Temizlendikten sonra Allah’ın emrettiği şekilde onlara yaklaşın.

‘تَطَهَّرْنَ’ kelimesinin ikinci şart olarak gelmesi, bu ezanın suyla giderilmesine ve gusle delalet eder. Çünkü ‘tetahhur’ sigası muameleyle temizliği ifade eder. Tefeul babı olduğu için çok titizlikle yapılması gerektiğini gösterir. Ağız ve burun dış azalardan sayılarak yıkanmalarının farz oluşu bu siganın mübalağa manası katmasındandır. Eğer su bulunmazsa teyemmüm gusletmenin yerine geçer.

‣ Onların ferçlerine yaklaşın demektir. Allah’ın emrettiği yer burasıdır. Çünkü حَيْثُ lafzı, mekân ifade etmede hakikat, diğer manalarda mecazdır.

‣ ‘Onlara, cima edilmeleri helâl olduğu vakit yaklaşın’ demektir. Bu da, kadınlar oruçlu değilken, itikâfa çekilmemiş ve nikahları haram olmadığında olabilir.

‣ ‘Onlara, günaha girmeden, helâl taraftan yaklaşın’ demektir.

Ters ilişki, sağlığa çok zararlıdır. Aids’in ters ilişkide bulaşma ihtimali üç kat daha fazladır. Çünkü bu bölgede çok fazla kan damarı bulunur. Ayrıca hemoroid’in artmasına yol açar.
 

Allah çokça tevbe edenleri sever. Ve çokça temizlenenleri sever.

‘Tevbe edenler’in zikredilmesi, ‘Emre imtisal niyeti sizin için temizliğin sağlanmasından daha büyüktür’ manasında, tevbenin büyüklüğünü ifade eder, idmaçtır.

 التَّوَّاب; tevbeyi çokça yapan demektir. Tevbeleri çok kabul edici olması itibariyle bu vasıf Allah hakkında da bazen kullanılabilir.

Günahkar olmayan kimsenin de tevbe etmesi gerekir. Çünkü mükellef, kusur etmeyeceğinden kesinlikle emin olamaz. Her halükârda, kusurunu giderebilmesi için tevbe etmesi gerekir. Ayrıca ‘tevbe’ dönmek manasındadır. Kulun Allah’a dönmesi ise, her halükârda güzeldir.

‘Allah çokça tevbe edenleri ve çokça temizlenenleri sever’ cümlesi, hayızlı zamanda münasebetin men edilişinin, onların tertemiz olmaları için, kendi menfaatlerine olduğunu muhataplara rıfkla bildirmektedir.

Bu cümlenin ‘Kadınlarınız tarlanızdır’ kavliyle ‘temizlendikleri zaman’ kavli arasında itiraz cümlesi olduğu da söylenmiştir.

Bu temizlikten murad, günahlardan ve isyanlardan uzaklaşmaktır. Çünkü tevbe eden, önce kötü fiilleri işleyip, sonra terk edendir. Halbuki ‘mütetahhir / temizlenen’ bunlardan uzak kaldığı için, hiç işlememiş kimsedir. Çünkü günah ruhanî bir pisliktir. Cenâb-ı Hakk, “Müşrikler ancak, pisliktirler” (Tevbe, 28) buyurmuştur. Günahı terk etmek, ruhanî temizliktir. Allahu Teâlâ bütün kusur ve çirkinliklerden münezzeh olduğu için, ‘Tâhir ve Mutahhar’ diye vasfedilmiştir.

Veya bu temizlik ‘kadına hayızlı iken ve tersten yaklaşmayanları sever’ manasındadır.

‘فَاِذَا تَطَهَّرْنَ / İyice temizlendiklerinde’ şartı, temizlenmemizi emretmiş, bu temizliği yapanı medhederek, وَيُحِبُّ الْمُتَطَهِّرٖينَ buyurmuştur.

İbn Ömer (r.a) anlatıyor: Biz, Allah Resûlünün bir tek oturuşta yüz defa ‘رَبِّ اغْفِرْلِى وَتُبْ عَلَيَّ اِنَّكَ اَنْتَ التَّوَّابُ الرَّحِيمُ / Rabbim! Beni bağışla ve tevbemi kabul et; çünkü sen, gerçekten tevbeleri kabul eden ve merhamet edensin!’ dediğini sayardık.
 

Temizlik

Temizlik imanın yarısıdır. Hadis-i Şerif

Hz. Osman şöyle anlatıyor: Resûlullah’ın ﷺ huzurunda abdest alan biri vardı. Bu sırada Resûlullah ﷺ güldü. ‘Niçin güldünüz ya Resûlallah?’ dedim. Resûlullah ﷺ ‘Allah’ın abdest alan kuluna ikramına güldüm. Abdest alıp azalarını yıkayan her kul, ne zaman bir uzvunu yıkarsa o uzuvdan su ile beraber günahlar dökülür’ buyurdu.

Taharetin dört mertebesi vardır:

1- Azaları haramlardan ve günahlardan temizlemek

2- Kalbi kötülenen ve sevilmeyen sıfatlardan temizlemek

3- Kalbi Allah’tan ﷻ başkasının sevgisinden temizlemek

4- Bedeni zahiri pisliklerden temizlemek, abdest ve gusül almak.

Zahiri temizliğin kalpteki nurun parlamasında büyük etkisi vardır. Resûlullah ﷺ ‘Abdest üzerine abdest almak nur üstüne nurdur’ buyurmuştur. Kalbin mârifetlerinin tesirleri, azalar üzerine aktığı gibi zahiri temizliğin de batın üzerinde tesiri büyüktür.

Allah’ın müslüman üzerindeki haklarından biri de, o müslümanın bütün başını ve vücudunu yıkamak sûretiyle her yedi günde bir gusül etmesidir. Hadîs-i Şerîf

Önceden üzerindeki necâseti yıkamak ve gusul, yedi kere idi. Mi’rac gecesinde bire indirildi.

Gusülsüz yere basmak, bereketi giderir. Cünüp kimse ile yemek yemek gam verir.

Haftada bir gusül almak vâciptir.

Vücutta statik elektrik denge vardır. Bu elektriksel yük öfkelenince normalin 4 katına, cünüp olunca 12 katına çıkar. Günümüzde kızılötesi ışınlarla derinin fotoğrafları çekilmiş, ilişkiden sonra vücudun bütün yüzeyinin fazla statik elektrik tabakasıyla örtüldüğü tespit edilmiştir.

Yıkanınca su zerreleri, olumsuz elektrik gerilimini alarak, vücudu topraklayıp, yeniden normale döndürüyor. Bu açıdan gusül, tıbbî yönden de yapılması gereken bir temizliktir.

 

Sebeb-i Nüzulü

Yahudi ve mecûsiler, kadın hayızlı iken, ondan son derece uzak duruyorlardı. Hristiyanlar hayızı önemsemeden, kadınlarla birlikte oluyorlardı. Câhiliyye dönemindekiler ise, kadın hayızlı olduğu zaman, onunla aynı sofraya oturmuyor, verdiği şeyleri içmiyor, aynı yatakta yatmıyor, aynı çatı altında barınmıyorlardı.

Bu âyet nâzil olunca, müslümanlar âyetin zahirine sarılarak, hayız olan kadınları evlerinden çıkarttılar. Bazıları, ‘Yâ Resûlallah! Soğuk çok fazla, elbiselerimizse çok az! Elbiseleri, dışarı attığımız kadınlara versek, evde kalanlar üşür; elbiseleri kendimize alsak, hayızlı olan kadınlar soğuktan ölürler!’

Bunun üzerine Peygamber ﷺ,‘Kadınlar hayızlı oldukları zaman, ben size kadınlarla cinsi münasebet yapmamanızı emrettim; acemlerin yaptığı gibi onları evlerinizden çıkarmanızı emretmedim’ buyurdu.

Yahudiler bunu duyunca şöyle dediler; ‘Bu adam bize muhâlif davranmadığı hiçbir mesele bırakmıyor.’

 

Te’vilâtı’n Necmiyye’den...

اِنَّ اللّٰهَ يُحِبُّ التَّوَّابٖينَ وَيُحِبُّ الْمُتَطَهِّرٖينَ Yani nefsini menhiyattan muhafaza edenleri, emirlerle terbiye edenleri sever.

Zahirde kadınlar için hayız, namaz ve oruç noksanlığına sebep olduğu gibi, erkeklerin de batında namazlarını ve oruçlarını noksanlaştıran hayız dönemleri vardır. Namazdaki eksiklikleri münacaatı tam yapmamaları, oruçtaki eksiklikleri nefsin iştahlandığı şeylerden kendilerini tutmamalarıdır. Hayız döneminde nasıl ki dem akar, bunun gibi heva da beşeri isteklerin ve insani ihtiyaçların galebe etmesidir. Heva ne zaman galebe etse, safa bulanır, eza hasıl olur. ‘Hevadan bir katre, safadan bir denizi bulandırır.’

O zaman nefis, zahiren namaz ve oruçla iştigal ediyor görünse de, hakikatte namazdan ve oruçtan men edilmiştir. Çünkü zahiri hayzın eziyeti, zahiri yakınlığa manidir, manevi yakınlığa engel olmaz. Ama manevi hayızın eziyeti manevi yakınlığa engeldir, zahiri yakınlığa mani değildir.

وَلَا تَقْرَبُوهُنَّ حَتّٰى يَطْهُرْنَ Yani heva galebesinden, zaruret miktarı yeme, içme, evlenme ile yetinerek temizleninceye kadar nefislerinizden ayrılın. Tevbe, inabe ve istiğfar suyuyla temizlenince kurbet talebindeki huzura dönün. Allah varlık vasıflarından tevbe edenleri ve mabudun ahlâkıyla temizlenenleri sever.

 

Belagat

• فِي , فِي الْمَحِيضِ ’nin mecruru hazfolmuş ‘vakit’ kelimesidir. Yani ‘hayız zamanında.’

فَاعْتَزِلُوا النِّسَاءَ فِي الْمَحٖيضِ Hayız esnasında kadınlardan ayrılın’ emrinin tekidi gibidir. Bu ifade, öncesini tekit ettiği için muktezayı zahire göre atıfsız gelmesi gerekirdi. Fakat muktezayı zahire muhâlif olarak, ‘yaklaşmayın’ nehyine ihtimam için atıfla gelmiştir.

• ‘Onlara gidin’ emri, nehiyden sonra geldiği için ibaha ifade eder, münasebetten kinayedir. مِنْ ibtidaiye içindir.

• Önceki âyetlerde insana dair sosyal bir konudan bahsederken, bu âyette de fiziksel durumdan söz etti.

Dal bid delalesiyle, hürriyetin sınırsız olmadığını anlıyoruz. Başkasının zararına olan bir şey hürriyet adına kimseye helal olmaz. Normal zamanda helal olan bir şey, kadınların özel zamanında haram olması bunu gösterir.

Delalet-i tazammuniyesi ile, dengeli olmanın önemini gösterir. Cahiliyedeki gibi tamamen ayrılmayın, tefrite düşüp o dönemde beraber de olmayın.

• ‘Allah’ın ﷻ size emrettiği yerden’ buyruğu sıfatlı kinayedir. Yanlış anlamayı önleyen, itnabın tekmil ve ihtiras kısmıdır.

• Tevbe ruhani temizlik, diğeri ise cismani temizliktir. Burada maddi ve manevi temizlik cem olunmuştur. (Vasıl, tezayuf)

• يُحِبُّ الْمُتَطَهِّرٖينَ derken الْمُتَطَهِّرٖينَ kelimesi tefeül babındandır. Lazım, temizlenenler, melzum hemen gusül alanlar, manasındadır.

• Allah ﷻ sever; lazım. Melzumu: Sevginin gerekliliğini yapar; korur, nusret verir, zararı önler, faydasını sağlar.

Allah sevgisinin gelmesi de, manevi temizlikle mümkündür. (İstiare-i vefakiye)

Bakara Sûresi 223. Ayet

نِسَاؤُكُمْ حَرْثٌ لَكُمْࣕ فَأْتُوا حَرْثَكُمْ اَنّٰى شِئْتُمْؗ وَقَدِّمُوا لِاَنْفُسِكُمْؕ وَاتَّقُوا اللّٰهَ وَاعْلَمُوا اَنَّكُمْ مُلَاقُوهُؕ وَبَشِّرِ الْمُؤْمِنٖينَ

223- Kadınlarınız (çocuk yetiştiren) tarlalarınızdır. Siz dilediğiniz şekilde tarlanıza (ön tarafa) yaklaşın. Kendiniz için bir şeyler hazırlayın (hayırlı evlatlar yetiştirin). Allah’tan korkun ve her halde ona kavuşacağınızı bilin. Sen de mü’minleri müjdele!

 

Allah ﷻ insanlığın anneleri olan kadınları neslin tertemiz olması için özelleştirmiştir. Sadece bir zevce tahsis etmiş, hem fıtri, hem hükmi olarak namusuna, ırzına zarar verecek her şeyden hıfzı muhafaza etmiş, dürrü yekta gibi bir sedef kılmış, nikah akdiyle ona sevgi, şefkat besleyecek bir erkeğe tahsis kılmıştır. Cennet kadınlarını ‘bakışlarını sırf kocalarına hasretmiş’ sıfatıyla överek, kadının en değerli vasfının, namus olduğunu vurgulamıştır.

Şimdi kocalara hitap ederek, ‘Kadınlarınız tarlalarınızdır’ buyuruyor.

Yani size ait bir tarla düşünün. Verim almak için ne kadar itina göstermek gerektiğini anlayın.

Bu âyet, “Onlara Allah’ın emrettiği yerden gelin” âyetinden ikinci tezyil cümlesidir. Bu yasaklamanın, hayız döneminde kısa bir müddetle olup, onların faydası için olduğunu bildirir.

‘Kadınlarınız tarlanızdır’ kavli, ‘tarlanıza dilediğiniz şekilde gelin’ kavlinden mukaddimedir. Diledikleri şekilde gelebileceklerindeki illeti bildirir.

 

Kadınlar sizin tarlanızdır.

Yani ‘Sizin çocuk ekip diktiğiniz tarlanızdır.’ Bu teşbih yoluyla anlatımdır. Kadın yeryüzüne; nutfe tohuma; çocuk da yerde biten bitkiye, hars (ekini toprağa ekme) nutfeyi rahime ilka etmeye benzetilmiştir. Vechi şebe, her ikisinde de hasılatın olmasıdır.

حَرْثٌ masdardır. Bundan dolayı, müfred (tekil) getirilmiştir. Buna göre mana, ‘Kadınlarınız, sizin ekim yerlerinizdir. Siz oralara çocuk ekip biçersiniz’ şeklinde olur. Bu manaya göre, muzaf hazfedilmiştir. Bazen bir şeyin mekânı, mübalağa ifadesi için, o şeyin ismiyle, masdarıyla da adlandırılabilir. مَحْرَثَهُ ‘Ekip biçeceği yer’ anlamındadır.
 

Nereden isterseniz

اَنّٰى burada كَيْفَ manasındadır.

Tarlaya geliş ile, kişinin hanımına geliş yönü tek olduktan sonra, hiçbir engel ve güçlük olmaksızın dilediği şekilde gelebileceği kinaye edilmiştir.

‣ Koca, hanımına ön tarafından öne ve arkadan öne yaklaşması arasında muhayyer bırakılmıştır. اَنّٰى شِئْتُمْ ‘Nasıl isterseniz’ ifadesi, bu manadadır.

‣ Kocanın hanımına önden veya arkadan, ister ayakta, ister çömelmiş, ister yan yatmış olsun, yaklaşması caizdir.

‣ Bunun manası, ‘Helâl olan vakitlerden dilediğiniz vakitte’ yani, ‘Kadın yabancı veya oruçlu yahut da hayız olmadığında, gece ya da gündüz ne zaman isterseniz’ demektir.

‘Kadınlarınız sizin tarlanızdır, nasıl isterseniz öyle gelin’ cümlesi, cimanın mubah olma sebebine dikkat çekmedir. Sanki şöyle denilmektedir: ‘O kadınlar, sizin tarlanız olup, onlardan çocuklarınız doğduğu için, onlarla münasebette bulunmanız meşru kılındı. Bu nedenle ekin (çocuk) elde etmek için, tarlanıza geliniz, ekin ekilecek yerin dışına geçmeyiniz.’

Bir adam Hz. Peygamber’e, kadınlara ters taraftan yaklaşmanın hükmünü sormuş, Hz. Peygamber ﷺ de, helâl olduğunu söylemiş. Adam dönüp giderken, Hz. Peygamber adamı geri çağırmış ve ‘Sen ne söyledin? Senin sorun, iki tarafın hangisi hakkındadır? Önden ise evet; arkadan öne ise yine evet; ama arkadan makata ise, hayır... Allah, hakkı bildirmekten utanıp çekinmez’ demiş ve şöyle buyurmuştur: “لَا تَأْتُوا النِّسَاءَ فِى اَدْبَارِهِنَّ / Sakın kadınlarınıza makatlarından yaklaşmayınız.”

Bir başka hadiste de Efendimiz ﷺ şöyle buyurmuştur: ‘Kim kadına arkadan yaklaşırsa melundur.’ İmam Ahmed, Ebû Davûd
 

Kendiniz için bir şeyler hazırlayın (hayırlı evlatlar yetiştirin).

وَقَدِّمُوا ’daki meful, zahir olması sebebiyle fazla sözden sakınmak için hazfedilmiştir. Buradaki takdim hasenatın hazırlanmasıdır ve yolcunun hazırladığı eşya menzilesindedir.

‘Kendiniz için takdim yapın’ yani, ‘Şehvetinizi yerine getirme hevesinde olmayın, taât sunma hevesinde olun.’ Sonra, bu hususu ‘Allah’dan ittika ediniz’ emriyle, ardından ‘ve mutlaka O’na kavuşacağınızı bilin’ buyruğu ile tekid etmiştir. Peş peşe getirilen bu üç tehdit, kendisinden önce leziz ve arzu duyulan bir şey yasaklandığında uygun düşer.

Nefisleriniz için gönderin;

1- Kadınlarınıza yaklaşırken çocuk talep etmeye, salih evlatlar istemeye çalışın! Böylece geleceğinizi garanti altına almaya, gelecekte söz sahibi olmaya çalışın. Allah’ın Resûlü ﷺ şöyle buyurur:

‘Âdemoğlunun ölünce ameli kesilir, ancak şu üç şey hariçtir: Kendisine dua edecek salih bir evlat, sadaka-i câriye, ölümünden sonra faydalanılacak bir ilim.’

2- Eşinizle birleşme esnasında Rabbinize dua edin.

3- İffetli kadınlarla evlenerek geleceğinizi teminat altına alın.
 

Allah’tan korkun ve bilin ki; muhakkak O’na kavuşacaksınız.

‘Yasak olan şeyleri bırakın.’

Takva; sözlerinden hiçbir mahlukun, fiillerinden hiçbir meleğin, sırrından da arş meleklerinin rahatsız olmamasıdır.

Âyette şuna işaret vardır: ‘Ben, sizi öldükten sonra dirilme, mahşerde bulunma ve hesap vermeniz için, taâtları yapıp, haramları bırakma hususundaki meşakkatlere katlanmakla mükellef tuttum.’

Buradaki üç cümle zahirdeki tertibinin aksine gelmiştir. Muktezayı zahire göre, önce Allah’a ﷻ kavuşulacağının bilinmesi, sonra takvayla emredilmesi, sonra nefisler için hazırlık yapılmasının emredilmesi gelmeliydi. Fakat muktezayı zahire muhâlif olarak, ceza gününe hazırlığın öne alınması için önce onunla başlanmış, takva da bu hazırlığın bir parçası olduğu için ardından ‘Allah’tan ﷻ korkun’ cümlesi gelmiştir. Sonra da talil menzilesinde Allah’a ﷻ kavuşacakları hatırlatılmıştır.

“Mü’minleri müjdele.” ‘Özellikle mü’minleri mükâfat ve ikramla müjdele’ demektir. Malum oldukları için, âyette ‘ikram’ ve ‘sevab’ (mükâfat) lafızları zikredilmemiştir.

 

Sebeb-i Nüzulü

Yahudiler ‘Kim, hanımının fercine arka taraftan yaklaşırsa, çocuğunun gözleri şaşı ve sakat olur’ diyor, bunun Tevrat’ta bulunduğunu söylüyorlardı. Hz. Peygamber’e bu konu anlatılınca; ‘Yahudiler yalan söylüyor’ buyurdu ve âyet-i kerime nazil oldu.

Hz. Ömer, Hz. Peygamber’e gelerek: ‘Yâ Resûlallah ben mahvoldum!’ dedi ve böyle bir şey yaptığını söyledi. Bunun üzerine de Allahu Teâlâ bu âyet-i kerimeyi inzal buyurdu.

Ensar hanımlarının arka taraftan olmak üzere, fercinden cinsî münasebette bulunmayı hoş görmüyorlardı. Bu düşünceyi de, yahudilerden almışlardı. Muhacirler ise, bunu yapıyorlardı. Ensar bunu onlara çok gördü. Bu sebepten dolayı da, âyet-i kerime nazil oldu.

 

Te’vilâtı’n Necmiyye’den...

İnsanlar üç nev’idir: Avam, havas ve havassü’l has.

Avam; hakikatten gaib ehli olduklarından kendi benzerleriyle sükun bulmaları onlara mubah kılınmıştır. Onlara ‘Kadınlar sizin tarlanızdır. Nereden isterseniz tarlanıza gidin’ denmiştir.

Havas; huzur vasfı üzere olduklarından, kendi benzerleriyle sükun bulmaları onlara haram kılınmıştır. Onlara “Allah de, sonra onları bırak” (Enam, 91) denmiştir.

Havassü’l has’a gelince; onlar baliğ adamlardır, hakikat âlemine vasıl olanlardır, Hakk’ın halifesi olma hasebiyle Allahu Teâlâ’dan gayrısında tasarruf edenlerdir. Onlar ricalullah’tır. Enbiya ve evliyanın seçkinleridir, Allah ﷻ ile kaimdirler, Allah’ın ﷻ izniyle Allah’a ﷻ davet ederler. Diğer insanlar için dünya ahiretin tarlası olduğu gibi, onlar için de hem dünya hem ahiret bir tarladır. Oranın neresinde isterlerse, nasıl isterlerse ekerler. Ancak onları dilemesi, Allah’ın ﷻ meşietinde fani olmuş, onların tasarruflarındaki kudretleri Allah’ın ﷻ kuvvetiyle beka bulmuştur.

 

Belagat

• نِسَاؤُكُمْ حَرْثٌ لَكُمْ cümlesi teşbih-i beliğdir. Kadınlar tarlaya, rahimlere bırakılan nutfe tohuma benzetilmiştir.

Nasıl ki, tarla insanın ayağının altındadır, tariz olarak kadınların eşlerinden aşağı olmasına, mütevazi davranmalarına işarettir. Bir toprak gibi yumuşak olmalıdır. Toprak gibi hataları örtmeli, kötülüğe iyilikle karşılık vermeli, insanı madden-manen doyurmalıdır.

Yine kadının toprak gibi insanın elektriğini alıp sakinleştirici olması gerektiğine işarettir.

Tarlanın çalınacak zili, duvarı yoktur. Hanımlar da eşlerine duvar örmemeli, her zaman ulaşılır olmalıdır. Tarlanın sınırı bellidir. Hanımlar eşleri dışındakilere sınır koymalıdır.

Tarla gayrı menkuldür, yerinden kımıldamaz. Kadınların da daima evlerinde sabit olmalarına işarettir. Gezen kadından ne alim, ne abid olamaz. “Evlerinde vakarla otursunlar.” (Ahzab, 33)

Eşler de bahçıvanın tarlaya gösterdiği ilgi gibi, hanımlarına yaklaşmalıdır. Sevgiyle sulamalı, hatalarını çapalamalı, kötü huylarını ilaçlamalıdır. Başıboş bırakılırsa yabani otlarla dolacağını unutmamalıdır. Toprak yumuşaktır. Az bir bakımla hemen yeşerir, ürün verir. Beylerin çok kırıcı, sert hareket etmesine gerek yoktur.

Tarlanın verimi bulunduğu yere, yüksekliğe göre değişir. Hatta bazı yörelerde senede iki kez ürün ekilip, hasat kaldırılır. Eşler de hanımının yöresine, kültürüne dikkat etmelidir. Urfa’daki tarlaya çay, fındık ekilirse yetişmez. Her metod, her kadında aynı sonucu vermez.

Tarlaya emek verilirse güzel ürün alınır. Erkek de hanımına sevgi, saygı, ilgi, eğitim yatırımı yaparsa, o hanımın kıymetli çocuklar yetiştirmesi mümkün olur.• وَاعْلَمُوا اَنَّكُمْ مُلَاقُوهُ Ona kavuşacağınızı bilin lazım, başıboş olduğunuzu sanmayın, yaptıklarınızın hesabını vereceksiniz melzumdur.

Bakara Sûresi 224. Ayet

وَلَا تَجْعَلُوا اللّٰهَ عُرْضَةً لِاَيْمَانِكُمْ اَنْ تَبَرُّوا وَتَتَّقُوا وَتُصْلِحُوا بَيْنَ النَّاسِؕ وَاللّٰهُ سَمٖيعٌ عَلٖيمٌ

224- Allah'ı; yeminlerinizden dolayı, iyilik etmenize, ittikâ etmenize ve insanlar arasını bulmanıza engel yapmayın. Allah hakkıyla işitici, kemâliyle bilicidir.

 

İster eşler arasında, ister diğer insanlarla bir anlaşma veya bir bozuşma yaptığınızda fikir değiştirip affetmeniz, anlaşmayı bozmanız, hayırlı ve dindarlığa daha uygunsa o yemini bozup keffâretini vermek gerekir. ‘Yeminlerinizi kalkan edinmeyin’ nazmı celili bu gerçeği ifade eder.

İnsanın kendi kararları, kendi iç güdüleri, kendi prensipleri yemin bile olsa putlaştırılmamalı. Kulluk, iyilik, af için hiçbir siperin arkasına saklanıp sıvışmamalı. Bu, Allah üzerine yapılan yemini bile aşıp geçerse geride aşıp geçecek bir şey kalmaz. ‘Sana borç verirdim ama yeminliyim, yemin ettim ayak basmam’ mazeretleri geçersizdir.

Allah’ı; yeminlerinizden dolayı, iyilik etmenize, ittikâ etmenize ve insanlar arasını bulmanıza engel yapmayın.

Yeminin şer’i manası bir şeyi yapmak veya yapmamak hususunda iki ihtimalden birisini kuvvetlendirmek için Allah ﷻ adına yapılan ‘Vallahi, billahi’ gibi kasem veya boşama, köle azad etme vb. bir şeye bağlamak sûretiyle yapılan anddır.

Yeminin sebebi, bir işi yapıp-yapmamayı istemektir. Hükmü; yemin edenin yeminini bozmaması, bozarsa keffâretini vermesidir. Şartı;  yemin edenin müslüman olması, mükellef olması ve yemin ettiği şeyin aklen mümkün olup yemininde durabilmesidir.

Bununla beraber, dini bir fayda varsa yemin bozulur ve keffâreti ödenir. Mesela ‘Vallahi bugün öğlen namazını kılmam’ diye yemin etse, yeminini bozması vâciptir. Çünkü Efendimiz ﷺ ‘Kim bir şey üzerine yemin eder de başka bir şeyi yemin ettiği şeyden hayırlı görürse, hayırlı olanı yapsın. Yemininden dolayı keffâret versin’ buyurmuştur.

Yemin keffâretinin miktarı on fakiri orta derecesi ile doyurmak, ya da bir köle azad etmektir. Bunlara gücü yetmeyen üç gün oruç tutar.

عُرْضَةً ortaya konup arz edilen şey, mania, engel... anlamına gelir. Kelimenin esas manası, yola enlemesine konulan ve insanların gidiş gelişlerine mâni olan şey demektir. فُعْلَةٌ vezninde olup meful manasına gelir. Herhangi bir şeye karşı ve ona engel olan her şeye عُرْضَةً denir. Güneşin görünmesine engel olduğu için buluta da عُرْضَةً denir.

Allah’ın yüce isminin, yemin ile elde edilecek dünyevi istek ve değersiz arzulara kavuşmaktan münezzeh olduğuna inandığı için yemin etmeyi bırakmak, en büyük iyilik çeşitlerindendir.

Takva, insanın Allah’a olan tazimini zedeleyecek bir şeyin kendisinden sâdır olmasından korkmasıdır.

İnsanların arasını bulmanın manası ise şudur: İnsanlar onun doğru söylediğine ve kötü maksadlardan uzak olduğuna inanırlarsa, sözünü kabul ederler. Böylece de onun vasıtası ile sulh meydana gelir.

‘Muhakkak Allah ﷻ her şeyin iyilikle yapılmasını farz kıldı. Öyleyse (zina veya kısastan dolayı) birini öldüreceğiniz de eziyet etmeden (süratle) öldürünüz. Boğazlayacağınız hayvanı da güzel kesiniz. Sizden biriniz (kesmek istediği zaman) bıçağını keskinleştirsin (gözlerini ve ayaklarını bağlayarak) hayvanın rahatını sağlasın.’ Hadîs-i Şerîf
 

Az yemin etmeyi emretmenin hikmeti

Allahu Teâlâ zatının yüce adına çok yemin etme cüretinden nehyetmiştir. Araplarda çok az yemin eden insanlar övülürdü.

‣ Önemli önemsiz her hususta Allah’a yemin edenin dili, yemin etmeye alışır. Bir süre sonra kalbinde yeminin ağırlığı kalmaz. Bundan ötürü yalan yere yemine cüret etmediğinden emin olunamaz. Yemindeki asıl maksad zarar görür.

‣ İnsan, Allahu Teâlâ’ya ne kadar çok saygı duyarsa, kullukta da o nisbette mükemmel olur. Böyle birinin yanında Allah’ın ismi, o isimle dünyevî bir menfaat elde etmekten çok daha değerlidir. Bu da Allah’a saygının en ileri derecesini ifade eder.

 

Sebeb-i Nüzulü

‣ Bir kimse, sıla-i rahim, iki kimsenin arasını bulmak veyahut da evlatlarından birine ihsan ve ikramda bulunmak gibi hayırlı işleri yapmamaya yemin eder, sonra da, ‘yeminimi bozma hususunda Allah’tan korkarım’ derdi. Yeminini bozmamak için iyi ve faydalı şeyleri de yapamıyordu. Bu sebeple Allah ﷻ ‘yemini engel yapmayın’ buyurmuştur.

‣ Hz. Ebû Bekir ifk olayında münafıklar ile birlikte, ileri geri konuşup Aişe (r. anhâ) hakkında onlara benzer sözler söyleyince, Mistah’a infakta bulunmamak üzere yemin etmesi dolayısıyla nazil olmuştur.

Yine “Sizden fazilet ve genişlik sahibi olan kimseler yakınlara... vermemeye yemin etmesin.” (Nur, 22) âyeti de onun hakkında nazil olmuştur.

‣ Abdullah b. Revâha, kız kardeşinin kocası Beşîr b. Nu’mân ile konuşmamak, yanına ebediyyen girmemek, kendisi ile hanımının arasını düzeltmemek üzere yemin etti ve ‘Bunu yapmamak üzere Allah adına yemin ettim, yeminime bağlı kalmaktan başka bir şey bana helâl olmaz’ dedi. Bunun üzerine, Yüce Allah bu âyeti indirmiştir.

 

Belagat

Dal bid delalesiyle, prensipleri putlaştırmamaya işarettir.

• Uhrevi şeyler üzerinde bile olsa yeminlerin bozulması gerektiğini bildirir. Tağlip, uhrevi şeyler için yemin bozulduğuna göre nefsani şeyler için asla yemin edilip abartılmamalı.

• Tevcih; uhrevi şeyler bile olsa yeminlerin arkasına sığınmayın bir de uhrevi şeyler olup faydalı olacaksa yeminleri bırakın, bu işleri yapın.

• لِاَيْمَانِكُمْ ’deki lâm harfi, talil içindir.

‘Yeminlerinizi kalkan yapmayın’ teşbih-i beliğdir. Müşebbeh; Allah’ın adıyla yapılan yemin, müşebbeh-i bih; kalkan, siper, camisi; koruması, araya girip kişinin önünü kapatmasıdır.

Kalkan savaşta can korkusuyla düşmana karşı kullanılır. İnsanı yaradan, ölümden korur. Gereksiz yere yemin eden insan da bazı korkularını kapatmak için korkar ve yemin eder. Mesela sözüne inanılmayacağından korkar, dürüst değildir, karşısındakini inandırmak için yemin eder. Cimridir, malını vermekten korkar, kızgınlığını bahane ederek ‘Vallahi sana bir daha bir şey vermem’ diye yemin eder.

Ayrıca عُرْضَةً kelimesinin ‘Okçunun siperi’ anlamını da düşünürsek, bir saklanma ve gizlenme anlamına işaret vardır. Çok yemin eden insanlar, kendilerine güveni olmayan, daima güçlü bir otoritenin arkasına sığınma ihtiyacı duyan kişilerdir.

• تُصْلِحُوا, تَتَّقُوا , تَبَرُّوا arasında muraat-ı nazır vardır.

Bakara Sûresi 225. Ayet

لَا يُؤَاخِذُ كُمُ اللّٰهُ بِاللَّغْوِ فٖٓي اَيْمَانِكُمْ وَلٰكِنْ يُؤَاخِذُ كُمْ بِمَا كَسَبَتْ قُلُوبُكُمْؕ وَاللّٰهُ غَفُورٌ حَلٖيمٌ

225- Allah, yeminlerinizdeki lağv'den dolayı, sizi sorumlu tutmaz. Fakat kalblerinizin azmetmiş olduğu şeyler yüzünden sizi muâheze eder. Allah çok bağışlayıcıdır, halîmdir.

 

‘Kalblerin kazandığı’ndan iki türlü yemin anlaşılır:

Biri, ‘Yemin-i Amd’dır. Yani kalblerin kasten yapmış olduğu yeminlerdir ki bu yeminler bozulduğu takdirde keffâret ödenir ve kişi yemininin sorumluluğundan kurtulur.

Mesela bir insan bir şeyi yapmayı ister de onu yapacağına dair yemin ederse bu, kalblerin kastettiği bir yemindir. Kişi bu yeminini yerine getirmemeyi daha hayırlı görür de onu bozacak olursa yerine keffâret öder ve sorumluluğundan kurtulur.

İkincisi ‘Yemin-i Gamûs’tur. Bu gibi yeminlerde kişi, işini yürütmek için yalan yere yemin eder. Bu tür yeminleri yapan insanlara dünyada keffâret icab etmez. Fakat bunların cezası âhirette Allah’a kalmıştır. Allah bunları âhirette dilediği şekilde cezalandıracaktır.

Bu âyette zikredilen ‘Kalblerin kazandığı yemin’den daha ziyade ‘Yemini Gâmûs’ anlaşılmaktadır. Maide sûresinde zikredilen ‘Kalblerin kastettiği yemin’den ise ‘Yemin-i Amd’ anlaşılmaktadır.
 

Yemini Lağv

اللَّغْوُ kendisine itibar edilmeyen önemsiz, değersiz söz veya her hangi bir şey demektir. Yemin-i lağv’den murad, bir kasıt olmaksızın sehven yapılan yeminlerdir.

Yemin, ‘kuvvet’ demektir. Yeminden maksad, yemini bozma eğilimine karşı yemininde durma tarafını kuvvetlendirmektir. Bu da ancak, kuvvetlendirmeye uygun yerlerde yapılır. Yemin gelecekteki bir fiile dâir yapılırsa uygun olur. Geçmişte olan bir hâdise için yemin etmek, faydasızdır, yemini lağvdir.

˗ Yemin-i lağv, ibâdet olan bir şeyi yapmamaya ve günah olan şeyi yapmaya yemin etmektir. Bu yemin-i lağvdir ve günahtır.

˗ Veya bu, keffâreti ödenmiş yemindir. ‘Lağv’ diye isimlendirilmesinin sebebi, keffâreti ödenen yeminin günahının düşmesidir. Sanki şöyle denilmiştir: ‘Keffâretini ödediğiniz zaman, Allahu Teâlâ ‘lağv’ yeminlerinizden dolayı sizi muâheze etmez.’

Şâfiî (r.a); İnsanların içlerinden yemin etmeyi geçirmedikleri halde sözlerini pekiştirmek için, لَا وَاللهِ ‘Hayır, Allah’a yemin ederim’ ve, بَلَى وَاللهِ ‘Evet, Allah’a yemin ederim’ demeleri yemindeki lağvdir, demiştir. Ebû Hanife (r.a), bir kimsenin, öyle olduğuna inanarak yemin edip, daha sonra da bunun öyle olmadığı ortaya çıkarsa, bu yemini lağv’dir, demiştir.

Şâfiîlere göre bir kimse, ‘Hayır vallahi...’ ve ‘Evet vallahi...’ derse keffârete gerek yoktur, ağız alışkanlığı kabilindendir. Ancak bir şeyin öyle olduğuna inanarak yemin edip, daha sonra öyle olmadığı durumlarda yapılan yeminde keffâret gereklidir. Ebû Hanife ise, bunun aksini söylemektedir.

Kim bir şey için yemin eder de, aksinin daha hayırlı olduğunu görürse, o hayırlı olan şeyi yapsın. Sonra da (böylece bozduğu) yemininden dolayı keffâret versin. Buhârî, Müslim

Ben, Allah diler de, vallahi diye bir hususta yemin ederim, sonra ondan daha hayırlısını görür, yeminimin keffâretini verip daha hayırlı olanı yaparım. Buhârî, Müslim

Peygamberimiz ﷺ, aralarında ok atma müsabakası yapan bir grubun yakınından geçiyordu. Yanında sahabelerden biri de vardı. Bu sırada okçulardan biri ‘Vallahi ben hedefi vurdum, Vallahi sen vuramadın’ dedi. Bunun üzerine Peygamberimizin yanındaki sahabe ‘Yâ Resûlallah, adam yalan yere yemin etti ve üzerine keffâret düştü’ dedi. Peygamberimiz ﷺ, arkadaşının bu sözlerine karşılık şöyle buyurdu:

‘Hayır, hayır. Okçuların aralarında yaptıkları yeminler, geçersiz yeminlerdir. Bunlar ne keffâret ve ne de ceza gerektirmezler.’

Geçersiz (rastgele yapılmış) yeminden maksat, öfkeli iken yapılan veya Allah’ın helâl kıldığı bir şeyi haram etme anlamı taşıyan yemindir.

Böyle bir yeminden dolayı keffâret gerekmez. Abdullah b. Abbas

Ensar (Medineli) müslümanlarından iki kardeşe bir miras düşmüştü. Kardeşlerin biri öbüründen bu mirası bölüştürmeyi istedi. Öbür kardeş de ‘eğer bir daha benden bu mirası bölüştürmeyi istersen bütün malımı Kâbe’ye vakfediyorum’ diye yemin etti. Hz. Ömer bunun üzerine şunları söyledi; ‘Kâbe’nin senin malına ihtiyacı yoktur. Yeminin keffâretini yerine getir ve kardeşinle konuş. Zira ben Peygamberimizin şöyle dediğini işitmiştim:

‘Yüce Allah’ın emrine karşı gelmek ve akrabalık ilişkisini kesmek anlamına gelecek konularla, mülkiyetinde olmayan bir mal hakkında yaptığın yemin ve adak geçersizdir.’

Kim Müslüman bir kimsenin malı hakkında yalan yere yemin ederse, (Kıyamet günü) Allah’la karşılaştığında O’nu kendisine karşı gadablanmış bulur. Hadîs-i Şerîf
 

Allah, Gafûr ve Halîm’dir.

Burada ‘Gafûr’ isminin ‘Rahim’ ismi yerine ‘Halim’le gelmesi, bu günahın Allah’ın ﷻ zatına karşı yapılan edepteki kusur kabilinden olduğundan, Allah ﷻ zatını ‘halim’le vasıflanmıştır. Çünkü halim, kendi hakkında yapılan kusurlarda hemen harekete geçmez, gaflete kızmaz ve özrü kabul eder.

‘غَفُورٌ ’ sigası itibarıyla, günahları örtme ve onların cezasını düşürmede ileri dereceyi ifade eder.

‘Hilim’, vakar ve ağırbaşlılıktır, teenni halinde görülür.

Allah’ın sıfatlarından olan ‘halîm’, ceza vermede acele etmeyip, kâfir ve facirlerin cezasını geriye bırakan demektir. Halîm ve Rahim olan Cenâb-ı Hakk gazabın ve öfkenin zulmünden münezzehtir. Ehli dalâletin düşüncesiz sözleri, akılsız hareketleri ve asilerin isyanları ile çabuk öfkelenmez. Teenni ile af kapılarını daima açık bırakır ve tevbekâr kullarını günahlarına aldırmadan affeder.

Halîm isminin çoğunlukla ‘Gafûr’ ismiyle birlikte gelmesi, hilimde affedicilik, bağışlayıcılık ve hoşgörünün esas olduğunu ifade eder.

Suçluyu cezalandırmaya gücü yetmeyen acize halîm denmez. Halim’in gücü yeter fakat bir hikmete binaen yapmaz.

Sabır ancak hilim ile mümkündür. Her halîm, aynı zamanda çok sabırlıdır. Hilim herkeste olması gereken, ama en çok ilim sahiplerine gerekli olan bir vasıftır. Gerçek ilim sahipleri, hilim vasfına da sahiptir.

Gündüz 68 defa ‘Yâ Halîm’ diyen kimsenin, acele iş yapmaktan ve yanlış kararlardan korunması umulur. Hz. Mûsâ’nın Firavun’a giderken bu isme sığınarak gittiği söylenmiştir.

Zalimin karşısında bu ismin okunması gazabının geçmesine vesile olur. Vird edip okuyanlar arifler zümresine dahil edilir.

 

Te’vilâtı’n Necmiyye’den...

Bu âyet-i kerimede şu işaret vardır: Batında kast ve niyet olmaksızın zahirde icra edilen amellerin şerde de hayırda da pek bir tesiri yoktur. Eğer hayırda bir tesiri olsaydı Allahu Teâlâ “Kalplerinde olmayanı dilleriyle söylüyorlar” (Fetih, 11) diye bir kavmi ayıplamazdı.

Yine aynı şekilde, azaların fiili olmadan sadece söz de tesirsizdir. Eğer kabulde sadece sözün tesiri olsaydı Allahu Teâlâ “Yapmadığınız şeyi söylemeniz Allah katında büyük bir buğza sebeptir” (Saf, 3) buyurmazdı.

Eğer onun red edilmede bir tesiri olsaydı “Allah yeminlerinizdeki lağvden sizi sorumlu tutmaz” buyurarak genişlik tanımazdı.

Ancak Allah ﷻ “Kalbi iman ile dopdolu olduğu halde mecbur edilen müstesna” (Nahl, 106) buyurdu. Çünkü kalp, ziraatçinin tarlası, azalar ekim aletleri, ameller ve sözler tohum gibidir. Her ne kadar ekim aletleri bulunsa da, tohum ekim için münbit, nemli toprağa düşmedikçe yeşermez.

 

Belagat

• لَا يُؤَاخِذُ كُمُ اللّٰهُ cümlesinde لَا يُؤَاخِذُ fiilinin mufaale babından gelmesi mübalağa bildirir. Çünkü bu muaheze karşılıklı değildir.

• Allah sizi tutar, istiaredir. Sorumlu tutmak, müstearun lehtir. Camisi sıkması, daraltmasıdır.

• بِمَا كَسَبَتْ قُلُوبُكُمْ; medhe benzer zem. Kesb, iyi şeylerde olur.

• بِمَا كَسَبَتْ قُلُوبُكُمْ derken, kalp bir tüccara benzetilmiş. İstiare-i mekniyye. Zarar da kâr da edebilir. Sermayesi düşünceler, niyetler. İşçileri âzâlar. Kârı sevaplar, zararı günahlardır.

• Kalp değil, insan kazanır, mecazı mürselden alete isnad.

• بِمَا كَسَبَتْ قُلُوبُكُمْ derken, sıfatlı kinaye.

• يُؤَاخِذُ كُمْ - لَا يُؤَاخِذُ كُمْ arasında tibak-ı selb vardır.

Bakara Sûresi 226. Ayet

لِلَّذٖينَ يُؤْلُونَ مِنْ نِسَائِهِمْ تَرَبُّصُ اَرْبَعَةِ اَشْهُرٍۚ فَاِنْ فَاؤُ فَاِنَّ اللّٰهَ غَفُورٌ رَحٖيمٌ

226- Hanımlarına yaklaşmamaya yemin edenler için dört ay beklemek vardır. Bu süre içinde yeminlerinden dönerlerse, muhakkak Allah merhametlidir, bağışlayandır.

 

Âyette, nikah bağının çözülmesi ya da geri dönülmesi hakkındaki hükümlere yer verilmiştir. Nikahla nesil korunması amaçlandığı gibi, boşanma noktasında neslin korunmasına son derece önem verilmiştir. Boşanan kadın hemen evlenemez, dört ay beklemesi farzdır. Bu müddet dolmadan nikah sahih değildir. Çünkü kadın hamile midir, değil midir, ancak dört ayda çocuğun terekkübü ile belli olur. Bu iddet beklenmezse nesil karışır. Ayrıca bu dört ay bekleme eşlerin özleme, düşünme, vazgeçme, karar verme gibi düşüncelerine zemin hazırlar. Sağlıklı karar vermeye yönlendirir.
 

Hanımlarına yaklaşmamaya yemin edenler için dört ay beklemek vardır.

‘îlâ’, kasem, yemin, half kelimelerinin hepsi aynı anlamdadır. ‘إيلاء ألو’ kökeninden müştaktır ve bir şeyi yapmamaya, terk etmeye yemin etmektir. Asıl anlamı yeminini tutmaktır. Az yemin eden, yeminini tutar. Şeriat ıstılahında ‘ilâ’, cinsi münasebette bulunmamaya yemin etmektir.

‘Vallahi seninle mübaşeret etmeyeceğim, sana yaklaşmayacağım’ demek, ilâ yapmaktır.

Âyette şöyle bir hazıf da olabilir: ‘Hanımlarından uzaklaşmaya yemin edenler için.’ Fakat âyetin lafızlarından anlaşıldığı için ‘أَنْ يَعْتَزِلُوا  / ayrılmaya’ hazfedilmiştir.

Fakat ‘ilâ’ lafzını lugavi değil de, şer’î manasına hamledince bu takdire ihtiyaç kalmaz.

˗ Ebû Hanife’ye (r.a) göre zımmî ilâ yapabilir. İmam Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed ‘Zımmînin, Allah’ın adını anarak ilâ yapması, sahih olmaz. Ancak boşaması ve köle âzâd etmesi doğru olur’ demişlerdir.

˗ Ebû Hanife’ye (r.a) göre, kadın köle ise; ila müddeti iki aydır.

˗ İlâ, kızgınlık halinde de, rızâ halinde de yapılsa sahihtir.

˗ İlâ, ister nikah altındaki kadına yapılsın, isterse talâk-ı ric’î ile boşanmış kadına yapılsın geçerli olur. Çünkü ric’î talâkla boşanmış kadın da, henüz onun hanımıdır. Adam ‘Bütün hanımlarım boştur’ dediği zaman, o ric’î talâkla boşanmış hanımı da tamamen boşanmış olur.

˗ Bir erkek, hanımı olmayan bir kadına, ‘Allah’a yemin ederim ki seninle cima etmeyeceğim’ dese, daha sonra da o kadınla evlense, bu sözüyle ilâ yapmış olmaz. Çünkü, ‘Kadınlarına yaklaşmamaya yemin edenlerin (ilâ yapanların) dört ay beklemeleri gerekir’ âyeti, bu hükmün sadece o kadınların kocalarına ait olduğunu ifade eder.

˗ Eğer koca Allah adına yemin etmiş ise ilâ yapmış sayılır. Daha sonra o ilâ müddeti içerisinde hanımına yaklaşırsa, ilâ yapmış sayılmaz. İmam Şâfiî ve Ebû Hanife’ye (r.a) göre, yemin keffâreti gerekir.

˗ Allah’tan başka bir şey adına yemin edilerek, ‘Eğer seninle birlikte olursam kölem hür olsun veya sen boş ol; veya senin kuman boş olsun’ diyerek; yahut da üzerine bir şeyi vâcib kılarak, ‘Eğer seninle cinsi münasebette bulunursam, Allah rızâsı için köle azâdı, veya bir sadaka veya oruç veya hacc ya da namaz üzerime vâcib olsun’ diyen; İmam Şâfiî, Ebû Hanife, İmâm Malik’e göre, ilâ yapmış olur.

˗ O kimse hanımıyla münasebette bulunursa, yeminine şart yaptığı şeyler üzerine vâcib olur.

˗ Ebû Hanife’ye (r.a) göre, ila yapan dört ay veya daha fazla müddet boyunca hanımıyla münasebette bulunmamaya yemin etmedikçe ilâ yapmış olmaz. Dört ay geçince talak kendiliğinden tahakkuk eder.
 

Kadınlarına…

عَلَى harfi ceri yerine مِنْ ’in kullanılma sebebi:

˗ ‘Erkeklerin kadınlarından dolayı, dört ay on gün beklemeleri gerekir’ manasının murad edilmesidir.

˗ Bu yeminde, zımnen uzaklık manası vardır. Sanki şöyle denilmiştir: Onlar ilâ yaparak veya yemin ederek, hanımlarından uzaklaşıyorlar.

Kûfe’de geçim sıkıntısı çeken bir aile vardı. Kadın bir gün kocasına:

- Bir yolculuğa çıkıp başka beldelere gitsen de Allah’ın nimetlerinden rızkını arasan! dedi.

Bunun üzerine adam Şam’a gidip bir süre çalışarak üçyüz dirhem kazandı. Ve o parayla güzel bir deve satın aldı, memleketine doğru yola çıktı. Huysuz bir hayvan olan devenin dönüş yolunda kendisini canından bezdirmesi üzerine adam,

- Vallahi, Kûfe’ye varınca seni bir dirheme satmazsam karım boş olsun! deyiverdi.

Sonra pişman olduysa da artık iş işten geçmişti. Eve dönüp durumu karısına anlattı. Kadın, devenin boynuna bir kedi bağladı ve kocasına, pazar yerine gidip şöyle bağırmasını söyledi:

- Bu kediyi üçyüz, deveyi bir dirheme alacak kimse yok mu? Adam karısının öğrettiği gibi pazarda bağırırken, bir bedevi gelip devenin etrafında dönmeye başladı,

- Güzelsin, hoşsun, amma şu boynundaki kedi olmasaydı! dedi ve deve ile kediyi üçyüz bir dirheme aldı gitti.
 

Dört ay on gün beklemeleri

تَرَبُّصُ ‘beklemek ve gözetlemek’ demektir. Terabbus kelimesinin, اَرْبَعَةِ اَشْهُرٍ (dört ay) kelimesine izafeti, masdarın zarfa izafeti gibidir.

فَاِنْ فَاؤُ Eğer vazgeçerlerse, cümlesi, ‘eğer dönerlerse’ demektir. Fey, bir şeyin daha önceki haline dönmesidir.

Allahu Teâlâ’nın müşriklerin malından müslümanlara döndürüp, onlara çevirdiği mal için de ‘fey’ denilir. Sanki, o mal müslümanlarındı da, sonunda yine onlara dönmüş oldu. Buna göre فَاِنْ فَاؤُ sözü, ‘Cima etmemeye dair yeminlerinden geri dönerlerse muhakkak ki Allah, bütün tevbe edenler için çok bağışlayıcı ve merhametli olduğu gibi, hanımına zarar vermekten tevbe eden kocayı da bağışlar ve ona merhamet eder’ anlamındadır.
 

Evliliği kurtaracak formüller

‣ Arkadaşlığı öne çıkarın. Eşinizle arkadaşlığınız ön plana çıkmalı, aşk arkadan gelmeli ki; romantizm kıvılcımı söndüğünde arkadaşlık ateşi kalpleri ısıtsın.

‣ Önceliğe dikkat edin. Önemli konuları eşinizin işi başından aşkınken konuşmayın. Sizin için önemli olan konu o sırada onun önceliği değilse, size gerekli ilgiyi göstermediğini düşünürsünüz. Bekleyip, doğru zamanı yakaladığınızda sorunu çözersiniz. Yanlış zamanlama yüzünden problem çözülemeyebilir. Çözülmeyen meseleler zaman geçtikçe beslenerek büyür.

‣ Peşin fikirli olmayın. Eşinizi peşin hükümle haksız ilan etmeyin. ‘Sen anlaşılmazsın’ değil ‘ben seni anlamakta zorlanıyorum’ deyin.

‣ Ne istediğinizi tam olarak bilin. Eşinizden şikayet edeceğinize siz tam olarak ne istediğinizi söyleyin. Ne istediğinizi tam olarak bilin ve onu isteyin.

Hz. Peygamber ﷺ de şöyle buyurmuştur:
‘Evleniniz, fakat boşamayınız. Çünkü Allah zevke düşkün erkeklerle zevkine düşkün kadınları sevmez.’ Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ

Ana babasız kalmak bir evlat için çok büyük eksikliktir. Baba arkada dağ, anne önde ovadır. Bu acıyı ancak yetim olanlar bilir.
 

    Eve dönmez bir akşam;
    Ve gül yüzlü çocuğu,
    Sorar: Nerede babam?
    Bakarlar, oldu, bitti,
    Gelir, derler çocuğa,
    Baban attâya gitti.

    Uzar gider bu attâ;
    Ve neler neler olmaz!
    Ve kim bilir ve hatta:
    Bir mahşer gerisinde;
    Babası döner bir gün,
    Oğlunun derisinde. N. Fâzıl



 

Şüphesiz ki Allah, Gafur ve Rahim’dir.

Bu cümle, ila yapan kimseler için ceza olmadığını gösterir. Fakat ilâhî cezanın olmaması, keffâret gerekmediği anlamına gelmez. Nitekim zina ve katillikten tevbe eden için de, ilâhi ceza olmayabilir fakat had ve kısas uygulanır.

 

Sebeb-i Nüzulü

Cahiliyyede ilâ, talâk sayılıyordu. Adam, hanımını istemiyor, başkasının da hanımıyla evlenmesini istemiyorsa, onunla münasebette bulunmamaya yemin ediyor ve ne kocalı, ne kocasız hale getiriyordu. Gayesi kadına zarar vermekti. İslâmiyet gelince müslümanlar aynı şekilde hareket etmeye devam ettiler. Allahu Teâlâ, bunu kaldırarak, kocaya düşünmesi için zaman tanıdı. Eğer koca kadından ayrılmada fayda görürse, kadını boşar. Boşanmak istemezse hanıma geri döner.

Te’vilâtı’n Necmiyye’den...

Allahu Teâlâ hiçbir kulunun hakkını zayi etmemiş, ne kendine ne de başkasına zulmetmesine izin vermemiştir. Zevc, zevcesini kendi elinde esir etmek için ona karşı diliyle bir kusur işleyince Allahu Teâlâ onun hakkına riayet için işini üzerine almış ve zevce ya dönmesini veya serbest bırakmasını emretmiştir.

Kendin gibi bir hemcinsinin hakkını muhafaza etmek sana bu şekilde vâcipse, bu hakkı ihlal edince sorumlu tutuluyorsan, Hakk Teâlâ’nın hakkı riayet edilmeye her şeyden daha layık değil midir?

‘Eğer vazgeçerlerse, Allah ﷻ muhakkak ki Gafuru’r Rahim’dir.’

O’nun hakkını zayi etmekten, kaybettiklerini tedarik etmeye dönerlerse, tevbe ve inabe ile onlardan sadır olanı affeder, kaybettiklerini tekrar onlara kazandırarak merhamet eder.

Dört ay müddet tayin edilmesinde acib bir işaret vardır ki bu süre, cenine ruh üflenen süredir. Efendimiz ﷺ şöyle buyurdu: ‘Muhakkak Allah ﷻ her birinizi annesinin karnında, kırk gün nutfe olarak yaratır. Sonra bir o kadar gün, alaka olur. Sonra bir o kadar gün mudga olur.

Sonra dört kelime ile bir melek gönderir ve şöyle der: ‘Rızkını, amelini, ecelini, şaki mi yoksa said mi olacağını yaz.’ Sonra da ruh üflenir.’

 

Belagat

• ‘Dört ay’ müddetin tazammuniyesi, soyun karışmaması için dikkatli olmak, ehemmiyetine binaendir.

• يُؤْلُونَ مِنْ نِسَائِهِمْ Kadınlarına yemin edenler, sebep, müsebbep; kadınlarına yaklaşmamaya yemin edenler.

• ‘Eğer vazgeçerlerse فَاِنْ فَاؤُ cümlesinde şart edatı mazi üzere geldi; şartın vukuuna rağbet izharı içindir.

Delalet-i iltizamiyesi: “Bir kavme olan kininiz sizi haksızlık etmeye götürmesin” (Maide, 8) buyruğundaki gibi, konumumuz ne olursa olsun, hak-hukuk konularında haddi tecavüz etmemeliyiz. Özellikle talak konusu neslin karışmasına yol açacağı için çok daha titizlik göstermek gerekir.

Bakara Sûresi 227. Ayet

وَاِنْ عَزَمُوا الطَّـلَاقَ فَاِنَّ اللّٰهَ سَمٖيعٌ عَلٖيمٌ

227- Dönmeyip boşanmaya karar verirlerse (boşanma kesinleşir), Allah işiten ve bilendir.

 

Azm, kalbin bir şeye karar vermesidir.

اَلْعَزِيمَةُ Bir nesneyi işlemeye kat’î rabt-ı kalble kasd ve teveccüh kılmak manasınadır, alâ-kavlin bir işte cidd ve sa’y ve ihtimam eylemek manasınadır. عَلَى lafzıyla ant vermek manasına müstameldir. Kamus-u Muhit Tercümesi

‘الطَّلاَقَ / Talak’ kelimesinin asıl manası ‘gitmek’ manasındaki  اِنْطِلَاقْ masdarındandır; kadının gitmesidir. Şeriatta talak, helâl olan şekilde nikâh akdinin çözülmesidir.

Talâk’ın rüknü; kocasının karısına hitaben ‘Sen boşsun’ demesi, buna benzer bir söz söylemesidir. İslâm dini; (istisnai haller hariç) boşamada erkeğin irâdesinin esas olduğunu beyan etmiştir.

İmâm-ı Merginani; ‘Talâk’ın mübah kılınmasının sebebi, musibetten kurtulmaya ihtiyaç olduğu içindir’ hükmünü zikreder. Esasen nikâh sebebiyle ortaya çıkan dünyevi ve uhrevi maslahatlar ortadan kalkar, kadın ve erkeğin bir arada yaşaması imkânsız hale gelirse, boşama vâcib olur. Eşlerin birbirlerine karşı şiddetli kin ve buğzu gibi.

Meşru bir sebeb yokken boşamak mekruhtur. Ayrıca kadının, meşru sebeb yokken boşanmayı arzu etmesi de caiz değildir. Nitekim Resûl-i Ekrem: ‘Kocasından bir zaruret olmadan boşanmayı isteyen kadına cennet kokusu haram olur’ buyurmuştur.

Şer’i herhangi bir özür mevcut değilken, sırf nefsani arzuları dikkate alarak boşamak ‘nikâhın’ hafife alınmasına sebeb olur. Resûl-i Ekrem (sav)’in: ‘Allahu Teâlâ indinde, helâlin en sevimsizi talâktır’ buyurduğu bilinmektedir.

Talâkla ilgili ilim, nikâh akdi yapan erkeklere farz-ı ayn’dır.

İmanı gideren her şey dini nikahı da ortadan kaldırır. Kanunen her ne kadar nikah kaydı kalkmazsa da dinen kalkar, iman gider. İster kadın ister erkek nikahları kalmaz. Onun için gerek erkek, gerek kadının küfrü icab eden şeyleri iyi bilmeleri lazımdır.

İslâm Hukukuna göre boşanma sebepleri:

˗ Eşlerden birinin vefatı.

˗ Eşlerden birinin seferde, esarette kaybolması veya hapsedilmesi.

˗ Eşlerden birinin diğerini nefret ve ahlâksızlık dolayısıyla boşaması.

˗ Kocanın karısına bakmaktan kaçması veya bakmaya aciz olması.

˗ Ağır hastalık veya delilik.

˗ Eşlerden birinin masiyet ve şehvet hislerine uymak suretiyle âilevi durumun kötüleşmesi.

˗ Kocanın iktidarsızlığı ve hâkim tarafından verilen müddet içinde iktidarsızlığın devam etmesi.

˗ Kısırlık.

˗ Geçimsizlik.

˗ Kocanın karısına (veya kadının kocasına) yaptığı fena muâmele.

˗ Eşlerden birinin diğerinde evliliğin devamına mâni kusur bulması.

˗ Evliliği hükümsüzleştiren bir mâninin çıkması. İrtidat gibi. ˗ Kadının zina yapması.

˗ Allah’ın kesin emirlerini, bütün ikaz ve öğütlere rağmen terk etmekte inat etmek...Bu şartların dışında keyfi olarak boşanmak haramdır.

Yeni evli bir çift vardı. Evliliklerinin daha ilk aylarında, bu işin hiç de hayal ettikleri gibi olmadığını anlayıvermişlerdi.

Aslında birbirlerini sevmiyor değillerdi. Son zamanlarda o kadar sık olmasa da, evlenmeden önce sık sık birbirlerini çok sevdiklerine dair ne kadar da dil dökmüşlerdi.

Ama şimdilerde, küçük bir söz, ufak bir hadise aralarında orta çaplı bir kavganın çıkmasına yetiyordu.

Bir akşam oturup ilişkilerini gözden geçirmeye karar verdiler. Her ikisi de, boşanmayı istememekle beraber, işlerin böyle gitmeyeceğinin farkındaydılar.

Erkek, ‘Aklıma bir fikir geldi’ dedi. ‘Bahçeye bir ağaç dikelim ve eğer bu ağaç üç ay içinde kurursa boşanalım. Kurumaz da büyürse bunu bir daha aklımızdan geçirmeyelim. Bu süre içinde de ayrı ayrı odalarda kalalım.’

Bu ilginç fikir hanımının da hoşuna gitti. Ertesi gün gidip bir meyve fidanı aldılar ve birlikte bahçeye diktiler. Aradan bir ay geçti. Bir gece bahçede karşılaştılar. Her ikisinin de elinde içi su dolu birer bidon vardı.

Bakara Sûresi 228. Ayet

وَالْمُطَلَّقَاتُ يَتَرَبَّصْنَ بِاَنْفُسِهِنَّ ثَلٰثَةَ قُرُٓوءٍؕ وَلَا يَحِلُّ لَهُنَّ اَنْ يَكْتُمْنَ مَا خَلَقَ اللّٰهُ فٖٓي اَرْحَامِهِنَّ اِنْ كُنَّ يُؤْمِنَّ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِؕ وَبُعُولَتُهُنَّ اَحَقُّ بِرَدِّهِنَّ فٖي ذٰلِكَ اِنْ اَرَادُٓوا اِصْلَاحاًؕ وَلَهُنَّ مِثْلُ الَّذٖي عَلَيْهِنَّ بِالْمَعْرُوفِࣕ وَلِلرِّجَالِ عَلَيْهِنَّ دَرَجَةٌؕ وَاللّٰهُ عَزٖيزٌ حَكٖيمٌࣖ

228- Boşanmış kadınlar kendi kendilerine üç hayız ve temizlenme süresi beklesinler. Allah’a ve ahiret gününe inanıyorlarsa, rahimlerinde Allah’ın yarattığını gizlemeleri onlara helal olmaz. Bu iddet bekleme süresi içinde barışırlarsa kocaları onları geri almaya herkesten daha layıktır. Erkeklerin meşru sûrette kadınlar üzerinde hakları olduğu gibi, kadınların da onların üzerinde hakları vardır. Yalnız erkekler onların üzerinde bir üstün dereceye (yönetim yükümlülüğüne) sahiptirler. Allah mutlak hüküm ve hikmet sahibidir.

 

Bu âyet-i kerimeler (228-232), muamelata ait hükümlerle bizi nice çıkmazlardan halas ediyor, müşküllerimizi çözüyor. Evlenmek; ünsiyet etmek, nesli, nefsi, canı, malı korumak, aile birliğini sağlamak, nefsani isteklerin tazyiklerinden kurtulmak, evlat sahibi olmak, karşılıklı yardımlaşarak kimseye yük olmadan yaşamak gibi güzel amaçlarla yapılır. İnsanın evliliği hayal ettiği gibi dört dörtlük bulması çok nadirdir. Birbirini idare edip, geçinip gitmelidir. Ciddi bir neden olmadan keyfi veya basit sebeplerle boşanmayı istemek buğzedilen helallerdendir.

Bugün boşanmaların çoğu, sıra dışı sebeplerden, kanaatsizlikten, dünyanın süsüne, püsüne düşkünlükten, lüks ve konfor arayışından, çıtkırıldımlıktan, kibir, riya, sabırsızlık, saygısızlık, ailelerin aşırı sahiplenmesi, hovardalık gibi hatalar yüzünden olmaktadır.

Bir de kadının çalışıp, para sahibi, mevki sahibi olması, eşine saygıyı, itaati büyük ölçüde yok etmektedir. Yani aile sistemi yörüngeden çıkıp ailenin kıyameti kopmaktadır. Meşru sebepler hariç ayrılmaların altında menfaatçilik, bencillik yatmaktadır.

Bir yuvanın yıkılması, yavruların hayatının kararması demektir. Şimdilerde adet haline, hatta zorunlu hale gelmiş. Boşananlar çocuklarını psikiyatristlere götürerek ruh sağlığını korumaya çalışıyorlar.

Çocuklar analı, babalı yetim oluyor. Çoğunluğu iki taraf arasında ikilem yaşıyor. Kendini bir yere ait hissedemiyor. Yurtsuz, yuvasız garip oluyor. Ana baba arasında din, fikir ayrılığı varsa hepsi bir tarafa çekiyor. Kimileri hepten sahipsiz kalıp sokaklara, yaban ellere düşüyor, kötü alışkanlıklar, kötü arkadaşlar ediniyor. İki taraftan boşananların aileleri üzülüyor, zor durumda kalıyor. Ömürlerinin sonuna doğru huzursuz bir hayat yaşıyor.
 

Boşanmış kadınlar üç hayız ve temizlenme süresi beklesinler.

Mutallaka (boşanan), kendisine talâk verilen kadındır.

Nikâhlı kadın, ‘medhûlün bihâ’ (zifafa girilmiş) değilse, ona iddet gerekmez. “Ey iman edenler, mü’min kadınları nikahlayıp, kendilerine dokunmadan, onları boşadığınız zaman, sizin için o kadınlar üzerine sayacağınız bir iddet yoktur.” (Ahzab, 49)

Ama kadın ‘medhûlün bihâ’ ise, bu durumda birkaç farklı hüküm ortaya çıkar:

Eğer kadın hamile ise, onun iddeti çocuğunu doğurması ile tesbit edilir. “Hamile kadınların iddeti ise, çocuklarını doğurmalarıdır.” (Talâk, 4)

Eğer kadın yaşı küçük olması veya aşırı yaşlı olmasından ötürü hayız görmüyorsa, bu kadınların iddetleri kuru ile değil, aylara göre belirlenir. “Kadınlarınızdan hayızdan kesilenlerin (iddetinde) şüphe ederseniz, biliniz ki onların iddetleri üç aydır.” (Talâk, 4)

Eğer hayız gören bir kadınsa bakılır: Eğer kadın köle ise, iddeti üç değil, ‘iki kuru’ ile olur. Hür olursa, iddeti, ‘üç kuru’ olur.

Resûlullah ﷺ kadının yas döneminde süslenmemesi hususunda katı davranmıştır. Bir kadın Resûlullah’a ﷺ geldi ve ‘Kızımın eşi öldü, gözlerinden şikayeti var, onlara sürme sürebilir mi?’ diye sordu. Resûlullah ﷺ ‘Hayır, hayır’ buyurdu. Bunu iki veya üç defa söyledi.

‘İddet ancak dört ay, on gündür. Sizden biri cahiliye döneminde bir yıl boyunca kendini pisliğe atardı’ buyurmuştur.

Cahiliye döneminde kadın, eşi öldüğünde kötü bir eve girer, en kötü elbisesini giyer, bir yıl geçinceye kadar koku veya herhangi bir şey sürünmezdi. Sonra koyun, kuş veya eşek getirilir, cildini ona sürer ve en kötü görünümüyle çıkardı. Hayvan necaseti verilir, onu sırtının arkasına atar, sonra hızla ailesine giderdi. Bundan sonra güzel koku sürünür ve diğer şeyleri yapar, nikah kendisine helal olurdu.

‘يَتَرَبَّصْنَ / Beklerler’ aslında ‘Beklesinler’ manasında emirdir. İnşa yerine gelmiş haber cümlesidir, mecazı aklidir. Haberin vukuuna rağbeti izhar için, haber inşai olarak gelmiştir.

‘يَتَرَبَّصْنَ kavli istiare-i temsiliye de olabilir. Sanki onlar bekleme emrini yerine getirmişler de Allah ﷻ onların bu durumunu haber vermektedir.

Haber cümlesi olarak gelmesindeki hikmet:

˗ Allahu Teâlâ bunu emir sigasıyla zikretseydi, o zaman kadının iddet beklemeye iradesiyle başlaması gerekirdi. Meselâ, kadının kocası ölse, kadın da bunu bilmese; bu arada kadının iddeti kadar bir zaman geçse, bu süre iddet yerine geçmezdi. Çünkü kadın, ‘İddet beklesin’ diye emrolunduğunda, bu sorumluluk ancak, iradî olarak başlayıp bitirdiği zaman yerine getirilmiş olurdu.

Ama Allahu Teâlâ bu mükellefiyeti haber cümlesiyle zikrettiği için, böyle bir zan ortadan kalkar, erkek de bu iddet sona erdiğinde, ister kadın bundan haberdâr olsun, isterse olmasın; yine, kadın bu iddete ister arzusuyla, isterse kızgınlıkla başlamış olsun, maksadın hasıl olduğunu anlamış olur.

˗ Emri, haber sigasıyla bildirmek, onun uyulması gerektiğini tekid edip, pekiştirmek içindir. Buna göre sanki kadınlar iddet bekleme işine sımsıkı sarılmışlar da, Allahu Teâlâ da, onların iddet beklemelerini haber vermiştir.

‘بِاَنْفُسِهِنَّ / Kendi kendilerine...’

Bu ifade onları beklemeye teşvik edip, şevklerini arttırmak içindir. Çünkü onlar beklemek istemezler; Cenâb-ı Hakk onların, nefislerini zorlamalarını, beklemeye mecbur tutulmalarını istemiştir.

اَنْفُس lafzı cemi kıllet (üçten ona kadar), قُرُوءٍ lafzı cemi kesret olarak geldi. Halbuki قُرُوءٍ ’dan maksat üçtür, bu da azdır. Gene de cemi kesret kalıbıyla geldi, çünkü iki cemî çeşidi, çokluk ifade etmede müşterek oldukları için, birbirlerinin yerine kullanılır.

قُرُوءٍ kelimesi, hem hayız, hem de temizlik anlamında kullanılır, tezdâd kelimelerdendir, toplanmak demektir. Hayız vaktinde kan, rahimde; temizlik vaktinde ise bedende bir araya gelir, toplanır. Diğer manaları; bir halden başka bir hale geçmek, vakit.

Şâfiî (r.a)’ye göre, ‘üç kuru’ temizliktir.

Ebû Hanife’ye göre ‘üç kuru’ hayızdır. ‘Kuru’, her ne kadar temizlikle hayız arasında müşterek bir lafız ise de, bu kelime hadislerde hayız manasında kullanılmıştır.

Bu ihtilâfın neticesi; Şâfiî’ye göre iddet müddeti en kısa, Ebû Hanife ve onun görüşünde olanlara göre, en uzun olan süredir.

Bir kimse hanımını temizken boşasa, boşamasını müteakip kadın hayız olsa, içinde boşanmış olduğu temizlik müddeti ‘bir kuru’ olarak hesaplanır. Buna göre bu kadın üçüncü hayıza girdiğinde iddeti biter. Eğer talâk hayız halinde verilmişse dördüncü hayızdan temizlenince iddeti sona erer.

Kadın hayızın en uzun müddetinde temizlenirse, gusletmeden önce iddeti biter. Eğer hayzın en az müddetinde temizlenmişse, gusletmedikçe iddeti sona ermez.
 

Eğer onlar, Allah’a ve ahiret gününe inanıyorlarsa, Allah’ın, kendi rahimlerinde yarattığını gizlemeleri onlara helâl olmaz.

Bu cümle kadınlar için çok şiddetli bir tehdittir. Âyet, bir hususta kendisine güvenilip, sonra da o konuda hıyânette bulunan herkesin hâlinin, Allah katında çok zor ve çetin olduğuna delâlet eder.

İddetin bitimini erkeklerin bilmesi mümkün olmadığı için, kadına güvenilir ve mümkün bir müddet içerisinde kurû’unun sona erdiğini söylediğinde, onun sözüne itibar edilir.

Allah’ın rahimlerinde yarattığı şey hem çocuk hem de hayız olabilir. Hamileliğini gizlemedeki maksadı:

˗ İddet müddeti daha kısa olur, bir an önce evlenebilir.

˗ Veya kadın, ilk kocasının kendisine dönmesini istemez, artık başka biriyle evlenmek ister.

˗ Yahut da kadın, bu çocuğun ikinci kocasından olduğu zannını vermek isteyebilir. İşte bu maksatlardan dolayı, kadın hamileliğini gizleyebilir.

Hayzını gizlemesindeki maksadı:

Kadın, kendisini boşayan kocasının ona tekrar dönmesini önlemek için bazen iddetini uzatmak, bazen de iddetini kısaltmak ister. Bu da ancak, hayızının bir kısmını gizlemesiyle mümkün olur. Çünkü kadın hayız olduğunu saklar da, ikinci hayızında daha yeni hayız olduğunu söylerse, iddetini uzatabilir. Veya üçüncü hayzını gizlerse, aynı durum söz konusudur. Hayızının devam ettiğini gizlediğinde de kocasına geri dönme yolunu kesmiş olur. Bunlar haramdır.
 

Bu müddet içinde barışırlarsa, kocaları onlara geri dönmeye daha hak sahibidir.

Erkeğin, hanımına müracaat etme hakkı, ancak o iddet bekleme vaktinde söz konusudur. Bu vakit sona erdiğinde, kocanın dönme ve müracaat etme hakkı geçersiz olur.

‘Eğer o kocalar arayı düzeltmeyi ister, zarar vermek istemezler ise, müracaat etmeye daha lâyıktırlar.’ Koca, boşadığı kadına zarar vermek maksadıyla ona geri dönerse günahkar olur.

اَلْبَعْلُ karı koca için kullanılan müşterek bir lafızdır. Kadına بَعْلَةٌ de denilir. Karı kocaya زَوْجَانِ denildiği gibi, بَعْلَانِ de denilir. اَلْبَعْلُ kelimesinin aslı efendi, malik demektir ve eskiden kalma bir isimlendirmedir. Putperest Kenaniler rab edinmiş oldukları putu ‘بَعْلُ’ olarak isimlendirmişlerdi. Erkeğin bununla isimlendirilmesi, kadının işlerinin meliki olması sebebiyledir. Sonra İbrahim (a.s) ve ondan sonraki İslâm şeriatinde aile düzeyi yükseldi, eşler arasında malikiyet manası zayıflamaya başladı. Aralarında nikah bağı olan kadın-erkek her ikisi için de ‘زَوْج’ kelimesini kullanmaya başladılar. Bu adilane bir isimlendirmedir. Çünkü ‘zevc’, tek olan bir şeyi iki kılan manasındadır.

Kur’ân, eski milletlerin hikayelerinden bahsettiği yerler dışında çoğunlukla bu ismi kullanmıştır. Şu âyette olduğu gibi “وَهٰذَا بَعْلٖى شَيْخًا / Bu benim yaşlı kocamdır.” (Hud, 72) Bu âyette ‘بَعْلُ’ gelmesi, kadına, erkeğin onun eski seyyidi olduğunu hatırlatması açısından yerinde olmuştur.

 بُعُولَة kelimesinin sonundaki tâ harfi, çoğulluktan dolayı kabul edilen müennesliği tekid etmek için ziyâde edilmiştir. Bu tâ’yı cemi olan her isimde getirmek caiz değildir. Araplardan nakledilen kelimelerin sonuna getirilir.

Veya bu kelimenin masdar olduğu da söylenmiştir.

Bu hususta kocadan başkasının bir hakkı olmadığı halde اَحَقُّ ‘Daha hak sahibi’ şeklinde ismi tafdille gelmesinin sebebi:

‣ Allahu Teâlâ önceki cümlede ‘Allah’ın rahimlerinde yarattıklarını gizlemeleri onlara helâl olmaz’ buyurmuştu. Burada takdir şöyledir: ‘Eğer o kadınlar, bir başkası ile evlenmek için, rahimlerinde olan çocukları saklarlarsa, ilk koca o kadınlara müracaat hususunda, ikinciden daha müstehaktır.’ Çünkü ikinci koca için sadece zahiri bir hak bulunmaktadır. Yine kadın ‘kurû’unun bittiğini iddia edip de, sonra da kocasının aksini bildiğini söylerse, iddet içerisinde kadına müracaatta birinci koca, ikincisinden daha müstehak olur.

‣ Kadın, iddet beklediği zaman, iddetin bitiminde nikâhını sona erdirme hakkı vardır. Kadınlar için böyle bir hak söz konusu olunca; kocaların da kadına dönme (ric’a) hakkı, onların iddetlerini iptal etme haklarından daha üstündür.

İddetli olduğu müddetçe onun hanımı sayıldığı halde, ric’i talakla boşanmış kadın hakkında, ‘بِرَدِّهِنَّ / Geri dönmeye’ denmiştir. Çünkü redd (geri dönmek) iddetin iptalini gerektirir. Kadın iddetli olduğu müddetçe kocanın hakkını iptal etme hususunda bir câriye gibi olur. Koca da kadına geri dönmekle bu cariye gibi olma durumunu ortadan kaldırmış olur. İşte bundan dolayı ric’at (geri dönme), âyette ‘redd’ kelimesiyle ifade edilmiştir.

          ✽     ✽     ✽

Dişi penguen bir yumurta yumurtlar ve kuluçkaya yatma işini erkek penguene devredip denizlere açılır. Erkek dört ay boyunca kuluçkaya yatar ve doğacak minik, sevimli yavruları için eksi kırk dereceye düşen soğuğa göğüs gerer, hızı saatte yüz yirmi km’yi bulan kutup fırtınalarına dayanır ve hiçbir şey yemeden öylece bekler. Bu zaman zarfında yarı yarıya kilo kaybeder ve aç kalır. Ama asla yumurtayı terk etmez! Dört ay sonra yumurtalar kırılmaya başladığında dişi penguen geri döner. O da dört ay boyunca boş durmamış, dondurucu soğukta yüzlerce kilometre mesafe kat etmiş ve devamlı yavrusu için kursağında yemek biriktirmiştir. Geri dönen anne yüzlerce penguen arasından kendi eşini ve yavrusunu tereddütsüz bulur. Kursağındaki gıdalarla yavrusunu besler. Acaba bu fedakârlık tablosunda bizim ailelerimiz için almamız gereken dersler yok mudur?

          ✽     ✽     ✽
 

Erkeklerin meşru sûrette kadınlar üzerindeki hakları gibi kadınların da onlar üzerinde hakları vardır.

‣ Koca, reis ve çoban gibidir, kadının haklarını ve menfaatlerini yerine getirmesi gerekir. Kadın ise, kocanın memuru ve idare ettiği kimse gibidir, kocasına karşı itaat ve inkıyadını ortaya koymalıdır.

‣ ‘Allahu Teâlâ’nın, ‘Erkeklerin meşru sûrette kadınlar üzerindeki hakları gibi kadınların da onlar üzerinde hakları vardır’ beyanından dolayı, hanımım nasıl benim için giyinip kuşanıyor ise, ben de onu için giyinip kuşanırım.’ İbn Abbas

‣ Kadınların, kocaları üzerindeki haklarından birisi de, kocalar geri dönerse, onların durumlarını düzeltme isteğinde olmalıdır. Kadınlar da, Allah’ın, rahimlerinde yarattığı şeyleri gizlememelidir.
 

En Güzel Örnek: Resûlullah

˗ Resûlullah, para harcama işinde, fazilet itibârı ile ailesinden başlardı.

˗ Resûlullah ﷺ, hanımlarına hep güler yüzlü idi. Ailesine en çok lâtife yapanı idi. Bu yüzden hanımları Resûlullah’ın ﷺ yanında kendilerini çok ferah hissederlerdi. Peygamberimiz ﷺ, eşlerin birbirine ‘Seni seviyorum.’ demesini tavsiye etmiştir.

˗ Ashab diyor ki: ‘Resûlullah’ın sohbetinde bulunuyorduk. Sohbetimiz biter bitmez Resûlullah bizi terk eder, hemen evine, ailesinin yanına giderdi, başka yerde eğlenmezdi.’
 

Erkekler onlar üzerinde bir dereceye sahiptirler.

‘دَرَجَةٌ’ makam ve mertebe manasındadır. Yolun konaklarından her birine, merdivene ‘derece’ denilir.

˗ Akıl, diyet, miras, Devlet başkanlığı, hakimlik ve şahitliğe uygun olması, Hanımının üzerine evlenebilmesi.

˗ Erkeğin, kadını boşayabilmesi. Erkeğin, hanımını boşadıktan sonra, kadın istese de istemese de (ciddi bir sebep yoksa), erkek kadına müracaat etme, yani tekrar nikahlama yetkisine sahiptir. Fakat kadın kocasını boşayamayacağı gibi, boşandıktan sonra da erkeğine müracaat etme hakkı yoktur ve kocasını, kendisine müracaattan da alıkoyamaz.

Her ne kadar kadının boşama hakkı olmasa da zulüm gibi durumlarda hakimin kocası istemese de boşama hakkı vardır. Aksi halde kadın zulme uğramış olur.

˗ Ganimet hissesinde erkeğin payı, kadının payından daha çoktur.

Peygamber ﷺ, ‘Kadınlara iyi davranın. Çünkü onlar sizin yanınızda âcizdirler” buyurmuştur. Bir başka hadiste ise, ‘İki zayıf ve âciz kimse hakkında Allah’tan korkun: Onlar yetimler ile kadınlardır’ buyurulmuştur.

Buna göre âyetin manası şöyle olur: ‘Allah güç ve kuvvet bakımından erkekleri kadınlardan üstün yarattığı için, erkeklerin kadınların haklarına daha çok riayet etmeleri gerekir.’ Bundan dolayı burada erkeklerin üstünlüğünden bahsedilmiştir. Erkekleri kadınlara zarar verme ve eziyet etmekten sakındırma ve adeta bir tehdiddir. Çünkü üzerinde Allah’ın nimetleri daha çok olan kimsenin günah işlemesi daha çirkindir, onun daha çok men edilmesi gerekir.

Evlilikten maksad, sükûnet, ülfet, sevgi, yeni nesiller meydana getirmek, yardımcılar ve ahbabın çoğaltılması, lezzetler elde etmektir. Bütün bunlar, iki taraf arasında müşterektir. Hatta bu hususlarda, kadının payının erkeğinkinden daha çok olduğu söylenebilir. Erkek kadının bazı haklarını tek başına yüklenmektedir; mihir ve nafakanın erkeğe ait olması, kadını her türlü kötülükten koruması, ihtiyaçlarını yerine getirmesi gibi. Bundan dolayı, kadının kocasına karşı hizmeti yerine getirmesi daha gereklidir.

Peygamber ﷺ, ‘Eğer bir kimseye, Allah’tan başkasına secde etmesini emretseydim, kadının kocasına secde etmesini emrederdim’ buyurmuştur.
 

Allah azîz ve hâkimdir.

Karşısında durulamayan bir galiptir, hüküm ve fiillerinde isabetlidir ve bunlara abes, akılsızlık, yanlışlık ile bâtıl arız olamaz.

Bu cümle muhatapları ikna için gelen tezyil cümlesidir. Aziz, kuvvetli manasındadır, Arap kelamında izzet kuvveti ifade eder. Allah ﷻ, erkeklerin rızâlarını almaları, onlara ihsanda bulunmaları ve onlara karşı cömert olmaları dışında, kadınların haklarını meşru kıldığında, erkekler kadınların hakkı olduğunu duymaya alışık olmadıklarından bu hükmü kabulde güçlük gösterebilirlerdi. Erkekler bundan kaçınırsa, kadınlar haklarını zorla da olsa alma hakkına sahiptir. Bu da erkeklerin izzetini zedeleyecek bir şey olur.

Allah ﷻ hiç kimsenin O’nu aciz bırakmayacağı şekilde kuvvetli olduğunu, hiç kimseden korkmayacağını, Hakim olduğunu, insanların işlerinin salahını bildiğini, izzetinin hikmetini desteklediğini, hikmeti gereğince şer’i hükümleri icra edeceğini bildirmiştir.

Sebeb-i Nüzulü

Câhiliyye devrinde erkekler, boşadıkları hanımlarına tekrar dönüyor ve böyle yaparak, kadınlara zarar vermek istiyorlardı. Çünkü boşanan kadın, böylece yeni bir iddet beklemeye mecbur kalıyordu. Müslümanlar böyle yapmaktan nehyedildiler. Kadınlara müracaat (geri dönmenin) helalliği şartı, arayı düzeltme isteğine bağlandı.

 

Belagat

• يَتَرَبَّصْنَ fiili gözetleme manasındadır. İstiare-i temsiliyedir. Camisi düşmanın siperden gözetilmesi gibi heyecan, fark ettirmeden bakmak gibi beklemektir.

• ‘بِاَنْفُسِهِنَّ / Kendi kendilerine’ tecriddir. Bu işin nefisten olduğuna bir işaret olabilir. Burada nefis vicdan manasına da gelebilir. Nefis muhasebesi yapabilmek için kendi başına kalmasının önemine işaret.

• قُرُوءٍ kelimesi müşterek lafızdır. Müşterek lafızla tevriye birbirine karıştırılmamalıdır. Müşterekte birden fazla manalar arasında alaka kurulmaz. Tevriyede mücerrede-muraşşaha diye alaka kurulur.

• مَا خَلَقَ اللّٰهُ derken sıfatlı kinayedir.

• وَلَهُنَّ مِثْلُ الَّذٖي عَلَيْهِنَّ zarfın takdimi haberin ihtimamı içindir. Bu haberde, kadınların haklarını ilan ve değerlerinin yüceltilmesi vardır.

• عَلَيْهِنَّ - لَهُنَّ arasında tibak vardır.

• Âyette ‘إِحْتِبَاك’ İhtibak sanatı vardır. İhtibak; icazdan bir bölümdür. Cümle içinde mananın kuvvetli olması sebebiyle zikrine gerek görülmeyen, hazfolan cümledir. Takdir şöyledir: ‘Erkeklerin onlar üzerinde hakkı olduğu gibi, onların erkekler üzerinde hakkı vardır.

• ‘Helal olmak’ ‘Çözülme’ kelimesinden istiaredir. Camisi rahatlık, darlığın açılmasıdır.

• Şart cümlesinin cezası hazfolmuş, icazı hazıf. Önceki cümle şartın cevabına delalet ediyor. Dal bi’d delalesiyle; ahirete inanan kişinin, dinin muamelat kısmında taviz vermemesi gerektiğini gösterir. İman ile günlük hayat fiilleri birbiriyle bağlantılıdır.

• دَرَجَةٌ kendisiyle yükseğe çıkılan merdiven ve benzeridir. ‘ فَعَلَةٌ’ vezninde gelmesi, yavaş ve aralıklarla intikal etmeyi ifade etmesi sebebiyledir. Burada hukuki üstünlük, maddi üstünlüğe benzetilmiş, istiare-i mekniyedir. Burada kadınların haklarını yüksekliğe benzetti, sonra erkeklerin kadınlar üzerindeki üstünlüğünü, yukarı çıkanın derecesinin üstünlüğüne benzetti. Dereceler aşağı inen için dereke olarak isimlendirilir, çünkü onunla aşağı inilen mekan idrak edilir.

Bu derece mükellefiyet açısından, infak mesuliyeti olmasından ve terbiye edip aileyi dağılmaktan korumasındandır, şeref açısından değildir. Allah ﷻ katında erkek kadından daha mükerrem değildir. “Allah katında en değerliniz, en takvalı olanınızdır.” (Hucurat, 13)

Bakara Sûresi 229. Ayet

اَلطَّـلَاقُ مَرَّتَانِࣕ فَاِمْسَاكٌ بِمَعْرُوفٍ اَوْ تَسْرٖيحٌ بِاِحْسَانٍؕ وَلَا يَحِلُّ لَكُمْ اَنْ تَأْخُذُوا مِمَّا اٰتَيْتُمُوهُنَّ شَيْـٔاً اِلَّٓا اَنْ يَخَافَا اَلَّا يُقٖيمَا حُدُودَ اللّٰهِؕ فَاِنْ خِفْتُمْ اَلَّا يُقٖيمَا حُدُودَ اللّٰهِۙ فَلَا جُنَاحَ عَلَيْهِمَا فٖيمَا افْتَدَتْ بِهٖؕ تِلْكَ حُدُودُ اللّٰهِ فَلَا تَعْتَدُوهَاۚ وَمَنْ يَتَعَدَّ حُدُودَ اللّٰهِ فَاُولٰٓئِكَ هُمُ الظَّالِمُونَ

229- Dönülebilen boşanma ikidir. Ondan sonra ya iyilikle geçinmek veya kesinlikle ayrılmak gerekir. Kadınlara mihir olarak vermiş olduğunuz bir şeyi geri almanız helal değildir. Meğerki zevci ile zevce zevciyet haklarını yerine getirmemekten korkarlar. O zaman bu ikisinin, Allah’ın çizdiği dini sınırlar içinde kalamayacaklarından endişe edersiniz, kadının kendi boşanmasını sağlaması için mehir veya başka bir şey olmak üzere verdiği karşılıkta her iki taraf için bir mahzur yoktur. İşte bu hükümler Allah’ın sınırlarıdır. Bunları çiğneyip geçmeyin. Allah’ın sınırlarını aşanlar, zalimlerin ta kendileridir.

 

Bu âyet, talâkla ilgili üçüncü hükmü, kendisinde ric’at (geri dönme) mümkün olan talâkı açıklamaktadır.

Müfessirler bu âyetin yeni bir hüküm bildirdiğini, manasının şu şekilde olduğunu söylemişlerdir: ‘Şeriata uygun olan boşama, toptan değil ayrı ayrı, yani bir talâktan sonra diğer bir talâk şeklinde olmalıdır. Salıverme ise bir kere olur.’ Bu izah, üç talâkı bir defada vermenin haram olduğunu söyleyenlerin görüşüdür.

Âyetin lafzı haber cümlesidir, ama emir manası ifade eder. Yani, ‘iki kere boşayın’ demektir. Emir manasını, haber cümlesiyle ifade etmek, o manayı tekid eder. Böylece âyetin, talâkların mutlaka tek tek verilmesi gerektiğine delâleti sabit olur.

Ebû Hanife (r.a); her ne kadar bir defada bir kaç talâkı birden vermek haram ise de, kaç kere söylenmişse o sayıda talâk sayılır, görüşündedir.

Bazı alimler de âyetin yeni bir hüküm bildirmediğini, önceki âyetlerle ilgili olduğunu söylemiş, şöyle mana vermişlerdir: ‘Ric’i talâk iki keredir. Üçüncü talâktan sonra ric’at olmaz.’ Bu tefsir, üç talâkın bir defada verilmesini caiz gören İmam Şâfiî’nin mezhebidir.
 

İyilikle tutmak veya güzellikle salıvermek

İyilikle tutması; kadının durumunu düzeltip faydalı olmak için, kocanın ona geri dönmesidir.

بِاِحْسَانٍ ‘İhsan’ dan murad, koca hanımını boşadığı zaman, ona mali yönden bütün haklarını ödemesi ve ayrıldıktan sonra onun hakkında konuşmayıp insanları ondan nefret ettirmemesidir.

Bu âyet nazil olunca, Hz. Peygambere ﷺ ‘Üçüncü talâk nerede?’ diye soruldu. Efendimiz ﷺ: ‘Üçüncü talâk, âyetteki “veya güzellikle salmaktır” hükmüdür’ buyurmuştur.

‘Veya güzellikle salmaktır’ cümlesi şu manaya da gelebilir:

‘Kadının iddeti bitip, böylece baîn (ric’ati olmayan) bir talâkla boşanmış hale gelinceye kadar, ona ric’a t etmemek (geri dönmemek)tir.’
 

Kocaya geri dönme hakkı verilmesindeki hikmet:

İnsan, arkadaşı ile birlikte olduğu zaman, ayrılmanın ona zor gelip gelmeyeceğini bilemez. Ancak ayrılırsa bunu anlayabilir. Allahu Teâlâ, birinci boşamayı kocanın hanımına dönmesine mani kılsaydı, ayrıldıktan sonra muhabbetin ortaya çıkması hâlinde, bu durum çok güç gelirdi. Tam tecrübe birinci defada elde edilemez. Bu nedenle Hakk Teâlâ ikinci kez ayrıldıktan sonra da erkeğe tekrar dönme hakkı vermiştir. Artık kişi ayrılık hususunda kendini denemiş ve kalbinin durumunu iyice anlamıştır. Eğer hem kendisi, hem de hanımı için faydalı olanın, boşanmamak olduğuna karar verirse, tekrar müracaat eder ve onu tutar. Bu sıralama, Allah’ın kullarına son derece merhametli ve şefkatli olduğunu gösterir.
 

Onlara verdiğinizden bir şeyi geri almanız size helâl olmaz.

Âyet talâkın hükümlerinden dördüncüsüdür. Erkek hanımını boşadığı zaman, ona verdiği mihir, elbise ve diğer şeyleri geri almamalıdır. Çünkü, ona verdiği bu şeyler mukabilinde kadına mâlik olmuş ve istifade etmiştir. Bu nehye, kadını fidye vermeye mecbur etmek için, boşama işini güçleştirme hususu da dahildir.

‘Erkekle kadın, Allah’ın sınırlarına riâyet edemeyeceklerinden korkarlarsa müstesna’ istisnası, “Ancak arayı açacak bir fuhuş irtikab etmiş olmaları müstesna” (Nisa, 19) istisnası gibidir. Böylece, arayı açacak bir fuhuş işlemenin, bazen edebsizlik ve kötü huy ile olacağı ortaya çıkmış olur. Âyetlerde bahsedilen apaçık kötülükten, kadınların kocalarına karşı edebe uygun olmayacak bir tarzda davranmaları da kastedilmiş olabilir.

“وَلَا يَحِلُّ لَكُمْ اَنْ تَأْخُذُوا / bir şeyi almanız size helâl olmaz” hitabı, kocalara, devlet reisi ve hakimlere de olabilir. Çünkü bu kimseler, olay kendilerine intikâl ettiği zaman, alıp verme gibi şeyleri emrederler. Sanki onlar, alıp veren kimseler gibi kabul edilmişlerdir.
 

‘Hul’ Hükmünün Sebeb-i Nüzulü

Âyet, Cemile binti Abdullah ibn Ubey ile kocası Sabit ibn Kays hakkında nazil olmuştur. Kadın, kocasını alabildiğine sevmezken, kocası onu son derece seviyordu. Kadıncağız Allah Resûlüne geldi ve,

‘Beni ondan ayır. Çünkü ona buğz ediyor, sevmiyorum. Çadırın ucunu kaldırdığım zaman, onu bazı kimselerin arasında gelirken gördüm; o insanların en kısa boylusu, en çirkin yüzlü ve en esmer olanı idi. Öte yandan ben, İslâm’a girdikten sonra, küfrü de istemiyorum’ dedi. Bunun üzerine Sabit: ‘Ey Allah’ın Resûlü, ona emret de, kendisine verdiğim bahçemi bana iade etsin’ dedi.

Hz. Peygamber de Cemile’ye dönerek: ‘Ne diyorsun?’ dediğinde Cemile: ‘Evet, fazlasını da veririm’ dedi. Bu cevap üzerine Hz. Peygamber: ‘Hayır, sadece bahçesini geri ver...’ dedi. Sonra da, Sâbit’e dönerek: ‘Ona ne verdinse geri al ve yolunu aç...’ buyurdu. Sabit de böyle yaptı. Bu hâdise, İslâm’daki ilk ‘hul’ hâdisesi oldu. (Ebû Dâvûd’un Sünen’inde bu kadının Hafsa binti Sehl el-Ensariyye olduğu zikredilmektedir.)
 

Allah’ın sınırlarına riayet edememekten korkmaları müstesna

‘اِلَّٓا اَنْ يَخَافَا / Korkmaları müstesna’ cümlesi, “Bir mü’minin başka bir mü’mini, yanlışlık dışında, öldürmesi yakışmaz” (Nisa, 92) âyetinde olduğu gibi, istisnâ-i munkatı manasındadır. Müctehidlerin çoğu, ‘Korku ve kızgınlık hâli dışında da, ‘hul’ caizdir’ demişlerdir.

İstisna muttasıldır. Hul’ ancak kızgınlık halinde ve Allah’ın sınırlarına riâyet edememeden korkma durumunda mubahtır. Bu durumların dışında hul yapılırsa fasittir. Âyet, korku dışındaki herhangi bir durumda kocanın karısından bir şey almasının caiz olmadığını göstermektedir.

Bu korku, hoşlanılmayan şeyin başa gelmesinden korkmak veya zannetmektir. Korku psikolojik bir durumdur. Kişinin, istemediği bir şeyin meydana geleceğini zannetmesidir. Bu zanna ‘korku’ denmesi, sebebe müsebbebin ismini vermektir. Müteakiben gelen âyet de bu açıklamayı tekid eder: “Eğer bu koca da onu boşar da onlar, Allah’ın sınırlarına riâyet edebileceklerini zannederlerse…” (Bakara, 230)
 

Korkan kimdir?

‣ Korkan sadece kadındır, kadının geçimsiz olması ve kocasına buğz etmesi şeklinde kendini gösterir. Bu durumda kocanın kadından, onu boşaması karşısında mal alması helâldir.

Âyette her ikisinin de endişelenmeleri şart koşulmuş, fiil tesniye gelmiştir. Çünkü korkunun başlangıcı kadından olsa da, bazen bu korkuya koca tarafından duyulan endişe de iştirak eder. Kadın, kocası hakkında Allah’a isyan etmek hususunda, kendi nefsi için bir endişe duyar. Koca da, hanımı kendisine itaat etmediği zaman, onu döveceğinden, kınayacağından, böylece çoğu kez onun hakkında haddi ve ölçüyü aşacağından endişe eder.

Bu sebeple, her ikisi için de korku söz konusu olur. Bazen, kadındaki bu korkunun sebebi, kocasıyla ilgili bir şeyden ileri gelebilir. Kocası fakir, siması çirkin olursa veyahut da kocanın kendisinden nefret edilen bir hastalığa yakalanmasından dolayı kadının, kocasıyla olan beraberliğini sürdürmeyi istememesi gibi.

‣ Korkan sadece kocadır, kadını fidye vermeye mecbur edinceye kadar, onu dövmesi sûretiyle tahakkuk eder. Bu şekilde elde edilen mal, gerek bu âyetin öncesindeki ifadelerle, gerekse “Kendilerine verdiğiniz şeylerden bir kısmını ele geçirebilmeniz için, kadınları zorlamayınız...” (Nisa, 19) “Ona verdiğiniz şeyi, bir iftira ve apaçık bir günah ile alır mısınız” (Nisa, 19-20) âyetleri ile, haramdır.

Mazur bir sebep yokken kocasından boşanma talep eden kadın cennetin kokusunu bile bulamaz. Halbuki cennetin kokusu kırk yıllık yürüme mesafesinden duyulur. Hadîs-i Şerîf
 

Hul yapılacak malın miktarı

‣ Kocanın kadına verdiği şeylerden fazlasını alması caiz değildir. Bu bazı alimlerin ve Hz. Ali (r.a)’nin görüşüdür.

Kur’ân’dan delilleri: “Onlara verdiğiniz bir şeyi geri almanız helâl değildir” (Bakara, 229) âyetidir. Cenâb-ı Allah sonra, ‘Fidye vermelerinde ikisi üzerinde de vebal yoktur’ buyurmuştur. Bu sebeple, bu ifadenin kocanın kadına verdiği şey hakkında olması gerekir. Allah’ ın mubah kılması hükmüne, ancak kocanın kadına vermiş olduğu miktar dâhil olur.

Hadisten delilleri: Sabit (r.a) Cemile’den ona mihir olarak verdiği bahçeyi geri isteyince, Cemile, ‘Daha fazlasını da veririm’ demiş, Hz. Peygamber ﷺ, ‘Hayır, sadece bahçesini ver’ buyurmuştu. Eğer mihirden fazlasıyla hul’ yapmak caiz olsaydı, Peygamber ﷺ Cemile’yi daha fazlasını vermekten men etmezdi.

Kıyastan delilleri: Koca, verdiği mihir ile kadının kendisine helâl olmasını sağlamıştır. Eğer koca hul’ için, verdiği mihrin daha fazlasını alırsa, bu kadını zarara uğratır, caiz değildir.

‣ Diğer fakihler ise, hul’ün, kocanın verdiği maldan fazla, eksik veya o mal miktarında olabileceğini söylemişlerdir.

Delilleri: Hul’ bir mu’âvaz (karşılıklı bedel verme) akdidir. Bu sebeple belirli bir miktarla sınırlı olmaması gerekir. Nikâh yapılırken, kadın çok büyük bir mihir karşılığında razı olabileceği gibi, kocanın da hul’ yapmaya çokça mal karşılığında razı olması caizdir. Özellikle kadın kocasına karşı kızgınlığını ve hoşnutsuzluğunu ortaya koyarak kocasını hafife almak isterse, bu haydi haydi caiz olur.

Hz. Ömer (r.a)’e geçimsiz bir kadın muhakeme olmak üzere başvurdu. Hz. Ömer onu tutuklatıp, çöplük olan bir evde iki gece hapsetti. Sonra ona, ‘Nasılsın?’ diye sordu. O, ‘Bu iki gece kadar güzel bir gece geçirmedim’ dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer onun kocasına, ‘Küpesine karşılık olsa bile hul’ yap’ dedi.

Hz. Ali, Hz. Osman, Ebû Hanife ve Şâfiî’ye göre hul’ talak-ı bâindir.
 

Kim Allah’ın sınırlarını aşarsa, işte onlar zâlimlerin tâ kendileridir.

Burada zulmün zikredilmesi, zalimlere lânet olduğunu hatırlatmak içindir. Zalim, kınama ve hakaret manası taşıyan bir vasıftır. Bu ismin zikredilmesi, bir tehdittir.

Allahu Teâlâ, kişinin günah işlemek sûretiyle kendi kendine kadının iddetini bitirmemesi veya karnında çocuk olduğunu gizlemesi; erkeğin de iyilikle tutmayı veya güzellikle salıvermeyi yerine getirmemesi; veya kadın geçimsiz olmadığı halde erkeğin verdiği mihri geri alması gibi zulümlere dikkat çekmek için ‘zulüm’ lafzını getirmiştir. ‘Zâlim’ lafzı mutlak olarak getirildiğinde, kişinin hem kendisine hem de başkasına zulmetmiş olduğuna delâlet eder ki, bu büyük bir tehdidi gösterir.

Sebeb-i Nüzul

Câhiliye devrinde erkekler hanımını boşar, daha sonra iddeti bitmeden onu tekrar nikahlardı. Bir adam hanımını bin kere de boşasa, yine iddet içinde ona müracaat edebilirdi. Bunun üzerine bir kadın Hz. Aişe (r.anha)’ya gelerek, kocasının kendisini boşadığını ve başkasıyla evlenmesini engellemek için kendisine ric’at ettiğini şikâyet etti. Hz. Aişe (r.anha) de durumu Hz. Peygambere ﷺ anlattı. Bundan dolayı bu âyet nâzil oldu.

 

Belagat

• ‘إِمْسَاك’ haberi mahzuf mübtedadır. Yani ‘فَعَلَيْكُمْ بِإِمْسَاكِهِنَّ / Size düşen onları tutmaktır.’ Mübteda nekre geldiği için kendinden önce bir haber takdir edilmiştir.

• Onlara verdiğiniz şey’ mihir anlamında sıfatlı kinayedir.

• ‘Verdiğiniz-almanız’ fiilleri arasında tibak-ı icab vardır.

• ‘اِلَّٓا اَنْ يَخَافَا / Allah’tan korkmaları müstesna’ ifadesi, muhataptan gaibe iltifattır.

• اَلَّا يُقٖيمَا حُدُودَ اللّٰهِ lazım; karı-koca münasebetinde haksızlığa düşmek, melzum; namaz kılmamak gibi, bu hukuklara riayet etmemek de insanı zalim yapabilir.

حُدُودَ اللّٰهِ ifadesi, emir ve nehiyleri, insanların mülkleri arasındaki sınırlara benzetilerek istiare yapılmıştır.

‘İkame’ bir şeyi ortaya koymak, icad etmek manasındadır. Burada hükmün hududa benzetilmesine tabi olarak,‘ikame etmek’ kelimesi de şer’i amel için istiare olmuştur. Yine ‘Haddi aşmak’ kavli de hükmün hududa benzetilmesine tabi kılınarak, Allah’ın ﷻ hükümlerine muhalefet etmek manasında istiare yapılmış ve istiare-i müraşşaha kılınmıştır.

Bakara Sûresi 230. Ayet

فَاِنْ طَلَّقَهَا فَلَا تَحِلُّ لَهُ مِنْ بَعْدُ حَتّٰى تَنْكِحَ زَوْجاً غَيْرَهُؕ فَاِنْ طَلَّقَهَا فَلَا جُنَاحَ عَلَيْهِمَا اَنْ يَتَرَاجَعَا اِنْ ظَـنَّٓا اَنْ يُقٖيمَا حُدُودَ اللّٰهِؕ وَتِلْكَ حُدُودُ اللّٰهِ يُبَيِّنُهَا لِقَوْمٍ يَعْلَمُونَ

230- Zevc, üçüncü defa zevcesini boşarsa bu kadın başka bir kocaya varmadan artık ona helal olmaz. Eğer bu koca onu boşar ve onlar zevciyet haklarını Allah’ın hükmü ve sınırları içinde yerine getireceklerini zannederlerse birbirlerine dönmelerinde bir beis yoktur. Bunlar, Allah’ın bilmek isteyenler için açıkladığı sınırlardır.

 

Bu âyet talâkla ilgili beşinci hükümdür; üçüncü talâkın kocanın kadına ric’at (geri dönme) hakkını sona erdirdiğini bildirir.

Hul ile ilgili âyet, 228. ve 230. âyetin arasına girdi. Halbuki âyetler arasındaki irtibatlı sıra şu şekilde olur:

‘Talâk iki defadır. Ondan sonrası ya iyilikle tutmak veya güzellikle salıvermektir. Erkek hanımını üçüncü defa boşarsa, ondan sonra kadın başka bir erkekle nikâhlanmadıkça birinci eşine helâl olmaz.’

Âyetin sırası bu olduğu halde, araya hul’ âyetinin girmesi, ric’at ve hul’ ancak üçüncü talâktan önce mümkün olduğu içindir. Üçüncü talâktan sonra ne hul’ ne ric’at kalır. Allah ﷻ önce ric’atın hükmünü zikredip, peşine hul’un hükmünü getirmiş, sonra da bu konudaki bütün hükümlerin sonu olduğu için üçüncü talâk hükmünü zikretmiştir.

Bu büyük şer’i hükmün hikmeti, erkeklerin eşlerinin haklarını hafife almalarını, onları evlerindeki oyuncak gibi kılmalarını engellemektir. Âyet, eşini ilk boşamayı gafletle yapılan hata, ikinci boşamayı tecrübe, üçüncü boşamayı da ayrılık kılmıştır.
 

Boşanan kadının başka bir evlilikten sonra ilk kocası ile evlenmesi

Üç talâkla boşanmış kadın ancak beş şartla ilk kocasına helâl olur:

1- Boşayan kocadan dolayı iddet beklemiş olması.

2- İkinci koca ile nikahlanmış olması.

3- İkinci koca ile münasebette bulunmuş olması.

4- İkinci kocanın da onu boşamış olması.

5- İkinci kocadan ayrıldıktan sonra tekrar iddet beklemiş olması.

‘حَتّٰى تَنْكِحَ / nikahlanıncaya kadar’ lafzı, cinsi münasebet manasına; ‘زَوْجًا / koca ile’ kelimesi de nikah akdine delalet eder.

Bundan sonra üç talak da kesin olarak gerçekleştiğinde. Bu cümle, tahrimin illetine; yani boşayan erkeğin kadının durumunu küçümsediğine, muaşeret hakkını hafife aldığına imadır.

Allahu Teâlâ’nın ikinci, فَاِنْ طَلَّقَهَا cümlesi ‘üçüncü talâktan sonra onunla evlenen kocası, onu boşarsa..’ demektir.
 

‘Boşanan kadınla ilk kocasına, yeni bir nikâhla birbirlerine varmalarında günah yoktur’ cümlesinde nikâh lafzı, اَنْ يَتَرَاجَعَا ‘tekrar birbirine varmak’ lafzıyla ifade edilmiştir. Çünkü, karı-koca hâli, bundan önce aralarında mevcuttu. Tekrar nikâhlandıklarında, daha önceki nikâhlarına dönmüş olurlar. Bu, lûgavi bakımdan bir geri dönüştür.

Koca, hanımını bir veya iki talâkla boşadığında, kadın da sonra bir başka kocaya varıp, onunla münasebette bulunur da, sonra da kadın yeni bir nikâhla birinci kocaya dönerse, kocası ona tekrar üç talâkla mâlik olur.

Bir kimse başkasının üç talakla boşadığı bir kadınla evlenip, cinsi münasebette bulunmak sûretiyle kadını ilk kocasına helal kılmak istediğinde, bu ikisi arasında nikah bulunmaz. Çünkü bu, bilinmeyen bir süre ile yapılmış olan bir mut’a nikahıdır ki, bu da batıldır.

Ama bir kimse, başkasının üç talakla boşanmış hanımıyla onu ilk kocasına helal kılmak isteyip, onu boşamamak şartıyla evlenirse, bu nikah sahihtir, şart da geçersizdir. Fakat hâdise mekruh kişi de günahkâr olur. İmâm-ı Mâlik, Ahmed İbn Hanbel böyle bir nikâhın bâtıl olduğu kanaatindedirler.

Efendimiz ﷺ şöyle buyurmuştur: ‘Allah, helal kılmak niyetiyle evlenen ikinci kocaya ve bu niyetle kendisi için hanımı evlendirilen birinci kocaya lânet etsin.’ Çünkü nikah akdi devamlılık üzere meşru kılınmıştır. İkinci koca boşama niyetiyle aldığı için lânetlenmiştir. İlk kocaya lânet olması da bu işe sebep olduğu içindir.
 

Eğer karı-koca, Allah’ın sınırlarına riâyet edebileceklerini zannederlerse...

Böyle bir zan bulunup, ikisi için Allah’ın kanunlarını yerine getirmeye dair bir azm ü sebat bulunursa, bu geriye dönüş güzel olur. Ama böyle bir zan bulunmaz, bir araya geldiklerinde kadının geçimsizliğinden yahut da kocanın kadına zarar vereceğinden korkarlarsa, bu durumda müracaat etmeleri haram olur.
 

    Katlan zorluklara etme naz…

    Kolaylık gelecek sabır biraz. M. Balcı
 

Bunlar bilen ve anlayan kimseler için, Allah’ın açıkladığı sınırlardır.

وَتِلْكَ حُدُودُ اللّٰهِ buyruğu bu âyetlerde açıklanan mükellefiyetlere işarettir. يُبَيِّنُهَا  sözü ise, geleceğe matuftur. Nebinin lisanıyla ifadesini bulan, mükemmel beyân ve açıklamalardır.

‘Bilen kimseler’, âyetlerden istifade eden kimselerdir. Bunların dışındakiler ise, kendilerine itibar edilmeyen kimseler gibi kabul edilmiştir.

Allah, bununla aklı ve ilmi olan kimseleri murad etmiştir. ‘Allah ancak mükellef tuttuğu şeyleri anlayabilen, akledebilen kimseleri sorumlu tutar’ demektir.

Bu şekilde kadının eski kocasına helal olabilmesi için, başka biriyle evlenip boşanmasının şart koşulması, kişinin hemen canının istediği gibi eşini boşamaya kalkmaması içindir. Çünkü hiçbir erkek, eşinin başka biriyle olmasından hoşlanmaz. Sadece nikah akdi yapılması yeterli olsaydı, adam karısından vekalet alır, birisiyle vekaleten nikahlar, sonra da hemen orada tekrar boşatırdı.

 

Sebeb-i Nüzulü

Temime binti Abdurrahman el-Kurazi, amcası oğlu Rifa’a b. Vehb’in nikâhı altında idi. Rifa’a bu hanımını üç talâkla boşadı. Bunun üzerine kadın da Abdurrahman b. Zübeyr el Kurazi ile evlendi.

Daha sonra Peygambere ﷺ gelip, ‘Ben Rifaa’nın nikâhı altında idim, o beni üç talâkla boşadı. Sonra Abdurrahman b. Zübeyr ile evlendim. Onun uzvu elbisemin saçağı gibi. O benimle münasebette bulunmadan beni boşadı. Ben amcam oğlu Rifa’a’ya tekrar dönebilir miyim?’ dedi. Peygamber ﷺ de tebessüm ederek ‘Yani sen Rifa’a’ya dönmek mi istiyorsun? Hayır, sen ondan o da senden tadmadıkça olmaz” buyurmuştur.

Bunun üzerine Temime (r.anha), bir müddet bekleyip, yine Peygambere ﷺ gelerek, ‘Kocam yaşlıdır’ dedi. Hz. Peygamber ﷺ onu doğru kabul etmeyerek, ‘Birinci defasında yalan söyledin. Onun için ikinci sözünü de doğru kabul etmiyorum’ dedi. Âyet-i kerime bu olay üzerine nazil oldu.

Bu kadın, Hz. Peygamber ﷺ vefat edinceye kadar bekledi. Sonra Hz. Ebû Bekir (r.a)’e gelerek, bu hususta ondan izin istedi. O da, ‘Hayır. Rifa’a’ya dönemezsin’ dedi. O, Hz. Ebû Bekir vefat edinceye kadar tekrar bekledi. Hz. Ömer halife olunca ona gelip, bu hususta izin istedi. Hz. Ömer (r.a) de, ‘Şayet ona dönersen seni recm ederim’ dedi.

 

Belagat

• ‘Eğer boşarsa’ umum ‘üçüncü talakı verip son kez boşarsa’ husus. (umum-husus alakası)

• ‘Birbirlerine dönmeleri’ lazım, tekrar evlenmeleri melzumdur. (lazım-melzum alakası)

• ‘Nikah’ ve ‘zevce’ kelimeleri arasında muraat-ı nazır,

• ‘Talak’ ve ‘nikah’ arasında tibakı icab,

• حَتّٰى تَنْكِحَ زَوْجاً غَيْرَهُ ifadesindeki زَوْجًا kelimesi kevn-i lahıktır. Çünkü henüz zevcesi olmadı.

• İlk فَاِنْ طَلَّقَهَا ilk eşin boşaması, ikinci فَاِنْ طَلَّقَهَا ikinci kocanın boşamasından bahsettiği için aralarında cinas-ı tam vardır.

• تِلْكَ حُدُودُ اللّٰهِ cemdir. Aynı zamanda tecessümdür. İsmi işaretin gelişi akliyedir.

Bakara Sûresi 231. Ayet

وَاِذَا طَلَّقْتُمُ النِّسَاءَ فَبَلَغْنَ اَجَلَهُنَّ فَاَمْسِكُوهُنَّ بِمَعْرُوفٍ اَوْ سَرِّحُوهُنَّ بِمَعْرُوفٍࣕ وَلَا تُمْسِكُوهُنَّ ضِرَاراً لِتَعْتَدُواۚ وَمَنْ يَفْعَلْ ذٰلِكَ فَقَدْ ظَلَمَ نَفْسَهُؕ وَلَا تَتَّخِذُٓوا اٰيَاتِ اللّٰهِ هُزُواًؗ وَاذْكُرُوا نِعْمَتَ اللّٰهِ عَلَيْكُمْ وَمَا اَنْزَلَ عَلَيْكُمْ مِنَ الْكِتَابِ وَالْحِكْمَةِ يَعِظُكُمْ بِهٖؕ وَاتَّقُوا اللّٰهَ وَاعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلٖيمٌࣖ

231- Kadınlarınızı boşayıp iddetlerini bitirdiklerinde onları ya iyilikle tutun veya güzel bir şekilde salıverin. Zarar vermek üzere haklarına tecavüz etmek için onları alıkoymayın. Kim bunu yaparsa, kendine zulmetmiş olur. Allah’ın hükümlerini eğlence konusu yapmayın! Allah’ın size verdiği nimetini ve size nasihat vermek için indirdiği kitap ve hikmeti düşünün, aklınızdan çıkarmayın ki Allah her şeyi bilir.

 

اَلطَّـلَاقُ مَرَّتَانِ فَاِمْسَاكٌ بِمَعْرُوفٍ اَوْ تَسْرٖيحٌ بِاِحْسَانٍ âyeti (229), üç talâkı birden vermenin meşru olmayacağı manasındadır. Meşru olan, talâkların ayrı ayrı verilmesidir. Buna göre bu âyet tekrar değildir. Çünkü o âyet, talâkları birden veya ayrı ayrı vermeyi izah etmektedir. Bu âyet ise, ric’at’ın nasıl olacağını ortaya koyar.

Şâfiî mezhebine göre ise, o âyet ric’at’ın nasıl olduğunu bildirir, bu âyet (231) de tekrardır. Bu tekrar, diğerlerinde bulunmayan bir önem ve ihtimamın bulunduğuna delâlet içindir. Çünkü en büyük eziyet, hanımını boşayıp, iddetinin bitimine doğru ona tekrar dönmek, böylece onu dokuz ay iddet bekletmektir.

Bu âyet, Sabit b. Yesar hakkında nazil olmuştur. Bu zat hanımını boşamıştı. İddetinin sonu yaklaşınca ona dönmüş, sonra sırf ona eziyet ve zarar olsun diye tekrar boşamıştı.
 

İddetlerini bitirdiklerinde onları ya iyilikle tutun veya güzel bir şekilde salıverin.

‘ فَاَمْسِكُوهُنَّ بِمَعْرُوفٍ / Onları iyilikle tutun.’ Bu cümle, kocanın hanımına dönebileceğine işarettir. Müracaat ancak münasebetle sahih olur.

Kocanın hanımına ric’at ettiğine dair şâhid bulundurması müstehaptır.

Sürenin sona ermesinden murad, sürenin sona ermeye yaklaşması, bizzat sona ermesi demek değildir. Bir kimse şehre yaklaştığı zaman, ‘şehre vardık!’ demesi gibi. Mecazı mürselden kevn-i lahıktır.

‘Onları iyilikle tutun’ emrinden sonra tekrar ‘Onları zararlarına olarak tutmayın’ dendi. Çünkü emir, tek bir kereyi ifade eder, bütün vakitleri içine almaz. Nehy bütün vakitleri içine alır. Belki de, kocası onu şu anda iyilikle tutacak ama, kalbinde gelecekte kadına zarar vermek niyeti taşıyabilir. Allahu Teâlâ وَلَا تُمْسِكُوهُنَّ ضِرَاراً buyurunca, bütün şüpheler bertaraf olup her türlü ihtimal ortadan kalkmış olur. (Tekmil ve ihtiras itnabı)

ضِرَارًا zarar vermek demektir. Düşmanlık uyandırmaya, aradaki ülfet ve uyumu gidermeye, nefret ve korku verme gibi şeylere yöneliktir.

Burada Dırar’dan maksat; cahiliye devrindeki uygulamalardır. Adam karısını boşayıp onu yapayalnız bırakır; üçüncü kurû’un bitmesi yaklaşınca ona döner; kadını dokuz ay veya daha fazla bir süre iddet içinde tutmaya devam ederdi.

Veya Dırâr’dan maksat, kadının nafakasını kısmak ve her tür kötülüktür.
 

Zarar vermeniz için...

لِتَعْتَدُوا’deki ‘ل’ hakikat ve mecaz manasıyla, hem talilde, hem de lamı akıbe olarak kullanılmıştır. Allah’ın ﷻ hükümlerinde haddi aşmak Müslümanlar için illet olmaz. İllet mecazen, muhalefet edenleri kötülemek için hasıl olmuş menzilesine indirilmiştir.

‘فَقَدْ ظَلَمَ نَفْسَهُ / nefsine zulmetmiş olur’, kadınlara zulmünü, aralarındaki geçimi bozmasına, ev halinin karışmasına, hasımlıkta zihnin bulanmasıyla maslahatların elden çıkmasına sebep olacağından nefislerine zulüm kılmıştır. Aynı zamanda ahirette Allah’ın ﷻ ikabına tariz ifade eder.

Yani ‘Onlara zarar vermeyin, haddi aşmış olursunuz’ demektir. Bu lâm, ‘lâmü’l-âkibe’ (netice lamı)dır.

Ya da mana, ‘Onlara, haddi aşmak niyetiyle zarar vermeyin. Bu durumda siz, Allah’a isyan etmiş ve bu masiyeti kasdi yapan kimseler olursunuz’ demektir.
 

Kim böyle yaparsa, kendine muhakkak ki zulmetmiş olur.

Kişinin kendi nefsine karşı zulmü, onu Allah’ın azabına duçar kılması, gerek dünyevî, gerekse dinî menfaatleri kaçırmasıdır.

Dünyevî menfaatleri şu şekilde kaçırmış olabilir: Bu kimse halk arasında bu kötü davranışlarıyla meşhur oldu mu, hiç kimse onunla evlenmeye ve onunla iş yapmaya istekli olmaz.

Dinî menfaatları kaçırması: Çoluk çocuğuyla iyi geçindiği ve Allah’ın hükümlerini gönül hoşluğu ile kabul ettiği zaman elde edeceği sevabı elde edememesidir.
 

Allah’ın âyetlerini oyuncak yerine koymayın.

Câhiliyye devrinde kişi hanımını boşar ve, ‘Boşadım, oynuyorum!’ derdi. Azâd eder, evlenir, yine aynı şeyi söylerdi. Bunun üzerine Allahu Teâlâ bu âyeti indirdi. Hz. Peygamber ﷺ de âyeti okuyarak, ‘Kim karısını boşar, kim bir köle azad eder ve kim de nikâhlar ve bütün bu hususlarda eğlendiğini iddia ederse, bilsin ki bütün bunlar ciddi olmuştur’ buyurdu.

Emre itaat ettiği görülen, sonra itaati terk eden kimse hakkında, ‘O bu şeyle alay ediyor ve onunla oynuyor’ denilir. İşte bunun gibi, Allah’a ve Resûlüne itaatin vâcib olduğu bildirilen, iddet, ric’at, hull ve kadına zarar vermemek gibi tekliflerin ulaştığı herkes, bunları yerine getirmek için kolları sıvamazsa, adeta bu hükümlerle alay etmiş gibi olur.

‘Aynısını veya benzerini yapmada ısrarlı olduğu hâlde günahından tevbe eden kimse, Allah’ın âyetleriyle alay eden kimse gibidir’ .

Bu, ehl-i kıblenin âsî ve günahkârları için büyük bir tehdit ifade eder. Eğlence ve boş şeyler hakkında ‘adam sen de!’ denildiği gibi, Allah’ın teklifleri hakkında da,‘sakın böyle davranmayın’ demektir.

Bu nehiy, aynı zamanda zıddını emirdir. Yani bu âyetlere gereğince sarılın, çalışın, hükmüyle amel edin, haklarını yerine getirin.
 

Allah’ın size verdiği nimetini ve size nasihat vermek için indirdiği kitap ve hikmeti düşünün.

Bu, gerek dünyevi gerekse dinî, Allah’ın kuluna lütfettiği nimetlerin hepsini içine alır. Allahu Teâlâ bu mücmel emrinden sonra, sadece dinî nimetler olan kitap ve hikmeti zikretmiştir. Çünkü dinî nimetler dünyevî nimetlerden daha üstündür.

‘Allah’ın size indirdiği kitap ve hikmeti ki onunla size öğüt veriyor’ buyruğu, vaaz için tebliğcinin nelere ihtiyacı olduğunu bildirmektedir.

Bir vaazda âyet ve hadise yer verilmezse, o vaaz değil hitabedir.
 

Etkili Sözün Sırları

˗ Söz, gerekenden az veya fazla olmamalıdır.

˗ Söz kendi kendine kalite kazanmaz; kişinin ilmi, fikri, tecrübesi ve hissi birikimi ve vasfı sözü etkili kılar.

˗ Hazla çok söyle, nazla az söyle, fazla hiç söyleme!

˗ Kelime ve kavram hazinesinin geniş ve zengin olması, sözün etkileyiciliğini artırır.

˗ Kalbinde derinlik olmayanın, dilinde şirinlik olmaz.

˗ Bir kişiye duymak istemediği şeyi, tereyağından kıl çeker gibi bir ustalıkla duyurmak gerekir.

˗ Gerçek insan, yapabildiğini söyleyen, söylediğini yapan insandır.

˗ Öfkeliyken konuşmamak gerekir.

˗ İnsan ne kadar az düşünürse, o kadar çok konuşur.


Evde hanımıyla anlaşamayan Nişabur vaizine ‘Sen meşhur bir alimsin, sana kim olsa kızını verir, bu hanımı bırak!’ derler.

Cevabında ‘Bu hanımı bırakırsam hem hanım kaybeder, hem ben kaybederim. Hanım kaybeder, çünkü benim gibi sabırlı birini bulamaz. Ben kaybederim, çünkü onun gibi bana sabır sevabını kazandıran birini bulamam.’

 

Te’vilâtı’n Necmiyye’den...

O başkasına zulmettiğini zannederken, aslında kendine zulmetmektedir. Çünkü kıyamet günü Allahu Teâlâ mazluma zalimin hasenelerinden verecek, zalime de mazlumun seyyielerinden verecektir. Zalimin kötülüğü hakikatte başkasına değil kendi nefsine döner. Başkasına zulmedince, nefsini öldürmüş, iyilik edince de nefsine iyilikte bulunmuş olursun. O yüzden Allahu Teâlâ “Eğer iyilik ederseniz, nefsinize iyilik etmiş olursunuz. Eğer kötülük ederseniz bu da nefsinizin aleyhinedir” (İsra, 7) buyurmuştur.

وَلَا تَتَّخِذُٓوا اٰيَاتِ اللّٰهِ هُزُوًا Yani manalarını tedebbür etmeden (iyice düşünmeden), işaretlerini fehmetmeden (anlamadan), esrarını tahkik etmeden, hakikatlerine tabi olmadan, envarıyla nurlanmadan, öğütlerinden, hikmetlerinden vaaz almadan, zahiri bir okuyuşla tilavet etmeyin.

 

Belagat

• ‘Talak’ salmak demektir. İstiare ile boşama anlamında kullanılır. Nikah akdi kadını evine, ailesine bağlayan bir bağ, talak bu bağın çözülmesi gibidir. Kadın bağlanan bir şeye benzetilmiştir. İstiare-i mekniyedir.

Bir cisim veya canlı, kopmaması, sağlam durması, kaçmaması için bağlanır. Eğer kadın da boşanırsa, serbest kalır, başıboşluğa sürüklenir.

• ‘İddetlerini bitirmeye yakın’ derken iddet kelimesi ‘Ecel’ lafzıyla istiare edilmiş. Müstearun minh ölüm anı, ecel, müstearun leh boşanmış kadının iddetidir. Camisi de; ayrılık, üzüntü, geri dönülmeyişi, çocukların yetim kalmasıdır.

• وَلَا تَتَّخِذُٓوا اٰيَاتِ اللّٰهِ هُزُوًا , derken, Allah’ın ﷻ âyetlerini yaşamamayı şakaya benzetmiş. Teşbih-i beliğdir. Yani alay gibi görmeyin.


Mecaz üçe ayrılır, teşbih, istiare, kinaye. Benzetme edatıyla yapılan; teşbihtir. Benzetme edatı ve müşebbeh zikredilmeden yapılan mecaz istiaredir. Herhangi bir benzetme olmadan, hem hakiki manası anlaşılıp hem de bir başka anlam kastedilen mecaz da kinayedir.

‘Allah’ın âyetleri’ umum, husus olarak evlilikle ilgili hükümler kastedilmiş.

• Allah’ın ﷻ nimeti, lazım, bu konularda yol göstermesi, melzumdur. Umumi olarak nimet denmiş, hususi olan evlilik hükümlerini bildirmesi kastedilmiştir.

• عَلَيْكُمْ ’ün manayı fiil özelliğini düşünürsek, her aklınıza geleni istemeyin, üzerinize gereken nimeti düşünün, demektir. Nimeti anın, derken, Allah’ı düşünün kast edilmiştir. Mecaz bazen eksilterek bazen arttırılarak yapılır. Burada kelime arttırılarak yapılmıştır.

Bakara Sûresi 232. Ayet

وَاِذَا طَلَّقْتُمُ النِّسَاءَ فَبَلَغْنَ اَجَلَهُنَّ فَلَا تَعْضُلُوهُنَّ اَنْ يَنْكِحْنَ اَزْوَاجَهُنَّ اِذَا تَرَاضَوْا بَيْنَهُمْ بِالْمَعْرُوفِؕ ذٰلِكَ يُوعَظُ بِهٖ مَنْ كَانَ مِنْكُمْ يُؤْمِنُ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِؕ ذٰلِكُمْ اَزْكٰى لَكُمْ وَاَطْهَرُؕ وَاللّٰهُ يَعْلَمُ وَاَنْتُمْ لَا تَعْلَمُونَ

232- Kadınları boşar, onlar da iddetini tamamlarlarsa, meşru bir sûrette anlaştıkları takdirde, evlenmelerine mani olmak için onlara mani çıkarmayın. Bu içinizden Allah’a ve ahirete inananlara verilen bir öğüttür. Hem de hakkınızda daha hayırlı, daha nezih bir davranıştır. Allah bilir, siz ise bilmezsiniz.

 


 

Onlara engel olmayın.

عَضَلَ men etmek, engellemek, hapsetmek, daraltmak, tazyik edip sıkıştırmak demektir. Esas manası ‘darlık’tır. Bu kelime mecazi anlamda her türlü şiddetli engellemeler için kullanılır. Birinci ve ikinci babtan gelebilir.

‘عَ’ ve ‘ض’ bir kelimede bir araya geldiğinde hapsetmek ve şiddet manalarını ifade eder. ‘سَيْفٌ عَضْبٌ / keskin şiddetli kılıç’, ‘عَضُدٌ / pazu’ gibi. (Pazu insandaki en kuvvetli uzuvdur.)

‘فَلَا تَعْضُلُوهُنَّ / Onlara engel olmayın’ hitabı:

1- Kadının velilerinedir. ‘Kadınları boşadığınız zaman’ ifadesi, sebebe isnaddır. Çünkü boşamaya çoğu zaman veliler sebep olur.

2- Bu hitap kocalaradır. Çünkü bazı eşler, kadınlara zulmederek başkasıyla evlenmesine mani olur. Bazen koca, iddetin bitiminden sonra hanımından ayrıldığına pişman olur. Başkasının ona tâlib olduğunu görünce, kıskanabilir; ya talâkı inkâr eder yahut iddeti içinde ona müracaat ettiğini iddia eder, onunla evlenmek isteyen kimseye gizli gizli tehditler yollar, kadın hakkında kötü sözler yayarak başkasının ona talip olmasını engeller.

3- Veya bu hitap, bütün insanlaradır. (Tağlip) Boşanma durumunda ister veliler, ister kocalar, ister başkası olsun, hiç kimse kadının eski kocasıyla evlenmesine mani olmamalıdır.

Allahu Teâlâ’nın ilminde bütün mahlukat, var olma bakımından birdir. Bu nedenle aslında bazılarını ilgilendiren bir konu olduğu halde, bütün muhatapları içine alan bir zamirle gelmesi uygun olmuştur.

Buna göre âyet-i kerime, evliliğe engel olmanın önemine dikkat çekmektedir. ‘Bu iş asla meydana gelmesin’ demektir. Bu engellemeye sessiz kalınırsa bütün bir toplumdan sadır olmuş gibi kabul edilir. Böyle bir şeyin meydana gelmesine razı olan bir toplum, bilfiil bunu yapmış sayılır. Buna ise kimsenin hakkı yoktur.
 

Veli izni olmadan evlilik

Ebû Hanife (r.a), اَنْ يَنْكِحْنَ اَزْوَاجَهُنَّ ifadesiyle, velisiz evlenmenin caiz olacağına istidlal etmiştir. Allahu Teâlâ fiili fâiline izafe etmiş, veliyi de buna mâni olmaktan nehyetmiştir. Eğer kadının bu işi yapması fasit olsaydı, Allah veliyi kadının nikâhına mâni olmaktan nehyetmezdi. “Ve eğer mü’min bir kadın kendisini Peygamber’e bağışlayıp da, Peygamber de onu nikâhla almak isterse...” (Ahzâb, 50) âyeti de, kadının velisiz nikahlanabileceği hususunda açık bir delildir.

Genç bir kız, Resûlullah’a ﷺ gelerek: ‘Babam, fakirliğini benimle gidermek için kardeşinin oğluyla evlendirdi’ diye şikayette bulundu. Resûlullah ﷺ bu nikahın kabul veya reddinde yetkiyi kıza bıraktı. Kız da: ‘Ben babamın yaptığı işi kabul ettim fakat babaların böyle yapmaya haklarının olmadığının kadınlarca bilinmesini istedim’ dedi.

‘Veliden izinsiz nikah sahih olmaz’ (Tirmizi) ‘Kadın kadını evlendiremez. Kadın kendi başına da evlenemez. Zani kadın kendi kendine evlenen kadındır.’ İbni Mâce

Köle, efendisinin izni olmadan evlenirse, zani sayılır. Tirmizi

Hz. Enes (r.a) anlatıyor: ‘Resûlullah ﷺ ‘İslâm’da şigar yoktur’ (Müslim) buyurdu.

Şigar nikahı, kızları veya kız kardeşleri bulunan iki erkeğin birbirinden mehir istemeksizin, kız veya kız kardeşlerini değişme yolu ile nikahlanmalarıdır.

Böyle bir nikah, dinen verilmesi vâcib olan ve kadının evlenirken kazandığı ‘mehir’ hakkı terk edildiği için geçersiz sayılmıştır. Bu usul, kadının bir değiştirme maddesi haline gelmesine ve insani hakların ihmaline sebep olduğundan yasaklanmıştır.
 

Aralarında meşru bir sûrette anlaştıkları takdirde…

‘Maruf’ kelimesi, hem şeriate, hem de insanlar arasında cari olan örfe göre güzel ve iyi demektir.

Bu anlaşma, helâl bir akid, caiz bir mihir ve âdil şahitler bulunması şartlarını taşıyan, şeriata uygun bir anlaşmadır. Aralarında güzel bir beraberliğin meydana gelip, sevginin devam edebilmesi için karı-kocadan her birinin bu anlaşmaya göre, karşısındaki için gerekli olan şeye razı olması da bu anlaşmaya dahildir.

‘Meşru’ bir şekilde anlaşmaktan murad, kadının seçtiği kocanın kendine denk olması veya mihri misil de olabilir. Kadın kendi kendine evlenirken birbirlerine denk değillerse veya mihr-i misli son derece az olursa, Ebû Hanife’ye göre, bu nikâh sahihtir, fakat velisinin itiraz hakkı vardır.

Kadın, eksik mihri kabul ederek, velisine ar getirmiştir. Veliler, mihrin az olmasından utanır, kimseye söylemezler, çok olmasıyla iftihar edip gösteriş için her yerde anlatırlar. Mihrin azlığından o sülâlenin kadınları da utanç duyar. Çünkü, onlardan biri için mihir tesbitine ihtiyaç duyulunca, bu az miktardaki mihir baz alınır.

Bu durumda veliler kadınları böyle bir nikâhtan men edip, sülâlenin kadınları adına söz hakkına sahip olur. Bu engelleme, baskı ve tazyik anlamındaki ‘engel olma’ değildir.
 

İşte, sizden Allah’a ve âhiret gününe iman edenlere bununla öğüt veriliyor.

Öğüt verip nasihat etmek, şeriata uygun davranmaya teşvik, şeriata muhalefetten sakındırmadır. Âyet bu bakımdan tehdid ifade eder.

Öğütten istifade edecek olanlar, mü’minler olduğu için, bu nasihat iman edenlere tahsis edildi. Hükümlerin açıklanması bütün mükellefler için umûmî ise de, vaaz-ü nasihat olması mü’minlere hastır.

Öğüt vereni olmayan ve öğüt vereni sevmeyen millette hayır yoktur. Hz. Ömer

Bizi uyarmazsanız sizde, sizi dinlemezsek bizde hayır yoktur. Hz. Ömer
 

Mevlana’dan...

˗ Sohbet vardır kış gibidir, sohbet vardır, ilkbahar misali sayısız meyveler verir.

˗ Dinleyen susamış ve arayan biri olursa, vaaz eden ölü bile olsa ona ders verir.

˗ Nerede yoksul görürsen, bil ki, o olgun bir insandan kaçmıştır.

˗ Ahmağı ikna etmek için konuşan delidir.

˗ İnsan Allah’ın ﷻ lütfuna kendi başına erişebilseydi, bunca Peygamber gelir miydi?

˗ Şaka bir şeyi öğretmeye yarar; onu ciddi bir şeymiş gibi dinle.
 

Bu sizin için daha faziletli ve daha temizdir. Allah bilir, siz bilemezsiniz.

اَزْكٰى tabiri, o kişinin ebedi sevabı hak etmesine, اَطْهَرُ da günahlardan temiz olmasına işarettir.

Burada ismi tafdillerin mufaddalun aleyhleri mahzuftur. Yani, baskı yapmaktan ve onları engellemekten daha hayırlı ve temizdir.

Kul, her ne kadar mükellefiyetlerdeki faydaları genel olarak bilse de, tafsilatını bilemez. Allah ﷻ ise bütün emir ve nehiylerini, ister meydana gelmiş olsunlar, ister takdir edilmiş olsunlar, hem kemiyet hem de keyfiyetçe bilir. Bu tekliflere uygun amel edenleri ve etmeyenleri de bilir.


Sebeb-i Nüzul

Ma’kıl İbn Yesâr, kız kardeşini, Cemil İbn Abdullah İbn Asım ile evlendirir. Daha sonra, Cemil hanımını boşar. İddeti bitinceye kadar onu terk eder. Sonra pişman olarak, nikahlamak üzere hanımına tekrar döner. Hanımı da razı olur. Fakat Ma’kıl ‘Eğer ona tekrar dönersen, bir daha yanıma gelme!’ der. Bunun üzerine de bu âyet iner. Allah’ın Resûlü de Ma’kıl’ı çağırarak kendisine âyeti okur. Ma’kıl da, ‘Rabbimin emrinden dolayı burnum sürtülsün!... Ey Allah’ım, razı oldum, emrine teslim oldum ve kız kardeşimi kocasıyla tekrar evlendiriyorum’ der.

Başka bir rivayette, Câbir bin Abdullah’ın amcasının bir kızı vardı. Kocası onu boşamıştı. Daha sonra da, iddetin bitimini müteakip ona tekrar dönmek istedi, ama Câbir kabul etmedi. Bunun üzerine de Allahu Teâlâ bu âyeti indirdi. Câbir ‘Bu âyet benim hakkımda nazil oldu’ demiştir.

 

Belagat

• اَنْ يَنْكِحْنَ اَزْوَاجَهُنَّ sözündeki, ‘اَزْوَاجَ / kocaları’ kelimesi, onlarla evlenmek isteyen kimselerdir. Onlar, henüz koca olmadan, ileride olacağı halin ismi verilmiştir. (Kevn-i lahık, mecaz-ı mürsel)

Veya bu ‘kocalar’ onları boşamış olan önceki kocalardır. Daha önceden kocaları olduğu için (kevn-i sabık, mecaz-ı mürsel) veya ileride yeniden koca olabilme ihtimallerinden dolayı böyle denmiştir. Hem eski, hem de yeni kocalar anlaşıldığı için bu kelimede Tevcih sanatı vardır.

• ...ذَلِكَ , ذَلِكَ يوُعَظُ بِهِ ism-i işaretinde, muhataplar cemi olduğu halde kâf-ı hitabın müfred gelmesi, ‘Her biriniz’ manasındadır. Kâf-ı hitap, sözü sadece hazır bulunanlara yöneltir. Muhatabın müfred veya cemi olmasına bakılmaz.

Veya hitap sadece Resûlullah’adır ﷺ. Yani âyette geçen hükümlerin hakikati herkesin anlayabileceği şeyler değildir. O yüzden Resûlullah’a ﷺ tahsis edilmiştir.

• ‘Bu inananlara verilen bir öğüttür’ cümlesi inkar etmeyeni inkar eden yerine koymaktır. (muktezayı zahirin hilafına kelam)

• ‘Onlara engel olmayın’ fiili عضل, daraltmak kökünden geliyor. Engel olmanın insanı sıkıştırıp daralttığını düşünebiliriz.

• ‘اَزْكٰى / Daha hayırlı’, ile ‘اَطْهَرُ / daha temiz’ kelimeleri arasında muraatı nazır, tezayuf var. Ayrıca bu kelimeler, ‘hayırlı’ anlamında istiaredir. Camisi rahatlık, huzur, sağlık vesilesi olmasıdır.

• ‘Allah bilir, siz bilemezsiniz’ tibakı selb. Mefulleri mahzuf, icazı hazıf. Mefulün hazfı umum ifade eder; Allah her şeyi tam manasıyla bihakkın bilir. Yine bu cümle itnabtan, mesel tarikı cari olan tezyil cümlesidir.

Bakara Sûresi 233. Ayet

وَالْوَالِدَاتُ يُرْضِعْنَ اَوْلَادَهُنَّ حَوْلَيْنِ كَامِلَيْنِ لِمَنْ اَرَادَ اَنْ يُـتِمَّ الرَّضَاعَةَؕ وَعَلَى الْمَوْلُودِ لَهُ رِزْقُهُنَّ وَكِسْوَتُهُنَّ بِالْمَعْرُوفِؕ لَا تُكَلَّفُ نَفْسٌ اِلَّا وُسْعَهَاۚ لَا تُضَارَّ وَالِدَةٌ بِوَلَدِهَا وَلَا مَوْلُودٌ لَهُ بِوَلَدِهٖ وَعَلَى الْوَارِثِ مِثْلُ ذٰلِكَۚ فَاِنْ اَرَادَا فِصَالاً عَنْ تَرَاضٍ مِنْهُمَا وَتَشَاوُرٍ فَلَا جُنَاحَ عَلَيْهِمَاؕ وَاِنْ اَرَدْتُمْ اَنْ تَسْتَرْضِعُٓوا اَوْلَادَكُمْ فَلَا جُنَاحَ عَلَيْكُمْ اِذَا سَلَّمْتُمْ مَا اٰتَيْتُمْ بِالْمَعْرُوفِؕ وَاتَّقُوا اللّٰهَ وَاعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصٖيرٌ

233- Çocuklarının emzirme süresini tamamlamak isteyen anneler, iki tam yıl emzirirler. Annelerin yiyecek ve giyeceği, örf dairesinde babasına aittir. Bununla birlikte kimseye gücünün dışında bir yük yükletilmez. Hiçbir ana ve hiçbir baba yavruları yüzünden zarara uğratılmasın. Babanın mirasçısına da aynı yükümlülük vardır. Ana baba müşavere neticesinde çocuğu iki yıl tamam olmadan önce sütten kesme hususunda anlaşırlarsa, ikisi için de bir sorumluluk yoktur. Eğer evlatlarınızı başkalarına emzirtmek ister ve vereceğiniz ücreti makul bir şekilde verirseniz, bu da bir suç teşkil etmez. Bununla beraber Allah’tan korkun ve bilin ki Allah bütün yaptıklarınızı görür.

 

Allahu Teâlâ rahmet ve re’fetinin büyüklüğünden, insanın ana karnında cenin olmasından ta haşre kadar gerekli her bilgiyi veriyor. Yeter ki kimse haksızlığa uğramasın, incinmesin.

Âyette annelerin çocuklarını emzirme müddeti haber verilmiş ki, hem anne, hem de çocuk eziyet çekmesin, sıkıntıya düşmesin. Annenin doğurma, emzirme görevine karşılık, babaya da neslin sahibi, soyun devam ettiricisi olarak çocuğu ve annesini İslâm hukukuna göre besleme ve giydirme görevi verilmiş, adil bir iş bölümü ortaya konulmuştur.

Böylece ne çocuk, ne anne, ne de babanın zarar görmemesi sağlanmıştır.
 

Çocuklarının emzirme sûresini tamamlamak isteyen anneler, iki tam yıl emzirirler.

‣ Bu lafız, âmme bir lafızdır. İster evli olsun, isterse boşanmış olsun bütün anneleri içine alır.

‣ Burada geçen anneler, boşanmış annelerdir. Çünkü âyet talâk âyetinin peşinden gelmiştir. Önceki âyetlerle arasındaki münasebet şudur:

Karı-koca ayrılınca, aralarında bir buğz ve birbirlerine sataşma başlar. Bu da kadını, çocuğa eziyet etmeye sevk eder.

Çünkü çocuğa eziyet, boşayan kocaya eziyet etmek gibidir. Ve kadın başka biri ile evlenme arzusu içindedir. Çocuğun bakımını ihmâl eder. Allahu Teâlâ boşanmış kadınları, çocuklara gerekli ilgi ve itinayı göstermeye çağırarak, ‘Anneler çocuklarını emzirirler’ buyurmuştur ki, bundan murad, boşanmış annelerdir.

Ayrıca sonrasında, ‘o annelerin ma’rûf şekilde yiyeceği ve giyeceği, çocuk kendisinin olan babaya aittir’ buyrulmuştur. Eğer evlilik devam etseydi, o zaman koca bu harcamayı, annenin süt emzirmesinden dolayı değil, karı-kocalık münasebetinden dolayı yapardı.

‣ Bu anneler, halen evliliği devam eden nikâhlı hanımlardır. Çünkü boşanan kadınlar giyeceğe değil, ücrete müstehak olurlar.

Kadın, çocukların terbiye ve emzirmesi ile meşgul olduğunda, kocasına hizmete vakit bulamaz. Bu nedenle genelde kocasına hizmet edememeden dolayı kadının nafaka ve giyecek istihkakının düşeceği zannedilir. Bundan dolayı Allahu Teâlâ, her ne kadar çocukları emzirmekle meşgul olsa bile, kadının nafaka ve giyiminin kocaya ait olduğunu bildirerek, bu vehmi ortadan kaldırmıştır.

Allahu Teâlâ boşanma hükümlerinin ardından ‘Anneler’ diye başlayarak ‘Ayrılsanız da o sizin çocuğunuz, siz anasınız’ hatırlatmasını yapmaktadır. Çünkü o devirde boşanan kadınlar kocalarından intikam almak için çocuklarını emzirmiyor, sütanneye veriyorlardı.
 

‘Çocuklarını emzirirler.’

Bu ifade lafzen haber, mana bakımından emir cümlesidir. Takdiri,
‘Anneler çocuklarını Allah’ın vâcib kıldığı hükme göre emzirsinler’ şeklindedir.

Bu emir, vücûb ifade etmez. “Eğer sizin için (çocuklarınızı) emzirirlerse, onlara ücretlerini verin” (Talâk, 6) âyeti de böyle olduğunu göstermektedir. Eğer süt emzirmek vâcib olsaydı, kadın ücrete müstehak olmazdı.

Bazı alimler de, annenin çocuğuna süt emzirmesinin vâcib olmadığına, “annelerin ma’rûf şekilde yiyeceği ve giyeceği, çocuk kendisinin olan babaya aittir’ âyetini delil getirmişlerdir. Anne, bazen boşanmış olabilir. Bu sebeple nafakasının babaya vâcib oluşu, ancak çocuğunu emzirmesi sebebiyledir. Eğer süt vermek kadına bizzat vâcib olsaydı, nafakası babaya vâcib olmazdı.

Bu emir menduptur. Çünkü çocuğun anne sütüyle büyümesi, diğer sütlere nazaran daha faydalı; anne şefkati başka insanların şefkatinden daha çoktur.

Ancak çocuğun annesinden başkası bulunamaz veya çocuğun sadece annesini emmesi şeklinde zaruri durumlar olursa; kadının çocuğunu emzirmesi vâcib olur.
 

Anne sütünün faydaları

˗ Anne sütü her zaman tazedir, ucuz ve ulaşılması kolaydır.

˗ Anne sütüyle beslenen kız çocuklarının ileride meme kanserine yakalanma riskleri daha düşüktür.

˗ Anne sütü ile beslenmeyenlerde kasık fıtığı gelişme riski artmaktadır.

˗ Anne sütü alan bebekler daha zeki bulunmuştur. Anne sütünde, beynin yapı taşlarından olan Lesitin diğer gıdalara oranla sütte fazla olduğu için, beyin gelişimi, anne sütü emen bebeklerde daha sağlıklıdır. Fenilanin oranı diğer sütlere göre düşük olduğu için, anne sütü emen bebeklerin daha zeki oldukları ispatlanmıştır.

1000’in üzerinde bireyin 18 yıllık incelenmesinden oluşan bir çalışmada, bebekliklerinde anne sütüyle beslenmiş olanların hem zekâ seviyeleri hem de öğrenim hayatındaki başarıları daha yüksek bulunmuştur. Sosyal ve psikomotor gelişim daha hızlı olmaktadır.

˗ Görme kusurları daha az görülmekte, doktora gitme sayısı azalmakta, egzama ve diş çürüğü daha az görülmektedir. Anne sütüyle beslenen bebeklerin diş ve çene gelişimleri daha iyi olur.

Meme emen bebeklerin ağız ve çene kasları, biberonla beslenen bebeğe göre daha çok çalışır. Böylece anne sütü ile beslenen bebeklerin ileride dişleri daha düzgün çıkar, daha kolay konuşurlar.

˗ Anne sütü alanlarda kusma ve dolayısıyla akciğerlere gıda kaçması görülmez.

˗ Anne sütünde endorfin bulunur. Bu morfin benzeri doğal madde sakinleştirici etkisi yanında ağrı dindirici özelliğe de sahiptir.

˗ Gece uykudan uyanan ve ihtiyacı olan gıdaya hızlı bir şekilde kavuşan bir bebek, mamanın hazırlanması için beklemek zorunda kalan ve bu nedenle huzursuzlaşan, ağlayan ve böylece bol bol hava yutan bir bebeğe göre daha kolay tekrar uykuya dalar.

˗ Anne sütünün sıcaklığı bebek için her zaman idealdir.

˗ Anne sütü aşıların etkinliğini artırır. Solunum yolu hastalıkları ve ishalden korur. Yenidoğan sarılığını önler.

˗ İleri yaşlarda astım, diyabet, şişmanlık gibi sağlık sorunlarını azaltır.


93 harbinde acı bir aile dramı yaşanmıştır. Kırk günlük genç bir lohusa, Rus zulmüne uğramış, göçten başka çâresi olmayan bir muhâcir kâfilesine katılmıştır. Bir elinde 40 günlük bebeği, diğerinde de taşıyabileceği kadar mücevher... Günlerce yapılan yolculuktan sonra bir kuyu başında konaklarlar ve sular içilir. Kadın elindekilerin birini bırakmak zorunda olduğunu düşünür. Ve mücevher çıkınını kuyuya atar, yürümeye başlar. Bir ara genç anne rüyâdan uyanır gibi feryada başlar. Gönlü yaralı annenin çığlığı ile dağlar inler. Kâfile olduğu yerde dona kalır. Anne, mücevherlerin yerine yavrusunu atmıştır kuyuya. Çileli anne geri dönmek ister. Fakat Rus korkusundan dönemezler. Dertli anaya, ağlaya ağlaya yürümek düşer sâdece. Yine bir kuyu başı. Kâfile duraklar. Dizlerde derman, gözlerde fer kalmamıştır. Tam kalkacakları sırada, başka bir kâfile vâdiden görünüverir. Bunlar da dosttur. Beklerler şekiller belirir. Genç annenin erkek kardeşinin kucağında bir bebek. Kuyunun çıkrığına takılıp çıkmış bir çocuk. Hem de dayısının kucağında...

Asrımızın anneleri! Çocuklarınızı bile bile karanlık kuyulara, canavarların ağzına atmayın, sokağa, modanın kucağına itmeyin. Boynunuzdaki, kolunuzdaki ziynetler kadar onlara sahip çıkın!
 

      ✽      ✽      ✽   
 

Hamileliğin Asgari Müddeti

Bir adam Hz. Ali’ye gelerek, ‘Bekâr bir kızla evlendim. Hakkında herhangi bir şüphem yok, ama o altı ay zarfında doğurdu’ dedi. Bunun üzerine Hz. Ali (r.a), ‘Allahu Teâlâ, “çocuğun (karında) taşınması ve sütten kesilmesi, otuz aydır” (Ahkâf, 15) ve, “Anneler çocuklarını iki tam yıl emzirirler” (Bakara, 233) buyurmuştur. Buna göre hamileliğin en az müddeti altı aydır. Çocuk, senin çocuğundur’ demiştir.

Hz. Ömer’e altı ayda doğuran bir kadın getirildi. O, kadını recm etme hususunda müşavere etti. Bunun üzerine İbn Abbas, ‘O kadın, Allah’ın kitabıyla size karşı delil getirirse, getirebilir’ dedi. Bu iki âyeti okudu, hamileliğin en az müddetinin altı ay olduğunu hatırlattı.
 

Anneler çocuklarını iki tam yıl emzirirler.

حَوْلَيْنِ ilk vakitten ikinci vakte geçmiş, dönmüş anlamına gelir. كَامِلَيْنِ iki yıldan az olma vehmini gidermek için gelmiştir.

‘İki yıl’ ifadesi, ‘iki yıl boyunca mecburen emzirecekler’ anlamında, vâcib olan bir sınırlama değildir. Çünkü sonrasında ‘Emzirmeyi tam yaptırmak isteyenler için...’ buyrulmuştur. Tamamlama isteğe bırakılmıştır.

‘Eğer (anne-baba) aralarında anlaşarak ve müşavere ederek, çocuğu emzirmeden kesmeyi arzu ederlerse, ikisine de bir günah yoktur’ buyruğu da bu emzirme süresinin vâcib olmadığını gösterir.

Bu sınırlama (tam iki yıl), karı-koca emzirme müddetinde anlaşmazlığa düşerse, bu anlaşmazlığı sona erdirir. Aralarında bir münakaşa bulunduğunda, bu belirlenmiş miktara müracaat etsinler diye, Cenâb-ı Hakk bu süreyi tam iki yıl olarak tayin etmiştir. Baba, iki yıl dolmadan önce çocuğunu sütten kesmeyi ister, annesi de buna razı olmazsa, babanın arzusu uygulanmaz. Kadın ister, ama baba razı olmazsa da böyledir. Ama, her ikisi de, iki yıl dolmadan çocuklarını sütten kesme hususunda anlaşırlarsa, bunu yapabilirler.

Baştaki lâm harf-i ceri يُرْضِعْنَ fiiline müteallıktı. Âyet, ‘Babalardan, çocuğunun tam emmesini isteyenler için o (anne olan) kadınlar, çocukları iki yıl emzirsinler’ manasındadır. Çünkü, çocuğu emzirtme işi anneye değil babaya aittir.

‘İki tam yıl’ kaydı çocukların iki yaşından sonra emzirilmeyeceğini bildirir. İki seneden fazla emzirmek çocuğa tıbben zararlıdır. Çocuk emzirme bağımlısı olursa kolay kolay evlenemez. Böyle çocuklar ilerde eşcinselliğe eğilim gösterebilir.

Allahu Teâlâ annelere çocuğu görüp gözetmeyi tavsiye ettiği gibi, babalara da çocuğun annesini görüp gözetmeyi tavsiye etmiş, ma’rûf bir şekilde annelerin yiyecek ve giyeceğini sağlamayı emretmiştir. Bu da annenin çocuğun menfaatine uygun davranmasını sağlar.

Bu konudaki ‘ma’rûf’, bazen koşulan bir şart ve anlaşma ile belirlenir; bazen da belirsiz olur, örfe göre belirlenir. Çünkü baba, annelere yeterli yiyecek ve giyecek temin ederse, ücret belirlenmesine gerek kalmaz.

Yeterli yiyecek ve giyecek temin edilmezse kadın zarara uğrar, bu zarar çocuğa da dokunur.

Allahu Teâlâ, çocuğu görüp gözetmeyi önce annelere, daha sonra da babalara tavsiye etmiştir. Çocuk annesinin gözetmesine, babasının gözetmesinden daha fazla ihtiyaç duyar. Çünkü anne ile çocuk arasında kesin bir vasıta yoktur. Fakat baba çocuğunu ancak bir vasıta ile gözetebilir, çocuğu emzirmek ve terbiye etmek için ücretle kadın tutar. Bu nedenle ana hakkı baba hakkından çoktur.
 

    Olmalı harcı sağlam, Baba evin direği

    Olmalı sımsıcak gül, Anne evin yüreği. Seyrani


 

Süt emzirme

Bugün gelişen tıp ilmi, annenin çocuğunu emzirmesinin, hem kendi sağlığı hem de bebeğin sağlığı açısından fevkalâde önemli olduğunu ispat etmiştir.

Anne sütü, ilâhî kudret nakışları ile dolu bir mükemmellik arz eder. Onda, çocuğun hayatî ihtiyaç duyduğu vitaminler, hormonlar, koruyucu maddeler ve mikroplarla mücâdele eden enzimler; mânen de annenin karakterini çocukta teşekkül ettirecek unsurlar mevcuttur.

Anne sütünde, insanın beslenmesi açısından temel unsur olan protein, şeker, yağ, fosfor ve vitaminlerin tümü, bebeğin bünyesine uygun gelecek şekilde çok âhenkli bir nisbet ve ölçüde mevcuttur.

Anne sütünde, bebeği ilk altı ayda tüm mikrop ve hastalıklardan koruyan bağışıklık maddeleri vardır. Bu sebeplerle bebeğin ilk altı ayda sadece sütle beslenmesi, biyolojik bir zarûrettir.

Gelişen tıp ilmine göre de, emzirme süresi iki tam yıldır. Çünkü karaciğerin kan yapması dolayısıyla çok yüklü oluşu ve diğer organların gelişim hâlinde olması sebebiyle anne sütüne olan mecbûrî ihtiyaç, iki yıl devam etmektedir.

Kadın hamilelikten dolayı doğum sancısı başladığı zaman, her gelen sancı için bir can kurtarmış gibi sevabı vardır. Doğumu yaptıktan sonra süt emzirmeye başladığı zaman dahi, onun için bir köle azad etmiş gibi sevap alır. Yavrusunu sütten kestiği zaman, semada bir melek onun için şöyle seslenir:

- Ey kadın şu yaptığın amel, geçen ömrünün tümüne yetti. Artık kalan ömrün için yeni amel işlemeye bak. Hadîs-i Şerîf - Gunyetü’t Talibin
 

Annelerin yiyecek ve giyeceği, örf dairesinde babasına aittir.

‘الْمَوْلُودِ لَهُ / Kendisi için doğurulan’ tabiri baba manasınadır. Hz. Peygamber ﷺ ‘Çocuk doğduğu yatağa aittir’ buyurmuştur. Çocuğun babasının yatağında doğması, babanın soyuna katılacağına bir tembihtir. Cenâb-ı Allah sanki şöyle demiştir; ‘Kadın, erkeği için çocuğunu onun yatağında doğurduğunda, erkeğin çocuğunun ihtiyaçlarını ve menfaatlarını gözetmesi vâcibtir.’

Hz. Harun’un, “Ey anamın oğlu..” (Tahâ, 94) sözünde, ‘anne’ kelimesini zikretmesi, şefkati hatırlatmak içindir. Bu âyette de çocuğun kendisi için doğurulduğuna dikkat çekmek için, ‘baba’ yerine ‘kendisi için doğurulan’ denmiştir. Çocuğun noksanlığı babasına nisbet edilir. Onun faydasına olan şeyleri görüp gözetmek babaya gerekir.
 

Kimse güç yetiremeyeceği şeyle mükellef tutulamaz.

‘وُسْع’ güç yeten ve gücü aşmayan şey demektir. Çocuğun babası, gücü yetmediği miktarda çocuğa ve annesine harcama yapmakla mükellef tutulamaz.
 

Ne bir anne çocuğu yüzünden zarara sokulmasın.

لَا تُضَارَّ kelimesinde idgam bulunmasından dolayı, iki manaya muhtemeldir:

1- Aslı; birinci ‘râ’nın kesresiyle لَا تُضَارِرُ şeklindedir. Buna göre mana, kadın zarar verendir. ‘Anne, çocuğa zarar vererek, babaya zarar vermesin’ demektir. Baba, annenin yiyecek ve giyeceğini karşılamaktan imtina edince, kadın da çocuğu emzirmekten imtina eder ve çocuğu babasının üstüne atar.

2- Veya fiilin aslı birinci ‘râ’nın fethasıyla, لَا تُضَارَرُ şeklindedir. Buna göre, zarar verilen kadındır. ‘Baba, çocuğuna bakmak hususunda son derece istekli olan anneden onu çekip alarak zarar vermesin’ demektir.
 

Ne de çocuğun babası o çocuğu sebebiyle (zarara sokulmasın)

Yani ‘Anne, çocuğu babaya bırakarak o babaya zarar vermesin.’

Her iki mana da aynı neticeye varır, çocukları vesile ederek anne ile babanın birbirlerinden öfkelerini çıkarmaları bu ifadelerle men edilmiştir.

Fiil tek kimseye ait olduğu halde, müşareket (beraber, karşılıklı yapmayı) ifade eden Mufaale sigası ile gelmesinin sebebi:

˗ Mübalağa için olabilir. Çünkü insanı üzen kişinin eziyeti, üzmeyen herhangi birinin eziyetinden daha güçlüdür.

˗ İkisi de çocuğa zarar vermesinler, manasındadır. Yani ‘Baba ve anne, karşılıklı olarak, anne emzirmeyerek, baba da çocuğu anneden ayırarak ona zarar vermesinler.’

˗ Ana-baba birbirlerine zarar vermesinler, demektir. Çocuğa zarar vermeleri aslında, karşılıklı olarak birbirine zarar vermedir.

“Ne bir anne çocuğu yüzünden zarara sokulsun” cümlesi lafzen haber, manen nehiy cümlesidir. Bu ifade emzirmeyi, emzirmeyi taahhüdü ve çocuğu korumayı bırakan anneye bir tehdittir.

لَا تُضَارَّ وَالِدَةٌ بِوَلَدِهَا cümlesi وَلَا مَوْلُودٌ لَهُ بِوَلَدِهٖ cümlesine atfolmuştur. ب harfi her ikisinde de sebebiyet içindir. Harfi cerin bir kez anneye, bir kez babaya atfedilmesi, anne babadan her birinin evlatlarına şefkatle muamele etmeleri ve ıslahı için çalışmaları istendiği içindir.
 

Mirasçıya düşen de bunun gibidir.

Bundan murad babaya vâris olan kimselerdir. Çünkü وَعَلَى الْمَوْلُودِ لَهُ رِزْقُهُنَّ sözüne atfedilmiştir. Eğer baba ölürse, vâris babanın yerine geçer ve zikredilen şart ile (ma’rûfu gözeterek, zarar vermekten sakınıp) kadının giyeceğini, yiyeceğini temin eder. Baba öldüğü zaman, babaya vâcib olan her şey, varise de vâcib olur.

Bu varis;

‣ Anne ve kız kardeşler dışında kalan bütün asabe olduğu söylenilmiştir.

‣ Mirastaki paylarına göre, çocuğa vâris olan kadın ve erkeklerdir. Nafaka, mirastaki payları kadar olacaktır.

‣ Amca oğulları ve köleler gibi kimselerin dışında kalan, nikâhı haram olan kimselerdir. Bu, Ebû Hanife’nin görüşüdür.

‣ Varisten murad, ana-babadan geriye kalandır.

‣ ‘Vâris’ ölen babasına vâris olan çocuğun kendisidir. Eğer çocuğun malı varsa, emzirme ücretinin onun malından verilmesi gerekir. Malı yoksa, anne onu emzirmeye zorlanır. Anne babası için de evladın aşırı külfete girmesine gerek yoktur. مِثلُْ ذَلِك tabiri ‘yiyecek-giyecek veya zarar vermeme hususunda bunun kadarı’ manasındadır.
 

Eğer, aralarında anlaşarak ve müşavere ederek, çocuğu memeden kesmeyi arzu ederlerse, ikisine de günah yoktur.

‘فِصَالً’ hususunda iki görüş vardır:

1- Bu, sütten kesme demektir. Çünkü “(Karında) taşınması ve sütten kesilmesi, otuz aydır” (Ahkâf, 15) âyetinde sütten kesme ‘فِصَالً / ayırma’ kelimesiyle ifade edilmiştir. Artık çocuk anne sütünden ayrılıp, diğer yiyeceklere yönelmiştir.

‘Fisâl’ mufaale babının mastarıdır, müşareket bildirir. Çocuk annesinden ayrıldığı zaman, annesi de ondan ayrılmış olur. Aralarında karşılıklı bir ayrılık meydana gelir. Anne ile evlat arasındaki psikolojik bağlar inkâr edilemez. Klinikte analar, çocukların yeri özel olarak ayrıldığı için seslerini duymazlar. Buna rağmen, çocuğu ağlayan anne, hemen sinirli bir havaya bürünür. Eğer anne şiddetli bir ağrı duyarsa, bebek de bunu hisseder, ağlar...

2- ‘فِصَالً’ anne-baba karşılıklı anlaştığında, çocuğa herhangi bir zararı dokunmuyorsa, anne ile çocuğun arasını ayırma manasındadır.

وَتَشَاوُرٍ kelimesi, karşılıklı görüş alışverişinde bulunmaktır.

Bu âyet, iki yıldan daha az sürede çocuğu sütten kesmenin ancak ana-baba rızâsı ve bu hususta tecrübeli kimselerle müşaverelerinden sonra caiz olabileceğini gösterir. Çünkü anne, bazen emzirmeden usanır ve çocuğu sütten kesmeye çalışır. Yine baba da süt emzirmeden ötürü para vermekten usanır ve bundan kurtulmak için çocuğu sütten kesmeye çalışır.

Fakat anne ve baba şahsi menfaatlerinden dolayı çocuğa zarar verme hususunda nadiren ittifak edebilirler. Onlar bu hususta, tam bir muvafakat içinde olduklarında da, onların dışındaki kimselerle yapılan müşavereye itibar edilir. O zaman da, çocuğa zarar verebilecek bir şey hususunda herkesin ittifak etmesi uzak bir ihtimaldir. Herkes ittifak ederse, çocuğu tam iki yıl dolmadan sütten kesmenin ona zararlı olmayacağı anlaşılır.

Allahu Teâlâ küçücük yavruya büyük bir ihsanda bulunmuş, sütten kesilebilmesine pek çok şart koymuştur. Bütün bu şartlar bulunsa bile, açıkça izin vermemiş ‘Size bir günah yoktur’ buyurmuştur. Çünkü insan ne kadar zayıfsa, Allah’ın ona olan rahmeti o kadar çok, ihtimamı da o kadar fazla olur.

Allah, çocuklarına merhametten dolayı ana babayı cennete koyar.
 

Emzirmenin anneye faydaları

˗ Bebeğin ilk dakikalarda anne göğsünü emmesi; oksitosin hormonu salgısına sebep olur, doğum sonrası kanamalarını büyük ölçüde azaltır ve rahmin hızla toparlanmasını sağlar.

˗ Bebeği emzirmenin bir faydası da yumurtalık ve meme kanseri riskini azaltmasıdır. Emzirme süresinin uzunluğuyla ilişkili olarak kanser riski düşer. Bebeği olmayan, bebeğini emzirmemiş veya az emzirmiş kadınlarda meme ve yumurtalık kanseri ihtimali yüksektir.

˗ Gebelik süresince kalça ve sırtta oluşan yağlar, süt oluşumunda kullanılmak için depolanan enerji verici maddelerdir. Anne bebeğini ne kadar çok ve uzun süre emzirirse, o yağlar eriyecek; böylece anne doğum öncesi formuna dönecektir.

˗ Bebeğin sadece anne sütü ile beslenmesi en az altı ay -% 90’ın üzerinde- hamilelikten korunma sağlar. Doğum kontrol hapları, süt yapımını azalttığı ve B6 vitamininin yetersizliğine sebep olduğu için kullanılmamalıdır.

˗ Bebeğin emmesi anneyi idrar yolu enfeksiyonlarından korur.

˗ Bebeğini emzirememiş anneler, çoğu defa bir suçluluk hisseder. Emzirme, annenin bebeği kabullenmesi ve onunla hissî bağ kurması zâviyesinden de mühimdir. Bu bağı kuramayan annelerin bebekleri huzursuzdur ve sürekli ağlar.
 


Çocuklarınızı (başkasına) emzirtmek isterseniz, ma’rûf bir şekilde vereceğiniz (emzirme ücretini) ödemek şartıyla, yine size bir vebal yoktur. Allah’tan korkun ve bilin ki şüphesiz Allah, ne yaparsanız hakkıyla görendir.
 

اَنْ تَسْتَرْضِعُٓوا اَوْلَادَكُمْ ‘Evlatlarınız için’ manasındadır. Fiilin kendi anlamı ile iktifa edilerek, اَوْلَادَكُمْ kelimesinin başında, ‘için’ manasını ifade eden lâm harf-i ceri (لِاَوْلَادِكُمْ) hazfedilmiştir. Emzirmenin çocuklar için olduğu açıktır.

Anne, emzirmeye mâni bir durumu çıktığında, başka bir kadına müracaat edilebilir. Bu mâniler:

˗ Anne bir başkasıyla evlendiği zaman, yeni kocasının haklarını yerine getirmesi, anneyi çocuğunu emzirmekten alıkoyabilir.

˗ İlk kocası onu boşadığında, başkasıyla evleninceye kadar çocuğu emzirmek istemeyebilir.

˗ Veya kendisini boşayan kocasına eziyet olsun diye, onu üzmek için, çocuğu kabul etmekten kaçınabilir.

˗ Kadın hasta olabilir veya sütü kesilebilir.

Bu engellerden biri ortaya çıktığı zaman, başka bir süt annesi bulunduğunda ve çocuk da onun sütünü kabul ettiğinde, süt emzirme hususunda anneyi bırakıp başka kadınlara başvurmak caiz olur. Fakat başka süt anne bulunamadığında veya sütünü çocuk kabul etmediğinde, çocuğu emzirmek anneye vâcib olur.

Emzirmenin caiz ve sahih olabilmesi için ödeme yapmak şart değildir. Bu sadece en uygun olanı yapmaya bir teşviktir. Çocuğun menfaati için en ihtiyatlı yol, emziren süt anneye, gönlünün hoş olması için ücret peşin verilmelidir.
 

Süt annelik

Hz. Aişe, Resûlullah ﷺ’in yanında bulunduğu bir sırada, Hz. Hafsa’nın odası önünde izin isteyen bir erkek sesi işitir. Bunun üzerine Hz. Aişe ‘Ey Allah’ın Resûlü, şu adam evinize girmek için izin istiyor’ dedi. Bunun üzerine Resûlullah: ‘Sanıyorum ki, o Hafsa’nın süt amcası filan kimsedir’ buyurdu.

Hz. Aişe ‘Ey Allah’ın Resûlü! Süt amcam filan yaşasaydı benim yanıma girebilecek miydi?’ diye sordu. Hz. Peygamber ﷺ: ‘Evet, girebilirdi. Zira süt, doğumun (neseb) haram kıldığı her şeyi haram kılar’ buyurmuştur.

Örtünme emri geldikten sonra Ebû Kuays’ın erkek kardeşi Eflah gelip, Hz. Aişe’nin yanına girmeye izin istemişti. Eflah, Aişe’nin süt amcası idi. Hz. Aişe devamla şöyle anlatır: Ben de ona izin vermekten kaçınmıştım. Resûlullah ﷺ gelince durumu O’na anlattığımda, hemen bana, Eflah’ın yanıma girmesine izin vermemi emir buyurdu.

Hamza’nın kızı ile evlenmesi istendiğinde Allah Resûlü ﷺ: ‘O bana helal olmaz. Çünkü o, benim süt kardeşimin kızıdır. Doğumdan dolayı haram olan, sütten dolayı da haram olur’ buyurmuştur.
 

Allah’tan korkun ve bilin ki şüphesiz Allah, ne yaparsanız hakkıyla görendir.

Bu cümle, çocukların ve emziren kadınların haklarını korumak, onlar hakkında tefrite gidilmemesi hususunda mübalağa için sevk olmuştur.

 

Te’vilâtı’n Necmiyye’den...

Âyet, sohbet, tazim, saygı kaidelerini, ahlâkı, iyi geçimi kolaylaştırıp yaymaya şümullüdür. Özellikle de canlılar üzerine şefkatin, rahmetin genişliğine şümullüdür. Zira merhamet etmeyene merhamet edilmez. Nebi ﷺ çocuklarını öpmeyen kimseye ‘Muhakkak Allah ﷻ rahmetini ancak şaki kalpten çeker alır’ buyurdu.

 

Belagat

• ‘Emzirirler’ haber cümlesi ‘Emzirsinler’ manasındadır. Muktezayı zahirin hilafına kelamdan, haber cümlesi emir yerinde gelmiştir.

Yine haberin fiil olarak gelmesi hükmü takviye eder.

Umum: Anneler. Husus: İki yaşından küçük çocukların anneleri.

• Süt anne konusunun uzun anlatılması meselenin önemini kalplerde yerleştirmek için, itnabın tefri kısmıdır.

• ‘Gücünün yettiği’ sıfatlı kinayedir.

• ‘Ne anne, ne baba zarara uğratılmasın, varis de bunun gibidir’ cümlesi cem’e dahil olan, bir şeyin kısımlarının tamamının sayılmasıdır.

• Anne-baba arasında ihamı tezat vardır. (Kadın-erkek) İkisi de çocukla ilgili olduğu için de muraat-ı nazır vardır.

• Yiyecek ve giyecek arasında muraat-ı nazır vardır.

Bakara Sûresi 234. Ayet

وَالَّذٖينَ يُتَوَفَّوْنَ مِنْكُمْ وَيَذَرُونَ اَزْوَاجاً يَتَرَبَّصْنَ بِاَنْفُسِهِنَّ اَرْبَعَةَ اَشْهُرٍ وَعَشْراًۚ فَاِذَا بَلَغْنَ اَجَلَهُنَّ فَلَا جُنَاحَ عَلَيْكُمْ فٖيمَا فَعَلْنَ فٖٓي اَنْفُسِهِنَّ بِالْمَعْرُوفِؕ وَاللّٰهُ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبٖيرٌ

234- İçinizden ölenlerin geride bıraktıkları zevceler dört ay on gün beklerler. Bu süreyi bitirince artık kendileri için tercih edecekleri meşru hareketten size sorumluluk yoktur. Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.

 

Talak âyetleri arasında namazı muhafaza âyetinin gelmesi çok ilgi çekici. İlk bakışta alakasız gibi gözükse de aslında birbiriyle yakından alakalı. Tıpkı gece karanlığında gözükmeyen mahyaların bağlantısı gibi.

Dinimizde ibadet, muamelat, ahlâk; hepsi de Allah’ın ﷻ hükmüdür. Hangisinde gevşeklik gösterilirse Allah buğzeder, cezalandırır. Namaz nasıl farz ise; evlenirken, boşanırken, Allah’ın ﷻ gösterdiği kurallara, kanunlara uymak da farzdır. Bir kimsenin bu muamelat kurallarında din ölçülerine uymamasıyla namazı terk etmesi arasında fark yoktur. Bu sebeple muamele konusu olan boşanma konusu arasına namaz âyeti derc edilmiştir. Bu irtibatın başka bir yönü de insan iradesine bakar. Namaz kılan insanın iradesi güçlenir, sabrı artar, Allah’a ﷻ yakınlığı ve Allah’ın hükümlerine teslimiyeti artar. Yapacağı işte, verdiği kararda daha insaflı, daha diğergam olur. Her konuda Allah’ın rızâsını gözetir.

Bu durum onun günlük hayatına, aile hayatına yansır. Eften püften sebeplerle boşanmaya kalkışmaz. Ciddi bir durum olur da boşanma kararı verirse onu da Allah’ın hududunu aşmadan, kullara zulmetmeden gerektiği şekilde yapar.

Nasıl ki namaz seferde, hazerde, her şartta kesintisiz kılınır, bırakılmaz. Korku zamanında, savaşta, yolculukta, bazı kolaylaştırıcı hükümler getirilmiştir. Bu hükümler uygulanarak ibadet hayatı devam eder. Aile hayatını da nefsi ve hissi değil, akli ve ilmi davranarak devam ettirmek gerekir. Boşanmak en son çaredir.
 

İçinizden ölenlerin geride bıraktıkları zevceler dört ay on gün beklerler.

يُتَوَفَّوْنَ fiili, bir şeyi tam ve eksiksiz olarak almak demektir. اَزْوَاجاً ’den maksat kadınlardır. Erkek ‘zevc’, hanımı da ‘onun zevci’ olarak ifade edilir.

Cenâb-ı Allah kocası ölmüş kadının iddetini bu müddet ile sınırlandırmıştır. Çünkü, çocuğa dört ay on gün sonra ruh üflenmektedir. Kocası ölen her kadının bu iddeti beklemesi vâcibtir. Ancak bunun iki istisnası vardır.

˗ Cariye, hür kadının beklemesi gereken iddetin yarısını bekler.

˗ Hamile kadının iddeti, çocuğunu doğurmasıyla sona erer. Kocasının vefatından bir saat sonra dahi çocuğunu doğursa, başkasıyla evlenmesi helâl olur.

Sebî’a bintu’l-Hars, Sa’d İbn Havle’nin hanımı idi. Sebî’a hamile iken, Sa’d vefat etti. Onun vefatından yarım ay sonra, Sebî’a çocuğunu doğurdu. Lohusalığı bittiği zaman kendisine tâlib olunması için süslendi. Bunun üzerine ona, ‘Dört ay on gün geçmedikçe evlenemezsin’ dediler. Sebî’a da, ‘Bunu Hz. Peygamber’e sordum. O bana, çocuğumu doğurduğum zaman evlenmemin helâl olacağını söyledi. Ve bana, bir tâlib çıkarsa onunla evlenmemi emretti’ dedi.

Bu âyet-i kerime, her ne kadar mushaf tertibinde önce gelse de, kocası ölen kadının bir sene bakılıp gözetilmesini ifade eden Bakara, 240. âyetini neshetmiştir.

Bir âyet-i kerimenin Mushaf’ta önce yer alması, daha sonra nazil olmasına mâni değildir. Çünkü Mushaf’ın tertibi nüzul sırasına göre değil, Cebrail’in (a.s), Allah’ın emriyle yapmış olduğu bir tertiptir.

İddetin sebebi ölümdür, ölümden haberdar olmak değildir. Buna göre, kadına kocasının ölüm haberi, iddet müddeti geçtikten veya daha fazla bir zaman sonra ulaşırsa, geçen zaman iddetten sayılır.

Kadının kendi kendine iddet beklemesinden maksad, onun nikâhtan, kocasının öldüğü evden çıkmaktan ve süslenip püslenmekten kaçınmasıdır. Bu mücmel bir ifadedir. Çünkü kadının hangi hususta bekleyeceği açıklanmamıştır. Kadının evlenmekten kaçınması hususunda ittifak edilmiştir. Zaruret ve ihtiyaç durumları hariç, evinden çıkmaması ve süslenmemesi de vâcibtir.

Allah’a ve âhiret gününe inanan bir kadın için, kocası hariç, herhangi bir ölüye üç geceden fazla yas tutması helâl olmaz. Ancak kocaya, dört ay on gün yas tutabilir. Hadîs-i Şerîf
 

Müddeti bitirdikleri zaman onların kendileri hakkında meşru bir şekilde yapacakları şeylerden dolayı size bir günah yoktur.

Bu hitap, nikâh akdini üstlenen velîlere, hakimlere veya salih müslümanlaradır. Çünkü kadınlar iddet müddeti içerisinde evlenirlerse, velîsinin ve salih müslümanların, onları bu akidden men etmeleri vâcibtir. Eğer güçleri yetmezse, yöneticiden yardım istemeleri gerekir. Çünkü iddetten maksat, kadının rahminin ilk kocasının menisinden hâlî olduğundan emin olamamaktır.

فٖيمَا فَعَلْنَ فٖٓي اَنْفُسِهِنَّ بِالْمَعْرُوفِ ‘Onların kendileri hakkında meşru bir şekilde yapacakları şeylerden dolayı...’ Yani, ‘Aklen ve şer’an güzel olan hususlarda...’ demektir. Ma’rûf, münkerin zıddıdır. Bu da, şartları mevcut olduğunda, kadının evlenmesinin helâl olmasıdır.

 

Belagat

• وَالَّذٖينَ  sözü mübtedadır. Bunun haberi:

˗ وَالَّذٖينَ kelimesi muzafun ileyh olup, muzafı mahzuftur. Takdiri ‘...الَّذٖينَ يُتَوَفَّوْنَ اَزْوَاجُ / ölenlerin hanımları’ şeklindedir.

˗ Takdiri, ‘يَتَرَبَّصْنَ بَعْدَهُمْ / O kadınlar kocalarından sonra beklerler..’ şeklindedir. ‘Kocalarından sonra’ ifadesi, manada açık olduğu için sakıt olmuştur.

˗ ‘اَزْوَاجُهُمْ يَتَرَبَّصْنَ / Onların zevceleri beklerler...’ takdirindedir.

˗ Âyetin maksadı, ölen kocalarla ilgili değil, geride bıraktıkları eşlerine ait hükmü açıklamak olduğu için Cenâb-ı Hakk, bu mübtedaya bir haber getirmemiştir.

• ‘يَذَرُونَ / bırakanlar’ fiili, ölüp ayrılanlar, anlamında istiaredir. Camisi, acı vermesi, hasret, yalnız kalmaktır.

• فٖيمَا فَعَلْنَ فٖٓي اَنْفُسِهِنَّ sıfatlı kinaye. Yani kendileri çıkar giderse vb.

• وَاللّٰهُ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبٖيرٌ Lazım; yaptıklarınızı bilir. Melzum; yanlış yapmayın, haberdar olana hesap vereceksiniz.

Bakara Sûresi 235. Ayet

وَلَا جُنَاحَ عَلَيْكُمْ فٖيمَا عَرَّضْتُمْ بِهٖ مِنْ خِطْبَةِ النِّسَاءِ اَوْ اَكْنَنْتُمْ فٖٓي اَنْفُسِكُمْؕ عَلِمَ اللّٰهُ اَنَّكُمْ سَتَذْكُرُونَهُنَّ وَلٰكِنْ لَا تُوَاعِدُوهُنَّ سِراًّ اِلَّٓا اَنْ تَقُولُوا قَوْلاً مَعْرُوفاًؕ وَلَا تَعْزِمُوا عُقْدَةَ النِّكَاحِ حَتّٰى يَبْلُغَ الْكِتَابُ اَجَلَهُؕ وَاعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ يَعْلَمُ مَا فٖٓي اَنْفُسِكُمْ فَاحْذَرُوهُۚ وَاعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ غَفُورٌ حَلٖيمٌࣖ

235- Bu gibi (iddetini bekleyen) kadınlarla evlenmek arzusunda bulunduğunuzu onlara sezdirmekte veya bu arzuyu gönlünüzde taşımakta bir mahzur yoktur. Allah iddetleri bitince, sizin onlarla açıktan evlenme isteğinde bulunacağınızı bilir. Ancak meşru ve helal sözleşmeden başka onlarla gizliden buluşma vaadinde bulunmayın. İddeti bitmeden önce de nikah akdetmeye girişmeyin. Bilin ki Allah gönlünüzdekini bilir. Bunun için öyle bir harama karar vermekten sakının. Şunu da bilin ki, her halde Allah bağışlayan, şefkat ve sabırla muamele edendir.

 

Bizi dinlendirip, ferahlandırdığını sandığımız, içimizi dökme diye adlandırdığımız çekiştirmeler, münakaşalar ve tartışmalar hiç de iyi sonuç vermez. Söyleyenin de, dinleyenin de bedeninde ve ruhunda büyük tahribatlara yol açar. Ailede kavga, iç savaş gibidir. İç hastalıkları gibi, öyle içten kemirir ki, çabucak yıkar. Veya hastalık üreten, hastalıklı bir aile ortaya çıkar. Çekişmeli, tartışmalı, hastalıklı bir ailede büyüyen masum çocuklar mahvoluşun eşiğindedir. Çekirdekten kavgacı, huysuz, sevgisiz, dedikoducu, hırçın olarak yetişirler. Ailede kayınvalide, kayınpeder korkusu biterken, alınan yeni gelinle yeni korkular başlar. Fasit bir daire döner. Hep suçlu aranır. Bu suçlu bazen kayınvalide ve kayınpederdir, bazen gelin ve delikanlıdır. Bazen de hepsi suçludur. Çünkü hepsi birbirini suçlamaktadır. Gelin-görümce-elti çekişmesi de savaşın geri cephesidir.

Gelin hanım, geldiği yeni aileyi benimsemez; anne, baba, kardeş gözüyle bakmaz. Kendi ailesine gösterdiği ilgiyi, erkek tarafına göstermez. Tabiidir ki ömür boyu huzur bulamaz. Bu dönen fasit dairede yaptığı başına gelir, ettiğini bulur, perişan olur.

Taraflar haset duygularını, meraklarını yatıştırsa, söze ara verse, Allah rızâsını gözetse, sorun çözülecek, aile ile birlikte cemiyet huzur bulacak.

Tembellik yüzünden veya eleştirilmekten kurtulmak, kaynananın evine uğramasını engellemek için, gelin pireyi deve yapar. Gerekirse yalan uydurmaktan bile çekinmez. Geldiğinde uzun süre gelmemesini temin etmek için çirkin bir şekilde surat asar. Gereken saygı ve ikramdan kaçınır. Oğullarına, olmuş olmamış menfilikleri aktararak onunla da aralarını açar. Böylesi bir değişme başlar.

Durumu müsait evlat, ana babasının ihtiyaçlı olduğunu bile bile onlara yardımda bulunmaz, ziyarete bile gitmezken, gelinin teşvikiyle kaynanaya kazancının bir bölümünü ayırır, onları ziyarette kusur etmez. Hanımını kürk mantolar, mücevheratla süsler, zavallı anasına beş kuruş yardımda bulunmaz. Bin bir zorlukla dünyaya getirip, besleyip, büyütüp zahmetlere katlanan anne baba, oğluna nefretle bakmaya, bu acıya dayanamadığından ona beddua etmeye başlar. Bu defa da başka acılara katlanmak zorunda kalır. Gelin hanım bilmez ki, ana baba bedduasının iki dünyada da insana rahat vermeyeceğini. Dolayısıyla rahat bulamaz. Az zaman sonra yaptıklarını, çocukları da ona yapmaya başlar. Ne başında, ne sonunda ailede mutluluk olur.

Kızına acıyan ana baba, kızına, kaynanasına fazla yüz vermemesini önemle öğütler. Evladını severek, acıyarak, onun aile mutluluğunu ve iki cihanda huzurunu kaçırdıklarını bilmezler. ‘Aman kızım, damadı avucunun içine al’ öğüdü de önemli öğütlerin başında gelir. Ana oğlun arasını açan gelin, çocuklarına kötü örnek olduğunu, kendi sonunu hazırladığını fark etmez. Bugün istemeyip huzur evine gönderdiklerinin yerini kendisinin alacağını düşünmez. Oysa ‘Huzur evinde huzur yok, ana okulunda ana yok’ gerçeğini unutmamak gerekir.

Buraya kadar sıraladıklarımızın tam tersi de, sık rastlanan durumlardandır. Erkek çocuğu evlendirilir. Aileye evde veya ayrı yerde başka bir birey katılır. Gelin gelir, bu kez de aile gelini kabul etmez. Reddediş önce içten içedir, sonra su yüzüne çıkar, herkes değişir, her şey değişir. Bunun adı da ‘Bu çocuk evlendi değişti’ olur. Gelin bir evlat gibi değil, bir hizmetçi, bir köle gibi görülür. Burada oğul, ağabey, kardeş veya bey zor durumdadır. Gelin onun için alınmıştır ama onunla hiçbir ilgisinin olmadığı farz edilmektedir. Beyi nasıl geline ilgi gösterir? Ezilmek istenen gelini, beyi gizliden gizliye nasıl korur?

Evleninceye kadar oğul, ağabey, kardeş çok müspet bir insandır. Sevilir. Çok akıllı bir insandır, dinlenir. Evlendikten sonra bunların hepsi biter. Onu hep gelin kurmuş olur. Gelinden bir iyilik görülürse erkektendir. Bir kötülük görüldüğünde de gelindendir.

Geline ilk gelin olduğu gün eli öpülmesi gereken, eli öpülmesi gerekmeyen, eli öpülmemesi gereken herkesin eli öptürülerek, ona bulunduğu yer için önemli bir mesaj verilir. Bu daha çok önceki kuşak için böyledir.

Ailenin sırrını dışarı vermemesi için sıkı sıkı tembihte bulunulur. Çoğunlukla bu, gelinin anne babasıyla bağlarını koparmak, oradan yardım almasını engellemek ve daha kolayca ezebilmeyi sağlamak içindir. Çocuğuna anne dedirtmez, anneden ayrılır, anneye düşman edildiği de olur. Evlat yine de değişir. Allah ﷻ, karı koca arasında muhabbet ve rahmet koymuştur. Hanımına yapılan açıkça haksızlığa tepki gösterip, ilgiyi azaltınca da bunun adı da ‘Bu çocuk evlendi de değişti’ olur.

Kızımıza ve damadımıza gösterdiğimiz ilgiyi, şefkati oğlumuz ve gelinimizden esirgersek, kızımızın rahatı kadar oğlumuzun kafasının dinçliğini düşünmezsek, haksız yere gelini kırıp gücendirmekle, oğlumuzu ve torunumuzu da kırıp gücendirdiğimizi fark etmezsek, evlenmeden önce oğlumuzun üzerine titreyip, evlendikten sonra hatalı hatasız reddedip, ona yabancı muamelesi yaparsak, kendimiz varlık içinde yüzerken oğlumuzu sefalette yüzdürürsek, ‘Nasıl olsa öldükten sonra ona kalacak’ tarzında mantık yürütürsek, en muhtaç anda yüz çevirip ondan yardımı esirgersek, elbette ki aile bağları sarsılacak, saygı ve sevgi dengesi bozulacaktır.

Ailesinin tavrına karşılık, kaynana ve kayınpederinin ilgisine, ilgiyle mukabele etmenin adı da; hanım köylü olmak. Onların oğlu olmak. İnsaf ehlinin yapacağı iş bu değildir. Onların damatlarına gösterdiği ilgi ve sevgiyi biz de gelinimize gösterebilirsek, belki de mesele kökünden hallolacak.

Bu çocuk değişmemeli. Hanımın haksızlığı, ana babanın haksızlığı bu çocuğu değiştirmemeli. İyi davranışlardan vazgeçmemeli. Hele yaşlı anne babanın yufka gönülleri kırılmamalı. Onlara öf bile dememeli. Ana baba da hata kendilerinde ise vazgeçip onarmalı. Gelin tarafındaysa gerçekleri güzellikle anlatmalı. Nasihatten sakınıp dedikodu ve ağır tavırlarla ailenin huzuru kaçırılmamalı. Tavşan dağa küsmüş dağın haberi yok. Bu durum yanlıştır.

Çoğu hata ve yanlışlar iletişim noksanlığından ileri gelmektedir. Ya hiç anlatılmamakta, ya da o kadar çok anlatılmakta ki, anlatılmak istenen esas arada kaybolmakta ve anlaşılmamakta. Biliyor varsayımı çok kötü ve yanlış varsayımdır. Bu varsayım doğru olsaydı, farzımuhal Efendimizin ﷺ ‘Din nasihattir’ sözü yanlış olurdu.

Sadece ailede değil, fertler arasında, cemiyette, işte, arkadaşlıklarda, hatta ülkeler arasında, yukarıda sıraladığımız biçimde iletişim eksikliği çatlamalara yol açmakta. İhtilaller bile iletişimsizlikten doğuyor.

          ✽     ✽     ✽

عَرَّضْتُمْ , ‘Tariz’ masdarındandır, tasrih’in zıddıdır. Bir sözün, hem maksada hem de maksadın dışındaki bir şeye uygun olmasıdır.

Kinaye ile tariz arasındaki fark şudur: Kinaye, bir şeyi, levazımını (zorunlu olarak kendisiyle alâkalı olanı) söyleyerek, zikretmektir. (Meselâ ‘Falancanın külü çoktur’ deyip, cömert olduğunu kastetmek gibi.) Tariz ise, hem maksada, hem de maksadın dışındaki şeylere muhtemel sözdür. Fakat konuşanın hal ve hareketleri, sözün maksadına hamledilmesini kuvvetlendirir.

خِطْبَة kelimesi, hal, durum, önemli mesele, konuşma, kelimesinin yerinde kullanılmış bir masdardır. Hakkında çok konuşmaya ihtiyaç duyulduğu için, ‘önemli iş, önemli durum’ manasına da gelir.
 

Evlilik teklifi

Kadınlar, evlilik teklifi hususunda üçe ayrılırlar:

1- Kocasız ve iddetleri dolan kadınlara hem sarahaten hem de tariz yoluyla evlilik teklif edilebilir. Bu maddenin tek istisnası şu hadistir:

‘Sizden hiçbiriniz, kardeşinizin tâlib olduğu (kadın ve kıza) tâlib olmasın!’

2- Başkasının nikâhı altındaki kadınlara ne sarahaten ne de tariz yoluyla evlilik teklif edilemez. Çünkü bu teklifle kadın, kendini arzu edenlerin olduğunu anlar. Bu da onu kocasının haklarını yerine getirmemeye sevk eder, zihni karışır. Böyle bir şeye sebep olmak ise haramdır. Ric’i talakla boşanmış kadına iddeti içerisinde tâlib olmak da böyledir.

3- Ric’i olmayan durumda iddet bekleyen kadınlara sadece tariz yoluyla evlilik teklif edilebilir. Böyle olan kadınlar üç kısımdır:

˗ Kocasının ölümünden ötürü iddet bekleyen kadın.

˗ Üç talâktan dolayı iddet bekleyen kadın.

˗ İddeti içerisinde kocasına nikâhı caiz olan, bâin talâkla boşanmış kadın.

Bu kadınlar, ‘hul’ yapan ve herhangi bir kusur, cinsî iktidarsızlık, kocasının nafakasını temin edememesi gibi sebeplerle nikâh akdi fesh olmuş kadınlardır. Kocaları, gerek açıkça, gerekse tariz yoluyla, bu kadınlara talip olabilir. İddeti içerisinde hâlâ o kocanın nikâhında bulunduğu için, kocasının açıkça talip olduğunu ifade etmesi evlâ olur.

Ric’î talâkta olduğu gibi, bir başkasının o kadına ‘tariz’de bulunması helâl olmaz.

Tarizli ifadeler pek çoktur. ‘Seni isteyen pek çoktur, senin gibisini kim bulabilir, sen dul sayılmazsın, iddetin bittiğinde bana haber verin, sen çok güzelsin, sâliha bir kadınsın, sen iş görürsün, evlenmeye kararlıyım, ben senin için çok istekliyim..’ vb. ifadeler evlilik teklifinden tarizdir.

Fudayl b. İyaz’ın iki kızı vardı. Eceli yaklaştığında hanımına vasiyet etti: ‘Ben ölünce bu iki kızı al, Kubeys dağına götür. Yüzünü gökyüzüne çevir ve de ki: ‘Ey Rabbim! Fudayl bana vasiyet etti; diri iken bu emanetlere ben bakardım. Şimdi ben dünyadan gidiyorum, emanetini sana ısmarlıyorum, de.’

Fudayl b. İyaz’ı defnettiler. Hanımı vasiyeti yerine getirmek için bu iki kızı alarak Kubeys dağına götürdü. Fudayl’ın isteğini yerine getirdi. O anda Yemen padişahı iki oğluyla oradan geçmekteydi. Hanımı ve kızları gördü, durumlarını sordu. ‘Eğer kızlarını verirsen oğullarıma nikahlarım’ dedi. Hanımı buna razı oldu. İki kızı o iki oğluna nikahladı, aldı ve Yemen’e götürdü.

‘اَكْنَنْتُمْ / Gizlemenizde’ Bu fiil insanın başkasından gizleyip, saklayacağı şeylerde kullanılır. İlân edip açıklamanın zıddıdır. Yani ‘Kocasının ölümünden dolayı iddet bekleyen kadına tariz etmede ve kişinin onunla evlenmeyi gönlünden geçirmesinde bir günah yoktur.’

Bu cümleden maksat; kişinin ileride bu hususu açıkça ifade edebileceğini ümit etmesidir. Birinci tabir o anda tarizde bulunmanın mubah, tasrihin haram olduğunu; ikinci tabir ise, iddet sona erdikten sonra ileride bunu açıklayabileceğini ümit etmesini ifade eder.
 

Allah iddetleri bitince, sizin onlarla açıktan evlenme isteğinde bulunacağınızı bilir

Âyet Allah’ın tarizi niçin mubah kıldığını açıklamaktadır. Çünkü insan evlenme konusunda arzulu ve çok istekli olduğu zaman, onun bu arzusu temenni ve azimden asla hâli olamaz. Bu gibi düşünceleri kafadan silmek çok zor olduğu için, Allahu Teâlâ işin bu zor tarafını hükümsüz kılmış ve o erkeğe tariz yolunu mubah kılmıştır.

Yine bu ifade, gösterdikleri sabırsızlık nedeniyle böylelerinin kınandığına işarettir.
 

Ancak meşru ve helal sözleşmeden başka onlarla gizliden buluşma vaadinde bulunmayın.

Sır, açığa vurma ve ilân etmenin zıddıdır. ‘سِرًّا / gizlice’ kelimesi, yapılan anlaşmanın sıfatıdır, takdiri şöyledir:
لَا تُوَاعِدُوهُنَّ مُوَاعَدَةً سِرِّيَّةً

‘Fakat onlarla, gizli bir vaadleşme ile vaadleşmeyin.’ سِرًّا , Hazfolmuş meful-ü mutlakın sıfatı olarak mensuptur. Yani:
‘وَعْدًا جَارِياً سِرًّا / gizliden açıkça vaadle.’ Onlarla anlaşmayı gizlemeyin. Bu, iddet döneminde açıkça evlilik teklifinde bulunulmaması için vaadleşmekten sakınmakta mübalağadır.

Kadın ve erkek arasında gizli vaadleşme, her halükârda çirkindir. Bu gizlilik şu anlamlarda olabilir:

‣ Adam kadınla, cinsî münasebeti zikrederek vaadleşmiş olabilir.

Yabancı bir erkekle kadın arasında böyle bir şeyin zikredilmesi caiz değildir. Cenâb-ı Allah, Hz. Peygamberin ﷺ hanımlarına, “(Yabancı erkeklere) tatlı söz söylemeyin. Sonra kalbinde bir maraz (hastalık) bulunanlar tamâ’a düşerler” (Ahzâb, 32) yani onlara ‘kadın erkek ilişkilerine dair bir söz söylemeyin’ buyurmuştur.

‣ Bu gizli şey, zina olabilir. Hasan Basrî şöyle rivâyet etmiştir: Bir adam bir kadının yanına girer ve ‘Gel seninle beraber olalım, iddetini tamamladığın zaman seni nikâhıma aldığımı açıklarım’ diyerek, o tariz yoluyla kadına nikâh teklifinde bulunur. Cenâb-ı Allah bunu yasaklamıştır.

‣ Yasaklanan bu gizli şey, erkeğin yabancı bir kadınla gizlice buluşmasıdır. Çünkü, bu durum kadın hakkında şüphe doğurur.

‣ Kadınla erkeğin, birbirlerinin dışında hiç kimseyle evlenmeme hususunda sözleşmeleridir.

‣ Veya bu kelime, kendisinde anlaşılan ve vaadleşilen şeyin sıfatı da olabilir. ‘لَا تُوَاعِدُوهُنَّ بِالشَّيْءِ الَّذِى يَكُونُ مَوْصُوفاً بِوَصْفِ كَوْنِهِ سِرًّا / Onlarla, sır olmakla vasfedilmiş bir şey üzere vaadleşmeyin’ demektir.

Maruf sözle gizlice anlaşma, erkeğin güzel şeylerden bahsetmesi, tariz yollu talip oluşuna kuvvet versin diye gizlice o kadına iyilikte bulunacağını, gerekli itinayı göstereceğini ve onun menfaatlerini tekeffül edeceğini vaad etmesidir.
 

İddeti bitmeden önce de nikah akdetmeye girişmeyin.

Azmetme, kalbin herhangi bir fiile bağlanmasıdır. عَزَمَ fiili عَلَى harf-i ceri ile müteaddi olur. Ancak burada gelmemiştir. Çünkü bu ‘O kadınları nikâh yapma hususunda zorlamayın’ demek olurdu.

Azim, sadece iş hususunda olur. Âyette şöyle bir takdir gerekir: ‘Nikâh bağına iyice karar vermeyiniz...’ Veya ‘İddet müddeti bitmeden, ‘olur’ diyerek nikâh bağına azmetmeyiniz’ şeklindedir.

Bundan maksad, iddet esnasında nikâhtan son derece sakındırmaktır. Çünkü azim (kararlılık), azmedilen şeyden önce bulunur. Azmetmekten nehyetmek, azmedilecek şeyden öncelikle nehyetmek demektir.

Azim, gerekli kılma manasına da gelir. Buna göre ‘İddet bitmedikçe bunu gerçekleştirmeyin, bunu yapmayın, bu hususta bir şey işlemeyin’ manasındadır.

‘Akd’ ‘bağlamak’ demektir. Ahid ve nikâh, ip gibi düğümlenip âdeta bir bağ gibi olduğu için, عُقُودٌ (bağlar) diye isimlendirilmiştir.

حَتّٰى gayeyi (sonu) ifade eden bir lafızdır, daha önceki yasağın kalktığını ifade eder.

Allahu Teâlâ’nın bu konuşmayı yasaklamadaki maksadı, bu acele, iddetin hikmetini muattal kılacak bir şeye sebep olabileceği içindir. Bu hususta ileri gitmek, rağbet edeni, iddet dönemindeki kadını nikahlamada aceleye sevk edebilir. Çünkü rağbetin harekete geçmesi şehveti uyandırır. Açıkça konuşmak haya perdesini kaldırır. Erkek, kadına açacağı bu konuda, tabii hayasıyla geri durur. Kadın ise kendisine böyle bir mevzu yöneltildiğinde, erkekten daha hayalıdır.

Tariz, sahibi için haya vakarını koruyan bir üsluptur ve kişiyi alıkoyar. Erkeğin hayalı bir tarizde bulunması, kadının hayasını da arttırır ve açıkça cevap vermesini engeller. Vaatleşmek şöyle dursun, aralarında hicap perdesi kalır, mürüvvetleri zedelenmez. İşte bu iddetin hikmetlerindendir. İnsanlara kolaylaştırmak için tarizle konuşmaya dinimiz izin vermiştir.

 

Namusa Saldıran Erkeğin Cezası

Hüzeyl kabilesinden Medineli Hamele, devesine binmiş, kırda gidiyordu. İlerideki vahada koyunlarını otlatan Raşid’in kızı Es’ile’yi gördü.

Es’ile, koyunları sürerken rüzgâr yüzündeki örtüyü sıyırmış, onun güzelliğini gören Hamele, fikrini bozmaya niyet etmişti.

Sürüye yaklaşınca devesini çökertip dizlerinden bağladı, yalnız bulunan Es’ile’ye seslendi:

- Es’ile, beni reddetme. Seninle beraber olalım.

Es’ile’nin cevabı makuldü:

- Buradan derhal uzaklaş. İyi niyet sahibi isen babama müracaat et. Beni eş olarak iste. O seni reddetmez.

Fakat Hamele’de iyi niyet yoktu. Sadece geçici ve zevkli bir macera yaşamayı düşünüyordu. Es’ile’ye doğru yürüdü. Es’ile, başka çıkış yolu kalmadığını anlayınca bütün cesaret ve hiddetini toplayarak namusunu savunmaya karar verdi. Kapışmada çok sürmeden Hamele’yi yere yatıran Es’ile:

- Def olup gidecek misin, yoksa başını parçalayayım mı? dedi. Hamele gideceğine söz verdi. Ama, yatırıldığı yerden kalkar kalkmaz hücumunu tekrarladı. Es’ile yine bir hamlede onu yere yatırdı. Hareketsiz hale getirerek teklifini tekrarladı.

- Buradan def olup gidecek misin, yoksa şu taşla başını parçalayayım mı?

Bu zor karşısında kesin söz veren Hamele, yine yakasını sıyırdı. Ne yazık ki, sözünde bu sefer de durmadı, yalnız bulduğu Es’ile’ye hücumunu tekrarladı. Es’ile güçlü ve hiddetliydi. Onu yere yıkıp göğsü üzerine çöktü. Başına yanındaki büyük bir taş parçasıyla öylesine vuruşlar vurdu ki, mütecaviz Hamele, artık yerinden kalkamaz, kalksa bile hücumunu tekrar edemez hale geldi.

Bundan sonra koyunlarını sürerek oradan uzaklaşan Es’ile, böylece şerefini korumuş, namusuna leke kondurmamıştı. Az sonra oradan geçen bir yolcu kafilesindeki Hüzeylliler Hamele’yi tanıdılar.

- Ne oldu sana böyle Hamele? dediler. Hamele:

- Sormayın, devem beni yere attı, düşünce böyle oldum, dedi.

- Deven burada dizlerinden bağlı, şu taşta da kan var, ayrıca başında da taşın açtığı yaralar görünüyor, deyince kızardı:

- Ne diyorsam öyle, daha ne inceliyorsunuz, beni deveme bindirip evime götürün, dedi.

Hamele’yi evine götürdüler. Birkaç gün yattıktan sonra iyi olma ümitleri kaybolmaya başladı. Kendisine sordular:

- Başına bu durum sebebiyle ölüm gelecek olursa kimi dava edelim, kan diyetini kimden isteyelim?

Titrek sesle açıkladı:

- Kanımdan, Es’ile’den başkası sorumlu değildir. Bu cümle, Hamele’nin son sözleriydi. Başı yana düşüverdi.

Hüzeyl ileri gelenleri toplanıp Resûlullah’a geldiler:

- Oğlumuzun kanını Raşid ödeyecektir. Dava ediyoruz.

Resûlullah Hazretleri Raşid’i çağırttı. Durumu anlayan Raşid:

- Benim öyle bir ölümden haberim yok. Ne gördüm, ne de işittim, deyince:

- Yâ Resûlâllah, Raşid’in kendi değil, kızı Es’ile’dir katil, dediler. Az sonra Es’ile yakalanarak getirildi.

- Es’ile, senin Hamele’yi öldürdüğünü iddia ediyorlar, ne dersin?

Es’ile dalgın, aynı zamanda tereddütlü idi. Sadece:

- Hiç kadın erkeği öldürebilir mi? diyebildi.

Ancak bu sözün gerçek bir müdafaa olmadığını hemen anladı. Sonra vahiy gelerek Allah’ın Resûlü’ne olayı haber vereceğini de düşündü. Hadiseyi aynen anlatmaya karar verdi.

- Üç defa üzerime yürüdü, iki defa yatırıp söz aldım. Defolup gideceğine söz verdi. Kurtulunca üçüncü defa üzerime geldi. Ben de şerefimi ve namusumu müdafaa için başını yaraladım, bana hücum edemez hale getirerek kaçıp kurtuldum. Sonra öğrendim ki, o yaralardan ölmüş.

Hüzeylliler hep birlikte bağrıştılar.

- Suçunu itiraf etmiştir, diyetimizi isteriz. Resûlullah Hazretleri de kararını açıkladı:

- Es’ile namusunu müdafaa etmiştir. Mütecaviz Hamele de kanını heder etmiştir. Böylece dava bitmiş, diyet ortadan kalkmıştır.

 

Te’vilâtı’n Necmiyye’den...

وَاعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ يَعْلَمُ مَا فٖٓي اَنْفُسِكُمْ `Bilin ki Allah gönlünüzdekini bilir.` Takdir olunan saadet, şakavet, rızk, emel, ecel, amel, önde olanı, arkada olanı, başına geleni aldanmanın ve sapmanın arkasından yaratılanı ahseni takvimde hüsnü istidat, ruh, kalp, sır, akıl, şehvet, heva, gadaptan ne taşıdığını müfret ve mürekkeb olarak havassından meydana çıkanları nebati hassaların hayvani, behimi, sebui ve şeytani hassalarını ruhani ve meleki ahlâkın bir lahza içinde istediği hatırına gelen hazların yaratılmasını hayır, şer, hareket, sükuneti, ahval ve efalleri bilir.

 

Belagat

Umum; kadınlar, husus; kocası ölüp iddet bekleyen kadınlar.

• ‘Kadınlar ecelini bitirinceye kadar’ yerine ‘Kitab ecelini dolduruncaya kadar’ ifadesi, isnadı mecaziden, mefule isnaddır.

• سِرًّا kelimesi, sıfatlı kinayedir. Eşlerin münasebeti kast edildi. سِرًّا ve اَكْنَنْتُمْ arasında muraat-ı nazır vardır.

Yine ‘Söylemeniz’ ile ‘anmanız’ arasında da muraat-ı nazır vardır.

• وَاعْلَمُٓوا tekrar edildi. Yani Cenâb-ı Hakk’ı iki yönüyle de bilin, işari manasındadır.

Bakara Sûresi 236. Ayet

لَا جُنَاحَ عَلَيْكُمْ اِنْ طَلَّقْتُمُ النِّسَاءَ مَا لَمْ تَمَسُّوهُنَّ اَوْ تَفْرِضُوا لَهُنَّ فَرٖيضَةًۚ وَمَتِّعُوهُنَّۚ عَلَى الْمُوسِعِ قَدَرُهُ وَعَلَى الْمُقْتِرِ قَدَرُهُۚ مَتَـاعاً بِالْمَعْرُوفِۚ حَقاًّ عَلَى الْمُحْسِنٖينَ

236- Kendilerine dokunmadığınız yahut mehirlerini belirlemediğiniz kadınları boşayabilirsiniz. Onlara faydalanacağı bir şey verin. Zengin olan, durumuna göre, darlık içinde olan da gücü yettiği nispette uygun bir şey vermelidir. Bu; muhsinler üzerine bir haktır.

 

Boşanmış kadınlar dört kısımdır:

1- Kendileri için mihir belirlenen ve kendileriyle zifafa girilmiş olanlar. Bunlarla ilgili hüküm daha önce Bakara, 229’da geçmişti. Bunlar boşandığı zaman, haksızlıkla onlardan herhangi bir şey geri alınmaz. Mihirlerinin tamamı onlarındır. İddetleri de üç kurû’ dur.

2- Kendileri için bir mihir belirlenmemiş ve zifafa girilmemiş kadınlar. Bu kadınlar için mihir söz konusu değildir. Kendilerine örfe göre mâkul miktarda bir şey verilir.

3- Kendileri için bir mihir belirlenmiş, fakat zifafa girilmemiş kadınlar. Bunlarla ilgili hüküm, bundan sonraki âyet-i kerimede zikredildiği üzere, belirlenmiş mihrin yarısıdır.

4- Kendileriyle zifafa girilmiş, fakat mihir belirlenmemiş kadınlar. Bunların hükmü “O halde onlardan fâidelendiğiniz (kadınlara) ücretlerini veriniz...” (Nisa, 24) âyetinde açıklanmıştır.
 

Kendilerine dokunmadığınız yahut mehirlerini belirlemediğiniz kadınları boşayabilirsiniz.

Bu âyet, talâkın caiz olduğu hususunda bir nastır. Temastan önce boşamanın mubah olduğuna mutlak olarak delâlet eder. Temastan sonraki boşama için böyle bir mubahlık yoktur. Hayız esnasında ve içinde münasebet olan temizlik dönemi esnasında erkeğin karısını boşaması helâl olmaz.

‘Günah yoktur’, ‘mihir gerekmez’ manasındadır. Buna göre takdir,

‘Kadınlarla temasta bulunmadan veya onlar için bir mihir belirlemeden önce onları boşarsanız, size mihir yoktur. Çünkü bu iki sebeple mihir

vâcib olur. Bu iki husus birlikte bulunmadığı zaman mihir vâcib olmaz.’ şeklindedir. Bu iki şarttan biri bulunursa mihrin verilmemesi günahtır.

Veya ‘Hiçbir sakınca yoktur’ demektir. Efendimiz ﷺ boşamaktan çok sakındırıyordu. Bazıları bunda bir vebal olduğunu vehmettiler. Bu âyet hiçbir vebal olmadığını bildirdi.

جُناَحَ kelimesinin lügat manası ‘ağırlık’tır. Kendisinde ağırlık bulunduğu için günah جُناَحَ diye isimlendirilmiştir.

‘Dokunma’dan murad, münasebettir. Allahu Teâlâ, kullarını birbirlerine karşı hitâb ederken, lafızların en güzelini seçme hususunda terbiye için, تَمَسُّوهُنَّ tabiriyle münasebetten kinayede bulunmuştur.

اَوْ تَفْرِضُوا لَهُنَّ فَرٖيضَةً sözü, ‘erkekler, kendilerine vâcib kıldıkları muayyen miktardaki şeyi, mihir olarak o kadına takdir ederler’ demektir. ‘Farz’, takdir etmek manasındadır.

Burada, اَوْ edatı, و manasında olup, ‘Onlara dokunmadığınız ve onlara herhangi bir mihir takdir etmediğiniz...’ manasında da olabilir.
 

Onları faydalandırın.

‘Mut’a’ ve ‘meta’ kelimelerinin aslı, kendisiyle devamlı faydalanılmayan, aksine kısa zamanda sona eren bir istifade etme ve faydalanmadır. Lezzet duyma da çok çabuk sona erdiği ve çok az sürdüğü için, ‘temettü’ diye adlandırılmıştır.

Cinsi temastan önce boşanan kadınlara muta verilir. Eğer bu kadına bir mihir takdir edilmişse, mut’a verilmez. Çünkü Allahu Teâlâ onun hakkında, mihrin yarısını vâcib kılmış, ama mut’a verilmesinden bahsetmemiştir.

İbn Ömer, boşanan her kadına mut’a vermenin gerekli olduğunu, kendisine bir mihir takdir edilip de kendisiyle cinsi münasebette bulunulmayan kadına ise mihrin yarısının yeteceğini söylemiştir.

Ebû Hanife kendisine mihir ister takdir edilsin, isterse edilmesin, temastan sonra boşanan kadına mut’a verilmez, demiştir. Çünkü bu kadın duhûlden önce ve mihir takdir edildikten sonra boşanan kadın gibi, mihrin yarısına hak kazanır.

Bu faydalandırmanın hikmeti, kadını boşayarak onu yalnız bırakan erkeğin zorlanması içindir.
 

Zengin olan durumuna göre, darlık içinde olan da gücü yettiği nisbette uygun bir şey vermelidir.

الْمُوسِعِ zenginliğinden dolayı genişlik içinde bulunan kimse demektir. الْمُقْتِر fakirliğinden dolayı darlık içinde bulunan kimse demektir.

“Zengin olanlarınız gücüne göre, fakir olanınız da yine gücüne göre...” buyruğu, mut’anın takdirinin içtihada havale edildiğine delâlet eder. Mut’a (boşanan kadına verilecek bir miktar mal), Allahu Teâlâ’nın, hanımlar için teminini gerekli kıldığı nafaka gibidir.

Şâfiî (r.a) ‘Zengin olan kimsenin, mut’a olarak, boşadığı hanımına bir hizmetçi vermesi; orta halli kimsenin, otuz dirhem; fakir kimsenin ise, bir başörtüsü ve benzeri bir şey vermesi müstehabtır’ demiştir.

İbn Abbas (r.a) Muta’nın en çoğunun bir hizmetçi (köle); en azının bir başörtüsü olduğu ve insan en az ve en çok taraflarından hangi miktarı verir ise caiz olacağını söylemiştir.

Ebû Hanife ise mut’anın mihr-i mislin yarısından fazla olamayacağını söylemiştir.
 

Nafaka

‘Allah ﷻ yolunda harcadığın bir para vardır. Köle azadında harcadığın bir para vardır. Yoksula sadaka olarak harcadığın bir para vardır. Ehline sarf ettiğin bir para vardır. Bunların sevapça en büyüğü ehline sarf ettiğindir.’ Hadis-i Şerif

Bu sarfiyat aynı zamanda bir mecburiyettir. Diğer harcamaların ecri ve mükâfatı varsa da maddi imkansızlıklar sebebiyle yapılamaması halinde mesuliyet yoktur. Aile fertlerinin nafakasını ikmal ise zorunludur, ihmal edilmesi caiz değildir.

Nafakadan maksat, yemek, elbise ve meskendir. Miktarı, kocanın maddi imkanı nispetinde farklılık arz eder. Kadın ve erkeğin her ikisi de fakirse, fakirlerin nafakası üzerinden ailesinin yiyeceğini temin erkeğin vazifesidir.

Biri zengin, diğeri fakirse orta yollu bir nafaka lazım gelir. Fakir olan erkek ise kudretinin yettiği kadar nafaka temini ile mükelleftir.

Ebû Bekir er-Râzi, mut’a hususunda erkeğin durumunun, mihr-i misil hususunda ise kadının durumunun nazar-ı dikkate alınacağını, nafaka hususunda da erkeğin durumuna göre hareket edileceğini söylemiştir.

Koca fakirken zengin, zenginken fakir düşecek olsa nafakanın miktarı zenginliğe veya fakirliğe göre artar veya eksilir.

Koca, ailesinin nafakasını bizzat kendisi temin etmekle mükelleftir. Karısı da mevcut olanlardan erkeğin iznine muhtaç olmaksızın yer ve içer. Evde bulunan kumaştan elbise yapabilir.

Resûlullah ﷺ Sad b. Ebi Vakkas’a şöyle buyurmuştur:

‘Allah’ın ﷻ rızâsını isteyerek sarf edeceğin her nafaka ile sevaba erersin. Hatta hanımına vereceğin herhangi bir şey de böyledir.’
 

Bu, muhsinler üzerine bir haktır.

Kur’ân’ın bu beyanından istifade edenler sâdece muhsinlerdir. O yüzden âyette sadece muhsinler zikredildi. Bu ifade, Allahu Teâlâ’nın, “Sen, ancak kıyametten korkan kimseleri inzar edersin” (Naziat, 45) âyeti gibidir.

Bu ifade ‘Kim muhsinlerden olmayı isterse, işte onun yolu ve durumu budur’ manasındadır. Muhsin, mü’min demektir. Zikredilen hükümlere göre davranmak mü’minlerin yoludur.

Muhsin kimdir? Allah’ı görür gibi ibadet eden, her yaptığını güzel yapan, iyilik yapmayı kendine şiar edinen, ihsan eden... Yahya b. Muaz

Muhsin, nazarında Allah’tan gayrı kimse olmayandır. Te’vilâtı Necmiyye’den...

 

Belagat

  عَلَى الْمُوسِعِ قَدَرُهُ وَعَلَى الْمُقْتِرِ قَدَرُهُ cümlesinde tibakı icab vardır.

• Muhsin, sıfatlı kinayedir. ‘Muhsinler üzerine haktır’ cümlesinde muhsinler tağlip yapılmıştır.

• حَقاًّ kelimesi;

˗ مَتاَعًا ’nın sıfatıdır. Yani, ‘O erkeklere vermeleri gereken bir meta..’ demektir.

˗ Veya, حَقاًّ mahzuf bir, حَقَّ ‘hak oldu, gerekti’ fiilinin meful-ü mutlakıdır. Takdiri: حَقَّ ذَالِكَ عَلىَ الْمُحْسِنِينَ ‘Bu, muhsin (iyi kimse)ler üzerine mutlak bir vecîbedir’ şeklindedir.

˗ Bu kelime, marife olan, قَدَرُهُ (gücüne göre) tabirinden hâl olarak mensubttr ve âmili, عَلَى الْمُوسِعِ zarfıdır.

˗ Ya da mahzuf bir ‘ قَطَعَ / kesinleşti’ fiilinin meful-ü mutlakı olarak mensuptur.

• İşari olarak, Allah ﷻ yaptıklarınızı görüyor, siz de bunu bilerek hareket edin.

Bakara Sûresi 237. Ayet

وَاِنْ طَلَّقْتُمُوهُنَّ مِنْ قَبْلِ اَنْ تَمَسُّوهُنَّ وَقَدْ فَرَضْتُمْ لَهُنَّ فَرٖيضَةً فَنِصْفُ مَا فَرَضْتُمْ اِلَّٓا اَنْ يَعْفُونَ اَوْ يَعْفُوَا الَّذٖي بِيَدِهٖ عُقْدَةُ النِّكَاحِؕ وَاَنْ تَعْفُٓوا اَقْرَبُ لِلتَّقْوٰىؕ وَلَا تَنْسَوُا الْفَضْلَ بَيْنَكُمْؕ اِنَّ اللّٰهَ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصٖيرٌ

237- Onları dokunmadan önce boşarsanız, mehirleri de belirlenmiş ise belirlediğiniz mehrin yarısı onlarındır. Ancak onlar veya nikah akdine malik olan veliler, mehrin tamamını bağışlarlarsa bu sefer bir şey vermeyebilirsiniz. Fakat sizin fazlasıyla vermeniz takvaya daha yakındır. Birbirinize iyilik etmeyi de (aranızdaki fazileti) unutmayın. Muhakkak Allah bütün yaptıklarınızı görür.

 

Ebû Hanife: ‘Halvet-i sahiha, mihri gerektirir.’ demiştir. Halvet-i sahiha, erkeğin kadın ile görünen (hissi) ve şer’i bir engel olmaksızın baş başa kalmasıdır.

Hissi engeller, meselâ kadının uzvunun doğuştan kapalı olması, cinsi münasebete mani bir ur veya hastalık bulunması, onlarla beraber uyuyor da olsa üçüncü bir şahsın olması gibi durumlardır.

Şeriata göre engel sayılan şeyler ise, kadının hayızlı veya lohusa olması, farz orucu tutuyor olması, farz namazını edâ ediyor olması, farz veya nafile olarak ihrama girmiş olması gibi durumlardır.

İfadenin tamamlanması için âyette bir takdir yapmak gerekir: ‘فنَِصْفُ مَا فَرَضْتُمْ سَاقِطٌ / belirlediğiniz o mihrin yarısı düşer’ ya da, فنَِصْفُ مَا فَرَضْتُمْ ثاَبِتٌ / belirlediğiniz o mihrin yarısı sabit kalır, düşmez.’
 

Ancak kendilerinin vazgeçmeleri müstesna.

Yani ‘Boşanmış olan kadınlar, vazgeçerler de kocalarından mihrin yarısını istemezlerse ve ‘O benim yüzümü görmedi, ben ona hizmet etmedim. Benden istifade edemedi. Daha nasıl ondan bir şey alayım?’ derlerse, bu durum müstesna’.
 

Fakat sizin fazlasıyla vermeniz takvaya daha yakındır.

Bu söz, hem erkeklere, hem de kadınlara beraberce yapılmış bir hitaptır. Ancak, erkekler ve kadınlar bir arada zikredildikleri zaman, ‘tağlib’ erkeklerden yanadır. Bu tağlibin sebebi, gerek lafız ve hitapta, gerek manada müzekkerlik asıl, müenneslik ise fer’i (talî) olduğu içindir.

Kocanın mihrin tamamını vermesi, kadının da hiçbir şey almaması takvaya en yakın yoldur. Hakkının verilmemesine müsamaha gösteren kimse, ‘muhsin’ dir, mükâfata hak kazanır, cezadan kurtulur.

Bu hareket, kişiyi gerçek takvaya, zulmü terke davet eder. Çünkü,Allah’a yaklaşmak maksadıyla, hakkından vazgeçerek, aldırış etmeyen, hakkı olmayan bir şeyi almaktan çok daha fazla uzak durur.

Dünyada Allahu Teâlâ’dan korkup haramlardan kaçan ve ibadetleri yapan kimse için, ahirette korkacak sıkıntı kalmaz. Dünyada korkmayan ahirette çok sıkıntılara maruz kalır.

Bir kuluma iki korku, iki eminlik vermem. Eğer dünyada benden emin olursa, ahirette korkar. Dünyada korkarsa, ahirette emin olur. Hadîs-i Kudsi
 

Aranızdaki üstünlüğü unutmayın...

Allahu Teâlâ’nın maksadı, insanları ‘unutma’nın bizzat kendisini yasaklamak değildir. Çünkü unutmak, insanın elinde değildir. Bu ifadeden maksat, ‘terk etmek...’ manasıdır.

Allahu Teâlâ ‘aranızdaki üstünlüğü ve birbirinizi üstün tutmayı ihmal etmeyiniz, bırakmayınız...’ demek istemiştir. Çünkü kadının kalbi erkeğine bağlanmıştır. Erkek, onu temastan önce boşarsa, kadın erkek tarafından eziyet görmüş olur.

Yine erkek, kadına mihir vermeyi tekeffül ettiği halde kendisinden istifade etmeden ondan ayrıldıysa, bu da adama eziyet olur. Allah ﷻ her ikisine de, diğerinin kalbinden bu sıkıntıları giderecek bir tavır ortaya koymalarını tembih etmiştir. Meselâ koca, kadına mihrin tamamını teslim ederek onun kalbini hoşnut eder; kadın da mihrin tamamından vazgeçebilir.

Ensardan biri bir kadınla evlenmiş, kadın kendisi için bir mihir belirlenmesini istememiş. Nikahtan sonra koca, zifaf olmadan kadını boşamış. Taraflar bu sebeple Efendimizin ﷺ huzuruna çıkmışlar. Koca, kadına verecek hiçbir malı olmadığını söylemiş. Efendimiz ﷺ de; - Hiç değilse başındaki takkeyi ver, buyurmuş.

Bir kişinin ‘Ben hakkımı alırım, ondan hiçbir şeyi terk etmem’ demesi cimrilik olarak ona yeter. Hadis-i Şerif


Vaktiyle İstanbul’da yemiş iskelesinde kahvecilik yapan bir adam varmış. Bir gün kahvehanesine bir yeniçeri gelip,

‘Hey arkadaş, bütün müşterilerine birer kahve yap, lakin şu kâfire yapma” demiş. Kâfir dediği de bir köşede oturup nargile içine Rum gemi kaptanı imiş.

Adam birer kahve yapıp vermiş. En sonra da iki kahve yapıp,
‘Kaptan biz de seninle içelim’ diye Rum müşterinin yanına oturmuş. Yeniçeri, ‘Heeyy! Ben sana o kâfire kahve yapma diye tembih etmedim mi?’ deyince kahveci ‘Kaptana yaptığım kahve senden değil ocaktandır ağa!’ cevabını vermiş.

Aradan zaman geçmiş. Sisam adası’nda büyük bir isyan baş göstermiş. Kahveci de kayıtlı asker olduğu için adaya sevk edilmiş. Sisam’daki isyancı Rumlar, ele geçirdikleri Türk esirleri bir meydanda müzayede ile satarlar, arttırıp alan da hemen boğazlayıp kesermiş. Müzayede ile esir satmaktan kasıtları, isyan hareketini beslemek için bir nevi yardım toplamakmış. Gün gelmiş, Yemiş iskelesinin kahvecisi de Rumların eline esir düşmüş ve diğer esirlerle birlikte meydanda satışa çıkarılmış.

İstekliler kaç kişi ise karşılarına dizilmişler. O sırada tepeden tırnağa silahlı bir Rum gelmiş. Bunları gözden geçirdikten sonra bir iskemleye oturmuş. Müzayede başlamış. İlk önce bir paradan başlarmış. Bir anda beş paraya on paraya kadar çıkarmış. Sıra kahveciye gelince, iskemlede oturan o silahlı adam hemen, ‘Beş kuruş!’ diye bağırmış.

Arttıran olmayınca da esiri alıp bir muhafız nezareti altında şehirden çıkarmış. Zavallı kahveci, ‘Beni beş kuruşa aldığına göre kim bilir ne gibi işkencelerle öldürecek?’ diye düşünürken, ıssız bir yerde o silahlı Rum, ‘Korkma, demiş, sen beni tanımadın ama ben seni tanıdım. Hani bir yeniçeri bana hakaret ettiği zaman sen onu dinlemeyip bana kahve ikram eden Yemiş iskelesindeki kahveci değil misin?

Bir fincan kahvenin hatırını sayanlardır ki asi de olsa, şaki de olsa mert adamdır.

 

Belagat

• 'Nikah bağı elinde olan', sıfatlı kinaye, tecessüm, istiare. Mihri eline alan diyebilirdi.

• وَاَنْ تَعْفُٓوا mübtedadır, mahallen merfudur. Kelamın takdiri; وَالْعَفْوُ اَقْرَبُ لِلتَّقْوٰى ‘Siz erkeklerin affetmesi takvâya daha yakındır’ şeklindedir.

Mihir hakkından vazgeçmek ‘اَنْ يَعْفُونَ / Affetmek’ fiiliyle ifade edildi. Çünkü kadınla temas etmeden boşamak onu küçümsemektir, ona hoyrat davranmaktır. Mihrin yarısı bu zararı tamir etmek içindir. Bundan vazgeçmek elbette ‘Affetmek’tir.

• ‘اَقْرَبُ / Yakındır’ istiaredir. Müşahhas yakınlık müstearun minh, ulaştırıcılık müstearun lehtir. Camisi kolayca elde edilmesidir.

Delalet-i tazammuniyesi ile, kinle, nefretle değil hak hukuka göre hareket etmek gerektiğini gösterir. Fazileti unutmayın…

• لِلتَّقْوٰى kelimesindeki lâm harfi, اِلَى manasındadır. ‘Sizin birbirinizi affetmeniz, takvanın tahakkuk etmesine daha yakın olan bir hareket biçimidir’ manasındadır. Takvaya yakın olmak neticesinde cennete yakın olmaktır, kevni sabık alakası vardır.

• ‘Aranızdaki fazileti unutmayın’ müstearun minh, terk etmeyin müstearun lehtir. Camisi, yapılması gerekeni yapmamaktır.

• ‘Allah ﷻ yaptıklarınızı görür’ mefhum-u muhâlifiyle ‘yapmadıklarınızı da görür.’

Bakara Sûresi 238. Ayet

حَافِظُوا عَلَى الصَّلَوَاتِ وَالصَّلٰوةِ الْوُسْطٰى وَقُومُوا لِلّٰهِ قَانِتٖينَ

238- Namazlarınızı, bilhassa orta namazı muhafaza edin ve Allah’a derin bir saygı ve korku içinde el bağlayıp divan durun!

 

Mükellefler için dünyevi hazların galip olduğu şer’i hükümleri açıklayan âyetler peş peşe gelince, tek tarafla meşguliyetleri onları uhrevi meşguliyetten alıkoymasın diye, nikah konularının ardından ibadete ait şer’i hüküm zikredildi. Evlatlar ve eşlerle ilgili hükümlere namazı muhafaza emrinin atfedilmesi, onların insanı namazdan alıkoymaması içindir.

Önceki âyetlerde insanların hakları bildirilmiş, ardından Allah’ın ﷻ hakkını muhafazaya delalet eden bu âyet-i kerime getirilmiştir. Âyette, Allah’ın dünyevi işlerimizde bize inayetine karşılık O’na şükürde, namazın yardımcı olacağına işaret vardır.
 

Namazı muhafaza edin

Namaza devam etmeyi emretmek, onun şartlarını bulundurmaya devamı emretmek demektir.

Namazın şartları, bedenin, elbisenin ve namaz kılınan yerin temizliği; avret mahallinin örtülmesi, kıbleye yönelmek, namazın erkânına riâyet etmek, kalb, lisan ve uzuvlarla ilgili olsun, namazı iptal eden her şeyden kaçınmaktır. Namaz konusunda en mühim olan iş, niyettir. Çünkü niyet namaz konusunda asıl maksattır.

Resûlullah ﷺ Ebû Hureyre’ye şöyle buyurdu: ‘Ailene namazı emret, Allah ﷻ sana ummadığın yerden rızkını gönderir.’

حافِظُوا emri müşareket ifade eden mufaale bâbından geldi. Çünkü kul namazı muhafaza ettiği zaman, Rabbi de onu muhafaza eder. Bu, “Beni anınız ki ben de sizi anayım” (Bakara, 152) buyruğu gibidir.

Veya bu muhafaza, namazı kılanla namaz arasındadır. Sanki şöyle denilmiştir: ‘Namazının seni koruması için, sen de namazına devam et!’ Namaz insanı üç şekilde korur:

1- Namaz, insanı günahlardan korur. “Muhakkak ki namaz, edebsizlikten ve çirkin olan her şeyden alıkoyar.” (Ankebut, 45)

2- Belâ ve sıkıntılardan korur. “Eğer namazınızı kılar, zekâtınızı da verirseniz ben yardımım ve korumamla, sizin yanınızdayım.” (Maide, 12)

3- Namaz, kılana şefaat eder. “Namazı dosdoğru kılın ve zekâtı verin. Kendiniz için önden ne hayır yollarsanız, Allah katında onu bulacaksınız.” (Bakara, 110)

Namazda okunan Kur’ân da, kendisini okuyan kimseye şefaat eder. Kur’ân hem ‘Şâfi’ hem de ‘müşeffi’ dir.

Bakara ve Âl-i İmrân sûreleri, (kıyamet gününde) iki bulut gibi gelirler ve kendilerini okuyanın lehinde şehâdette bulunarak, ona şefaat ederler. Hadîs-i Şerîf

Mülk sûresi kendisini okuyarak gece namazı kılan kimseden kabir azabını savuşturur; haşir esnasında onu savunur, sıratta iki ayağının dibinde durarak, cehenneme, ‘Hayır, ona ilişemezsin!’ der. Hadîs-i Şerîf

Bir defa Resûlullah ﷺ mescide girdi. Derken biri gelip namaz kıldı. Sonra Resûlullah’ın ﷺ huzuruna gelip selâm verdi. Resûlullah ﷺ onun selamını aldıktan sonra: ‘Dön de yeni baştan kıl. Çünkü sen namaz kılmış olmadın.’ O kimse evvelce kıldığı gibi namazı yeni baştan kıldı. Sonra gelip Resûlullah’a ﷺ selâm verdi. Yine: ‘Dön ve yeni baştan kıl, çünkü sen namaz kılmış olmadın!’ buyurdu. Bu üç kez oldu.

Nihayet o kimse: ‘Seni hak üzere gönderene yemin ederim ki bunun başka türlüsünü bilmiyorum. Bana doğrusunu öğret’ dedi. Bunun üzerine şöyle buyurdular: ‘Namaza durduğun vakitte tekbirini al. Sonra ne kadar kolayına gelirse o kadar Kur’ân oku. Sonra rükuya varıp da mutmain (yani bedenin azaları yatışmış) oluncaya kadar (dur). Sonra başını kaldırıp ayakta büsbütün doğruluncaya kadar dur. Sonra secdeye varıp da mutmain oluncaya kadar kal. Sonra başını kaldırıp mutmain

oluncaya kadar otur. Bunu namazının bütününde de böyle yap.’
 

Bilhassa orta namazı

‘الوُسْطَى’, iki şeyin ortası manasında olmayıp en faziletlisi, üstünü manasındadır. Çünkü ‘فُعْلٰى’ kalıbının manası tafdil içindir.

Allahu Teâlâ, orta namaza devamı emretmiş, fakat hangi namaz olduğunu açıklamamıştır. Bunun hikmeti şudur:

1- Her namaz salât-ı vustâ (orta namaz) olabilir. Bu ihtimal, bütün namazları tastamam ve mükemmel biçimde edâ etmeye teşvik eder. Allahu Teâlâ, Ramazan ayında Kadir gecesini; Cuma gününde duaların kabul saatini; bütün esmasının içinde ‘İsm-i a’zâmı’, kulları her an ölüm endişesini hissetsin ve her zaman tevbe etsin diye zaman içinde ‘ölüm vaktini’ gizlemiştir.

Rebî İbn Haysem’e birisi, bu namazı sorduğunda şöyle cevap verdi:

‘Ey amcam oğlu, orta namaz beş vakit namazdan birisidir. Hepsine devam et. Böylece de, orta namaza da devam etmiş olursun. Eğer sen, onun hangi namaz olduğunu kesin bilseydin, sadece ona devam eder, diğer namazları da zayi ederdin.’

2- Bu, beş vakit namazın tamamıdır. Çünkü beş vakit namaz, ibadetlerin ortasıdır. İman yetmiş küsur kısımdır ve en üst derecesi kelime-i şehâdettir. En alt derecesi ise, yollarda insanların yürümesine eziyet veren şeyleri kaldırmaktır. Farz namazlar bu en alt ve en üst derece arasında yer alır ve ‘orta’ olur. Çünkü namaz imana göre bir mertebe aşağıda, yoldan eziyeti kaldırmaya nisbetle de yukarıdadır.

3- Orta namaz; Sabah namazıdır. Hz. Ali, Hz. Ömer, İbn Abbas, Cabir b. Abdullah, Ebû Umâme el-Bâhilî, Tavus, Atâ, İkrime, Mücahid ve İmam Şâfiî bu görüştedir.

˗ Sabah namazının başlangıcı karanlık olduğu için gece namazına, sonu da aydınlık olduğu için gündüz namazlarına benzetilmiştir. Sabah namazı vaktinde ne tam karanlık ne de tam aydınlık vardır, ne gece ne de gündüzdür. Bu sebeble de, gece ile gündüz arasında ‘orta’ bir durumdadır.

Sabah namazı ise gece kılınan akşam-yatsı ve gündüz kılınan öğle-ikindi namazları arasında adeta ‘orta’ bir yerdedir.

Bütün mezheplerin ittifakıyla Arafat’ta öğle ile ikindi, akşam ile yatsı cem edilir. Sabah namazı ise her zaman vaktinde, tek olarak kılınır. Öğle ve ikindi tek vakit, akşam ve yatsı da tek bir vakit gibi olur. Sabah namazı, bu iki vakit arasında ‘orta’ olmuş olur.

˗ “اِنَّ قُرْاٰنَ الْفَجْرِ كَانَ مَشْهُوداً / Çünkü sabah namazına şâhid olunur” (İsra, 78) âyetindeki Kur’ân sabah namazıdır. Bu namaz, gece ve gündüz meleklerinin bir arada bulunduğu sırada edâ edildiği için Cenâb-ı Allah, bunun ‘şâhid olunan’ bir namaz olduğunu haber vermiştir.

Gece melekleri ile gündüz melekleri sadece sabah namazı vaktinde nöbet değiştirirken bir arada bulunurlar. Sabah namazı bu bakımdan gece ile gündüzün arasına giren orta bir şey gibi olur.

˗ ‘Orta namaz’ın önemi belirtilmek için, ayrıca zikredilmiştir. Namazlar içinde en çok tekit ve teşvik edilmesi gereken namaz, elbette sabah namazıdır.

Çünkü sabah namazı insanlara, uykularının en tatlı vaktinde farz olmaktadır. Hatta Araplar, bundan dolayı sabah namazı vaktindeki uykuyu, ‘Bal’ diye adlandırmışlardır. Bu tatlı ve güzel uykuyu bırakıp, soğuk suya yönelmek, camiye gidip, namaza durmaya hazırlanmak, insana çok zor gelir. Bundan dolayı ‘orta namaz’ ile sabah namazı kastedilmiş olabilir.

˗ Sabah namazı, namazların en efdalidir. Bu nedenle ‘orta namaz’, sabah namazıdır.

˗ Her namaz diğerine göre iki namaz arasında olduğu için orta namazdır. Bu yüzden sabah namazı da orta namaza dahildir.
 

Sabah namazının efdal olmasının sebepleri

‣ “Sabredenler, sadıklar, itaatle (Allah’a) boyun eğenler ve seherlerde istiğfar edenler...” (Âl-i İmrân, 17) âyeti, bu kimselerin taâtlerini seher vakitlerindeki istiğfarlarını zikrederek bitirmiştir. En büyük istiğfar, farzları edâ etmektir. Seherlerdeki farz da sabah namazıdır.

‣ Cemaatle kılınan sabah namazının ilk tekbiri, dünya ve dünyadaki her şeyden daha hayırlıdır. Hadîs-i Şerîf

‣ Efendimiz ﷺ sabah namazı için iki ezan okutmuştur. Birincisi fecr-i sâdık henüz doğmadan, ikincisi ise, doğduktan sonra okunurdu. Birinci ezandan maksad, kalkıp abdest hazırlığı yapsınlar diye insanları uyandırmaktır.

‣ Allahu Teâlâ, sabah namazına çeşitli isimler vermiştir. Mesela, قُرْاٰنَ الْفَجْرِ (İsrâ, 78);صَلَاةُ الْفَجْرِ (Nur, 58); حِينَ تُصْبِحُونَ “Sabahladığınız vakit..” (Rûm, 17) gibi.

Hz. Ömer (r.a), “وَاِدْبَارَ النُّجُومِ / Yıldızların batışı..” (Tur, 49) âyetinden sabah namazının kastedildiğini söylemiştir.

‣ Cenâb-ı Allah sabah namazı üzerine yemin ederek, “وَالْفَجْرِ وَلَيَالٍ عَشْرٍ / Fecre ve on geceye yemin olsun ki..” (Fecr, 1-2) buyurmuştur.

‣ Sabah namazı ezanında ‘tesvîb’ yapılır. Tesvîb, ‘hayya âle’l-felâh’ tan sonra iki defa, ‘Namaz uykudan hayırlıdır’ demektir. Böyle bir tekid, başka namazların ezanında yoktur.

‣ İnsan uykudan kalktığı zaman, yoktan var olmuş gibi, ölü iken dirilmiş gibi olur. Bütün mahlûkat geceleri âdeta ölür, sabah olunca dirilirler.

İnsan uykudan kalkıp, kendinden gecenin, uykunun, gafletin, acizliğin ve şaşkınlığın karanlıklarını gidererek, bütün bunları ihsanları ile değiştirip, âlemi nurla, bedenleri de hayat, akıl, fehim ve mârifetle dolduran, Allah’ın kudret ve rahmetini müşahede eder. Bu vakit kulluğu edaya, Allah’a karşı hudû, zillet ve meskenetini arz etmeye diğer vakitlerden daha uygundur.

4- ‘Orta namaz Öğle namazıdır.’ Hz. Ömer, Zeyd, Ebû Saîd el-Hudrî, Üsâme İbn Zeyd, Ebû Hanife ve arkadaşları bu görüştedir.

˗ Öğle namazı, kaylûle vaktinde ve öğle sıcağında olduğu için, insanlara zor geliyordu. Hz. Peygamber ﷺ, öğlenin kızgın sıcağında namaz kılarken çoğu kez arkasında bir veya iki saf bulunurdu. Bunun üzerine Hz. Peygamber ﷺ şöyle buyurdu: ‘Andolsun ki, (öğle) namazında hazır bulunmayan kimselerin evlerini yakmaya niyetlendim.’ Bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu.

˗ Öğle namazı gündüzün ortasındadır. Farz namazlar içinde, onun dışında gündüzün veya gecenin ortasına rastlayan namaz yoktur.

Öğle namazı, gündüz kılınan iki namazın; sabah ile ikindinin ortasındadır.

Öğle namazı, sabah serinliği ile akşam serinliği ortasındadır.

Ebû’l-Aliye şöyle demiştir: ‘Sahabelerle bir gün öğle namazı kıldım. Namazdan sonra onlara, orta namazın hangisi olduğunu sordum. Onlar da, ‘Orta namaz, kıldığın şu namazdır’ dediler.’

˗ Hz. Aişe, bu âyeti, الصَّلٰوةِ الْوُسْطٰى وَالصَّلٰوةِ الْعَصْرِ şeklinde okurdu.

Yani ikindi namazını (Salatü’l asr’ı), orta namaza atfetmiştir. Matufun aleyh, matuftan öncedir, ikindi namazından önce olan da, öğle namazıdır.

˗ Cebrail (a.s) Hz. Peygambere ﷺ ilk defa öğle namazında imam olmuştur. Bu, öğle namazının en şerefli namaz olduğuna delâlet eder. Âyetteki husûsi tekid ve teşviki, öğle namazına hamletmek daha uygundur.

˗ Cuma namazı, namazların en şereflisidir. O da, öğlen kılınır.

5- ‘Orta namaz, İkindi namazıdır.’ Bu görüş Hz. Ali, İbn Mes’ud, İbn Abbas, Ebû Hureyre ve Ebû Hanife’den rivâyet edilen görüştür.

˗ Hz. Peygamber ﷺ, Hendek Günü, ‘Bu kâfirler bizi orta namazdan alıkoydular. Allah onların evlerini ve mezarlarını ateşle doldursun’ buyurmuştu. Bu namaz ikindi namazıydı.

˗ İkindi namazı hakkında zikredilen tekidler, başka bir namaz hakkında rivâyet edilmemiştir.

Efendimiz ﷺ ‘İkindi namazını kaçıran kimse, sanki ailesine ve malına kötülük etmiştir’ buyurmuştur. Cenâb-ı Allah da, “Asr’a yemin olsun ki, insan ziyandadır...” (Asr, 1-2) diyerek ikindi namazına yemin etmiştir.

˗ Diğer vakit namazlarına devam etmek, ikindi namazına devam etmekten daha hafif ve kolaydır. Çünkü ikindi namazının vakti, vakitlerin en belirsizidir. Sabahın vakti, fecr-i sadığın doğmasıyla; öğlenin vakti, zeval vaktinin belirmesiyle; akşamın vakti, güneşin ufukta kaybolmasıyla; yatsının vakti de, akşam kızıllığının tamamen kaybolmasıyla girer. Fakat ikindi vakti, ancak dikkatli bir nazar ve gölgeyle ilgili güçlü bir araştırma ile anlaşılır.

Bir de ikindi esnasında işler oldukça yoğundur. Bundan dolayı ikindi namazına yönelmek daha zordur.

6- Orta namazı, Akşam namazıdır.

˗ Akşam namazı, gündüz ile, gece karanlığı arasındadır.

˗ Akşamın farzı sabahın farzından bir rekât fazla; öğle, ikindi ve yatsının farzından bir rekât daha azdır. Uzunluk ve kısalık itibariyle de tam ortadadır.

˗ Öğle namazı, birinci namaz diye isimlendirilir. Çünkü Cebrail (a.s), Hz. Peygambere ﷺ ilk defa öğle namazında imamlık yaptı. Öğle namazı, ilk namaz olunca, orta namaz akşam namazı olur.

7- Orta namaz, Yatsı namazıdır. Yatsı namazı, seferde kısaltılamayan akşam ve sabah namazları arasındadır. Hz. Peygamber ﷺ şöyle buyurmuştur: ‘Yatsı namazını cemaatla kılan kimse, sanki o gecenin

yarısını ibadetle geçirmiş gibi olur.’
 

Allah için kıyamda durun.

‣ Kunût; dua ve zikir manasınadır; ‘Allah’ı zikrederek, dua ederek ve her şeyden ilişkinizi kesip O’na yönelerek kıyama durunuz’ demektir.

‣ قَانِتٖينَ ‘itaat ederek’ demektir. Hz. Peygamber ﷺ ‘Kur’ân’da geçen bütün kunût lafızlarının manası, taât demektir’ buyurmuştur.

‣ قَانِتٖينَ ‘susarak’ demektir. İbn Mes’ud ve Zeyd İbn Erkam şöyle demişlerdir: Biz namaz esnasında konuşurduk. Birisi selâm verdiğinde, selâmını alırdık. Bir kimse, namaz kılanlara kaç rekât namaz kıldıklarını sorabilirdi. Bu tıpkı, ehl-i kitabın yaptığı gibiydi. Bunun üzerine Allahu Teâlâ, bu âyeti indirdi, konuşmamızı yasakladı.

‣ Kunût, huşu, hudû ve Allah’ın heybeti karşısında başka hiçbir şeye iltifat etmemektir.

Sahabe ve tabiînden birisi namaz kıldığı zaman, Rabbinin heybetinden dolayı dehşete kapılır, herhangi bir şeye iltifat etmez, (namaz kıldığı zeminde) bulunan çakıl taşlarıyla ilgilenmez, bedenindeki herhangi bir şeyle alâkalanmaz, hatırına dünya ile ilgili herhangi bir şey getirmezdi.

‣ Kunût, ayakta durmak demektir. Hz. Peygamber’e hangi namazın efdal olduğu sorulduğunda O, kıyamı uzatma manasını kastederek, ‘Kunûtu uzun olan namaz’ buyurmuştur.

‣ قَانِتٖينَ bir şeye devam, ona sabır ve ondan ayrılmamaktır. Dinde kunût; Allah’a itâati sürdürmek ve O’na hizmete devam etmek, manasındadır.

Sahabe-i kiram, namaz vakti gelince renkleri sararır, bir korku ve heyecan içine girerlerdi. Çünkü onlar namazı bir Mi’rac şuurunda kılıyorlardı. Namaza durdukları zaman renkleri değişir, titrerler, kalpleri hızla çarpardı. Azap âyetlerini okudukları zaman, hüngür hüngür ağlayıp kendilerinden geçerlerdi. Göz yaşlarıyla secde mahallini ıslatırlardı.


Müslim bin Yesar’ın namazı

Müslim bin Yesar, namaz kılarken caminin direklerinden biri yıkıldı. Kubbe göçtü, camide bulunanlar kaçtılar. Daha sonra dışarıda kubbenin yıkıldığını gören kimselerle beraber camide kalanları kurtarmaya geldiler Bu sırada Müslim bin Yesar namazını bitirip selam verdi. Yanına geldiler:

- Geçmiş olsun.

- Ne oldu?

- Caminin kubbesi yıkıldı.

- Ne zaman?

- Biraz önce.

- Haberim yok, cevabını verdi.

Müslim bin Yesar’ı namaz kılarken gördüler. Sanki o atılmış bir elbise gibi idi. Yani atılan, asılan elbise bir elbise nasıl hareketsiz ise, o da öyle hareketsiz, kendinden geçmiş vaziyette namaz kılardı. O namaz kılarken elbiselerinden en küçük bir kımıldama görülmezdi.

 

Te’vilâtı’n Necmiyye’den...

Allah ﷻ namazın hıfzını iki kişi arasında ortaklık olan mufaale babından getirdi. ‘حَافِظُوا عَلَى الصَّلَوَاتِ’ yani مُحَافَظَةِ الصَلَوَاتِ.

Hadis-i kudside, ‘Namazı kulumla aramda ikiye böldüm. Yarısı bana, yarısı ona aittir. Kulum için istediği verilecektir’ buyruldu.

Ben sizi tevfik miktarınca icabet, kabul, inabe ile sizi muhafaza ederim. Siz de namaz, sıdk, ihlas, huzur, huşu, münacat, tezellül, inkisar, istiğna, istihda, sükun, vakar, heybet, tazim, şuhudun devamı ile kalp muhafazası ile muhafaza edin. Ancak bu ‘Salatil vusta’dır. Zira kalp insanın ortasında cesetle ruh arasındadır. Bunun için kalp ismi verilmiştir.

Orta namazı muhafaza etmek kalbe şuhudun devamına işarettir. Zira beden bir saat gelir namazın erkanını, binasını muhafaza eder, bir saat gelir etmez. Devam üzere sûretini muhafaza edemez. Namazın manasını da huzur ve şuhud vasfıyla muhafaza edemez. Bu ancak kalbin işidir. Kaf, 37’de buyrulduğu gibi; “Şüphesiz ki bunda aklı olan veya hazır bulunup kulak veren kimseler için bir öğüt vardır.”

Namazın muhafazası; emrolunduğu şekliyle genel şartlarını muhafaza etmek, manasını muhafaza etmek, bir de hakikatini muhafaza etmektir ki o da namazdan çıktıktan sonra kalbinin Rabbini şuhuda devam etmesidir. Hakkı talepte namazı miraç edin.

وَقُومُوا لِلّٰهِ Yani hakkı talepte namazınızı kılın.

قَانِتٖينَ  Gayrıyı istemeden Allah’tan ﷻ ona vusûl talep edin. Çünkü O ‘Kulum için istediği vardır’ buyurmuştur. Bu da sıratı müstakimdir.

 

Belagat

• Talak konularının arasında bu namaz âyetinin gelmesi, ibadetle muamelatın aynı hükümde olduğunu göstermek içindir.

• Orta namaz, sıfatlı kinayedir.

Tecessüm var. Sanki namaz somut bir şey gibi ifade edilmiştir.

Kül-cüz alakası namaz söylenip tüm ibadetler kastedildi. Önemine binaen namaz tağlip edildi.

Lazım; namazı muhafaza edin, melzum; şartlarını muhafaza edin.

• ‘Namazı muhafaza edin’ dedikten sonra ‘orta namazı’ denmesi, umumiden sonra hususiyi zikirle itnabdır.

• ‘حَافِظُوا’ fiilinin mufaale babından gelmesi, mübalağa içindir.

• Salatı vusta mücmel lafızdır. Mücmel lafız; şeriat sahibi tarafından açıklanmadıkça gerçek anlamı bilinemeyen manası kapalı lafızdır.

• Hal, namaz söylenmiş, mahalli olan namaz zamanı ve mekanı kastedilmiştir. (Hal-mahal alakası; Mecaz-ı Mürsel)

Bakara Sûresi 239. Ayet

فَاِنْ خِفْتُمْ فَرِجَـالاً اَوْ رُكْبَـاناًۚ فَاِذَٓا اَمِنْتُمْ فَاذْكُرُوا اللّٰهَ كَمَا عَلَّمَكُمْ مَا لَمْ تَكُونُوا تَعْلَمُونَ

239- Korku veya herhangi bir tehlike karşısında iseniz namazlarınızı yürüyerek veya hayvan sırtında olarak kılın. Korku veya tehlike ortadan kalkınca da size bilmediklerinizi öğreten Allah’ın öğrettiği gibi Allah’ı anın!

 

Âyetin takdiri, ‘فَاِنْ خِفْتُمْ عَدوًُّا / Eğer düşmandan korkarsanız...’ şeklindedir. Anlaşıldığı için, meful hazfedilmiştir.

Ya da ‘Eğer düşman ve benzeri korkular bulunursa...’ takdirindedir. Çünkü ister düşman, isterse başka şeylerden korkulsun, bu hüküm mutlak olarak korku sırasında geçerlidir.

‘Namazın geçeceğinden korkarsanız’ şeklinde de olabilir.
 

Korku veya herhangi bir tehlike karşısında iseniz namazlarınızı yürüyerek veya binekli olarak kılınız.

Bu âyet, Yüce Allah’ın namaza verdiği ehemmiyeti müslümanın kalbine iyice yerleştirmektedir. Savaşçı mü’min, cephede silahın biri elinde diğeri başının üzerinde ölüm kusarken namaz ibadetini yerine getirir. Çünkü namaz mü’minin elindeki kılıç gibi koruyucu bir kalkandır. Namazı kılarak tehlike çemberi içindeyken Allah’a yakınlaşır.

Korku namazı iki çeşittir:

1- Savaşırken kılınan korku namazı. Âyette bu kastedilmiştir.

2- Savaş dışında kılınan korku namazı. Bu da Nisa sûresi 102. âyetinde zikredilen husustur: ‘Sen içlerinde bulunup da kendilerine namaz kıldırdığın vakit, onlardan bir kısmı seninle birlikte dursun...’

Savaş kızışıp, kimsenin savaşı terk etmesi mümkün olmadığı zaman,

İmamı Şâfiî’ye göre savaşta bulunan kimseler binekli ve yaya olarak, kıbleye veya aksi istikâmetlere doğru yönelerek namaz kılarlar. Rükû ve sücudlarını ima ile îfa ederler. Secdelerini yaparken başlarını biraz daha fazla eğerler. Nara atmadan sakınırlar.

Ebû Hanife’ye göre ise, yaya olan kimse savaş sırasında namazını tehir eder. Hz. Peygamberin ﷺ Hendek Günü’nde namazı tehir etmesi bu konuda delildir.

Korku namazında asıl olan, kafirlere karşı yapılan savaştır. Âsilerle savaş da, bu tür savaş hükmüne girer.

İnsanın kendisini müdafaa etmesi mubahtır. Fakat eğer saldıran kâfir ise, İslâm’ın hakkı ihlâl edilmesin diye nefsi müdafaa vâcibtir.

İnsanın malının alınması halinde yapılan savaşta, korku namazı hususunda iki görüş vardır:

‣ Bu esnada korku namazı kılmak caizdir. Hz. Peygamber ﷺ ‘Malı uğrunda öldürülen kimse şehid olur” buyurmuştur.

‣ Caiz değildir. Çünkü namazın hürmeti daha büyüktür.

Savaş dışında, yangın, boğulma ve vahşi hayvan gibi şeylerden duyulan korku ve alacaklının borcunu istemesinden ötürü, borçlunun güç durumda kalıp, bunu belirleyen delilleri ortaya koyamayacağı için hapsedilmekten korkması halinde, insan korku namazı kılabilir.
 

Emin olduğunuz vakit ise size bilmediklerinizi öğreten Allah’ın öğrettiği gibi Allah’ı anın!

Bu emre hem namaz hem de şükür girer:

‘Allah’ın size öğretip şartlarını ve rükünlerini beyân ettiği şekilde namazınızı kılın’ demektir. Namaz, “Allah’ı zikre (namaza) koşun” (Cuma, 9) âyetindeki gibi bazan ‘zikir’ diye adlandırılır.

‘Allah’a, size emniyet nimetini vermesinden dolayı şükrediniz’ manasındadır.

Korkudan bahsederken, şüpheye delalet eden إنْ geldi, bu da korkunun azlığına işaret eder. Emniyetin çokluğunu ve katiyyetini ifade için ise, kesinlik bildiren اِذَا kelimesiyle getirildi. Yani ‘Korkarsanız namazı yaya veya binekli kılın. Ama emniyet gelince ki; geleceği şüphesizdir, o zaman tüm şartlarına riayet ederek namaz kılın.’

‘Size nasıl öğretti ise...’ Allahu Teâlâ öğretme ve bildirme sûretiyle bize in’am etmiştir. Eğer O’nun hidâyeti olmasaydı bunlara ulaşamazdık.

‘Bilmediğiniz şeyleri...’ Bu tabir, Hz. Muhammed ﷺ’in peygamber olarak gönderilişinden önceki cehalet ve dalâlet zamanına işarettir.

 

Te’vilâtı’n Necmiyye’den...

فَاِنْ خِفْتُمْ Eğer bu sırat yolunun haddinden düşmesinden, mesafesinin uzunluğundan korkarsanız kalbinizin zayıflığı, nefislerinizin acizliği, şehvetinizin galebesi, sıfatlarınızın talepleri için Allah’tan ﷻ yardım isteyin. O’na tevekkül edin. Allah’ın ﷻ rahmetinden ümit kesmeyin. Kendi havli kuvvetinizden çıkın. Zira havl ve kuvvet ancak Allah’ındır. Allah’a ﷻ kaçın.

فَرِجَـالاً Ubudiyet ayağıyla اَوْ رُكْبَـاناً Rububiyetin asil cezbeleri üzerinde. Zira Allah ﷻ ‘Kim Bana bir karış yaklaşırsa Ben ona bir zira yaklaşırım’ buyurdu. Sıratın, yolun uzunluğundan korkma, secde et, yaklaş.

Sıratın hududundan, vaktinden ayrılma. Zira sen inayetle yüklüsün.

“Biz, hakikaten insanoğlunu şan ve şeref sahibi kıldık. Onları, (çeşitli nakil vasıtaları ile) karada ve denizde taşıdık; kendilerine güzel güzel rızıklar verdik; yine onları, yarattıklarımızın birçoğundan üstün kıldık.” (İsra, 70)

O sizi yola haml etmiştir. Size düşen rububiyet, hidâyetinin talebinde ubudiyyet ayağı ile yürümektir.

 

Belagat

• Namazın ehemmiyetinden kinayedir.

• رَاجِلٌ , رِجَال kelimesinin çoğuludur. رَاجِلٌ ister yürüsün, ister dursun, ayakları üzerinde duran kimsedir.

رِجَـالاً  hal olarak mensubtur, amili mahzuftur. فَصَلُّوا رِجَالًا اَوْ رُكْباَناً takdirindedir.

Ayak ve erkek kelimelerinin aynı kökten gelmesi, erkeğin evi ayakta tutması gerektiğinin isbatıdır. (رِجَال)

Emin olmak ile korku arasında, binekli ile yaya arasında tibakı icab vardır.

Aynı zamanda korku namazı hususunda binekli ile yaya arasında muraat-ı nazır vardır.

Sebep, Allah’ı zikredin, müsebbep; namazı neden imayla kıldığınızı hatırlayın.

• ‘Size öğretti’ sebebe isnaddır. Aslında Allah kitaplar gönderip peygamberlerine öğrettirdi.

‘Öğretti’ ile ‘Bilmediklerinizi’ kelimeleri arasında tibak-ı selb vardır.

Bakara Sûresi 240. Ayet

وَالَّذٖينَ يُتَوَفَّوْنَ مِنْكُمْ وَيَذَرُونَ اَزْوَاجاًۚ وَصِيَّةً لِاَزْوَاجِهِمْ مَتَاعاً اِلَى الْحَوْلِ غَيْرَ اِخْرَاجٍۚ فَاِنْ خَرَجْنَ فَلَا جُنَاحَ عَلَيْكُمْ فٖي مَا فَعَلْنَ فٖٓي اَنْفُسِهِنَّ مِنْ مَعْرُوفٍؕ وَاللّٰهُ عَزٖيزٌ حَكٖيمٌ

240- İçinizden ölüme yaklaşıp geride zevceler bırakanlar evlerinden çıkarılmayarak kendilerine bir yıla kadar bakılmasını vasiyet etsinler. Şayet bunlar kendiliklerinden çıkacak olurlarsa, yapacakları meşru işlerden dolayı size bir sorumluluk yoktur. Allah mutlak güçlüdür, hikmet sahibidir.

 

Bu âyet-i kerime, Taif’ten Hakim b. Hars hakkında nazil oldu. O, çocukları, ana babası ve ailesi ile Medine’ye hicret etti ve orada öldü. Onun ölümü üzerine bu âyet nazil oldu. Efendimiz ﷺ onun mirasından ana babasına, çocuklarına verdi, hanımına hiçbir şey vermedi. Fakat ana babasına ve çocuklarına kocanın bıraktığı maldan hanımına bir sene infak etmelerini emretti. 

Ölü vasiyet edemez. Âyette bahsedilen ‘ölüm’, ölmeye yaklaşma manasındadır.

Bu vasiyetin, Allah’ın emri ve teklifi olmak üzere, Allah’a nisbet edilmesi de caizdir. Sanki şöyle denmiştir: ‘Bu, Allah tarafından onların kadınları için yapılan bir vasiyettir.’

Bu âyet mensuhtur. İslâm’ın ilk yıllarında kadının ölen kocasının malında, nafaka ve evinde bir yıl durma dışında, herhangi bir hakkı yoktu. Kadının kocasının evinde bir yıl beklemesi ilâhî bir emir idi. Fakat iddeti bekleyeceği yer hususunda serbestti; isterse kocasının evinde tamamlar, isterse bir yıl dolmadan o evi terk ederek, iddetini başka bir yerde tamamlardı. Fakat kocasının evinden çıktı mı, nafaka hakkını kaybederdi. Daha sonra Allahu Teâlâ bu iki hükmü neshetti.

Kur’ân, kadının kocasının malına zaten varis olduğunu bildirmiştir. Ayrıca sünnet de, varislere vasiyet yapılamayacağına delâlet eder. Bir yıl iddet beklemesi hükmü de, “Kocası ölen kadınlar, kendi başlarına dört ay on gün iddet beklerler” (Bakara, 234) âyetiyle neshedilmiştir.
 

Size günah yoktur.

Yani ‘Ey ölenlerin velileri (akrabaları), o kadınların kendi kendilerine yaptıkları süslenme ve evlenmeye teşebbüs etmeleri gibi şeylerden dolayı size herhangi bir mesuliyet yoktur. Onlar kocalarının evinden çıkmak ister, siz de buna mani olmazsanız, bunda bir günah olduğunu sanmayın. Bu durumda onların nafakalarını da kesmeniz gerekecek ki; bunda da bir günah yoktur.’

 

Belagat

• Vasiyet kelimesi, nasb okunduğuna göre, takdiri şöyledir:

- فَلْيوُصُوا وَصِيَّةً vasiyet yapsınlar’ veya تُوصُونَ وَصِيَّةً ‘Bir vasiyet edişle vasiyet edersiniz’ şeklinde meful-ü mutlak olabilir.

- ألْزَمَ اللّٰهُ الَّذِينَ يُتَوَفَّوْنَ وصِيَّةً ‘Allah, ölen erkeklere, vasiyet etmelerini vâcib kıldı’ şeklinde mefulün bih olabilir.

Ref okunduğunda ise şu takdirler yapılır:

- وَصِيَّةٌ mübteda, لِاَزْوَاجِهِمْ haberdir.

- وَصِيَّةٌ لِاَزْوَاجِهِمْ ifadesi mübtedadır. فعَلَيَْهِمْ / Onlara vâciptir, şeklinde bir haber takdir edilir: فَعَلَيْهِمْ وصِيَّةٌ لِأزْواجِهِمْ

- وَصِيَّةٌ haberdir, ona mübteda takdir edilir. ‘الأمْرُ وصِيَّةٌ / Durum, iş, vasiyet etmenizdir’ veya ‘الحُكْمُ وصِيَّةٌ / Hüküm, vasiyet etmenizdir’ gibi.

- Âyetin takdiri, ‘كُتِبَ عَلَيْكم وصِيَّةٌ / Size, vasiyet yazıldı, farz kılındı’ şeklinde, naibi fâil olabilir.

- Veya ‘لِيَكُنْ مِنْكُمْ وَصِيَّةٌ / Sizden bir vasiyet olsun, yapılsın’ şeklinde takdir edilir.

- Takdir ‘ووَصِيَّةُ الَّذِينَ يُتَوَفَّوْنَ مِنكم وصِيَّةٌ إلى الحَوْلِ / Sizden ölenlerin vasiyeti, bir yıla kadar olan vasiyettir’ şeklinde de olabilir.

• مَتاَعًا hakkında:

- ‘مَتِّعُوهُنَّ مَتاعًا / O kadınları bir meta ile faydalandırın...’ demektir. Buna göre âyet ‘O erkekler (ölmeden önce), hanımları için bir vasiyet etsinler ve onları bir meta ile faydalandırsınlar’ demektir.

- جَعَلَ اللَّهُ لَهُنَّ ذَلِكَ مَتاعًا / Allah bunu o kadınlar için bir meta kabul etmiştir’ şeklinde takdir edilir.

- Hal olarak mensubtur.

- ‘مَتاَعًا / faydalandırma’ umum söylenmiş, hususi olarak yeme, içme, barındırma kast edilmiş.

• ‘غَيْرَ اِخْرَاجٍ / Çıkarmaksızın..’ Hal olarak mensubtur. ‘مَتِّعُوهُنَّ مُقِيمَاتٍ غَيْرَ مُخْرَجَاتٍ / Evinizde oldukları ve çıkarılmadıkları halde, o kadınları metâlandırınız...’ demektir.

˗ Nezdi hafıd ile (harf-i cerin hazfı ile) mensubtur. ‘مِنْ غَيْرِ إخْرَاجٍ Çıkarılmadan’ demektir.

• ‘يَذَرُونَ / Bırakanlar’ fiili mefule isnad. Çünkü kendi kendilerine bırakmadılar, ölünce mecburen bıraktılar.

• Bu âyet nesholunmadan önce kendisiyle amel edilmişti. Dal bid delalesiyle, kadının haklarının korunmasına işarettir. Hayatta iken şöyle dursun; öldükten sonra dahi kocasının karısını korumasına işaret eder. Kocasından başka kimsenin ona tam anlamıyla sahip çıkamayacağını bildirir.

• وَاللّٰهُ عَزٖيزٌ حَكٖيمٌ  cümlesi muraat-ı nazırdan teşabuhel etraftır.

Allah ‘azizdir’ kullarının zillete düşmesini istemez. ‘Hakim’dir, hikmetiyle verdiği bu hükümlere uyulduğu takdirde kimse zelil olmaz. 

Bakara Sûresi 241. Ayet

وَلِلْمُطَلَّقَاتِ مَتَاعٌ بِالْمَعْرُوفِؕ حَقاًّ عَلَى الْمُتَّقٖينَ

241- Boşanan kadınların örfe göre nafakalarını sağlamak gerekir. Bu Allah’tan korkanlar için bir vecibedir.

 

“Zengin olanlarınız, boşadığınız kadınları, kudretine göre, maruf bir mal ile faydalandırın. Bu muhsinlerin üzerine bir borçtur” (Bakara, 236) âyeti nazil olunca, bir müslüman ‘Bunu istersem yaparım, istersem yapmam’ dedi. Bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu.

‘مَتاَع / mal’ dan murad bir miktar maldır. Âyetin zahiri, boşanan her kadına bir miktar mal vermenin vâcib olduğunu gösterir.

Bu husus 236. âyette de geçmişti. Ancak burada hususi, o âyette ise umûmî bir hüküm bildirdiği için tekrar edilmiştir.

Bir adam Said b. Cübeyr’e ‘Herkesin muta vermesi vâcib mi?’ diye sordu. O da ‘Hayır’ dedi. Adam, ‘Peki kimin vermesi gerekir?’ deyince Said b. Cübeyr ‘Müttakilerin’ dedi.

Bir adam Kadı Şüreyh’in yanında karısını boşadı. Şüreyh ona muta vermesini emredince kadın şöyle dedi: ‘Onun muta vermesi gerekmez. Çünkü Allahu Teâlâ mutanın muhsinler ve müttakiler üzerine bir hak olduğunu bildirdi. Bu adam ise onlardan değildir.’

 

Belagat

• Aslında her Müslüman üzerine hak ama حَقاًّ عَلَى الْمُتَّقٖينَ deyince müttaki olmayanlara tariz ve müttakileri öne çıkaran bir tağlibdir.

مَتَاعٌ بِالْمَعْرُوفِ diye sıfatlanması, tekit içindir. Hem şeriatın tayin ettiği ölçüleri aşmamak, hem de zamanın örfüne göre verilmesi gerektiğini gösterir. Her zamanın geçim şartları farklıdır. Eskiden ihtiyaç olmayan pek çok masraf, günümüz için zaruret haline gelmiştir.

• 241. âyetten 242. âyete geçerken, ‘müttakiler’den ‘siz’ zamirine geçmiş, gaipten muhataba iltifat yapılmış.

Bakara Sûresi 242. Ayet

كَذٰلِكَ يُبَيِّنُ اللّٰهُ لَكُمْ اٰيَاتِهٖ لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَࣖ

242- İşte Allah akıllarınız ersin diye hükümlerini size böylece açıklıyor.

 

Yüce Allah’ın bir şey i açıklaması, onu hükme bağlaması, çözümlemesi, bilinmezliğini ortadan kaldırması anlamını ifade eder.

240 ve 241. ayetlerde eşi ölen ve boşanan kadının durumu ele alınarak olayın nasıl değ erlendirilip hükme bağlanacağının öğretimi yapılmakta, onun bir ‘hak/yük ümlülük’ olduğu, bu yükümlülüğün kime ait bulunduğu meselelerinde eğit ici açıklamalar yapılmaktadır.

Yukarıda bahsi geçen kadınlar hakkında konan hükümlerin ve o konu daki açıklamaların eğitimsel amacı, insanlara akıllarını kullanmayı, yani doğru düşünmeyi öğretmektir. Ayetteki ‘Aklınızı kullanasınız diye’ ifadesi, buna işaret etmektedir.

Allahu Teâlâ birçok ayette; ‘düşünün, umulur ki düşünürsünüz, umulur ki hatırlarsınız, bilesiniz’ gibi ifadeleri kullanıyor. Buna göre, önce Allah’ın ayetlerini düşünüp ve anlamamız, sonra onları yerine getirmemiz isteniyor. Önce, fikir sonra amel... Bu da imana dayalı olmalı, çıkar veya gösteriş için olmamalıdır. Hedefimiz Allah’ın rızasını kazanmak olmalıdır. Böylece, kural şu şekilde olur: ‘İmandan hareket edip Allah’ın rızasını hedef edinerek, fikir elde ettikten sonra amel yapmaktır.’ Bu kural uygulanmayınca iş bozuk olur, imana göre olmazsa amel fasit olup kesinlikle kabul edilmez. Eğer fikir elde etmeden imana dayalı olursa amel duygusallığa göre gerçekleşir, geçici olur, ilerde gevşeklik hâsıl olur. İnsan yalnızca fikir edinip amel etmezse sırf bilgi edinmiş olur, bu bir işe yaramaz ve Allah nezdinde de en sevimsiz şeydir.

Bu âyet-i kerime bizleri tefekküre, düşünmeye ve dinî hükümlerimizi güzelce fikretmeye sevk etmektedir. Çünkü bütün dinî hükümler, birer hikmet ve menfaata dayanmaktadır. Bunların bu yüksek mahiyetlerini ancak akıl ve bilgisini güzelce kullananlar hakkıyla anlayabilir. Ö. Nasuhi Bilmen

Akıllılara tâbi ol, dünyaya düşkün olmayanlarla güzel geçin, câhillere karşı da sabırlı ol.

Akıl göz, Kur’ân ise güneştir. İmam-ı Gazali

          ✽     ✽     ✽

Bir akıl hastanesini ziyareti sırasında, adamın biri sorar:

‘Bir insanın akıl hastanesine yatıp yatmayacağını nasıl belirliyorsunuz?’

Doktor, ‘Bir küveti su ile dolduruyoruz. Sonra hastaya üç şey veriyoruz. Bir kaşık, bir fincan, ve bir kova. Sonra da kişiye küveti nasıl boşaltmayı tercih ettiğini soruyoruz. Peki siz ne yapardınız?’, der. Adam, ‘Normal bir insan kovayı tercih eder. Çünkü kova, kaşık ve fincandan büyük.’

‘Hayır,’ der doktor, ‘Normal bir insan küvetin tıpasını çeker.’

Ders: Akıl, sadece bize sunulanlar dışında çözüm bulmaktır.

 

Belagat

• لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ cümlesi, mefhum-u muhâlifiyle, âyeti anlamak istemeyen, yaşamayanın sefih olduğunu gösterir.

Önceki âyetin sonu ‘müttakiler üzere haktır’ diye bitti. Bu âyet de ‘Umulur ki akledersiniz’ diye bitiyor.

‘أَتَمُّكُمْ عَقْلاً أَشَدُّكُمْ خَوْفاً لِلّٰهِ تَعَالَى En akıllınız Allah'tan ﷻ en çok korkanınızdır’ hadisine telmihtir.

Bakara Sûresi 243. Ayet

اَلَمْ تَرَ اِلَى الَّذٖينَ خَرَجُوا مِنْ دِيَارِهِمْ وَهُمْ اُلُوفٌ حَذَرَ الْمَوْتِࣕ فَقَالَ لَهُمُ اللّٰهُ مُوتُوا ثُمَّ اَحْيَاهُمْؕ اِنَّ اللّٰهَ لَذُو فَضْلٍ عَلَى النَّاسِ وَلٰكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَشْكُرُونَ

243- Sayıları binlere vardığı halde ölüm korkusuyla yurtlarını bırakıp çıkanları görmedin mi? Allah onlara ‘ölün’ dedi de sonra onları yeniden diriltti. Muhakkak Allah insanlara karşı fazlu inayet sahibidir, fakat insanların çoğu şükretmezler.

 

Âyette, insanoğlunun belirgin bir karakterinin altı çiziliyor: İnsanın başı dara geldiğinde Allah’a ﷻ dua eder, istekte bulunur. Yapmayacağı sözler verir, centilmenlik yapar. Tıpkı âyetteki İsrâiloğulları gibi. Onlar da başlarına melik istiyorlar. ‘Savaş edelim’ diyorlar. Melik geliyor beğenmiyorlar. ‘Ona maldan genişlik verilmemiştir. Biz bu işe daha layığız’ diye itiraz ediyorlar.

Oysa insanın asıl kıymeti ilim ve kuvvetinde, akıl ve yeteneğindedir. Zenginlik kelin külahı gibidir, gidince sahibi cascavlak kalır. Üstelik kendilerine akıl, fikir veren, her şeye kadir ve galip olan Allah’ın ﷻ seçiminin her seçimden hayırlı olduğunu, kudretini, kuvvetini, ilmini, iradesini düşünmüyorlar. Peygamberleri onlara mucize gösteriyor, sonra ikna oluyorlar. Fakat biraz zorlanınca yine eski itirazlarına dönüyorlar.

Biz insanlar nefsi emmareye tabi olduğumuz sürece aynı tavrı takınmaktayız. Acizliğimize, güçsüzlüğümüze, cehlimize bakmadan zayıf aklımıza, mahdut ilmimize güvenerek itiraza, inada devam ediyoruz.

İtaatın akıldan üstün olduğunu, bir türlü hazmedemiyoruz. 

‘Ruyet’ (görme), bazen basiret ve kalbin görüşü manasındadır, ‘bilmek’ demektir. “(Ey Rabbimiz!), bize ibâdet edeceğimiz yerleri bildir, öğret” (Bakara, 128) âyetinde geçtiği gibi.

‘Ruyet’ (görme) kelimesi, bazen muhatabın önceden bildiği şey hakkında, bazen de bilmediği şey hakkında kullanılır. Allahu Teâlâ Efendimize ﷺ ezelden ebede her şeyi bildirdiği için, bu hadiseyi bu âyet ile öğrenmiş olması mümkün olduğu gibi, âyetin nüzulünden önce de biliyor olması mümkündür.

Burada ruyet kalbidir. Fakat intiha (son bulma, ulaşma) manasını tazammun ettiği için ‘إلى’ ile müteaddi olmuştur. Mana şöyle olur:

‘Senin ilmine ulaşmadı mı?’

Âyet Hz. Peygambere ﷺ yapılan bir hitaptır. Fakat muhatap zamiri umum ifade ettiği için hem Efendimiz ﷺ hem de ümmet âyetin hitabına dahildir.
 

Sayıları binlere vardığı halde ölüm korkusuyla yurtlarını bırakıp çıkanları görmedin mi?

Âyetin zahiri, sayılarının on binden fazla olduğunu gösterir. Çünkü ‘اُلُوفٌ / binlerce’ kelimesi, cem-i kesrettir. On bin veya on binden az olsa, ‘binlerce’ denmez.

Onlar çok kalabalık iken kendilerine toplu ölüm gelmesi, durumlarından daha fazla ibret alınmasını gerektirir. Çünkü büyük bir topluluğun, alışılmadık şekilde bir defada, aniden ölmesi, büyük bir derstir.

اُلُوفٌ kelimesinin ‘ülfet’ anlamından dolayı, mana şöyle de olabilir:

‘Kalbleri birbirlerine karşı sevgi ve muhabbet dolu olduğu halde...’

Veya bu ülfet, onların her birinin kendi hayatını sevmesi ve dünyaya duyduğu muhabbettir. İnsanın dünya hayatına olan sevgi ve ihtirasının onu ölümden kurtaramayacağı bilinsin diye, Allah onları öldürmüştür.

Her insan ölümden korkar. Burada özellikle ölüm korkusunun zikredilmesi, veba veya savaş ölüm sebebi her ne ise, bu hadisede çok fazla olduğunu ifade eder.
 

Yurtlarını bırakıp çıkanlar…

Bir beldede veba salgını başladı. Belde halkı kaçtı. Kaçmayanların çoğu öldü. Geri kalanların çoğu da hastalık ve musibetlere dûçâr oldular. Veba salgını ve hastalıklar sona erince, kaçanlar sağ selâmet geri döndüler. Bunun üzerine hastalıklardan kıvranmış olanlar: ‘Eğer biz de onlar gibi yapsaydık, hastalık ve belâlardan kurtulurduk. Eğer bu memlekete bir daha veba gelirse, biz de çıkıp gideriz’ dediler.

Bir kez daha veba salgını oldu, böyle söyleyenler de beldeyi bırakıp kaçtılar. Sayıları otuz bin kadardı. Vadilerinden çıkınca, vadinin üstünden ve altından birer melek onlara, ‘Ölün!’ diye seslendi. Bunun üzerine hepsi öldü ve cesedleri çürüdü.

Hazkil peygamber onların cesedlerine rastlayınca, onlar hakkında tefekkür etti. Cenâb-ı Allah ona, ‘Onları nasıl dirilteceğimi sana göstermemi mi istiyorsun’ diye vahyetti. O da ‘Evet’ dedi. Ona, ‘Ey kemikler! Cenâb-ı Allah toplanmanızı emrediyor’ diye seslenmesi söylendi. O seslenince kemikler birbirine doğru uçuşup birleştiler. Daha sonra Allahu Teâlâ ‘Ey kemikler! Allahu Teâlâ et ve kan giymenizi emrediyor’ şeklinde seslen’ diye vahyetti. O böyle seslenince, kemikler et ve kana büründü.

Sonra ona, ‘Allahu Teâlâ canlanıp, kalkmanızı emrediyor’ diye seslenmesi söylendi. O seslenince, cesetler canlanıp kalktılar. Şöyle diyorlardı: ‘Ey Rabbimiz! Seni tesbih eder ve sana hamd ederiz. Senden başka ilâh yoktur.’ Böyle dirildikten sonra beldelerine geri döndüler. Öldüklerinin işareti yüzlerinde belli idi. Ecelleri gelene kadar yaşadılar.

İsrâiloğulları krallarından biri, askerlerine savaşmalarını emretti. Onlar savaşa yanaşmadılar ve ‘Savaşacağımız yerde veba var. Veba bitinceye kadar oraya gitmeyiz’ dediler. Bunun üzerine Cenâb-ı Allah, onların hepsinin canını aldı. Cesetleri sekiz gün kalıp, şişti.

İsrâiloğullarına bu haber ulaşınca, onları gömmek için oraya gittiler. Ölenlerin sayısı çok olduğu için, hepsini bir araya toplayıp etraflarını duvarla çevirdiler. Allahu Teâlâ, sekiz gün geçtikten sonra onları diriltti. Bu koku hem onlar üzerinde kaldı, hem de evlatları üzerinde bugüne kadar devam etti.

Hazkil (a.s), kavmini cihada teşvik etti. Fakat onlar korktular. Allahu Teâlâ onlara ölümü gönderdi. İçlerinde ölüm çoğalınca, ölümden kurtulmak için memleketlerinden kaçtılar.

Hazkil (a.s) bunu görünce ‘Ey Yakub’un ve Mûsâ’nın ilâhı Allah’ım, kullarının şu isyanını görüyorsun. Onlara, kendileri üzerinde kudretinin nelere yeteceğini ve senin kudret elinden kurtulamayacaklarını gösteren bir mucize gönder’ dedi. Allahu Teâlâ kaçanlara da ölümü gönderdi. Sonra Peygamber onların ölümlerine dayanamayarak, onlar için dua edince, Allah onları diriltti.
 

Allah'ın onlara 'ölün' demesi

Bu cümle, Cenâb-ı Hakk’ın bir söz söylediğini değil, aksine onların ölümünü irade ettiğinde, onun önüne geçilemeyeceğini, geciktirilemeyeceğini ifade etmektir. “Bir şeyin olmasını murad ettiğimiz zaman sözümüz ancak ona ‘ol’ demektir. O da hemen oluverir” (Nahl, 40) âyeti gibi.

Veya bunu melekler söylemiştir. (Sebeb-müsebbep, mecaz-ı mürsel)
 

Muhakkak Allah insanlara karşı lütuf sahibidir.

Allahu Teâlâ öldürdüğü bu topluluğu yeniden dirilterek onlara lütufta bulunmuştur. Çünkü onlar günahlarından dolayı öldürülmüşlerdi. Allahu Teâlâ onları tekrar hayata döndürerek, tevbe imkânı ve hatalarını onarma fırsatı vermiştir.

Bu kıssanın anlatılması, Cenâb-ı Hakk’ın müşriklere de bir lütuf ve ihsanıdır. Müşrikler, bu olaydan ibret alıp, bâtıl dinlerinden, hak dine dönerek, cezadan kurtulup sevaba müstehak olurlar. Ayrıca bu olay, ölümden korkmanın, ölümden kurtuluş olmadığını gösterir. İnsanı ibâdete teşvik eder ve ölüm korkusunu giderir. Bu kıssayı okuyup düşünen kul, günahlardan uzaklaşır, taâtlara yaklaşır. Maksat, Müslümanlara korkaklığı bırakmalarını, korkunun ölümü savamayacağını bildirmektir. Kaçmak faydasızdır, ölüm ve hayat Allah’ın elindedir.

 

Belagat

• اَلَمْ تَرَ sorusundan murad, taaccüble birlikte kıssanın içeriğini öğrenmeye teşvik ve ondan ibret almaktır.

• حَذَرَ الْمَوْتِ kavlinde mecazı mürsel vardır. Bundan murad, onları helak eden taun hastalığıdır. Müsebbep söylenmiş, sebep kastedilmiştir.

• ‘Öldürme’ ve ‘Diriltme’ kelimeleri arasında tibak-ı icab vardır.

• مُوتُوا ve ثُمَّ اَحْيَاهُمْ kavlinde icazı hazif vardır. Hiçbir şeyin Allah’ın ﷻ iradesi dışına çıkamayacağına tembih için ‘öldüler’ kelimesinin zikrine gerek görülmemiştir.

• Burada istiare-i temsiliye vardır. Savaşta korkanların hali, beldelerinden çıkan kimselerin haline benzetilmiştir. Camisi, korkaklıktır. Bu temsilin misali, bir adımını atıp diğer adımını geri alan mütereddit kimsenin halidir. (Diğer bir deyimle, mecazı mürekkeptir.

Bakara Sûresi 244. Ayet

وَقَاتِلُوا فٖي سَبٖيلِ اللّٰهِ وَاعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ سَمٖيعٌ عَلٖيمٌ

244- Şu halde Allah yolunda savaşın ve Allah’ın işiten ve bilen olduğunu bilin.

 

Bu, diriltilmiş olan o kavme bir hitaptır. Allah onları diriltti, sonra da cihada gitmelerini emretti. Çünkü Allah cihada gitmekten hoşlanmadıkları için onları öldürmüştü. Buna göre ‘وَقِيلَ لَهُمْ قَاتِلوُا / onlara ‘savaşın’ denildi’ sözü mahzuftur.

Âyet yeni bir hitap da olabilir. Cenâb-ı Hakk kullarına lütuf ve merhametinin eseri olarak, savaş emrinden önce yurtlarından çıkan bu kimselerin kıssasını zikretti. Ki; hayatı çok sevdikleri için, ölüm korkusu ile Allah’ın emrinden yüz çevirmesinler, savaştan kaçmakla ölümden kurtulamayacaklarını anlasınlar. Bu cihada bir teşviktir.

Sebil yol, sebilullah Allah`ın yolu anlamına gelir. İnsanların üzerinde yürüdüğü yollar nasıl onları hedeflerine ulaştırıyorsa, sebilullah da insanları Allah`ın rızasına götürür. Sebilullah dünya ve âhiret hayatında insanlara yararlı olan, insanlığın iyi yönde gelişmesini sağlayan, geçici dünya menfaatlerini arzulamaksızın yapılan bütün hayırlı işleri kapsar. فِى سَبِلِ اللهِ ’ın en meşhur anlamları ‘Allah yolunda cihad, hac, ilim talep etmek ve Allah`ın emrettiği her türlü hayır, hidayet yolu, Allah`a yaklaştırıcı her şey ve taât (salih amel)’ anlamlarına gelir.

Asr-ı saadet döneminde cihadın en yaygın ve etkili şekli sıcak savaşlar olduğundan İslâm âlimleri Allah yolunda savaşanlara zekât fonundan pay ayrılmasını gerekli görmüştür. Bundan dolayı da, ‘fî sebîlillâh’ kavramı ‘cihad’ kavramıyla özdeş görülmüştür. Cihadın gayesi, dinin güçlendirilmesidir. Bu sebeple cihad da bir ibâdettir.

Allahu Teâlâ’nın bu kıssayı cihada motive etmek için sevk ettiğinin delili, bunun hemen ardından Allah yolunda savaşma emrini getirmesidir.

“Bilin ki; Allah (cihatta) geri kalanların da öne geçenlerin de ne dediğini gerçekten işitir; mutlak ilim sahibidir.’ Onların kalplerinde gizledikleri şeyi hakkıyla bilir ve O, ‘ceza’nın arkasındadır, cihat edenleri de geri kalanları da asla ‘karşılık’sız bırakmaz. Zemahşeri

‘Ey insanlar! Düşmanla karşılaşmayı istemeyin! Allah’tan âfiyet (rahatlık, huzur, saadet) isteyin. Fakat düşman da karşınıza çıkarsa, o zaman da sebât-ı kadem edin (sağlam durup düşmandan kaçmayın) ve bilin ki Cennet kılıçların gölgesi altındadır. Kur’ân’ı indiren, Tevrat’ı, İncil’i önceki Peygamberlere indiren Allah’ım! Bulutları rüzgârın önüne katıp da oradan oraya götürüp yağmur yağdıran Allah’ım! Müslümanlara yardım edip, İslâm düşmanlarını hezimete uğratan Allah’ım! Bu karşımızdaki kâfirleri hezimete uğrat! Onlara karşı bize yardım eyle, güç kuvvet ver de, onlara karşı gâlip gelelim!’ Buhârî, Müslim

‘Cihat, insanın yalnız Allah yolunda kılıç sallaması değildir. İnsanın annesine ve babasına bakması da cihattır. Evlâdına bakan da cihattadır. Başkasına muhtaç olmamak için helâlinden çalışan kimse de cihattadır.’ Râmûz’ul-Ehâdîs

Osmanlı Askeri Teşkilatı’nda ‘Deliler’, subaylarına ise ‘Delibaşı’ denilen bir gurup vardı (halk arasında delibaş denirdi). Deliler serhatlarda, yani sınır boylarında görev yapan ve Serhat kulu denilen askeri sınıfın içindeki bir oluşumdu. Ağır silah taşımaz, ok ve kılıçla savaşırlardı. Hepsi de çok iyi silahşor, çok iyi nişancı ve çok iyi biniciydi. Atını doludizgin sürerken gemi ağızlarına alır, o şekilde ok atar, attıklarını da vururlardı. Her biri canını her an feda etmeye hazır serdengeçtilerdi. Bu yüzden her isteyen deli olamaz, sadece helal süt emdiği bilinen, sadakat ve cesaretini ispatlamış gönüllü babayiğitler arasından özenle seçilirdi.

Uygulanan eğitim zorluydu. Eğitim sırasında bazıları elenir, en uygun olanlar belirlenip daha zor bir eğitime tabi tutulurdu. Bir rivayete göre ıslak mermer üzerine çıplak elle tokat atarlardı. Zamanla elleri hem büyür, hem de nasır bağlayıp sertleşirdi. Aslanpençesi gibi ellerini silah olarak kullanır, saldırdıkları düşman kalelerinde karşılarına kim çıkarsa çıksın bir tokatla yere sererlerdi.

Hatta bazen bir tokat öldürücü bile olabilirdi. Osmanlı tokadı deyimi işte buradan çıkmıştır.

Savaş sırasında tüylü bir miğfer takarlar, üstüne sarık sararlar, sarık bezinin bir arşın kısmını omuzlarına salarlardı. Saldırı amacıyla at ılgar ederken sarığın serbest kısmı rüzgarda açılıp dalgalanır, bu yüzden de Kanatlı Türkler olarak tanımlanırlardı. Ayaklarında ise Serhatlik denilen sivri burunlu mahmuzlu çizmeleri vardı.

Bu sınıfın parolası ‘alın yazısı değişmez’ şeklindeydi. Böyle bir anlayış ve şuura sahip oldukları için de hiçbir tehlikeden çekinmezler, asla yenilmezlerdi.


 

Bilin ki Allah Semi ve Alîm’dir.

Allahu Teâlâ, sizin insanları cihada teşvik veya cihaddan soğutma hususundaki sözlerinizi duymakta, gönüllerinizdeki niyet ve gayeleri; yaptığınız bu savaşın din için mi, dünya menfaatleri elde etmek için mi olduğunu hakkıyla bilmektedir.

Burada ‘Semi’ isminin ‘Alim’ üzere takdimi, ona ihtimam ve daha hususi olduğunu bildirmek içindir. Çünkü Allah yolunda savaşmanın ahvali, azametli, her yerden duyulan şeylerdendir. Onun pek çok gürültüsü vardır, silah sesleri, atların kişnemesi gibi.

‘Semi’ ismi âyetlerde hep başka isimlerle gelmiştir, tek başına gelmez. En çok ‘Alim’ ismiyle geçmiştir.

Kulakları ağır işiten kimse bu ismi zikre devam ederse faydasını görür.

‘Alim’ ismini günde yüz elli kez okumayı adet edinenin kavrama gücü artar.

 

Belagat

• فٖي سَبٖيلِ اللّٰهِ izafeti istiaredir. سَبِيلِ, yol demektir. Camisi, hedefe ulaştırması, kurallı olması, dümdüz olmasıdır

• وَاعْلَمُوا lazım, melzumu ‘Bu bilginin gereği olarak günahlardan sakının, zahir batın amellerinizde dikkatli olun’ demektir.

• سَمٖيعٌ ve عَلٖيمٌ arasında kemali ittisal vardır. Çünkü işitmeden öğrenmek mümkün değildir.

Bakara Sûresi 245. Ayet

مَنْ ذَا الَّذٖي يُقْرِضُ اللّٰهَ قَرْضاً حَسَناً فَيُضَاعِفَهُ لَهُٓ اَضْعَافاً كَـثٖيرَةًؕ وَاللّٰهُ يَقْبِضُ وَيَبْصُطُࣕ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ

245- Kim Allah'a güzel bir borç verirse, Allah da onu kat kat artırır! Allah kimine rızkı daraltır, kimine genişletir. Siz ancak O'na döndürüleceksiniz.

 

Âyetin, önceki âyetle ilgisi, cihad için güzel borç vermek, infakta bulunmaktır. Cihad edemeyen kimse, cihad edebilecek fakir kimselere maddeten destek olmalı; gücü yeten kimse de, kendi cihadı için harcamada bulunmalıdır. ‘Allah (kimine) rızkı daraltır, (kimine) genişletir’ sözü bu hususu tekid eder. Bu hakikati bilen kimse, artık kendi malından daha çok Allah’ın lütfuna güvenir ve Allah yolunda mal infak edip, cimrilik etmez.

Kim Allah’a güzel bir borç verirse, Allah da onu kat kat artırır!

‣ Bu güzel borçtan murad mal infakıdır. Farz olmayan sadakalar, farz olan zekat vb. infaklar buraya girer.

˗ Haram karışmamış, helâl ve halis malı vermek, infakın peşinden başa kakma ve eziyyetin gelmemesi, Cenâb-ı Hakk’a yakınlaşma niyetiyle verilmesidir. Riya ve gösteriş için yapılan infak, sevaba müstehak olamaz.

˗ Karşılık beklemeden verilendir.

˗ Gaflet üzere değil şuhud üzere verilendir.

˗ Ulemaya göre, ihtiyaçtan fazlasını vermek, ehli tasavvufa göre her şeyi verdikten sonra ruhunu da katmandır.

‣ Ya da bu ‘karz’dan murad mal infakının dışında bir şeydir.

Bu karz bir insanın ‘sübhânallahi ve’lhamdülillahi ve lâ ilâhe illallâhu vallahu ekber’ demesidir. İbni Mesud

Herhangi bir şeyi olmayan fakirin kalbinde, ‘ah keşke zengin olsaydım da mal infak etseydim’ arzusu varsa, onun bu niyeti infak yerine geçer. Hz. Peygamber ﷺ: ‘Kimin tasadduk edecek bir şeyi yoksa, yahudilere lânet etsin. Çünkü bu lânet, onun için bir sadaka sayılır’ demiştir.

Muhtaç olacağın gün için, ırzından ödünç ver. Yani sana kötü söyleyenden hakkını alma ki, kıyamet günü mükâfatını alasın. İbni Ömer
 

Karz

Karz lafzı hakikaten ‘infak’ manasına gelir. Çünkü ‘karz’, karşılık alınmak için yapılan her şeye denilmektedir. Lügattaki esas manası ‘kesmek’ dir. Bir kimse borç verdiğinde, bundan murad onun, malından veya amelinden karşılığını göreceği bir kısmını kesip ayırmış olmasıdır.

Karz lafzının, burada mecazen kullanılmış olması da mümkündür. Çünkü karz, insanın kendisine geri dönmek üzere verdiği şeydir. Allah yolunda infakta bulunan kimse de, sevabı kendisine dönsün diye malını infak eder. Burada borç, infak anlamında istiare-i tasrihiyedir.

Aslında infak ile borç verme arasında birçok farklılık vardır. Örneğin; borç alan kişi ancak ihtiyacından ötürü borç alır. Bu ise Cenâb-ı Allah hakkında düşünülemez. Yine normalde borcun bedeli ancak alınan kadarını ödemektir. Bu infakta ise, karşılık kat kattır. Bir de borç alanın aldığı mal, ona ait olmayan, başkasının mülküdür. Burada ise, Allah yolunda infak edilen mal zaten O’nundur.

Aralarında böyle farklar olduğu halde, infaka ‘borç’ denmesi, borcun ödenmesinin vâcib oluşu gibi, bu infakın Allah katında boşa gitmeyeceğini, muhakkak geri ödeneceğini göstermektir.

Bu âyet nazil olduğunda, yahudiler, ‘Allah fakir, biz ise zenginiz. Bundan dolayı, O bizden borç istiyor’ demişlerdi. Bu söz onların cahilliklerini ve ahmaklıklarını gösterir. Onlar çoğu kez ‘teşbih’ akidesine sapar ve meselâ, mâbudlarının ihtiyar bir şeyh olduğunu söylerlerdi. Mâbûdları hakkında böyle söz söyleyenlerin, O’nu fakir olarak nitelemeleri yadırganacak bir durum değildir.

Âyet soru şeklinde gelmiştir. Çünkü; İstifham üslubu, bir şeyi yapma hususunda, açık bir emirden daha teşvik edicidir.

Bu âyette Allahu Teâlâ zenginlerden borç isteyerek onların mertebesinin büyüklüğüne işaret etmişse de, bu borcu fakirler için istemesiyle onların daha yüksek derecede olduğunu bildirmiştir. Çünkü herkesten borç istenir ama herkes için borç istenmez.
 

‘Onu kat kat arttırır.’

Âyette hazıf vardır, takdiri ‘فَيُضَاعِفُهُ ثَوَابَهُ / Onun sevabını kat kat artırır’ şeklindedir.

Bu ‘kat kat’ ifadesi, “Mallarını Allah yolunda harcayanların hali, yedi başak bitiren tek bir tohumun hali gibidir” (Bakara, 261) âyetinde zikredilen miktar olabilir. Ancak bu kat kat arttırmanın ne kadar olduğunu tam olarak kimse bilemez. Cenâb-ı Allah bunu mübhem bırakmıştır, çünkü mübhem ifadeler, açık ifadelerden daha teşvik edicidir.

Hasenatın kat kat verilmesi, kıyamette hasımlar başına toplandığı zaman, kulun iflas etmemesi içindir. Kıyamet günü kul hakları, sevabın aslından değil bu kat kat verilen sevaplardan ödenecektir.

          ✽     ✽     ✽

Hz. Aişe bir gün oruçluyken ve o gün evinde ekmekten başka bir şey yokken, dilencinin biri gelip ondan sadaka istedi. Hz. Aişe cariyesine:

- Getir o ekmeği ver, dedi.

Cariye:

- O ekmekten başka bir şey yok, onu da verirsem akşam orucunu neyle açarsın, dedi.

Hz. Aişe:

- Onu ver diyorum, dedi.

Cariye diyor ki:

‘Onun emri üzerine ben de ekmeği getirip dilenciye verdim ve akşam olunca bize bir yerden bir gövde et ile ona göre ekmek hediye geldi. Hz. Aişe beni çağırıp:

- Bak sen o ekmeği vermek istemiyordun. Bu mu iyidir, yoksa o kuru ekmek mi iyidir, dedi.

          ✽     ✽     ✽

İnfakın ilkeleri

1- Akrabalar ve yakın çevremiz önceliklidir. (bkz. Bakara, 215)

2- İnfak edilen, başa kakılmamalıdır. (bkz. Bakara, 262-263)

3- İnfak ederken, israf edilmemelidir. (bkz. Furkan, 67)

4- İnfak sevilen şeylerden yapılmalıdır. (bkz. Bakara, 267)

5- İnfakta riya olmamalıdır. (bkz. Bakara, 272)

6- İnfak, ihtiyacını belli etmeyenlere yapılmalıdır. (bkz. Baraka, 273)
 

Allah (kimine) rızkı daraltır, (kimine) genişletir.

Daraltan ve genişleten Cenâb-ı Allah’tır. İnfak etmesi emredilen kimsenin kaderi fakirlik ise, o Allah yolunda mal infak etsin; çünkü infak etse de etmese de, fakirlik onu mutlaka yakalayacaktır. Hiç değilse malı Allah ﷻ yolunda değer kazanmış olur. Eğer bu kimsenin kaderi zengin olmak ise, yine infak etsin. Çünkü infak etse de etmese de, zenginlik, genişlik ve bolluk onun kaderidir. Allah ﷻ için harcadığı onu fakir etmez.

Rızkı daralanın ve genişletenin Allah ﷻ olduğunu bilen, dünya malına fazla iltifat etmez; sadece Allah’a dayanır. Böylece Allah’ın rızâsı yolunda infak etmek ona kolaylaşır.

Allahu Teâlâ kullarının geçimini genişletir ve daraltır. Bugün genişlik verdiği kişiye, yarın darlık verebilir. Bundan dolayı cümle ‘Allah’ın size geniş geniş verdiği şeyleri, darlıkla değiştirmemesi için cimrilik yapmayın’ manasına da gelir.

‘Daraltır ve genişletir’ fiillerinin mefulleri zikredilmemiştir. Bu daraltılan ve genişletilen şey, kulun kalbi de olabilir. Yani ‘Allah bazı kalbleri sıkar, daraltır, böylece de onlar (tevfik olmadığı için) bu taâte yönelmez; bazı kalbleri de genişletir, böylece de onlar bu taâte yönelir bol bol infak ederler.’

Kabz’ın bast’tan önce zikredilmesi, darlığın ardından genişliğin geleceğine ima içindir.
 

Siz ancak O’na döndürüleceksiniz.

‘O’ndan başka bir hakîm ve müdebbirin olmadığı bir yere varacaksınız.’

Bu cümle ‘Zenginler ölüp malından ayrılacak, ölmeden önce infak etsinler’ anlamında tembihtir.

 

Sebeb-i Nüzulü

Ebû’d Dehhâk ‘Yâ Resûlallah, benim iki bahçem var. Onlardan birisini Allah yolunda tasadduk etsem, bana cennette onun iki misli verilir mi?’ der. Hz. Peygamber ﷺ, ‘Evet’ cevabını verince, ‘Hanımım da benimle birlikte olur mu?’ der. Hz. Peygamber yine ‘Evet’ der. ‘Çocuklarım da benimle beraber olacak mı?’ diye sorunca, Hz. Peygamber ‘Evet’ der. Bunun üzerine Ebû’d Dehhâk en güzel bahçesini tasadduk eder. Bu bahçe ‘Huneyniyye’ diye isimlendirilmiştir.

Ebû’d Dehhâk bundan sonra çoluk çocuğunun yanına döner. Onları tasadduk ettiği bahçede bulur. Bahçenin kapısında durur ve tasadduk ettiğini hanımına anlatınca, hanımı, ‘Allah alış-verişini mübarek etsin’ der. Hep beraber bahçeden çıkarlar ve onu teslim ederler. Bundan dolayı Hz. Peygamber ﷺ onun hakkında sık sık şöyle derdi: ‘Cennette, Ebû’d Dehhâk’ın, köklerini yere salmış nice iri hurma ağaçları vardır.’

 

Te’vilâtı’n Necmiyye’den...

مَنْ ذَا الَّذٖي يُقْرِضُ اللّٰهَ قَرْضاً حَسَناً Yani fakire değil, Allah’a ﷻ verecek. Cennet için değil, Allah için verecektir. Karz-ı hasen; kendisinde Allah’tan başka hiçbir niyet olmayan infaktır.

فَيُضَاعِفَهُ لَهُٓ اَضْعَافاً كَـثٖيرَةً Yani kul kendi bildiği ölçüde ister. Ancak O, keremi ölçüsünce, kulun istediğinden çok daha fazlasını, onlar için gizlenmiş, göz aydınlığı olacak nimetleri verir.

Allah ﷻ muvahhidlerin ruhlarını ceberutu kabzıyla ezeli nurda kabz eder. Kübera kabzasından ariflerin esrarını genişletir. Müştakları tevfik rıfkında kabzeder, onlara azamet müşahedesinde tecelli eder. Aşıklara üns bağlarında genişletir. Onlara cemal müşahedesiyle tecelli eder, onları kurbiyete sarf eder.

Kabz; O’nun sırrıdır. Bast; O’nun keşfidir.

Kabz; müritler için, Bast muratlar içindir.

Kabz; müştaklar için, Bast; arifler içindir.

Kabz; haktan dönenler içindir. Bast; kendinde hak tecelli edenler içindir.

Kabz; seni kendine tutması, Bast, seni kendi zatına bast etmesidir.

Allah kabz eder; yani iyi kimseleri keramet görmekten ürküterek kabzeder ki kendilerini küçük görsünler.

Ve genişletir; yani onlara kerim olan nazarıyla lütfeder. Âhirette cemalini gösterir.

 

Belagat

• ‘يُقْرِضُ / Borç verirse’ fiilinde istiarei tasrihiye vardır. Müşebbeh salih amel, müşebbehi bih, mal vb. şeylerden borç vermektir. Borç verme ve onun neticesinde elde edilen faydaların hasıl olması, ‘kat kat arttırır’ lafzında istiarei müraşşaha olmuştur.

• يَقْبِضُ ve يَبْصُطُ kelimeleri arasında tibak-ı icab vardır.

• وَاللّٰهُ يَقْبِضُ وَيَبْصُطُ fiilleri hem maddi, hem manevi olabileceğinden istiare-i vefakiyedir.

Bakara Sûresi 246. Ayet

اَلَمْ تَرَ اِلَى الْمَلَأِ مِنْ بَنٖٓي اِسْرَٓائٖلَ مِنْ بَعْدِ مُوسٰىۘ اِذْ قَالُوا لِنَبِيٍّ لَهُمُ ابْعَثْ لَنَا مَلِكاً نُقَاتِلْ فٖي سَبٖيلِ اللّٰهِؕ قَالَ هَلْ عَسَيْتُمْ اِنْ كُتِبَ عَلَيْكُمُ الْقِتَالُ اَلَّا تُقَاتِلُواؕ قَالُوا وَمَا لَـنَٓا اَلَّا نُقَاتِلَ فٖي سَبٖيلِ اللّٰهِ وَقَدْ اُخْرِجْنَا مِنْ دِيَارِنَا وَاَبْنَٓائِنَاؕ فَلَمَّا كُتِبَ عَلَيْهِمُ الْقِتَالُ تَوَلَّوْا اِلَّا قَلٖيلاً مِنْهُمْؕ وَاللّٰهُ عَلٖيمٌ بِالظَّالِمٖينَ

246- Mûsâ’dan sonra İsrâiloğullarının ileri gelenlerini görmedin mi? Hani onlar peygamberlerine; ‘Bize bir hükümdar yolla da, Allah yolunda savaşalım’ demişlerdi. O da: ‘Size savaşmak farz kılındığında, ya savaşmayıverirseniz?’ demişti. Onlar da şöyle demişlerdi: ‘Hem yurtlarımızdan, hem de evlatlarımızdan çıkarılmışken, Allah yolunda niye savaşmayalım?’ Ama, savaşmak onlara farz kılınınca, pek azı müstesna, yüz çevirdiler. Allah, zâlimleri çok iyi bilicidir.

 

İsrâiloğullarının günahları artmış, hataları büyümeye başlamıştı. Sonra düşmanlarından birisi onları yendi ve zürriyetlerinin çoğunu esir aldı. Bunun üzerine onlar peygamberlerinden, birliklerini sağlayacak, işlerini halledecek ve düşmanlarına karşı cihadda durumlarını düzeltecek bir hükümdar istediler.

Bu peygamber Yûşa b. Nûn b. Efrayim b. Yûsuf (a.s) olabilir.

İsminin Harun’un (a.s) oğullarından Eşmoyil (Arapçası İsmâil) olduğu da söylenmiştir.

Veya ismi Şemun’dur. Annesi, kendisine bir evlat nasib etmesi için Cenâb-ı Allah’a dua etmiş, Allah da, onun duasını kabul buyurmuştu.

Bundan dolayı onu, ‘kendisiyle ilgili duaya icabet edilen’ manasında, Şemun diye isimlendirdi. İbranicede sin, şin olarak söylenir. O Lavi İbn Yakub’un (a.s) çocuğudur.
 

İsrâiloğullarının ileri gelenlerini görmedin mi?

Âyet, savaşla emrolunanların muhalefet etmemesi ve Allah düşmanlarına karşı sebat etmelerine tembihtir, cihada teşviktir. Nitekim insan tabiatı gereği yaşamayı sever. Cihad emredilince içinde bazı korkular doğar. Bu da onu savaştan alıkoyabilir. Bundan sakındırmak için, İsrâiloğullarını tevbih eden tarizli bir üslupla bu âyet-i kerime nazil olmuştur. 243. âyet-i kerime de ‘اَلَمْ تَرَ / görmez misin?’ diye başlamıştı. O âyet-i kerimede anlatılan kıssa ile bu kıssa arasında şöyle bir bağlantı vardır: Cihaddan korkanlar, zayıf olduklarından korkuyorsa, binlerce kişi oldukları halde ölüm korkusuyla şehirlerini terk edenlere baksınlar. Çok sayıda olmaları onların ölmelerine mani olmadı.

Eğer cihadın faydasına inanıyorlarsa, ‘bize ne oluyor ki savaşmayalım’ diyenlerin durumuna baksınlar. Onlar da güçlü, kuvvetli oldukları halde savaş farz kılındıktan sonra kaçındılar. Bu durumlara düşmekten kaçınsınlar.

الْمَلَأُ; önde gelen insanlara işaret etmekte olup; اَلْقَوْمُ ،الرَّهْطُ ,الْجَيْشُ kelimeleri gibi cemaat ve topluluk adıdır. Müfredi yoktur.

Kelimenin aslı, kabı su vs. ile doldurmak anlamına gelen الْمَلَأُ’dür. Araplar her akşam su kaynağına gelir, kaplarını doldururlardı. Su hayatın kaynağı olduğu için, faydalı bir konuda anlaşıp, yardımlaşmada ittifak ettiklerinde mecazen ‘Kavim toplandı’ diyerek bu fiili kullanmaya başladılar.

الْمَلَأُ heybet ve görünüm bakımından göz dolduran, mecliste bulunduklarında ortalığı, mekânı dolduran kimseler anlamındadır. Kavmin ileri gelenleri ve şereflileri demektir. Çünkü onlar güzellik ve şaşaalarıyla kalpleri, gözleri doldururlar.
 

Size savaşmak farz kılındığında, ya savaşmayıverirseniz?

هَلْ عَسَيْتُمْ ’ün haberi, اَلَّا تُقَاتِلُوا ifadesidir. Şart ikisinin arasına girmiştir. Buna göre mana, ‘Sizin savaştan korkacağınızı zannediyorum...’ anlamında ‘Gerçekten savaşacak mısınız?...’ şeklindedir. Muhâtaba, beklenen ve olması umulan şeyi sormak için, ifadenin başına, هَلْ edatı getirilmiş, istifhâm-ı takrîrî kastedilmiştir. Beklenen şeyin tahakkuk ettiği ve soruyu soranın beklentisinin gerçekleştiği anlaşılmaktadır.
 

Ama, savaşmak onlara farz kılınınca, pek azı müstesna, yüz çevirdiler.

Burada şöyle bir hazif vardır: ‘O Allah’dan bunu istedi, Allah da onlara bir hükümdar göndererek savaşmalarını takdir etti de onlar savaşmaktan yüz çevirdiler.’

Bu az sayıdaki kimsenin, Bedir gazvesine katılan müslümanların sayısınca üç yüz on üç kişi olduğu söylenmiştir.

وَاللّٰهُ عَلٖيمٌ بِالظَّالِمٖينَ / Allah zalimleri bilir.

Rabbine muhalefet ederek, O’nun tarafından söylenilenleri yerine getirmeyerek, nefsine zulmeden kimseleri Allah bilir.

 

Te’vilâtı’n Necmiyye’den...

اِنْ كُتِبَ عَلَيْكُمُ الْقِتَالُ اَلَّا تُقَاتِلُوا Çünkü Allah yolunda cihad nebilerin ve havas evliyanın halidir. Tabiat ve heva ehlinin hali değildir. Ben sizin sözle ve amelle değil, fiillerinizle adam gibi savaşmanızı istiyorum.

وَمَا لَـنَٓا اَلَّا نُقَاتِلَ فٖي سَبٖيلِ اللّٰهِ وَقَدْ اُخْرِجْنَا مِنْ دِيَارِنَا وَاَبْنَٓائِنَا Bu cümleleriyle içlerindeki maksutları ortaya çıkmıştır. Bu hal, ekseri iman ve İslâm iddia eden, namaz, oruç, hac, zekat ve diğer amelleri Allah için, Allah adına yaptığını iddia edenlerin halidir.

 

Belagat

• ‘اَلَمْ تَرَ / Görmedin mi?’ ifadesi Efendimizin ﷺ hakka’l yakin ve ilme’l yakin makamlarına işarettir.

‘تَرَ / Görmek’ fiili bilmek anlamında kullanıldı. Çünkü bir şeyi görmek, bilmenin sebebidir.

• بَنٖي اِسْرَائٖلَ izafeti, tevcih ifade eder. Bir yandan zem, diğer yandan medih manası taşır. Bir peygamber evladı olmaları medih, artık azgınlık ve zulümle tanınmaları da zemdir.

• مِنْ بَعْدِ مُوسٰى izafeti, muzafın ileyh olan Hz. Mûsâ’nın şanı içindir. Yani Hz. Mûsâ zamanında böyle bir şey yapamazlardı, manasına gelir.

• ‘الْمَلَأُ / Göz doldurmak’ kelimesi, ‘İleri gelenler’ anlamında istiare edildi. Kelimenin aslı, kaba su doldurmaktır. Nasıl ki bir kap dolunca insan yeterli olduğunu düşünür, bir kavmin ileri gelenleri de dış görünüşleriyle kendilerinin yeterli insanlar olduğunu düşündürürler. İnsanlar onlara bakıp, ‘Bizim ileri gelenlerimiz madem böyle, biz onlardan daha mı iyiyiz? Elbette doğru olan onların yaptığıdır. Biz de öyle yaşayalım’ derler.

Diğer taraftan da, kendilerini tam zannedip, düşünmeye, yeni fikirlerle kendilerini sorgulamaya kapatırlar.

• لِنَبِيٍّ derken, izafetle gelmeyip لَهُمْşeklinde harf-i cerle zikredildi. Çünkü izafetle gelse, onların bilinen peygamberlerinden biri olduğu (Mûsâ as, vb.) zannedilirdi. Bu da nahivde geçen ‘İzafetin lam manalı olması’ kuralını teyid etmektedir.

اِبْعَثْ لَنَا مَلِكاً ifadesindeki ‘بَعَثَ’ fiili ‘Tayin et’ anlamında istiaredir. Çünkü ihtiyaç duydukları anda melikleri olmadığından, sanki o melik ayrı yerdedir, kendilerine gönderilmesini istemektedirler.

Peygamber onlara birini melik tayin edince, uzakta olan kişi kendilerine gönderilmiş gibi oldu.

Veya bu, بَعَثَ ’nin, ‘devenin yürüyüşünde hızlı olması’ anlamından istiaredir. Dal bil işaresiyle, idarecinin, tebliğcinin hızlı olması gerektiğini gösterir.

• اِنْ كُتِبَ عَلَيْكُمُ الْقِتَالُ اَلَّا تُقَاتِلُوا  istifhamında bedi bir icaz vardır. Çünkü sorudan, onların savaşmama niyetleri olduğu anlaşılmaktadır. ‘Savaşır mısınız?’ demeyip ‘Ya savaşmazsanız?’ buyrulması, onları sakındırıp, uyarma manası taşır.

• وَمَا لَـنَٓا اَلَّا نُقَاتِلَ sözleri, nebilerinin kendileri hakkında şüphe etmesini reddetmek için, kendilerinin çok sebatlı olduğunu göstermek içindir.

مَا harfi hakkında görüşler:

˗ مَا istifham değil, nefy edatıdır. Cenâb-ı Hakk sanki şöyle demiştir: ما لَنا نَتْرُكُ القِتالَ / Bizim savaşı bırakmamız düşünülemez.’

˗ مَا istifhamdır, zâiddir. Buna göre mana, ‘Biz savaşmayacağız’ şeklinde olur.

˗ Zaid olmadığı düşünülürse, أيُّ شَيْءٍ لَنا في تَرْكِ القِتالِ / Savaşı terk etmemizde, bizim için hangi fayda vardır?’ manasına gelir. Buna göre فى harf-i ceri düşmüştür.

• اُخْرِجْنَا مِنْ دِيَارِنَا وَاَبْنَٓائِنَا derken, ‘oğullarımızdan uzaklaştırıldık’ kelimesi mahzuftur. Eğer hazıf yoksa, çıkarılmak, uzaklaştırılmak anlamında istiare edilmiştir. Ortak noktası, ayrılmaktır. Sanki babalar ve çocuklar iç içe geçmiş de, uzaklaşınca birbirlerinin içinden çıkmışlardır.

• وَاللّٰهُ عَلٖيمٌ بِالظَّالِمٖينَ tağlibtir. Zalimleri, zulümlerini bilir.

Lazım, zalimleri bilir, melzum; onların cezasını verir.

Delalet-i mutabıkiyesi ile, savaştan kaçmanın zulüm olduğunu gösterir.

Bakara Sûresi 247. Ayet

وَقَالَ لَهُمْ نَبِيُّهُمْ اِنَّ اللّٰهَ قَدْ بَعَثَ لَكُمْ طَالُوتَ مَلِكاًؕ قَالُٓوا اَنّٰى يَكُونُ لَهُ الْمُلْكُ عَلَيْنَا وَنَحْنُ اَحَقُّ بِالْمُلْكِ مِنْهُ وَلَمْ يُؤْتَ سَعَةً مِنَ الْمَالِؕ قَالَ اِنَّ اللّٰهَ اصْطَفٰيهُ عَلَيْكُمْ وَزَادَهُ بَسْطَةً فِي الْعِلْمِ وَالْجِسْمِؕ وَاللّٰهُ يُؤْتٖي مُلْكَهُ مَنْ يَشَٓاءُؕ وَاللّٰهُ وَاسِعٌ عَلٖيمٌ

247- Peygamberleri onlara: ‘Allah sizlere Talut’u hükümdar gönderdi’ demişti. Onlar: ‘O bize nasıl hükümdar olur ki, biz hükümdarlığa ondan daha layığız? Sonra ona malca da bir bolluk verilmemiş?’ dediler. Peygamber: ‘Muhakkak Allah onu size hükümdar olarak seçti, bilgi ve vücutça da gücünü arttırdı. Allah hükümdarlığı dilediğine verir. Allah geniş mülk sahibidir, her şeyi bilendir’ dedi.

 

Tâlut; Câlut ve Dâvûd isimleri gibi, Arapça olmayan bir isim (ism-i a’cemi) dir; marife ve ucmeliğinden dolayı gayr-ı munsarıftır. İbranice bir kelimedir.

Arapça bir kelime olduğu da söylenmiştir. Allahu Teâlâ onu, vücut bakımından güçlü ve kuvvetli olarak nitelediği için, ‘Talut’ kelimesi الطُّولُ‘uzunluk, genişlik’ kelimesinden türemiş olabilir.

Allahu Teâlâ Tâlut’u onların hükümdarı olarak tayin ettiğinde, onlar, ‘Bizim başımızda hükümdarlık nasıl onun olabilir?’ deyip, Tâlut’un kendilerine hükümdar olmasını mümkün görmediler. Çünkü Peygamberlik, İsrâiloğullarından Lavi İbn Yakub’un boyuna tahsis edilmişti. Hz. Mûsâ ve Harun da bu boydandır. Hükümdarlar da, Yehuza’nın soyundan geliyordu, Dâvûd ve Süleyman (a.s) da bu soydandı.

Tâlut’un soyu ise bu iki soydan hiçbirisine değil, Bünyamin oğulları soyuna dayanıyordu. Bu nedenle onlar, Tâlut’un kral olmasını yadırgamışlar, kendilerinin hükümdarlığa ondan daha lâyık olduğunu iddia etmişlerdi. Daha sonra da bu şüphelerini, ‘Ve ona, bol mal da verilmemiştir’ cümlesi ile tekit etmişlerdir. Bu ifade de, Tâlut’un fakir biri olduğunu gösterir.

Tâlut’un mesleği debbağcı, sucu ya da at-deve kiralayarak kervancılık yapmaktı.
 

Muhakkak ki Allah, size onu seçti. Ona bilgice ve vücutça bir üstünlük verdi.

İsrâiloğulları o peygamberin nübüvvetini kabul ettikleri için, Allahu Teâlâ’nın Tâlut’u onlara hükümdar tayin ettiğini o peygamberin bildirmesi, Tâlut’un melikliği hususunda onlara kesin bir hüccet olmuştur. Çünkü peygamberi tasdik eden, onun yalan söylemesini caiz görmez.

Bu âyet, imametin (halifeliğin) veraset yoluyla geçmediğinin en açık delilidir. Çünkü Cenâb-ı Allah İsrâiloğullarına kendi soylarından olmayan bir melik göndermiştir.

Onlar, Tâlut kralların soyundan olmayıp, fakir olduğu için melik olmasını tenkit etmişlerdi. Allah ﷻ da ilim ve gücü olduğu için, Talut’un hükümdarlığa ehil olduğunu açıkladı. Hükümdarlığa hak kazanmak, ilim ve güç sahibi olmak, kral soylu olmaktan, zenginlikten daha üstündür.

İlim ve kudret, gerçek kemâl vasıflarındandır, insanın kendi cevherinde bulunan mükemmelliktir. Kişinin ilmini ve gücünü koparıp almak mümkün değildir. Mal ve makamın insandan alınması ise mümkündür.

Ülke menfaatini korumada ve düşmanı etkisiz hale getirmede, harb sanatını iyi bilen, savaşa son derece dayanıklı olan kişi, işleri zabt-u rabt altına alacak gücü olmayan, asil ve zengin kimseden çok daha faydalıdır.

Talut’un vücut üstünlüğü boyunun uzunluğu da olabilir. İnsanlar ancak onun omzuna yetişebiliyordu. Vücutça üstünlükten maksadın güzellik olduğu ve Tâlut’ un İsrâiloğulları arasında en yakışıklı erkek olduğu da söylenmiştir.

Allahu Teâlâ ilimce üstünlüğü, vücutça üstünlükten önce zikretmiştir.

Bu da rûhî üstünlük ve meziyetlerin, bedenî üstünlüklerden daha yüce, şerefli ve mükemmel olduğuna bir işarettir.
 

Allah, mülkünü kime dilerse ona verir. Allah vâsi (nimeti) boldur. Allah hakkıyla bilicidir.

Mülk de, kullar da Allah’ındır. Mâlik mülkünde bir tasarrufta bulunduğu zaman o hususta hiç kimsenin ona itiraz hakkı yoktur.

Âyetteki وَاسِعٌ ismi fâili, ذُو سَعَةٍ ‘genişlik sahibi’ manasındadır.

‘Siz fakir olduğu için Tâlut’u kınadınız. Allahu Teâlâ’nın ise lütfu, rızkı ve rahmeti geniştir. Allahu Teâlâ ona verdiği hükümranlığın ancak mal ile yürüyebileceğini bilir ise, o zaman ona mal hususunda genişlik verir, bol rızık kapısını açar.’

Veya ‘Genişleten’ manasına olmak üzere, ‘Allah ﷻ Vâsi’dir.

Dilediğine bol nimet verir.’

‘عَلِيمٌ / Hakkıyla bilicidir.’ Fakir olanı zengin etmeye muktedirdir. Bu mülkün yönetilmesi hususunda ihtiyaç duyulacak şeylerin miktarını ve bu mülkün şimdiki ile gelecekteki durumunu bildiğini, o mülkü ayakta tutmaya yarayacak en uygun şeyleri seçtiğini beyân etmiştir.
 

el-Vâsi (Geniş ve müsaadekâr)

Allah’ın ﷻ kudretinin, rahmetinin ve bütün sıfatlarının genişliği, tükenmezliği; aynı unsurdan yaratıldıkları halde, birbirinin tamamen aynı olarak iki ses işitilmez. Birbirinin tamamıyla aynı iki yüz görülemez. Yeryüzündeki milyonlarca insandan sûreti, sireti, tavrı tamamen benzeyen iki insan bulunmaz.

İnsanlar arasında bilgisi geniş, ihtisas sahipleri görürüz, bilgilerinden herkes faydalanır. Yine çok zengin ve merhametli insanlar vardır ki, yardım etmekten zevk alır ve bunu yapamadığı zaman üzülür. Bazı insanlar da vardır ki, gönülleri deniz kadar geniş, terbiyesiz, münasebetsiz hareketlerle karşılaştıkları zaman birdenbire bulanmazlar. Tahammülü geniştir, âkılane ve hâkimane davranır, birçok yolsuzların yola gelmesine sebep olur.

Eğer Allah ﷻ, insanlara Vasi isminin izlerini bu şekilde göstermemiş olsaydı, yüksek mütehassıslar yetişmez, eli bol cömertler görülmez, geniş yürekli insanlar bulunmazdı.

Allah ﷻ Vasi’dir, ilmi, rahmeti, kudreti, af ve mağfireti geniştir, her şeyi kaplamıştır. Hiçbir şey O’nun ilminden gizlenemez, öyle ise her nerede olursa olsun kötülükten utanmalı. Kudretinden hiçbir şey kurtulamaz; öyleyse fenalıktan çekinmeli. Merhameti boldur; öyleyse ancak O’na dönmeli. Suçları bağışlamakta, emir ve nehyinde genişliği sever.

Binaenaleyh ümitsizliğe kapılmamalı…

Bu isim ‘سَعَةً / genişlik’ kökünden gelmektedir. Bu kelime, kâh birçok malumatı içine alan geniş bir ilme izafe edilir, kâh bol ihsan ve ikrama izafe edilir. bu yönden Vasi-i Mutlak hiç şüphe yok ki Allah’tır. Çünkü ilmine baktığımızda O’nun malumat denizinin sonu yoktur. Zira bütün denizler O’nun sözlerine mürekkep olacak olursa tükenir ve O’nun ilmi bitmez.

İhsan ve ikramına bakacak olursak yine o da sonsuzdur ve bitmemektedir. Bütün geniş ilimler ve bütün ihsanlar O’nun ilmi ve ihsanı yanında hiç mesabesindedir. Bu bakımdan Vasi-i Mutlak ancak ve ancak O’dur.

Çünkü O’ndan başka her vasi kendisinden ilimce ve ihsanca daha geniş olana nispetle yetersiz durumdadır. Allah’ın ilmi ve ihsanı ise sonsuzdur. O’nun ilminin üstünde herhangi bir ilim, ihsanından çok herhangi bir ihsan düşünülemez. Kulun gerek bilgi, gerekse ahlâk bakımından geniş olması, her ne kadar çok olursa olsun yine de bir sonu vardır.

Ahlâk yönünden, fakirlikten korkmadan, kıskançların hasedine aldırmadan ve hırsa kapılmadan ne kadar ileri giderse gitsin, yine de zirveye vasi olamaz. Ona her ne kadar vasi denirse de bu deyiş mecazi manada olur. Çünkü Vasi-i Mutlak ancak ve ancak Allah’tır.

 

Te’vilâtı’n Necmiyye’den...

İsrâiloğullarının Talut’un melikliğine itiraz etmesi, meleklerin Hz. Âdem’in hilafetine taaccub edip itiraz etmelerine benzer.

İsrâiloğulları taaccüple şöyle dediler: نَحْنُ اَحَقُّ بِالْمُلْكِ مِنْهُ Kibirleri ile ‘Onun bizim üzerimize melikliğe nasıl hakkı olabilir?’ dediler. Onu tahkir ederek وَلَمْ يُؤْتَ سَعَةً مِنَ الْمَالِ dediler. Allah ﷻ onları düşürerek melikliği onlara haram kıldı. Melekler de bunun gibi itiraz ettikleri için hilafetten mahrum oldular. Onlar Âdemoğlu gibi enaniyet hicabıyla hicaplı değillerdir. Hz. Âdem’e hakaret nazarıyla bakıp ‘Biz seni hamdinle tesbih ediyoruz’ dediler. ‘Biz hilafete ondan daha layığız’ sözünü gizlediler.

 

Belagat

• سَعَةً - بَسْطَةً  arasında murat-ı nazır vardır.

• وَزَادَهُ بَسْطَةً فِي الْعِلْمِ وَالْجِسْمِ delalet-i tazammuniyesi ile, idarecide olması gereken en önemli iki vasfı gösterir.

Dal bid delalesi, iş yaptırılacak, idareci olacak kimsede aranacak vasıf, işi bilmesi ve o işi yapma kudretine sahip olmasıdır.

• وَاللّٰهُ وَاسِعٌ derken icazı hazıf vardır, faideyi çoğaltmak için hazfolmuştur. İlmi, rahmeti, hikmeti, kudreti geniştir, manasındadır.

• Kudsi hadiste, ‘Malı istediğime, ilmi isteyene veririm’ buyrulmuştur. Bu âyet-i kerime de o hadise telmihtir. Malı istediğine verdiğini, görevi, ilmi layık olana ihsan ettiğini bildirmektedir.

• Bu âyet parayı bir otorite görenlere büyük bir ikazdır. Para, mal insanın kesbi olmadığı halde ona fazla önem vermenin yanlışlığına dikkat çekmektedir.

Bakara Sûresi 248. Ayet

وَقَالَ لَهُمْ نَبِيُّهُمْ اِنَّ اٰيَةَ مُلْكِهٖٓ اَنْ يَأْتِيَكُمُ التَّابُوتُ فٖيهِ سَكٖينَةٌ مِنْ رَبِّكُمْ وَبَقِيَّةٌ مِمَّا تَرَكَ اٰلُ مُوسٰى وَاٰلُ هٰرُونَ تَحْمِلُهُ الْمَلٰٓئِكَةُؕ اِنَّ فٖي ذٰلِكَ لَاٰيَةً لَكُمْ اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِنٖينَࣖ

248- Peygamberleri onlara: ‘Onların hükümdarlığının alameti, gönül rahatlığı sağlayan ve içinde Mûsâ ve Harun ailelerinin bıraktıkları eşyanın bir kısmının bulunduğu tabut vardır. Melekler onu yüklenip taşırlar. İman ediyorsanız bunda sizin için kesin delil vardır’ dedi.

 

Allahu Teâlâ Hz. Âdem’e, içinde, zürriyetinden peygamber olacakların resimlerinin bulunduğu bir sanduka indirmişti. Hz. Âdem’in zürriyeti, bu sandukayı Hz. Yakub gelinceye kadar nesilden nesile miras yoluyla intikal ettirdiler. Sonra bu sanduka Hz. Yakub’un soyu olan İsrâiloğullarının elinde kaldı. Onlar bir meselede ihtilâf ettikleri zaman, o sanduka konuşuyor ve aralarında hükmediyordu. Savaşa gittiklerinde, onu ellerinin üzerinde, en önde taşıyorlar, onun sayesinde düşmanlarına karşı zafer kazanmak istiyorlardı. Düşmanla çarpışırken, melekler onu askerin üstünde taşıyorlardı. Onlar bu sandukadan bir ses işittikleri zaman, muzaffer olacaklarını kesin olarak anlıyorlardı.

İsrâiloğulları isyan edip bozulunca Cenâb-ı Allah onlara Amalika kavmini musallat kıldı. Onlar Tâbut’a rağmen İsrâiloğullarını yenip, bunu ellerinden aldılar. İşte İsrâiloğulları Tâlut’un hükümdarlığına dâir peygamberlerinden bir delil isteyince o, ‘Tâlut’un hükümdarlığının delili bu sandukayı onun evinde bulmanızdır’ dedi.

Sandukayı alan kâfirler, onu hela olarak kullanılan bir yere atmışlardı. Zamanın peygamberi o kâfirlere beddua etti. Allahu Teâlâ da bu kâfirlere bir musibet verdi; o yerde def-i hacette bulunan herkes bâsura yakalandı. Bunun üzerine kâfirler, bunun sandukayı hafife almalarından olduğunu anladılar. Tabutu oradan çıkardılar, iki öküzün üzerine koydular. Cenâb-ı Allah bu öküzlere dört melek vazifelendirdi. Onlar öküzleri sürüp Tâlut’un evine kadar getirdiler.

İsrâiloğulları sandukayı Tâlut’un evinde görünce, bunun Talût’un hükümdarlığının delili olduğunu anladılar.

‣ Bir diğer görüşe göre bu Tâbut, Mûsâ’nın (a.s) içine Tevrat’ı koyduğu tahta sandıktır. İsrâiloğulları bu sandığı biliyorlardı. Allahu Teâlâ, Hz. Mûsâ’nın vefatından sonra, İsrâiloğullarına kızdığı için, Tâbut’u göğe çekip onlardan aldı. Daha sonra gelen bu peygamber, ‘Tâlut’un sizin hükümdarınız olduğunun alameti, gökten Tâbut’un size gelmesidir’ dedi. Tâbut, gökten yere indi, melek onu koruyordu. İsrâiloğulları da Tâbut’un, Tâlut’un yanına inişini seyrediyorlardı. Buna göre ‘gelme’ fiili Tâbut hakkında hakiki manada kullanılmıştır.

‣ Üçüncü bir görüş de; mucizenin Tâbut değil, içinde bulunan şey olmasıdır. Onlar Tabût’u bomboş gördükten sonra, peygamberleri onu gözlerinin önünde bir eve koydu, evin kapısını kilitledi. Sonra da ‘Allah onun içinde, bize alamet olacak şeyi yaratmıştır’ dedi. Bunun üzerine onlar evi açarak Tâbut’a baktılar. İçinde hükümdarlarının Tâlut olduğunu ve Allah’ın, düşmanlarına karşı onlara yardım edeceğini gösteren bir mektup gördüler. İşte bu, Tâlut’un Allah katından olduğuna delâlet eden kesin bir mucize olmuştur.

Tabut, dönmek manasında olan ‘ تَابَ’ kökeninden gelmektedir. Ondan çıkan her şey ona döneceği için bu ismi almıştır.

Tabut uzun sandık manasındadır. Mûsâ (a.s) ilham yoluyla onun altın, gümüş, bakır veya tahta parçalarından yapılmasını emretmişti. Akasya ağacından onu yaptılar. Uzunluğu iki buçuk, genişliği ve yüksekliği de bir buçuk zira idi. İçini, dışını, kapağını da altınla kapladı. Kapağın üstünde altından, kanatlarını açmış hayali veren iki melek sûreti yerleştirdi. Tabutun dört köşesine halka yerleri açtı. Taşımak için de bu halkalara girebilecek iki tahta değnek yaptı, onları da altınla kapladı.
 

Onda bir sekine vardır.

‘Sekîne’ hareketin zıddı olan ‘sükûn’ masdarından bir kelimedir.

‣ Bu ‘sekine’ Tâbut’un içindeki, Hz. Musa, Hz. Harun ve onlardan sonra gelen peygamberlere (a.s) verilen kitaplardı. Bu kitaplarda Allah’ın Tâlut ve ordusuna yardım edip, onlardan düşman korkusunu kaldıracağı müjdesi vardı.

‣ Tâbut’un insan yüzüne benzer bir yüzü ve duyulan bir nefesi vardı.

‣ Tâbut, zeberced veya yakuttan yapılmış bir heykeldi, kedi gibi bir başı ve kuyruğu vardı. Kedi gibi ses verdiğinde, düşmana doğru hareket eder, İsrâiloğulları da onunla birlikte yürürlerdi. O durunca, onlar da durur, böylece ilâhi yardım inerdi.

‣ Sekine, sebat ve emniyetti.
 

Mûsâ ve Harun hanedanının bıraktıklarından bir bakıyye…

Bu bakıyye Hz. Mûsâ ve Hz. Harun’un bıraktıkları dindir. Buna göre âyetin manası şöyledir: ‘Bu Tâbut sebebiyle, Mûsâ ve Harun’un din ve şeriatlarından geriye kalan şeyler düzene girer.’

Bakıyye, Tâbut’un içine konulmuş bir şey de olabilir; Tevrat levhalarının küçük parçaları, Hz. Mûsâ’nın asâsıyla elbisesi, Tevrat’ın bir parçası, İsrâiloğullarına inen kudret helvasından bir parça gibi.

اٰلُ مُوسٰى وَاٰلُ هٰرُونَ / Mûsâ ve Harun ailesi, bizzat kendileri olabilir.

Hz. Peygamber, Ebû Mûsâ el-Eş’âri (r.a) hakkında, ‘Andolsun ki Ebû Mûsâ’ya, âl-i Dâvûd’un (Dâvûd ailesinin) mizmarlarından bir mizmar (güzel ses ve nağme) verilmiştir’ buyururken, âl-i Dâvûd tabirinden sadece Dâvûd’u (a.s) kastetmiştir. Çünkü, Dâvûd’un (a.s) ailesi içinde, sesi onun kadar güzel olan başka bir kimse yoktu. Bu âyette de böyle olabilir.

Ya da Hz. Mûsâ’nın ve Hz. Harun’un nesli kastedilmiştir. Çünkü Tâbut’u Mûsâ ve Harun’un (a.s) nesilleri Tâlut zamanına kadar elden ele birbirlerine nakletmişlerdi. İçinde Mûsâ ve Harun’a (a.s) tâbi olan âlimlerin birbirlerinden tevarüs ettikleri eşya da bulunuyordu.

 

Te’vilâtı’n Necmiyye’den...

التَّابُوتُ Kalp, سَكٖينَةٌ iman ve üns’tür. بَقِيَّةٌ (Asa) La ilâhe illallah kelime-i takvasıdır ki; Firavun nefsin sıfatları olan büyücülerin sihrini yutar.

Resûlullah ﷺ ve ümmetinin sekinesini kalp tabutlarındaki zikir asası kıldı. O tabutta Tevrat yazılı tablolar varsa bu ümmetin de kalplerine iman yazılmıştır. Bu tabutta bazı Tevrat mevzuları varsa, bu ümmetin kalp tabutlarında bütün Kur’ân mahfuzdur. Tabutta bazı enbiyanın sûret tabloları varsa, bu ümmetin kalp tabutlarında Allah’tan ﷻ gayrıya bulunmayan halvetler vardır. Hadis-i Kudsi’de ‘Beni ne gök, ne de yer almaz. Ancak mü’min kulumun kalbi alır’ buyrulduğu gibi.

 

Belagat

• Sekine; vahye dayanan kitapların insana verdiği huzur olduğundan, burada müsebbep söylenmiş, sebep kast edilmiştir.

• Kitabın kendisi söylenmeyip, özelliği olan sekine söylenerek, istiare-i mekniyye yapılmıştır. Sanki kitapların bizzat sekine olduğu söylenmiştir.

Bakara Sûresi 249. Ayet

فَلَمَّا فَصَلَ طَالُوتُ بِالْجُنُودِۙ قَالَ اِنَّ اللّٰهَ مُبْتَلٖيكُمْ بِنَهَرٍۚ فَمَنْ شَرِبَ مِنْهُ فَلَيْسَ مِنّٖيۚ وَمَنْ لَمْ يَطْعَمْهُ فَاِنَّهُ مِنّٖٓي اِلَّا مَنِ اغْتَرَفَ غُرْفَةً بِيَدِهٖۚ فَشَرِبُوا مِنْهُ اِلَّا قَلٖيلاً مِنْهُمْؕ فَلَمَّا جَاوَزَهُ هُوَ وَالَّذٖينَ اٰمَنُوا مَعَهُۙ قَالُوا لَا طَاقَةَ لَنَا الْيَوْمَ بِجَالُوتَ وَجُنُودِهٖؕ قَالَ الَّذٖينَ يَظُنُّونَ اَنَّهُمْ مُلَاقُوا اللّٰهِۙ كَمْ مِنْ فِئَةٍ قَلٖيلَةٍ غَلَبَتْ فِئَةً كَثٖيرَةً بِاِذْنِ اللّٰهِؕ وَاللّٰهُ مَعَ الصَّابِرٖينَ

249- Talut askerleriyle hareket edip ayrıldığı zaman şöyle söyledi: ‘Allah sizi bir ırmakla denemeye tabi tutacaktır. Kim bu ırmaktan bol bol su içerse, benden değildir. Kim ondan tatmazsa bendendir. Ancak eliyle bir avuç su alanlar sorumlu tutulmaz. Bunun üzerine pek azı dışında askerlerin hepsi ırmaktan su içtiler. Talut ile iman eden maiyeti ırmağı geçince geride kalanlar yahut geçmiş olanların zayıf kısmı: ‘Bugün bizim Calut ve askerleriyle savaşacak gücümüz yok!’ dediler. Fakat Allah’a ulaşacaklarına inananlar: ‘Nice az bir topluluk kalabalık bir topluluğa Allah’ın izniyle üstün gelmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir’ dediler.

 

Âyetin öncesi ile irtibatı için şöyle bir mahzuf takdir edilir: ‘Onlar Tâbut alâmeti gelince, Tâlut’a boyun eğdiler. Onun sancağı altında yola çıkmayı kabul ettiler. Tâlut onlarla beraber ülkenin sınırını geçip, memleketinden iyice ayrılınca...’

 جُنْدٌ , جُنُودٌ’ün çoğuludur. Yaratılmışların her sınıfı, kendi başına bir ‘ordu’dur. Çok sayıdaki çekirgeye, جُنُودُ اللهِ denir. Hz. Peygamber’in, ‘Ruhlar, bir araya getirilmiş ordulardır’ hadisi de bu manadadır.

Tâlut, kavmine şöyle dedi: ‘Ev yapmakta olan, fakat henüz bitirmemiş kimsenin, ticaretle meşgul tüccarın ve bir kadınla evlenmiş ama ona bir yuva kuramamış kimselerin benimle savaşa çıkması gerekmez. Ben, işi olmayan, güçlü kuvvetli gençler istiyorum.’ Bunun üzerine seçtiklerinden seksen bin kişi etrafında toplandı.
 

Şüphesiz, Allah sizi bir ırmakla imtihan edecektir.

Bu sözü zamanın peygamberinden alan Tâlut söylemiştir. Veya sözü söyleyen bizzat peygamberin kendisidir. Buna göre âyetin takdiri:

‘Tâlut ordusuyla ayrılınca, peygamberleri onlara, ‘Şüphesiz, Allah sizi bir ırmakla imtihan edecektir’ dedi’ şeklinde olur.

İsrâiloğulları, apaçık âyetlere rağmen peygamber ve hükümdarlarına muhalefet etmişlerdi. Allahu Teâlâ, düşmanla karşılaşmadan önce harbe sabredecekleri sabredemeyecek kimselerden ayırmak için bir mucize göstermek istedi. Çünkü düşmanla karşılaşmadan önce dönmenin olumsuz etkisi, düşmanla karşılaştıktan sonra geri dönmenin tesiri kadar ağır değildir. Ayrıca bu imtihan, zorluklara sabretmeye alışmalarını sağlar.

Bu nehir Ürdün ile Filistin arasında bir nehirdir veya Filistin nehridir.

Bu esnada hava çok sıcaktı. Onlar bir çöle çıktılar. Cenâb-ı Allah’dan kendilerine bir nehir akıtmasını istediler. Allah da ‘Şüphesiz Allah sizi istediğiniz o nehir ile imtihan edecektir’ buyurdu.
 

Kim ondan tatmazsa...

Ta’am sözü, hem yiyecek hem de içecek şeyler hakkında kullanılır.

İnsan çok susayınca, içtiği su güzelse ‘Bu su, bal gibi...’ der. Buna göre, âyetteki mana, ‘Her ne kadar bu su, ağızda hoş ve güzel bir tad bıraksa bile, ondan içmekten sakınmanız gerekir’ şeklindedir.

Suyu ağzında çalkalayıp tekrar tüküren kimse için, ‘O, onu tattı’ denir, ‘suyu içti’ denmez. Şayet Cenâb-ı Hakk ‘kim ondan içmez ise, o bendendir’ buyursaydı, bu yasak, içmeye hasredilmiş olurdu. Fakat, ‘Kim ondan tadmaz ise’ hem içme, hem de nehrin suyu ile ağzı çalkalamanın yasak olduğunu gösterir. Bu çok güç bir mükellefiyettir. Çünkü insan içmese de ağzını çalkalasa biraz olsun rahatlar.

‘ Cenab-ı Allah âyetin  başında, فَمَنْ شَرِبَ مِنْهُ / Kim ondan (kana kana) içerse, benden değildir’ buyurmuş, مِنْ harfi ceriyle getirmiştir. Bu ifade yasağın o nehirden içmeye hasredildiğini gösterir. Buna göre bir kimse nehirden bir testi su alıp içse, yasağı çiğnemiş sayılmaz. Cenâb-ı Hakk bu ihtimali kaldırmak için ikinci kısımda ‘Onu tatmayan ise bendendir’ buyurmuş, مِنْ harfi cerini kullanmamıştır. Böylece tatma ve içme yasağının nehre değil, suya dair olduğu anlaşılır.
 

Eliyle bir avuç içenler müstesna..

غُرْفَة kelimesi, (ötre ile) avuç içinde kalan az bir şey demektir. غَرْفَة ise (üstün ile) avuçlama demektir.

‘غَرْفَ’ kelimesinin, insanın avucunda olan az veya çok şeyler için; ‘غُرْفَ’ kelimesinin ise, avucun veya suya batırılan şeyin ismi olarak kullanıldığı söylenmiştir.

İbn Abbas (r.a), ‘Bu bir avuç sudan onların her birinin hem kendisi, hem hayvanı, hem de hizmetçisi içmiş, kalanını da yedeklerine almışlardır’ demiştir.

Onlardan her biri bu sudan, bir defada ve bir avuç ile olmak üzere alabildikleri kadar almaya izinliydiler. Bu şekilde bir kerede alınan su hem ona, hem hayvanına, hem hizmetçisine ve hem de bir miktar beraberinde götürmeye yetiyordu.

Veya her biri az miktarda su almıştı. Fakat Cenâb-ı Hakk o sulara bereket verdi, o su hepsine yetti. İşte bu, peygamberleri için bir mucize idi. Allahu Teâlâ, Hz. Peygamber ﷺ zamanında da pek çok kimseyi az bir su ile suya kandırmıştır.
 

Çok azı müstesna, onlar o ırmaktan kana kana içtiler.

Tâlut’un ordusu, son derece susuzluk çektikten sonra nehre hücum edip, içlerinden çoğu çatlayıncaya kadar ondan içtiler. Az bir kısmı ise, Allah’ın emrine boyun eğerek, sadece birer avuç su içtiler. Nehirden kana kana içerek yasağı çiğneyenlerin dudakları morardı, bir türlü suya kanamadılar. Nehrin kıyısından ayrılamadılar ve düşman gelince de korkudan yığılıp kaldılar. Allah’ın emrini tutanların kalbleri ise güçlendi, imanları şahlandı ve nehri sapasağlam geçtiler.

Nehrin suyundan içmeyen bu azınlığın dört bin kadar olduğu söylenmiştir.

Veya bunların sayısı Bedir’deki müslümanların sayısı kadar, üçyüz on küsur idi. Hz. Peygamber ﷺ Bedir Günü’nde ashabına, ‘Siz bugün, nehri geçtikleri esnadaki Tâlut’un ashabının sayısı kadarsınız. Onunla beraber (nehri) ancak mü’min olanlar geçmişti’ demişti. Berâ b. Âzib (r.a), ‘O gün biz, üç yüz on üç kişi idik’ demiştir.
 

Tâlut ve beraberindeki mü’minler ırmağı geçtikleri zaman, ‘Bugün bizim Câlut ve ordusuna karşı duracak gücümüz yok’ dediler.

Allah’ın emrine isyan edip nehrin suyundan içenler, düşmanla karşılaşmadan memleketlerine geri döndüler. Nehrin suyundan içme hususunda Allah’ın emrine uyanlar düşmanla karşılaştılar.

Tâlut ile birlikte nehri, sadece ona itaat edenler geçmişlerdir. ‘Nihayet Tâlut ve beraberindeki mü’minler ırmağı geçtikleri zaman...’ buyurmuştur. Allahu Teâlâ, önce bütün orduyu zikredip, daha sonra da nehri geçenlerin, kendisine itaat edenler olduğunu özellikle belirtince, nehri geçenlerin sadece itaat edenler olduğu anlaşılır.

Bu imtihandan maksad, itaat edenin, isyankâr ve inatçılardan ayrılmasıdır. Böylece Tâlut onları düşmanla karşılaştıklarında irtidad etmeden önce, kendisinden uzaklaştırmış ve geri çevirmiştir.

Tâlut’un, bütün ordusuyla yola girip, nehri hep beraber geçtikleri de söylenmiştir.

‘Bugün bizim Câlut ve ordusuna karşı duracak gücümüz yok’ dediler.

Bu söz, Rabbinin emrine inkıyâd etmiş olan bir mü’mine yakışmaz, aksine ancak münafık ve fâsık olandan sadır olur.

Tâlut ve mü’minler nehri geçip, kavmin geride kalanlarına neden geçmediklerini sorunca, onlar da bu sözü söylemişlerdir. Nehir, karşılıklı konuşmaya mâni olacak büyüklükte değildi. Yine ‘geçme’ sözüyle kastedilen, ‘geçmenin meydana gelmesinin yakın olması’ da muhtemeldir.

İki grubun mü’min olduğu da söylenmiştir. Onların bir kısmı hayatı seven, ölmek istemeyen, çoğunlukla korkan, tedirgin kişilerdir. Bir kısmı ise, Allah’a itaat hususunda ölüme aldırmayan, kalbleri güçlü, cesaretli kimselerdi. Birinci kısmı teşkil edenler ‘Bugün duracak gücümüz yok’ diyenler; ikinci kısmı ise, ‘Nice az bir topluluk, daha kalabalık bir topluluğu yenmiştir!’ diyerek icabet eden kimselerdir.
 

Muhakkak Allah’a kavuşacaklarını zannedenler şöyle dediler.

‣ Kesin inandıkları değil, zannettikleri söylendi. Çünkü burada Allah’a kavuşmaktan murad, ölümdür. Hz. Peygamber ﷺ, ‘Kim Allah’a kavuşmayı isterse, Allah ﷻ da ona kavuşmayı ister. Kim de Allah’a kavuşmayı istemez ise, Allah da ona kavuşmayı istemez’ buyurmuştur.

Bu mü’minler kendilerini savaşa hazırlayıp, ölümden kurtuluş olmadığını iyice anlayınca, onları tavsif etmek için, ‘Onlar Allah’a kavuşacaklarını zannediyorlar..’ denilmiştir.

‣ ‘Allah’a kavuşacaklarını zannedenler...’ ifadesi, ‘Onlar, bu taâtları sebebi ile Allah’ın mükâfatı ile karşılaşacaklarını sanıyorlar’ manasındadır. Çünkü hiç kimse neticeyi kesin bilemez. Yapacağı en fazla iş zan ve ümit beslemeden ileri geçemez.

‣ ‘Allah’a itaate kavuşacaklarını zannedenler’ manasında da olabilir. İnsan yaptığı amellerin taât olduğuna kendi hükmedemez. Çünkü bu amellerde çoğunlukla riya ve gösteriş arız olur, taât olmaz.

‣ ‘Sekine’ kelimesi açıklanırken, Cenâb-ı Hakk’ın yardım ve zaferinin Tâlut ve ordusuna Allah’ın zafer vereceği müjdesini gösteren ve geçmiş peygamberlerin kitaplarının o sanduka içinde bulunması olduğu söylenmişti. Fakat o kitaplarda, ilâhî yardım ve muzafferiyetin ilk defada mı, yoksa daha sonra mı olacağını gösteren herhangi bir işaret yoktu. Buna göre ‘Zannedenler’ buyruğunun manası, ‘Allah’ın muzafferiyet vaadine kavuşacaklarını zannedenler’ şeklindedir.

‣ Burada geçen ‘Zannederler’ fiili ‘Onlar biliyor ve kesin inanıyorlardı...’ manasında da olabilir. Çünkü ‘zann’ kelimesi, zann ile kesin inanç arasında itikadı tekid hususunda bir benzerlik bulunduğu için, mecazi olarak ‘yakîn’ (kesin iman) yerinde kullanılır.
 

Nice az bir topluluk, daha kalabalık bir topluluğu Allah’ın izniyle yenmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir.

Bu ifadeden maksad, ‘Bugün bizim Câlut ve ordusuna karşı duracak gücümüz yok’ diyenlerin kalplerine güç vermektir. Buna göre mana, ‘Sayı çokluğunun önemi yok. Önemli olan ilâhî destek ve yardımdır. Allah’ın yardımı geldiği zaman, sayıca az olmanın ve madden güçsüz olmanın bir önemi yoktur. Belâ geldiği zaman da, sayının ve hazırlığın çok olmasının bir faydası olmaz’ şeklindedir.

فِئَةٌ kelimesi, cemaat, topluluk manasındadır.‘فِئَةٌ’ dönmek manasında olan ‘فَيْءٌ’ kelimesinden alınmıştır. Ordunun geride kalanlarına ‘فَيْءٌ’ denmesi, ordunun onlara dönmesi sebebiyledir.

İlâhi yardım ve muzafferiyet sabredenlerle beraberdir. Bu sözün, ‘Nice az bir topluluk, daha kalabalık bir topluluğu Allah’ın izniyle yenmiştir’ diyenlere ait olması muhtemeldir.

 

Te’vilâtı’n Necmiyye’den...

Muhakkak ki Allah ﷻ halkı dünya ve zinet suyu ile ibtila etti. Âyette muhsinle musi, habisle tayyib, makbul ile merdut izhar olsun.

وَمَنْ لَمْ يَطْعَمْهُ فَاِنَّهُ مِنّٖٓي Yani evliyam, muhibbim, talibimdir. Onu yakınlık ve kabulüme, ahlâkım ile ahlâklanmaya ihtisas ederim. Benden kerametlere nail olur. Efendimiz ﷺ şöyle buyurdu: ‘Ben Allah’tanım. Mü’minler de bendendir.’

فَمَنْ شَرِبَ مِنْهُ فَلَيْسَ مِنّٖي Yani kendisine lazım gelen yemek, içmek, giymek, mesken, halkla sohbet gibi mutedil miktar mecburiyet çizgisinde dünya ile kanaat ederse benden değildir. Nitekim hadis-i şerifte ‘Allahım! Âl-i Muhammed’e hayatta kalacak kadar rızık ver’ buyruldu.

قَالُوا لَا طَاقَةَ لَنَا الْيَوْمَ بِجَالُوتَ وَجُنُودِهٖ Kim dünya ve şehvetin nehrinden içerse, hududunu aşar. Onun nefs Calutu ve ordusuyla, heva askeriyle savaşmaya takati kalmaz. Zira hantal ve kalbi hasta olur. Dünya tarafında kalır. Dünya hayatına razı olup onunla mutmain olur.

 

Belagat

• مُبْتَلٖيكُمْ istiaredir. Allah ﷻ imtihan eder, oysa imtihan karşıdakinin durumu bilinmediğinde yapılır. Ortak noktası, kişinin durumunun ortaya çıkması, bunu kendisinin görmesidir.

• ‘Kim içerse benden değil, içmezse bendendir’ cümlesinde mukabele vardır.

• اِلَّا مَنِ اغْتَرَفَ sözü فَمَنْ شَرِبَ مِنْهُ ifadesinden istisnadır. Fakat وَمَنْ لَمْ يَطْعَمْهُ cümlesi, kendisine verilen önemden dolayı, istisnadan önce zikredilmiştir.

• Hem o sudan içip hem de ‘Karşı koyacak halimiz yok’ demeleri, hem suçlu hem güçlü tavrının kötülüğüne işarettir.

• Kavuşmak lazım, cennetine, rızâsına, rahmetine ulaşmak melzumdur.

• فِئَةٍ قَلٖيلَةٍ ile فِئَةً كَثٖيرَةً arasında tibak-ı icab vardır.

• ‘Allah ﷻ sabredenlerle beraberdir’ lazım; melzumu, rahmeti, zaferi, nusreti sabredenlerledir.