Sureler

Göster

Âl-i İmrân Sûresi 92. Ayet

لَنْ تَنَالُوا الْبِرَّ حَتّٰى تُنْفِقُوا مِمَّا تُحِبُّونَۜ وَمَا تُنْفِقُوا مِنْ شَيْءٍ فَاِنَّ اللّٰهَ بِهٖ عَلٖيمٌ

92- Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe asla tam hayra ve gerekli sevaba ulaşamayacaksınız; her ne harcarsanız muhakkak Allah onu bilir.

 

'Birr' Cenâb-ı Hakk'ın ismi olmakla beraber, lugatta yetmişten fazla manası olan bir kelime. Hepsi de hayra, sadakate, iyiliğe, salih amele, ilgiye, ihsana, doğruya yönelik mana taşıyor.

En mümtaz mana; 'El Berr' celle celalühu olan, kullarına iyilik murat eden, taatlerini kabul eden Cenâb-ı Hakk'a nisbet edilmesidir. O zaman mana 'Allah'a yakın olmanın yolu ancak sevdiğini infak etmektir' şeklinde olur. Neden mi?

İnsanın esasında canından, malından çok Mevlasını sevmesi gerekir. Onun için candan, tenden, O'ndan gayrı herşeyden yani masivadan geçmesi zorunludur. Aradaki perdeleri yırtmak, maksuda ulaşmak başka taleplerden geçmekle olur.

İşe tefekkürle başlayalım: İnsan nefsin yalın haliyle en çok kendisini sever. Bunun için ihtiyaçlarını karşılayabileceği mala, dünyalığa olan sevgisi ikinci sırada yer alır. Sonra soyunu devam ettirmesi, ocağını tüttürmesi, ihtiyaç anında yardımcı olması için evladı sever. Menfaatlerinin zarar görmemesi, elindeki imkanları daha da genişletebilmek için şanı şöhreti, mevkiyi makamı, sözünün geçmesini, tahakküm altında olmamayı, serbest hareket etmeyi, birilerini emri altına almayı sever.

Bunlar İslam'ın belirlediği ölçüde olmalıdır. Sorun aşırılıkta. İnsanda bulunan hırs terbiye edilip yönü müsbete çevrilmezse insanı bedbaht ve perişan eder. Kulu Allah'a kulluktan çıkarır. Kullara, maddeye, hevaya kulluk ettirir. İmtihanda olduğunu unutturur. Allah'tan uzaklaştıkça nefs-i hevaya meyil artar. Dünyaya daldıkça ahirete inancı zayıflar, zamanla yok olur. İnsan gaflete daldıkça dalar. Nefis şeriat bağlarından kopunca şeytanla işbirliği kurar. Onun iğva ve desiseleriyle insanı azdırır. Tıpkı Efendimiz'den zengin olmak için defalarca dua isteyen, sonra malı çoğalınca mescidden uzaklaşan, zekat memurlarına rest çeken Salebe gibi....

İşte bu ayette, kul ile Rabbi arasına giren mal sevgisi ve mal kaygısının giderilmesi isteniyor.

Sevdiğini vermedikçe Allah'a yaklaşamazsın. 'Birr'in lugat manalarıyla; ihsan, itaat, sadakat, hayır, iyilik, lütuf, nimet sahibi olamazsın. Allah'ın yakınlığına eremezsin.

Dünya sevgisinin olmadığını anlamak için; İmam-ı Azam'ın tesbitiyle; 'eline geçene sevinmemek, kaybetttiğine de üzülmemek' ölçüsüne ulaşmak gerekir. Ayet bizi bu noktaya getirmek istiyor. İnsan sevdiğini Allah için verirse, birre, takvaya, yakine ulaşmış demektir.
 

Birre eremezsiniz.

• 'Birr' Allah'ın kullarına yapacağı iyiliktir. Buradaki 'Birr' Cennet'tir. Allah'ın, kullarına yapacağı en büyük iyilik, onları cennetine koymasıdır. Cümlede muzaf mahzuftur.

'Sizler sevdiklerinizden infak edinceye kadar birrin sevabına nail olamaz, Allah'ın sizin için hazırladığı rızasına, rahmetine, cennetine ulaşamazsınız. Sizin gerçek iyiliğiniz ve hizmetiniz kardeşlerinize ulaşmadıkça, benim gerçek iyiliğim, sevabım, mükâfatım size ulaşmaz.' (Sebep olan birr söylenmiş, müsebbep kastedilmiştir.)

• Birr; salih ameldir. 'Yaptığınız harcamalarınız sizin için en gözde malınızdan ya da farklı bir değer biçtiğiniz mallarınızdan olmadıkça, salih amele ulaşamazsınız, iyiler zümresine dahil olamazsınız' manasındadır.

• Birr; itaat demektir. "Sevdiklerinizden infak edinceye kadar sadaka vermiş, bir itaat işlemiş olmazsınız" demektir.

• Birr, Allah'ın dostluğudur. 'Gerçek iyiyi elde edemez, gerçek iyilerden olamazsınız' demektir.

'Ulaşmak' anlamına gelen  ناَلَ  fiili, lugatta şu anlamlara gelir: Çok cömert ve zengin olmak, birine bir bağış vermek, madende cevher bulmak, yemin etmek, bir şeyi elini uzatıp vermek, teslim etmek, bir şeye el uzatıp almak, kahve içmek, kolay elde edilen şey, dokumacılık, monoton, nasip, vergi, lokma, posta ücreti, akan vadi, üzerinde birşey dokunan tezgah, yaraşmak, layık olmak, hediye, öpücük, bol vermek, izin vermek, ulaştırmak, aynı şekil ve huy, atiye, gerekli, gerekli şey.
 

Belayı iki şey çeker:

1. Karşılık umarak yapılan iyilik

2. Sessiz kalarak arttırdığın kötülük
 

Birr

Birr; lugatta şu anlamlara gelir: Makbul olmak, revaç bulmak, kabul etmek, ana babaya saygı ve ilgi göstermek, yeminini yerine getirmek, sözünde durmak, çok ihsan etmek, Allah'a itaatkar olmak, sadık olmak, doğru olmak, haccı makbul olmak, koyun ve keçi sürüsü sürmek, kara parçası, ameli salih olmak, yerine getirmek, hayır, iyilik, gönül, karada yolculuk yapmak, evladı çok olmak, toplanıp birikmek, galip gelmek. Amelde Allah'a yaklaşmak istemek, yeminin doğruluğunu tasdik, tezkiye, iyiliğe nisbet etmek, diğerlerinden ayrı durup dikilmek, taat ve inkıyad eylemek, iyi iş işlemek, kır, çöl halkı, sahra, kuru yer, iri fare, tilki yavrusu, lütuf, şefkat, cennet, hasene. İnam ve ihsan sahibi, salih, sadık kişi, vazifesini yapan, buğday, karasal, yabani, hariçten, dışardan, misvak ağacının yeni çıkan yemişi, insanlar, halk, hastane vesaire gibi iyilik yurtları.

Kur'an terimi olarak birr; iman, ibadet ve ahlâk ile en doğru ve en güzel hayatı yaşamak, geniş hayır, hayırda kemal demektir. Bakara 177. âyetinde "Birr" şöyle tarif edilmiştir: Birr; Allah'a, ahirete, meleklere, kitaplara, peygamberlere iman etmektir. Yakınlara, yetimlere, fakirlere, yolda kalmışlara, dil enenlere ve kölelikten kurtulmak isteyenlere veren, namazını dosdoğru kılan, zekatını veren, sözünde duran, iyi ve kötü hallerinde sabreden kişinin yaptığı şeyler Birr'dir.

Birr; saygı ifade eden bütün davranışları, itaatleri ve insanı Allah'a yaklaştıran her hayırlı işi içine alan kapsamlı bir kelimedir. Günah anlamındaki 'ism' ve kötülük anlamındaki 'fücur'un karşıtıdır.

Allahu Teâlâ kıyamet günü dört kişiye rahmet nazarıyla bakmaz:

1- Ana babasına asi olan

2- Yaptığı iyiliği başa kakan

3- Devamlı içki içen

4- Kaderi inkar eden.  İbn-i Adiy
 

Birr ile hayır arasında fark vardır: Birr; hayra ulaştıran ve bizzat yönelinen bir menfaattir. İhsana, sevab-ı ilahiye nail olma maksatlıdır. Hayır ise hata ile de olsa mutlaka menfaat olan şeydir.

İman ile birr arasında da şu bakımdan bir münasebet vardır: İman; dinin mebdei, birr dinin gayesi, neticesidir. Din iki ana rükünden oluşur: Hakk'ın bir olduğu ilkesini yerleştirmek ve hayra ulaşmak. Bu suretle bu ayet; önceki ayetlerde zikredilen iman bahislerinin bir neticesi, sonrasındaki ahkâmın da mukaddimesi makamındadır.

Birr, "Allah'a karşı saygılı olma" anlamına gelen takva kelimesine de yakın bir mânadadır. Birr; "bütün hayırların en tam şekli" takva "bütün şerlerin terkedilmesi ve bir daha yapılmaması"dır. Bu terimler birbirini tamamlayan ahlâkî faziletlerdir.
 

Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe...

"İnfakınız; sevdiğiniz ve tercih ettiğiniz mallardan olmadığı sürece birrin gerçek şekline ulaşamazsınız."

İman, tek başına hayra nail olmak için yeterli değildir. İman ve ilimden sonra infak etmek gereklidir. Bu infak ne kadar kıymetli şeylerden olursa o kadar kıymetdar olur.

Kişinin istediğini elde edebilmesi, anc ak onun uğrunda sevdiğini gözden çıkarmasıyla mümkün olabilir. Herhangi bir şeyi Allah'tan daha çok sevip, onu Allah yolunda feda edemeyen, birre ulaşamaz.

Birr'e, gerçek iyi'ye ulaşabilmek sevdiği şeylerden harcam akla olur. Allah'a kavuşmak ise, her iki dünyadan da feragatle elde edilir. Vasıti Ebu Bekir Muhammed b. Musa

Ayette infakla kastedilenin, zekât olduğu da söylenmiştir.

حَبَّ 'Sevmek' fiili lugatta şu anlamlara gelir:

Sevgili olmak, sevimli olmak, sevmek, sevdirmek, sevgi göstermek, beğenmek, hoşlanmak, sevimli bulmak, rağbet etmek, aşık olmak, istemek, meyletmek, tercih etmek, üstün tutmak, ekin dane tutmak, ekinin daneleri belirmek, dane, tohum, başak, tulumu doldurmak, suda kabarcıklar olmak, kap dolmak, hedefin yanına düşen ok, kumluğun çok yeri, rüzgarın su üzerine yaptığı yolcuklar, bitki üzerindeki nem, birinin yapacağı şey, hap, sivilce, bir çeşit cilt hastalığı, dolu tanesi, çitlembik, çörek otu, aşk, büyük küp, bencillik, yurt sevgisi, sevdalı, aşk hastası, dostça, dostane, çimen tohumu, yabani bitki, kuru sebze, lezzetli ve sevindirici şeye meyil, tutkun, egoist.
 

Sevdiğiniz şeyler;

• Maldır.

• “Hibe edilecek şeyin çok kıymetli olması” manasındadır.

• Kişinin ihtiyaç duyduğu şeydir.

• “O’na ihtiyaç hissettikleri halde” demektir. Çünkü Efendimiz: "Sadakaların en faziletlisi, sapasağlam, cimri, geçim derdine düşmüş ve fakirlikten korkar olduğun halde verdiğin sadakadır" buyurmuştur.

مِمَّا تُحِبُّونَ ifadesinde مِنْ teb'iz; kısmîlik manasındadır. “Sevdiklerinizin bazısını infak etmedikçe…” demektir. Bu da, malın hepsini infak etmenin caiz olmadığına işarettir.

Ya da مِنْ “beyaniyye” manasındadır. 'Sevdiğiniz şeyler' hoşunuza giden en değerli, en sevimli, en kıymetli, hayatı devam ettiren, izzet ve şerefe ulaştıran meşru her şeydir.

✦ Ateşten kurtulup cennete girmek isteyen kendine verilmesini sevdiği şeyi versin. Hadis-i Şerif

✧ Kim sevdiği şeylerden, bu sevdiği şey tek bir hurma tanesi de olsa, Allah için harcarsa, işte o bu ayetin içerisinde yer alır. Hasan Basri

✧ Üç kişi için melekler istiğfar eder:

   1- İlim öğrenene

   2- İlim öğretene

   3- Cömertlere.   Ebû Şeybe

Bu tür sosyal harcamalarda verilen şey, bir eyin veya toplumun bir ihtiyacını karşılayacak ve onu sıkıntıdan kurtaracak mahiyette olmalıdır. Âyetten, insanın tiksinerek alabileceği şeyleri sadaka veya zekât olarak vermenin insanların hoşuna gitmediği gibi Allah'ın da hoşuna gitmeyeceği ve böyle bir harcamaya sevap verilmeyeceği anlaşılmaktadır. Efendimiz "Kendiniz için istediğinizi başkaları için de istemedikçe gerçekten iman etmiş olmazsınız" diyerek aynı noktaya dikkat çekmiştir. Sevdiği malı başkasına vermek, imanın, asil bir ruhun ve erdemin işaretidir.

"Size verilse gözünüzü yummadan alamayacağınız kötü malı vermeye kalkışmayın." (Bakara, 267) Bakara, 177'de 'sevdiği maldan harcar' buyurulmuştu, Bu ayette ise 'Sevdiği şeylerden harcamadıkça' buyurulmaktadır. Cümle kuruluşları farklı olmakla beraber, manaları aynıdır. Sevdiği, değer verdiği ve beğendiği şeylerden başkaları için harcamak birr (erdem)dir (Bakara, 177); bu eylem aynı zamanda birr'e (iyiye, erdeme) ulaştırır (Âl-i İmran, 92).

Maddî değeri manevî değere dönüştüren şey, sevgidir. Yüce Al lah müslümanın sevgi duygusunun davranışlara yansımasının, maddî değeri nasıl maneviyata (erdeme) dönüştüreceğini beyan etmiş, gönlün, sevginin ne kadar güçlü olduğuna dikkat çekmiştir.

Gönül maddeyi manaya dönüştüren merkezdir. Gönüldeki sevgi, insanı madde aleminden alıp manevî aleme (birr'e) ulaştırmaktadır.

İnfak, Allah adına elindeki imkândan vazgeçmektir. Sevdiklerimiz, seveceklerimiz, evimiz barkımız, makamımız konumumuz, mesleğimiz, dükk anımız, okulumuz, diplomamız, doktoramız Allah’a kulluğumuza engel olacak bir noktaya gelmişse bunların tümünden vazgeçmek infaktır. Kalben, ruhen, bedenen, sosyal, ekonomik, ailevi olarak meylettiğimiz tüm sevgi unsurlarına infak göz üyle bakabilir, Allah adına harcayabilirsek, birre ulaşabiliriz.

Meselâ öyle yorgunsunuz, ayakta duracak haliniz yok. İşte o anda uykunuzu İslâmî bir ihtiyaç, İslâmî bir dert adına harcayabiliyorsanız, sevdiğinizi infak etmiş olursunuz.

Meselâ eşinizi veya evladınızı çok seviyor, ayrı kalmaya dayanamıyorsunuz. Ama Allah’ın dinini icra etme adına gerektiğinde ayrılabiliyorsanız, işte bu Allah adına infaktır.

Para kazanmaya ayırdığınız zamanları çok seviyorsunuz. Öğleden sonra iki-üç arası, müşterilerin arttığı bir zamanda dükkanı kapatıp hasta kardeşinizi ziyaret ederek o zamanı Allah için infak edebilirsiniz. Gazeteden, TV'den haber öğrenme zamanlarınızı Allah’tan haber öğrenmeye, Kuran ve Sünnete ayırıp infak edebilirsiniz.

Sevilen, yeni şeyi vermek zor, eski elbiseleri, eski malları dağıtmak kolaydır. Yeni koltuk aldığında eski koltukları talebelere, fakirlere vermek de kolaydır. Ama yeni koltuk alınmış, tam eve koyacakken, o esnada "yahu bu eskiyi biz kullanalım da yenileri komşuya verelim" demek çok zordur. Allahu Teala bizi buna teşvik ediyor.

Bugün elimizde ne varsa Allah’ın istediği yere harcayalım ki yarın huzura vardığımız zaman, ‘Ya Rabbi! Bu kadarını becerebildim. Sen verdin ben dağıttım, imkân dahilinde kulluğa sarf ettim! Şimdi huzuruna geldim, şu an elimde olsa yine verirdim’ diyebilelim.

Kim Birr'i taleb ederse malının bir kısmını versin. (Min'in kısmilik manasını alsın.) Kim de Bârr olan Allah'ı talep ederse sevdiğinin hepsini versin. Kim dünyada mahbubunu infak ederse, matlubu olan Hak Teala'yı bulur. Kim nefsinin hazlarına yakın olursa Rabbine yakın olmaktan mahrum olur. Allah'tan başka şeyi sevenin sevgisi Allah ile arasına hicaptır, şirk-i hafidir.

Bu infaklar, kişiyi cimrilik hastalığından kurtarır, onu Allah ve insanlar katında yüceltecek cömertliğe eriştirir. Sahâbîler buna çok önem vermiş, en çok sevdikleri mallarını Allah yolunda harcamaktan geri durmamışlardır.

Ebu Talha, Ensar arasında Medine'de en çok hurma ağacı olan kimse idi. Malları arasında en çok sevdiği ise Medine'dek i Beyrûha adındaki bahçeydi. Burası Hz. Peygamberin mescidin in karşısına düşüyordu. Peygamber buraya gelir gider, onun tatlı suyund an içerdi. Bu ayet nazil olunca Ebu Talha şöyle dedi:

"Ya Rasulallah! Mallarım arasında en çok sevdiğim Beyrûha'dır. Ben onu Yüce Allah'ın rız ası için sadaka olarak veriyorum. Onun ecrini Allah'tan bekliyorum. Ya Rasulallah, Allah sana nereyi uygun gösterirse onu öylece kullan." Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Oh ne kadar güzel! Oh ne kadar güzel! Bu old ukça kârlı bir maldır. Benim görüşüm, bunu akrabalarına tahsis etmen şeklindedir." Ebu Talha da bahçeyi akrabaları ve amca çocukları olan Hasan İbn Sabit ile Ubey İbn Ka'b arasında taksim edip arasında paylaştırdı.

Hz. Ömer de en iyi malının Hayber'deki hissesi olduğunu söyleyerek onu Allah yolunda harcamak için ne yapmas ı gerektiğini Hz. Peygamber'e sormuş, o da "Aslını tut, meyvesini sadaka ver" buyurmuştu. Hz. Ömer, geliri gereken yerlere harcanmak üzere o bağı vakfetti. Bu tür davranışlar sahabe döneminde çokç a yaşanmıştır. Selef-i salihin de bir şeyi sevdikleri zaman onu Allah yolunda infak ederlerdi.

Zeyd b. Harise de böyle yapmıştı. Bu ayet-i kerime nazil olunca, Sebel adı verilen at ile geldi. Bundan daha çok sevdiği bir malı yoktu. "Bu, sadak a olsun" dedi. Rasulullah ﷺ onu kabul etti ve bunu oğlu Üsame'ye verdi. Zeyd bundan dolayı kederlenir gibi oldu. Rasulullah ﷺ "Muhakkak Allah bunu senden kabul buyurmuştur" dedi.

Hz. Ömer güzel bir cariye satın almıştı. Cariye dürüst ahlâklı olduğu için onu çok sevmişti. Bir müddet sonra cariyeyi âzâd etti. Sebebi sorulduğunda, "İnsanlar sevdiklerinden Allah yolunda infak etmedikçe arzu ettiklerine kavuşamazlar" dedi.

Yine Irak dolaylarında Sa'd bin Ebî Vakkâs'ın ordusunda yer alan Ebû Musa El-Eş'arî, Hz. Ömer için çok güzel bir câriye satın almıştı. Cariye Medine'ye getirildiğinde Hz. Ömer onu çok beğendi ve hemen bu âyeti hat ırlayıp okuyarak onu hürriyetine kavuşturdu.

İbni Ömer de kölesi Nâfi'yi azad etmişti. Halbuki Abdullah b. Ca'fer o köl e karşılığında ona bin dinar vermişti. Safiyye bint Ebi Ubeyd der ki: "Abdull ah b. Ömer zannederim "Sevdiğiniz şeylerden infak edinceye kad ar birre kavuşamazsınız" buyruğunu göz önünde bulundurarak böyle davranmıştır."

İbni Ömer şöyle anlatır: "Sevdiğiniz şeylerden infak edinceye kadar birre kavuşamazsınız" ayetini hatırladım ve Allah'ın bana verdiklerini hatırımdan geç irdim. Benim için Mercâne'den daha sevdiğim bir şey olmadığını gördüm (Mercane Bizanslı bir cariye idi), 'Allah rızası için o hürdür' dedim. Eğer Allah rızası için verdiğim bir şeyi geri alacak olsaydım, onu nikâhıma alırdım. Fakat ben onu Nâfi'e (çok sevdiği kölesine) nikahladım." "Ona dokunmadan niçin azâd ettin?" diye soranlara, bu ayeti okuyarak cevap verirdi.

İbn-i Ömer aynı şeyi sevdiği yiyecekler hususunda da yapardı. Hastayken canı taze üzüm istemiş, hanımı da satın almıştı. Tam yiyeceği sırada kapıya biri geldi, 'benim de canım o üzümden istedi' dedi. Abdullah hemen üzümü ona verdirdi.

Ömer bin Abdülâziz deve yükleri ile şeker alarak halka tasadduk ederdi. "Şeker yerine parasını niçin tasadduk etmiyorsun? diye sorulduğunda, "Şekeri çok seviyorum da, onun için tasadduk ediyorum" cevabını verirdi. Deve ciğerini çok seven bir sahâbe de gelen misafirler ine hep ciğer ikram ederdi.

Hz. Âişe'nin yaldızlı bir Kurân'ı bulunuyordu, yazısı ve yaldızı çok hoşuna gidiyordu. Bir defasında okurken bu âyete gelince durdu ve hemen o Kurân-ı Kerîm'i satıp, parasını tasadduk etti.

Harun Reşid'in hanımı otuz bin altın vererek bir Kur'ân-ı Kerim yazdırmıştı. O Kur'ân'ı eline her aldığında hoşuna giderdi. Bir defasında Kuran'ı açınca ilk önce bu âyeti gördü ve hemen o mushafı sattırdı, parasını tasadduk etti. Niçin böyle yaptığı sorulduğunda, 'Şu anda benim için bundan daha kıymetli ve sevimli bir şey olmadığından böyle yaptım' dedi.

Âyet aynı zamanda, gösteriş için bazı davranışlarda bulunmak suretiyle dindar olarak tanınmak isteyen yahudileri uyarmakta, fazilet ve iyilik hakkındaki kanaatlerinin yanlış olduğunu, doğru olanın Allah'ı se vip O'nun emir ve yasaklarını her şeyden üstün tutmak olduğunu bildirmektedir.
 

Ne infak ederseniz Allah onu bilir.

Allah infak edilen hoş, temiz veya kötü, sevilmeyen her şeyi, ister az ister çok olsun bilir, muhafaza eder ve ecrini verir.

Bu cümle, delalet-i tazammuniyesi ile iki ayrı mana ifade eder:

a) İnfak edilen şey boşa gitmez. Allah, infak edilen her şeyi bilir ve değerlendirmeye tâbi tutar.

Verilen şeyin boşa gittiğini düşünen kimsenin infak etmesi mümkün değildir. Yapılan infakı Allah'ın bildiği ve karşılığını vereceği inancı insanların gön üllerine kazınmalıdır. Bu inanç mü'minleri, sevdikleri şeylerden fedakarl ık yapmaya teşvik eder.

b) Yapılan infakın, başkaları tarafından bilinmesi önemli değildir.

Önemli olan Allah'ın bilmesidir. Allah'ın bilmesini ve değerlendirmesini öne çıkarm ak, yapılan infakı riyadan uzak tutar.

İnfakı, Allah'ın bildiğini ve karşılığını fazlasıyla vereceğini bildirerek infak etmeye teşvik eden bu ayet, her ibadetin sadece All ah rızası için yapılması gerektiğini, ihlası da vurgulamaktadır.

'İnfak' fiilinin masdarı olan نفق sözlükte şu anlamlara gelir: Tükenmek, azalmak, tüketmek, azık tüketmek, harcamak, hayır yolunda harcama yapmak, sarf, malı gidip fakir düşmek, ruhu çıkmak, ölmek, hayvan ölmek, yara kabuk bağlamak, Arap tavşanı deliğine girmek, tünel, tüccarın işi iyi gitmek, işi yolunda olmak, eşyaya rağbet çok olmak, talep etmek, satışını kolay yapmak, raiç kılmak, pazarı canlı olmak, semizlikten tüyleri dökülmek, iyi görünmek. yoksulluk, fakr-i zaruret, nifak, iki yüzlülük, küfrünü gizleyip imanını gösteren, dostluk gösterip düşmanlığını gizleyen, içinde olanın zıddını gösteren, müsrif, savurgan, soluksuz at, harç, azık, mal, aile reisinin bulundurması gereken şeyler,

İki yuva edinen tavşan, birini saklayıp birini gösterir, birinin tavanını yumuşak yapar, diğerinin tavanını delerek kaçar. Onun yaptığı bu hareket de aynı fiille ifade edilir.

✦ Şu üç kişide ihlas yoksa helak olmuştur:

1- Cömert
2- Cesur
3- Âlim.  Hadis-i Şerif, Hakîm

مِنْ شَيْءٍ deki مِنْ harf-i ceri kısmilik ifade eder; infak edilecek malın, elinde olan herşeyi değil, bir bölümü olabileceğini ifade eder.

Eğer مِنْ harf-i ceri tebyin içinse, 'İnfak edilenin tayyib mi habis mi olduğunu bilir' anlamındadır.

مِنْ شَيْءٍ ifadesi, çok az şeye dikkat çekmek için nekre gelmiştir. Yani "Benim verecek hiçbir şeyim yok" demeyin, küçücük birşey dahi verseniz Allah onu bilir.

Sahabeden biri elinde hurma yerken, o hurmanın yarısını vermiş ve cenneti hak edenlerden olm uştu. 'Verdiğim az' demeden, sermayemize, gücümüze göre vermeliyiz, Allah bizi gücümüze göre sorumlu tutacaktır.

Allah katında verilen sevapların en büyüğü, yapılan tasadduktur. Mal canın yongasıdır. Onun bir kısmını Allah rızası için vermek herkesin işi değildir. Nefsin baskısından kurtulup onu Allah yolunda harcamak büyük fedakârlık ister.

Bir adam Ebu Zer'e "Amellerin hangisi daha üstündür?" diye sordu. Ebu Zer de: "İslam'ın direği olan namazdır. Cihad ise amellerin zirvesidir. Sadaka da çok acaip bir şeydir, (fazileti çoktur)" dedi. Adam: "Ey Ebu Zer, benim en güvendiğim amelimi zikretmedin" dedi. Ebu Zer de dedi ki: "O da nedir?" Adam: "Oruçtur" dedi. Ebu Zer: "Bu, Allah'a yakl aşma vasıtasıdır. Fakat amellerin üstün olanlarından değildir" dedi. Sonra da "Sevdiğin iz şeylerden Allah için harcamadıkça asla iyiliğe erişemezsiniz" âyetini okudu.
 

    Hakk yolunda boşa gitmez emekler,

    Bir tebessüm bile kabirde bekler

    Karşılıksız çıkmaz orada çekler

    Sermayen bitmeden borç ver Allah’a...
 

İnfak

İnsan tek başına var olamaz, toplum içinde yaşamaya mecburdur. Ancak toplumun her ferdi, her bakımdan aynı seviyede değildir. Herkesin tek bir ülke ve tek bir devlet şeklinde yaşaması mümkün değildir. Allah Teâla farklı seviyedeki insanların bir arada huzurlu ve mutlu yaşayabilmeleri için 'Elinizdeki nimetlerin ihtiyaç fazlasını, muhtaçlara aktarın' diye emretmiştir. Bu aktarma yapılmadığı takdirde, sosyal, kültürel ve ekonomik seviye farkı doğar. Bu farklılıklar giderilmeyince öfke, düşmanlık, kin, zorbalık, savaş baş gösterir.

İslâm’ın teşvik ettiği sosyo ekonomik düzende, herkes öncelikle emek sarf ederek ihtiyacını karşılayacaktır: “Kişi, elinin emeği ile elde ettiğinden daha hayırlısını yememiştir.” Hadis-i Şerif

Ancak bir özür sebebiyle çalışamayan veya geliri ihtiyacını karşılamayan kişilere elinde fazlası olanlar yardımda bulunur.

İnsanlar infak hususunda üç kısımdır:

1- Ekviya: Kuvvetliler. Bütün sahip olduklarının hepsini infak ederler. Bunlar, Allahu Teâlâ’nın habbe’de verdiği vaade sadık olanlardır. Hz. Ebu Bekr’in yaptığı gibi.

2- Mütevassıt: Orta derecedekiler. Bütün mallarını bir defada infak etmeye güçleri yetmeyenlerdir. Mallarının bir kısmını ellerinde tutarlar. Bunu da nimetlenip, yeme içme için değil de, belki muhtaç oldukları zaman harcamak için ayırırlar. Kendileri için ibadet yapmaya güç yetirecek kadarıyla yetinirler.

3- Zaifler: Sadece vacip olan zekatlarını vermekle yetinenlerdir.

✦ Sadaka Rabbin öfkesini söndürür ve kötü ölümü bertaraf eder.   Hadis-i Şerif, Tirmizi

✧ Bir kimseye kol yardımı gerekirken, dil yardımından ne çıkar?

✧ Şeytandan, Rahman’a secde gelmediği gibi, aslı kötü kimseden de iyilik vücuda gelmez.

✧ Yardımlar tıpkı çiçekler gibidir, ne kadar taze ise insanları o kadar memnun eder.

✧ Şimdi elinden gelirken iyilik yap. Yoksa yarın kefeni yırtıp elini çıkaramazsın. Sadi

✧ Hz. Hasan ve Hüseyin kendilerinden bir şey isteyen kimseye şöyle söylerlerdi: ‘Azığımı ahirete taşıyan kişi sefa geldin, hoş geldin.’
 

Âbidlerden biriyle hizmetçisine, üç günde bir gaybdan yemek geliyordu. Bir gün ansızın yemek bir kişilik olarak gelmeye başladı. Bunun üzerine âbid hizmetçisine: ‘İkimizden birinin muhakkak bir kusur işlemiş olması lazım ki, rızkı kesilsin. Yaptıklarını hatırlamaya çalış’ dedi. Hizmetçi önce bir şey yapmadığını söyledi. Ancak daha sonra, kapıya gelen bir dilencinin yüzüne kapıyı kapattığını hatırladı. Bu hareketine tevbe etti, yemekleri de eskisi gibi iki kişilik olarak gelmeye başladı. (Vehb b. Münebbih)

 

Te'vilâtı'n Necmiyye'den

Sevdiğini vermek; nefsini bezletmektir. Çünkü insana en sevimli gelen şey nefsidir.Siz ne kadar O'nun olursanız, O; o kadar sizin olur. Aşkı kelebekten öğren! Işığın yanında sessizce can verir.

 

Belagat

 'İyiliğe erişemezsiniz' ifadesi, ناَلَ fiiliyle ifade edildi, istiare-i tebaiyedir. Hayırda koşanların, yarışanların önüne çıkan engeli tecessümle belirtmiştir.

 حَتّٰى edatı mefhum-u gaye bildirir. Yani bunu yapmadığınız sürece birre ermeniz asla mümkün olmayacaktır.

 Lazım; birre erişemezsiniz; melzum; birrden uzak olduğunuz için Allah'ın rızasına ve cennet derecelerine erişemezsiniz.

 'Sevdiğiniz şeyler' sıfatlı kinayedir.

 'تُنْفِقُوا - İnfak' fiili tekrar edilmiş, reddüz acez alessadridir.

 'Ne infak ederseniz şüphesiz Allah onu bilir' cümlesinde şartın cevabının illeti, şartın yerinde vaki oldu.

 Cezanın isim cümlesi olarak gelmesi; bildiğiyle amel etmeyeni ikaz içindir. Sanki Allah'ın bildiğini, gördüğünü bilmiyormuş gibi ya sevilmeyen şeylerin infak edildiğine, ya da infakın karşılığını alamam, korkusuyla infaktan kaçınanlara bir tarizdir, tekit gelişi talebi kelamdır.

 Cenâb-ı Allah'ın o infakı bilmesi, "ona sevab vermesi" mânasında bir kinayedir. Bu gibi yerlerde, ta'riz (üstü kapalı anlatmak), açıkça ifâde etmekten daha beliğdir.

 Lazım; Allah ne infak ederseniz onu bilir, Melzum; mükafatını verir, sizi infâka sevkeden şeyin ihlas mı yoksa riya mı olduğunu ve sizin malınızın en iyisi, en güzelini mi, yoksa en adîsi, en kötüsünü mü infâk ettiğinizi bilir.

 Cümle hem tehdit, hem müjde içerdiği için tevcihtir. Yani; güzel şeyler infak ederseniz mükafatını verecektir. Sevmediğiniz şeylerden infak ederseniz kınanır ve cezasını görürsünüz.

 Yine mefhum-u muhalefetiyle; vermediğiniz cimrilik ettiğiniz mallarınızı da bilir.

Âl-i İmrân Sûresi 93. Ayet

كُلُّ الطَّعَامِ كَانَ حِلاًّ لِبَنٖي اِسْرَٓائٖلَ اِلَّا مَا حَرَّمَ اِسْرَٓائٖلُ عَلٰى نَفْسِهٖ مِنْ قَبْلِ اَنْ تُنَزَّلَ التَّوْرٰيةُۜ قُلْ فَأْتُوا بِالتَّوْرٰيةِ فَاتْلُوهَٓا اِنْ كُنْتُمْ صَادِقٖينَ

93- Tevrat indirilmeden önce Yakub’un kendisine yasakladığı şeyler dışında bütün yiyecekler İsrailoğullarına helal idi. De ki: ‘Tevrat’ı getirin de okuyun, eğer doğru söylüyorsanız.’



Bu ayet-i kerime bir önceki ayetin bir tafsili, örneği mesabesinde. Hz. Yakub'un hastalığından kurtulma adına yaptığı adak; en sevdiği yiyecek ve içecekten kendini mahrum etmesiydi. Yani infakın en büyüğünün Allah için nefsini kırmak olduğunu bilen Yakup peygamber, sevdiği deve eti ve sütünden feragat edip, adağını yerine getirmiş. Evlatları da babalarına uyarak ona hürmeten deve eti yemeyip, sütünü içmemişler. Bu özel bir durumdu, İsrailoğullarına yansımış değildi. Fakat İsrailoğulları bir hata yapmışlar, onun cezası olarak, deve eti onlara da haram kılınmıştı.

Hz. İsa'ya İncil nazil oluncaya kadar bu yasak devam etti. Hz. İsa'nın kitabında cezadan dolayı haram olan şeyler tekrar helal kılındı. Fakat Beni İsrail fitne çıkararak olayı çarpıttılar. Hz. İsa'ya yalan iftirada bulundular. Cenâb-ı Hak, durumu izhar ederek aydınlığa çıkarttı.

Bütün peygamberlerin ve Allah dostlarının adaklarını yerine getirdiklerini, verdikleri söze sadık kaldıklarını görüyoruz. Cenab-ı Hak bu kimseleri bize örnek gösterip gerek zatına verdiğimiz sözleri, adakları, gerek insanlara, gerekse kendi iç alemimizde verdiğimiz sözlerde durmamızı istiyor.

Önceki ayetlerde çocuğunu Beytü'l Makdis'e adayan Hanna validenin bu adağı yerine getirdiğini gördük. Bunlar büyük sabır, sadakat, azim, tevekkül isteyen şeylerdir. Hepimiz 'Elest' bezminde Allah'a kulluk edeceğimize söz vermiştik.Allahu Teala hepimizi İslam fıtratı üzerine yarattı. Bize uyarıcı peygamberler gönderdi, sayısız nimetlerle bize ihsanda bulundu. Kulluk görevimizi yapmamıza hiçbir mani yok.

İçimizdeki gizli düşman nefs-i emmareyi tanıyıp, arzulara gem vurduk mu; şeytan da müdahale edemez. O halde riyayı, gösterişi, menfaatperestliği, tembelliği, kibri, dünya hırsını bırakıp sırf Allah'ı razı etme gayesinde olursak, ortada bir problem kalmaz.
İhlasla amele yönelen sadık kimse doğru yolu bulduktan sonra Allah'ın izni ile eğri büğrü yollara tenezzül etmez. Dünyanın süsüne, alayişine meyledip, makam mevki hevesine düşmez. Dolayısıyla Yahudiler gibi, inkara, iftiraya, taassuba yeltenmeye gerek kalmaz.

Âl-i İmran Suresi baş tarafından itibaren buraya kadar Allah'ın birliğini ve Hz. Muhammed'in  peygamberliğini ispat edici delilleri ortaya koymak, Kitap Ehli'ne karşı delil getirip onların iddia, bid'at ve geleneklerini çürütmek sadedindedir. Bu ayetten itibaren 97. ayete kadar ise Yahudilerin Beyt-i Haram ile ilgili iki şüphesini reddetmeye yöneliktir.

Bu şüphelerin birincisi, onların Hz. Peygamber'e, "Sen İbrahim'in ve onun soyundan gelenlerin dini üzere olduğunu iddia etmektesin. Peki deve eti ve sütü gibi; onlar haram olan şeyleri nasıl helâl kabul edersin?" demeleridir. 

Peygamber  şöyle buyurdu: "Bu İbrahim'e helâl idi, biz de onun yolu üzere gidiyoruz." Yahudiler 'Asıl bizim haram kabul ettiğimiz her bir şey Nuh'a da İbrahim'e de haram idi, bu bize kadar böyl e devam edegeldi" dediler. Yüce Allah da onları yalanlamak üzere, "Tevrat indirilmeden önce bütün bu yiyecekler İsrailoğulları'na helâldi" ayetini indirdi.


Ayetin öncesiyle münasebeti

İnfak denilince, en başta zaruri ihtiyaçlar, bu ihtiyaçların başında da yemek vardır. İslam, helal ve tayyip olan gıdaları mübah kılmış, tazyikatı reddetmiştir. Bu ayet, infak münasebetiyle gıdalar hususunda İslam'ın geniş müsaadesini teyid edip, Hz. İbrahim'in dinini överek, onlara cevap veriyor.

Yahudiler, İslam'ı reddetmeye neshi inkar ile başlamışlardı. Resulullah'ın  İbrahim dinine davetinin gerçek olmadığını söylüyor; "Cenâb-ı Hakk o yiyeceği İsrail kendisine haram kıldığı için yasaklamadı. İsrailoğullarına haram olan şeyler, Hz. Adem, Nuh ve İbrahim zamanından beri haramdır' diyorlardı.

Oysa İsrail'in (Hz. Yâkub'un) kendisine haram kıldığı o şeyler, önceden helâldi. Sonra onlar hem kendisine, hem de soyuna haram kılındı. Bu bir "nesh"tir. Yahudilerin "nesh" caiz değildir" iddiası asılsız bir iftiradır.
 

İsrailoğullarına bütün yiyecekler helaldi...

'Taam' kelimesi çoğunlukla buğday ve ekmek için kullanılır. Lugatta şu anlamlara gelir: Doymak, aşı tutmak, tadına bakmak, buğday, gıda, nefis yemek, balık oltasına takılan yem, rüşvet, haraç, ganimet, kazanç yolu, davet, obur, ikram eden, lokanta, boğaz, pençe, ön dişleriyle biraz yemek, güç yetmek, hurma yemişi olmak, semizlik, sedef vb. keresteyi süslemek, oyma yapmak, erkek güvercin, meyve tatlanıp olmak, lezzet, hoş yaşayışa sahip kişi, boğazın başı, yay.

İsrâiloğulları, Tevrat ininceye kadar Hz. İbrahim'in şeriatıyla yaşıyor lardı ve Allah bu şeriatta temiz yiyeceklerin hiçbirini haram kılmamıştı. Tevrat'tan sonra ise yahudilerin, insanları Allah yolundan alıkoymaları, haksız davranışları yüzünden, azgınlıklarının cezası olarak birçok mübah, temiz yiyecek onlara haram kılınmıştı.

İsrailoğulları büyük bir günah işlediklerinde, Allahu Teâlâ onlara ya bir yiyeceği haram kılıyordu ya da onları helak edici, zarar veren bir şeyi musallat ediyordu.

Yahudiler, kendi suçlarından dolayı helal iken haram kılınan en leziz, en temiz ve en faydalı iç yağını, diğer insanlardan öç almak için 'Biz yemiyorsak onlar da yemesin' diye yıllarca kötülediler. Kara propaganda ile yıllarca insanları bu tabii yağlardan soğuttular. Bu zulüm ve aldatma hala devam ediyor.
 

İsrail'in kendine haram ettiği müstesna...

  • Yahudiler Hz. Peygamber'e 'Bize İsrail'in kendisine neleri haram kıldığını haber ver' dediler. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "O çölde kalırdı. Siyatikten rahatsızlandı. Deve eti ile deve sütünden daha uygun bir şey bulamadı. Bundan dolayı bunları kendisine haram kıldı" Onlar "Doğru söyledin" dediler.
İmam Ahmed'in rivayeti de şöyledir: Yahudiler Hz. Peygamber'e şöyle dediler: 'Ey Ebu'l Kasım, sana soracağımız bir kısım özel sorularımızı cevaplandır. Bunların cevabını Peygamber olmayan bilemez. İsrail'in kendisine hangi yiyeceği haram kıldığını bize bildir.' O da şöyle buyurdu:

"Tevrat'ı Musa'ya indiren hakkı için size soruyorum; İsrail'in oldukça ağır bir hastalığa yakalandığını, bu hastalığının uzayıp gittiğini ve bunun üzerine şayet Allah bu hastalığından kendisine şifa verecek olursa en çok sevdiği yiyecek ve içeceği kendisine haram kılacağını söyleyerek adakta bulunduğunu, en sevdiği yiyeceğin deve eti, en sevdiği içeceğin de deve sütü olduğunu biliyor musunuz?"
  • Hz. Yakub'da siyatik vardı. Gec eleri rahatsızlanıyor, gündüzleri ise iyileşiyordu. Bunun üzerine hastalıktan iyileştiği takdirde etler in içindeki damarları yemeyeceğine dair Allah'a yemin etti. Allah da Tevrat'ta, damarları İsrailoğullarına haram kıldı.
İbni Abbas (ra) ise, Hz. Yakub'un kendisine haram kıldığı şeyin Tevrat'ta İsrailoğullarına haram kılınmadığını, Hz. Yakub'un kendisine haram kıldığı şeyi, soyundan gelenlere de haram kıldığını söylemiştir. Bu sebeple Yahudiler, Hz. Yakub'un emrine uyarak onun haram kıldığı şeyleri yemez olmuşlardır.
  • Yâkub (as) bir gün Beyt-i Mukaddes'e giderken yolda insan şekline girmiş bir melekle karşılaştı. Onu hırsız zannederek münakaşaya tutuştu. Münakaşa esnasında melek, Hz. Yâkub'un ayağını incitti, Yâkub (as) çok ıztırap duydu. 'Eğer ayağımdaki arıza giderse sevdiğim yiyecekleri yemeyeceğim' diye adakta bulundu. Sevdiği yiyecekler deve eti ile deve sütü idi. Sonra ayağı geçti ve nezrettiklerini yemedi.
  • Yakub (as) 'Allahım bana on iki erkek çocuk verirsen, sağlıklı bir şekilde Beyt-i Makdis'e gelip, sonuncu oğlumu orada kurban edeceğim' diye adakta bulundu. Allahu Teala ona on iki çocuk ihsan etti. Bir süre sonra, Hz. Yakub'un karşısına bir melek çıkıp;
  • Ey Yakup, sen güçlü birisin. Güreşsek beni yıkabilir misin? dedi. Hz. Yakup'la melek güreşe tuttuştular, ancak birbirlerini yenemediler. Melek Hz. Yakub'u şiddetle sıktı. Meleğin bu sıkmasından siyatik hastalığı peyda oldu. Melek Hz. Yakub'a şöyle dedi:
  • Eğer istesem seni elbette yenerdim. Fakat ben sadece sana bir kez dokundum. Çünkü sen sağlığın yerinde olursa, Beyt-i Makdis'e gidip çocuğunu kurban etmeyi adamıştın. Allahu Teala sana bu hastalığı, çocuğunu kurban etme imtihanından kurtarmak için verdi.
Bu olaydan sonra Hz. Yakup meleğin bu sözünü unutarak, ne zaman Beyt-i Makdis'e çocuğunu kurban etmek için yönelse, melek gelir ve ona; 'Ben sana bu yüzden dokundum. Adağın yerine geldi. Oğlunu kesmene yol yoktur' derdi.
  • Hz. Yakub'un kendisine haram kıldığı şey, hayvanın sırtındaki yağlar hariç, iç yağı ve böbrek yağıdır.
 

Haram kılma yetkisi Allah'a ait olduğu halde Hz. Yakub'un şahsî tasarrufta bulunmasının hikmetleri

  • İnsanın bir şeyi kendisine haram kılmasından dolayı, Allahu Teala'nın da o şeyi, o kimseye haram kılması caizdir. Cenâb-ı Hakk "Sen bir şeyi kendine haram kılarsan, ben de onu sana haram kılarım!" buyurmaktadır.
  • Cenâb-ı Hak bu haram kılmayı, İsrail'in bizzat kendisine nisbet ettiği için, bu haramlığın onun içtihadıyla meydana geldiği anlaşılmaktadır. Bu haramlık nass ile olsaydı "Allah'ın İsrail'e haram kıldığı şeyler..." buyururdu. Peygamberler, içtihad edebilir, bir şeyin haramlığına hükmetmeleri caizdir. Bu tıpkı "İmam Şafiî at etini helâl addediyor; Ebu Hanife ise onu, haram sayıyor" denilmesi gibidir.
  • Taatlerdeki en büyük pay ve hisse, peygamberlere aittir. İçtihad yoluyla istinbât edip Allahu Teâlâ'nın hükümlerini ortaya koymak da, meşakkatli bir tâattir. Bu hususta da peygamberlerin payının bulunması gerekir. Onların bilgileri daha fazla, akılları daha aydınlık, zihinleri daha berrak ve keskin, Allah'ın onlara tevfik ve inayeti daha çoktur. Onlar içtihadlarına dayanarak hüküm verdiklerinde, ümmetlerinin muhalefet etmesi haramdır. İcmâ, içtihada dayandığında ona muhalefet etmek de haramdır.
  • Hz. Yakub'un şeriatına göre haram kılma, adakta bulunma gibidir. Adak vâcib olduğu gibi, Hz. Yakub'un şeriatında da tahrîmi (kendi kendisine haram kılmayı) yerine getirmek vâcibti. 
  • Yakûb (as), o şeyleri yemeyi seviyordu. Bir zahid gibi, nefsini ezerek Allah rızasını kazanmak için onları yemekten imtina etmişti. Bu imtina "tahrim" (haram kılma) ifadesiyle belirtildi. Hayırda ileri gidenlerin, nefsni öldürüp, kalbinin dirilmesi için, ruhlarını istila etmesin diye bazı şeyleri kendilerine haram kılmaları mümkündür.
Yakub Peygamber bir bacağında ya damar tıkanıklığı, ya da romatizma ve benzeri bir nedenden dolayı uykusunu kaçıracak kadar ıstırap duyuyordu. Hastalığı sebebiyle deve etini kendisine haram kılması, sağlık açısından diyetin önemli olduğuna işarettir.
Hataların başı üçtür, bu üçten altı hata doğar, toplam dokuz olur:

   1. Kibir
   2. Hırs
   3. Hased Bunlardan tokluk, uyku, rahatlık, mala muhabbet, övünmek ve baş olma sevdası doğar. Hadis-i Şerif
 

İç yağı

Enes ibn-i Mâlik şöyle demiştir: Bir Yahudi, Peygamber Aleyhisselâm'ı arpa ekmeği ve eritilmiş iç yağına davet etti de, Peygamber Aleyhisselâm da onun bu davetini kabul etti.

Efendimiz  bacak ağrılarının teskini ve tedavisi konusunda şöyle buyurur: "Orta büyüklükte bir Arap koyununun kuyruğu alınır; küçük parçalar şeklinde kıyılır ve eritilerek yağı çıkarılır. Sonra üçe taksim edilir; her gün aç karnına üçte biri yenilir."
Enes (ra) diyor ki : "En az yüz kişiye tavsiyede bulundum, hepsi de Allah'ın izniyle şifâ buldular."

Şu'be der ki: Haccac b. Yusuf döneminde yaşlı biri siyatik hakkında bana şunu anlattı: 'Yüce Allah adına sana yemin ediyorum; Eğer iyileşmeyecek olursan seni ya ateşle dağlayacağım ya da bir ustura ile traş edeceğim' dersin ve siyatik olan yere bu şekilde elini sürer, iyileşirsin.' Ben bunu denedim, Allah'ın izniyle şifa buldum.

Sığır ve koyun cinsinden hayvanların iç organlarından elde edilen yağa iç yağı denir. İç yağının en kalitelisi, besili hayvandan elde edilendir. Rutubeti tereyağından daha azdır. Bu sebeple ikisi birden eritildiğinde, iç yağı daha çabuk donar.

İç yağı boğaz sertliğine karşı faydalıdır. Üzerine sürüldüğü organı gevşetir ve koku yapar. Limon, tuz ve zencefil ile kokusu giderilir. İç yağı bağırsak yaralarına karşı faydalıdır, bu konuda keçinin iç yağı daha kuvvetlidir. Büyük abdest sırasında acı duyulduğu zaman, iç yağı ile lavman yapılırsa faydalıdır.

Beklemiş iç yağının besin değeri daha yüksektir. Erkek hayvanın iç yağı dişininkinden daha gıdalıdır. Bu yağlar, kalp-damar hastalıklarına çok iyi gelmektedir. Omega yağ asitleri, merada yayılan etlik küçükbaş hayvanların kuyruk yağlarında çok daha fazladır.
Gençlik yıllarında yeterli miktarda kuyruk yağı tüketen insanlarda, yaşlılık döneminde eklem rahatsızlıklarına daha az rastlanır. Küçükbaş hayvanların kuyruk yağı, %60 doymamış yağ asitlerinden oluşur.
 

İsrail

Ayet-i kerimede Hz. Yakub'tan 'İsrail' adıyla bahsedilmiştir. "İsrail" Hz. İbrahim'in oğlu Hz. İshak'ın oğlu Hz. Yakub'un lâkabıdır. Manası hakkında çeşitli tefsirler vardır:
  • "İsrâîl" kelimesinin anlamı Allah’ın kulu-Abdullah'tır. İbn Abbas hazretleri bu kelimeyi şöyle açıklar: İbranicede “isra” kul, insan demektir, “Îl” de 'Allah' demektir. Bu lakap Hz. Yakub’un halis kulu olduğunu belirtir.
  • "İsra" kelimesinin 'Allah’ın seçtiği' "Îl" kelimesinin ise 'Allah' manasında olduğu söylendiği gibi "İsra" kelimesinin sağlam yapmak ve bağlamaktan geldiği de söylenmiştir. Buna göre İsrail 'Allah tarafından sağlam bir şekilde güçlü olarak yaratılmış' anlamındadır.
  • Hz. Yakub’a İsrâîl adının verilmesi, onun hicret ettiğinde, gece yürümesinden dolayıdır. "İsrâîl; Yüce Allah’a geceleyin giden ve yürüyen, göçmen" anlamındadır. Buna göre ismin bir bölümü İbranice bir bölümü de Arapça demektir.
  • 'İsra' safvet manasındadır. Buna göre manası; 'Allah’ın safveti, seçtiği' demektir.
  • İsrail; 'Allah yolunda cihad eden komutan' demektir.
 

Benî İsrâil-İsrailoğulları

Benî İsrail, Yakub aleyhisselamın çocukları ve onların soylarından gelen, Hz. Musa'nın kavmini ifade eden bir kavmin adıdır. Kuran'da 41 yerde geçer.

Kuran'da Yahudilerden hem 'Benî İsrâil' adıyla hem de 'Hûd, yehûd, hâdû' isimleriyle bahsedilmektedir. Ancak 'Yehûd' kelimesi sadece Medeni surelerde zikredilir. 'Benî İsrail' tamlaması ise Mekkî surelerde de yer alır. 

Mekke'de Yahudi nüfusu yok denecek kadar az olduğu için hicretten önce nazil olan surelerin hiçbirinde 'Ey İsrailoğulları' diye bir hitap yer almaz. Mekkî surelerde İsrailoğullarından bahsedilmesi, geçmiş kıssalara aşina olan ve yahudilerden bilgi desteği alan Mekke müşriklerinin kıssadan hisse almaları içindir.

Hz. Yakub'un çocukları olan Yahudiler, Kur'an'da "Benî Yakub/ Yakub'un çocukları" tabiri yerine "Benî İsrail/İsrailoğulları" ifadesi ile anılmışlardır. Bu hitabın tercih edilmesi, muhatapları etkilemeye yöneliktir. Çünkü bu isim Allah'a kulluğu ve itaati ifade etmektedir.
Yahudilerin babası olan Hz. Yakub'un samimî bir İsrail/Allah'ın kulu olduğuna gönderme yapmaktadır.

Bir kimseyi Allah'a itaat etmeye çağırırken ona: "Ey filancanın oğlu, Allah'tan kork" demek ayrıdır; "Ey gece gündüz Allah'a kulluk eden o salih babanın oğlu! Sen de onun gibi Allah'a itaat et!" demek ayrıdır. Bu ikinci ifadenin muhatap üzerindeki tesiri çok daha büyüktür.
 

De ki; Tevrat'ı getirin de okuyun, eğer sadıksanız.

  • Hz. Peygamber onlardan Tevrat'ı getirmelerini istemişti. Onlar rezil olmaktan korkmuş, Tevrat'ı getirmekten kaçınmışlardır.  
Bu durumda, Hz. Peygamber'in nübüvvetinin delillerini güçlendirecek pek çok şey ortaya çıktı. Hz. Peygamber okuma yazma bilmeyen ümmî bir zâttı. O'nun, semadan inen bir haber olmaksızın, Tevrat'ın ilimlerinden olup kapalı bulunan bu meseleyi bilmesi imkânsızdır.
Onların yalan söylediği, Tevrat'ta olmayan şeyleri bazen Tevrat'a nisbet ettikleri, bazen de Tevrat'ta olan şeyleri ikrar etmekten kaçındıkları herkese malûm olup, ortaya çıktı.
  • Yahudiler Hz. Muhammed'e "Sen, Hz. İbrahim'in dininde olduğunu iddia ediyorsun. Eğer böyle olsaydı, Hz. İbrahim'in dininde haram olduğu halde, devenin etini ve sütünü nasıl yiyebilirsin?" demişler ve bu cümleyi, O'nun peygamberlik iddiasının doğruluğuna zarar veren bir şüphe addetmişlerdir. Hz. Peygamber de, bunun Hz. İbrahim, İsmail, İshak ve Yakub'a (as) helâl olduğunu, ancak Yakub'un bir sebepten dolayı onu kendisine haram kıldığını ve bu haramın Yakub'un soyu için de devam ettiğini söyleyerek cevap vermiş. Yahudiler bunu kabul etmeyince de onlara Tevrat'ı getirmelerini emretmiş ve onlardan, devenin etinin ve sütünün Hz. İbrahim'e haram kılınmış olduğuna delâlet eden bir âyeti Tevrat'tan bulup çıkarmalarını istemişti; onlar da bundan âciz kalarak rezil olmuşlardır.
✧ Altı şey amelleri mahveder:

   1. Halkın ayıbıyla meşgul olmak
   2. Kalp katılığı
   3. Dünya sevgisi
   4. Haya azlığı
   5. Uzun emel
   6. Zulme devam etmek  

Tevrat

Allah'tan gelen dört büyük kitaptan ilkidir. İbranice Tura kelimesinin Arapçalaşmış biçimi olan Tevrat; kanun, ittifak, birlik, anlaşma, sözleşme anlamındadır.

Kur'an-ı Kerîm'in yedi ayrı suresinin 16 ayetinde (Âl-i İmrân, 48, 50, 65, 93; Maide, 43, 44, 46, 66, 68, 110; Âraf, 157; Tevbe, 111; Feth, 29; Saf, 6; Cum'a, 5) Tevrat kelimesi geçmektedir.

Tevrat’ı oluşturan bölümler: Tekvin, Çıkış, Levliler, Sayılar ve Tesniye’dir. Tekvin bölümünde, evrenin yaratılışı, Nuh Tufanı, İbrahim, İsmail, Yakup ve Yusuf peygamberlerle onların öyküleri anlatılır. Çıkış kitabında ise, Hz. Musa'nın yaşamı ve Beni İsrail’in Mısır’dan çıkarılışı ele alınır. Leviler bölümünde de, ibadet ve temizlik kuralları, din adamları ve onların statüsü, görevleriyle birlikte, İsrailoğullarının Mısır’dan çıkıp Kızıldeniz’i geçerek çöle geldikleri sıradaki yaşamları anlatılır. Sayılar bölümünde ise, dinsel günler, nüfus belirlenmesi, dinsel kuralların değeri ve uyulacak ilkelerden söz edilir. Son bölüm olan Tesniye’de de, daha önce belirtilen kurallar yinelenerek, İsrailoğullarının başından geçenler sıralanır. Musa Peygamber‘in yaşamı anlatıldıktan sonra, onun ölümü ve gömülmesi en son olarak işlenir.

Bugün Yahudilerin elinde bulunan Tevrat, Hz. Musa'ya gönderildiği biçimiyle korunmuş bir kitap değildir. Zaman içinde, Tevrat’ın aslı kaybolmuş ve Yahudi din adamları tarafından İncil gibi, yeniden yazılmış, değişikliklere uğramıştır. Günümüz Yahudileri de Tevrat'ın Hz. Musa'ya Allah tarafından vahyedildiğini, ancak zamanla tahrife uğradığını açıklamışlardır. Halen elde mevcut olan Tevrat'ta birçok tenakuzun tesbiti de bunun delilidir.

"Ey İsrailoğulları! Cahiller yanında hikmetli söz söylemeyin, zalim olursunuz. Hikmet ehlini bulursanız onlardan hikmeti esirgemeyin, yoksa yine zalim olursunuz. Zalimlere sevgi bağışlamayın, yoksa fazileti yitirirsiniz."
"Ey İsrailoğulları, insanlar arasında bulunan işler üçtür:
  • Doğru ve hidayet olduğu bilinmektedir; onu yapınız.
  • Batıl ve dalalet olduğu kesin bilinmektedir; ondan sakınınız.
  • Hidayet mi, dalalet mi olduğu hususunda ihtilaf ettiğiniz şüpheli şeylerdir. Onu da Allah'a havale ediniz. "
 
 
 

Te'vilâtı'n Necmiyye'den

Allah mahlukatı üç sınıf olarak yaratmıştır:

1. Ulvi, ruhani, latif, nurani melek olanlar. Bunların gıdası kendi cinslerinden; zikirdir. İbadet için yaratılmışlardır.

2. Hayvani, cismani, süfli, kesif, zulmani olanlar. Onların gıdası kendi cinslerinden kılınmıştır. İbadet ve hizmet için yaratılmışlardır.

3. Meleki, ruhani cevher ile hayvani, cismani cevherden mürekkep olan insanlar. Ruhani gıdaları zikir, cismani gıdaları yemektir.

Yaradılış sebepleri kulluk, marifet, hilafettir. Bunlar da üç sınıftır:
Birinci sınıf; nefsine zulmedenler. Hayvani yönleri ruhani yönlerine galip gelenlerdir. Cismani gıdalarını artırıp ruhani gıdalarını kesmişlerdir. Öyle ki; ruhları ölür, nefisleri tamamen kendilerini istila eder. 'Onlar hayvanlar gibidir, belki daha da aşağıdırlar.' (Araf, 179)

İkinci sınıf; Muktesitler. Bunların ruhi ve hayvani yönleri eşittir.

Üçüncü sınıf; Hayırlarda yarışanlardır. Bunların ruhani yönleri hayvani yönlerine galip gelmiştir. Ruhani gıdaları olan zikri çoğaltıp hayvani gıdaları olan yemeği azaltmışlardır. Nefisleri ölmüştür. Çünkü ruhu kuvvet kazanmıştır. 'İşte onlar yaratılmışların en hayırlısıdır.' (Beyyine, 7)

Onlara her şey helal, ancak nefsinin ölmesi, kalbinin hayatı ve ruhunun istilası için vahiy ve ilham inmeden önce haram ettiği haramdır. Mücahedat, müşahedat iras eder, denilmiştir.

Belagat

 'Bütün yiyecekler helaldi' cümlesinde كُلُّ tesis ifade etmiştir.'Bütün yiyecekler helaldi' cümlesinde umum söylenmiş, hususi olarak yenilmesi helal olan bütün yiyecekler kastedilmiştir. Yoksa içki, ölü hayvan eti gibi şeyler o zaman da haramdı.

 ' حِلاًّ '  Kelimesi masdardır. Dolayısıyla müzekkere ve müennese sıfat olmada eşit olduğu gibi müfret ve cemi oluşta da eşit olan bir kelimedir.

 ' حِلاًّ  - Helal' ile ' حَرَّمَ - Haram kıldı' arasında tibak-ı icab vardır. Biri isim, biri fiildir.

 'İsrail'in kendine haram ettiği' sıfatlı kinayedir. Ve Hz. Yakub'un kıssasına işaret edip geçilen telmihtir.

 'Bütün yiyecekler İsrailoğullarına helaldi, İsrail'in kendine haram kıldığı müstesna' cümlesi; kasr-ı mevsuf alessıfat, kasr-ı kalp, kasr-ı ifrad ve tayindir.Delalet-i tazammuniyesi ile; peygamberlerin kendileri hakkında ibadet maksatlı bazı yükümlülükler uygulayabileceğini anlarız.

 'Tevrat indirilmeden önce' tabiri de vasıtalı kinayedir. Yani Hz. Musa peygamber olarak gönderilip, yeni hükümler bildirilmeden önce, demektir.

 'De ki; Tevrat'ı getirin' ifadesinde de zamir yerine Tevrat ismi bir daha zikredildi, zihne yerleştirmek, tahsis içindir.Burdaki emir Yahudileri kınamak ve susturmak içindir. Onların yaptıklarının son derece çirkin olduğunu gösterir.

 İlk geçen توْرَاة , Hz. Musa'ya indirilen asıl Tevrat'tır. İkinci zikredilen Tevrat; Efendimiz  dönemindeki Yahudilerin ellerinde bulunan Tevrat'tır, cinas-ı tam ve reddül acez alessadridir.

 فَأْتُوا fiili ile فَاتْلُو arasında cinas-ı nakıs vardır, harf ihtilafı birden fazladır. Ayrıca iştikaka mülhak olmuştur, ilk okuyuşta aynı fiil kökünden gelmiş izlenimi vermektedir.

 'Sadıksanız Tevrat'ı getirin, okuyun' emri mantık yollu kelamdır.اِنْ كُنْتمُْ صَادِقِين ' da şart edatının maziye gelmesi insafa davet içindir.

 قَبْلِ ile  قُلْ kelimeleri arasında da cinas-ı nakıs vardır.
 

Âl-i İmrân Sûresi 94. Ayet

فَمَنِ افْتَرٰى عَلَى اللّٰهِ الْكَذِبَ مِنْ بَعْدِ ذٰلِكَ فَاُولٰٓئِكَ هُمُ الظَّالِمُونَ

94- Artık bundan sonra Allah ﷻ adına kim yalan uydurursa, onlar zalimlerin ta kendileridir.

 

Yemeklerin haram kılınması, kıblenin değişimi meselesinde nesih yoktur, diyen yahudilerin ve bunlar gibi yalan iddialarda bulunanların zalimlik damgası yediğini görüyoruz. Allah'ın buyruklarını hayata geçirmemek kötü, daha ileri gidip inkara, iftiraya kalkışmak çok daha çirkin bir rezalettir. Kendini aklamak için başkasını suçlamak, iftira atmak hele de atılan iftira Allah ve Rasulü'ne karşı olursa ne büyük şirretlik, ne adi bir yüzsüzlüktür!

Bu tür isyanlar önce nefsin kibri, ucbu, hevası, şan şöhret sevdası, tembellik belası ile başlıyor. Asr-ı saadetteki Yahudileri gözden geçirirsek; yaptıkları kalleşlikleri, Efendimiz'e düzenledikleri suikastleri, hükümleri bile bile değiştirdiklerini, vatandaşlık sözleşmelerini bozduklarını ve müslüman kadının iffetiyle oynadıklarını görüyoruz.

Küfür bir millettir. Kalpler birbirine benzer. Zaman-mekan ne olursa olsun, iman, ikan olmadıkça durum aynıdır. Böyle olmak için Yahudi ırkından olmak da gerekmez. İmansız, kibirli, hasut olmak da yeterli sebeptir.

İftiracıların, özellikle Allah'a karşı bu cüreti gösteren kimselerin zalimlikle vasfedilmesi çok manidardır. Şöyle ki; Zulüm bir şeyi kendi yerine koymamak, hakkını vermemek, haddi aşıp itidalden çıkmaktır. İster itikat, ister ibadet, ister ahlak mevzuunda olsun fark etmez. Bu haddi aşmanın en şiddetlisi, en korkuncu inanca ait olanıdır. Çünkü insanın imanı, vücuttaki kalp mesabesindedir. O durdu mu dini hayat biter. İnsanlık, insaf, adalet, sadakat diye bir şey kalmaz. Sahibi hayvandan aşağı bir derekeye düşer. Kendine verilen istidadı kötüye kullandığı için zalim vasfını alır. Hiçbir hayvan için kullanılmayan 'Zalim' vasfı, bu nedenle sadece insana verilir. Yani insanlığı aşmış, hudud-u ilahiyi çiğnemiş bedbahtlara...

Böyle insan nasıl zalim olmasın ki? Kendini yaratan, yaşatan, hayatının idamesi için her türlü imkanı ayaklarına seren, halen bütün azalarını çalıştıran, ihsanını hiç kesmeyen Rabb-i Kerimi'ni inkar ediyor. Ona isyan etmeye aldırmıyor.

İftira ve yalanlarla inkarını, küfrünü meşrulaştırmaya çalışıyor, kendine yandaş arıyor. Sapıyor, saptırıyor, fani dünyaya kanıp ebedi hayatı unutuyor. Kara vicdanını inkarın kara haberleriyle rahatlatıyor. İleriyi düşünmeden, hukukullahı, hukuk-u ibadı hesaba katmadan, süfli bir hayatı yaşıyor. Aklı, fikri, bedeni ve bütün imkanları şerre çalışıyor. Tıpkı Ebu Leheb'in 'Ben bu dini yıkmak için yığın yığın mal harcadım' demesi gibi. Onun gibi yaşıyor, onun gibi ölüp, onun gibi dirilecek.

Bütün bunlara rağmen, şanı büyük, rahmeti geniş Rabbimiz, 'İşte onlar zalimlerdir' cümlesinde mübteda ile haber arasına zamir-i fasıl getirerek haber olan 'zalimler' kelimesinin sıfat anlaşılmasına mani oluyor. Yani bu zulüm, görmek, işitmek gibi kalıcı bir sıfat değil. İsterlerse bırakabilir, vazgeçebilir, adil olabilirler. Tevbe kapısı açık, imtihan bitmiş değil, hodri meydan! Gayret kuldan, muvaffakiyet Allah'tan. O zamir aradan çıkmış olsa cümle sıfat tamlaması olarak sabitleşir, yollar kapanırdı.
 

Kim bundan sonra Allah'a iftira atarsa, işte onlar zalimlerdir.

Bu haram kılmanın Hz. Yakub tarafından olduğuna ve ondan önce haram kılınmadığına dair bir hüccet ortaya çıktıktan sonra kim Allah hakkında iftira atarsa, işte onlar Allah'ın azabına müstehak olmuş kimselerdir. Çünkü onların küfrü, hem kendileri, hem de dinden saptırdıkları kimseler için bir zulümdür.

Yani Allah peygamberlerini gönderdikten, kitabını indirdikten sonra kim Allah'a iftira edecek olursa, 'Allah şunu helal kılmıştır, bunu haram kılmıştır' diye Allah'ın helal kıldığını haram, haram kıldığını helal sayan şeyler söylerse, onlar zalimlerin ta kendileridir. Günümüz için de aynı ayetler geçerlidir. Şu anda da insanlar helal olan bir çok şeyi haram kılmış, dinin har am kıldığı şeyi de helal kılmışlar, bunu kanunlarla korunur hale getirmişlerdir. Allahu Teala onlar için 'İşte zal imler onların ta kendileridir' buyuruyor.
 

Hz. Ömer halife iken huzuruna bir hırsız getirdiler. 'Niçin hırsızlık yaptın?' diye sorunca, hırsız; 'Çaldıysam Allah'ın takdiridir. Allah benim çalmamı takdir etmiş ki çaldım' dedi.

Hz. Ömer bu sözleri söyleyen hırsıza iki ceza birden verdi: Hem elini kestirdi, hem de dayak attırdı. Hadiseye şahit olanlar, neden böyle yaptığını sordular. Hz. Ömer şu cevabı verdi:

- Hırsızlık yaptığı için elini kestirdim. Allah'a iftira attığı için dayak attırdım. İftira atanın hakkı dayaktır!

 

İftira

İftirâ kelimesi ve türevleri, Kurân-ı Kerim’de toplam 60 yerde geçer. Bâtıl, boş, yalan, asılsız ve iftira anlamına gelen “zûr” kelimesi de Kuran’da 4 yerde geçer. İftirâ ve hayrette bırakan şenî ve yalan söz anlamına gelen bühtân kelimesi ise 6 âyette kullanılır.

İftira; olmayan bir şeyi olmuş gibi anlatmak veya nakletmek, birine asılsız yere bir suç yükleme, başkalarına kara çalmaktır.

Gıybet, başkası hakkında ileri geri konuşmak, başkalarını memnun olmayacakları şekilde anmak, iftira ise; aslı astarı olmayan kötü şeyleri başkaları hakkında uydurup söylemek, hatta bunu yaymaktır.

Hz. Peygamber İslâm’a yeni girenlerden biat alırken Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamak, tevhid, hırsızlık ve zinâ yanında; iftirâ etmemeyi de zikredip bu konuda da söz almıştır. Çünkü iftirâ İslâm’a girer girmez bir müminin hemen bırakması gereken çok önemli bir suçtur. Yine Kur’ân-ı Kerim, Rasûl-i Ekrem’e biat etmeye gelen kadınlar heyetinden, iftirâ uydurmama konusunda da biat etmelerini emreder (Mümtehine,12).

İftirâ bir yalan türüdür, hem de yalanın en çirkinlerindendir. O yüzden yalanla ilgili tüm uyarılar, aynı zamanda iftirâ için de, hem de daha ağır bir şekilde geçerlidir. İftirâda kesin ve büyük çapta kul hakkı sözkonusudur.

İftira huyunun sebebi, yükselme ve dünyalık toplama arzusudur. Veya kıskançlıktır, bir kimseyi, bir şeyi elde etmek veya o şeyi başkalarından kıskanıp, zarar verme düşüncesinden kaynaklanır. İnsanoğlunun çeşitli arzu ve beklentileri vardır. Bu beklentilerine bazen erişemeyebilir. Böyle bir durumda, bazıları kendi kaderine râzı olurken; bir kısım insanlar da arzu ettiklerini zorla elde etmeye çalışırlar. Her halükârda, dünya için önemli olan bir nesneye karşı olan zaafın neticesinde iftira yapılır.

İftirâda birisinin, birilerinin huzurunu, mutluluğunu bozmak gâyesi güdülür. Rûhî, psikolojik bir acı, elem, sıkıntı, eziyet vermek hedeflenir. İftirâya uğrayan bütün benliğiyle bu ıstırabı hisseder. Bu psikolojik saldırı fiziksel işkenceden daha ağır bir yüktür. İftirâ, âdetâ insanın rûhunu dövmek, yumruklamak, kesmek, yakmak, kurşunlamak gibidir. Bu acılara dayanamayan ruh, rahatsızlığını bedene yansıtır, hastalıklar meydana gelir. Son derece tahrip edici, iftirayı yapan için de, iftira edilen için de oldukça rahatsız edicidir.

İftiradan dolayı zarara uğrayan kişi mazlum konumundadır. İftira eden günün birinde bu yaptığı çirkin işin zararını mutlaka görür.

İftira sonucunda insanlar arasındaki sevgi ve dostluk zayıflar; dayanışma ortadan kalkar. İnsanlar birbirine güvenmez olurlar. Bu güvensizlik, sosyal hayatı felce uğratır. İftira, toplumdaki güzellikleri yakan bir ateştir.

Yapmadığı bir suçla itham edilmesini bir yana bırakalım, insan yaptığı bir hatanın bile başkaları tarafından dile dolanmasından rahatsızlık duyar, incinir. Bir insanın diğer insanlardan beklediği şey, takdir edilmek, onların tahsînine, iltifatına mazhar olmaktır. İnsan, bundan mutluluk duyar. Bu doğal beklentisinin tam tersi bir tutumla, hele de iftirayla karşı karşıya gelen insan bir yıkım ve çöküş yaşar.

İftira, adâletin etkisini kaybettiği zamanlarda yaygınlaşan ahlâkî bir hastalıktır. Çünkü adâletsizlik ve tâkipsizlik, kötü fiillerin yaygınlaşmasına yol açan başıboşluğa sebep olur. İftiranın en ağırı namus üzerine atılan iftiradır.

Kuran’ın ifadesiyle, şirk koşanlar, zulme sapanlar, din adına yalan söyleyenler, ya da kendi kafalarından din uyduranlar, Allah adına aslı astarı olmayan inançlar ve hükümler uyduranlar iftira içindedir. İftiranın bu çeşidi çirkinlik bakımından daha kötü, zarar verme bakımından daha geniştir.

Günümüzde iftira kampanyaları medya tarafından tehlikeli bir şekilde yapılmaktadır. Medya sahiplerinin, yazarların, muhabirlerin işlerini titizlikle yapmaları, toplumu birbirine düşürecek işlerden kaçınmaları gerekir. Yeterli araştırma yapmadan müslümanlar hakkındaki hususları, yabancı ve yabancılaşmış yerli ajansların haberlerini hemen tasdik edip doğru diye etrafa yaymak, tamamen iftira suçunu işlemektir.

✦ Kim bir mü'mini bir münâfığa (gıybetçiye) karşı himâye ederse, Allah da onun için, Kıyâmet günü, etini cehennem ateşinden koruyacak bir melek gönderir. Kim de müslümana kötülenmesini dileyerek bir iftira atarsa, Allah onu, Kıyâmet günü, cehennem köprülerinden birinin üstünde, söylediğinin (günahından temizlenip) çıkıncaya kadar hapseder. Hadis-i Şerif

✦ İftira yönüyle insanların en büyüğü, bir adamı hicveden ve tümüyle bir kabileyi hicveden kimsedir. Kezâ, babasını inkâr edip annesini zinâ ile itham eden kimse de böyledir. Hadis-i Şerif

✦ Benim ağzımdan yalan söylemek, başka bir kimse ağzından yalan söylemek gibi değildir. Kim bile bile benim ağzımdan yalan uydurursa, ateşteki yerine hazırlansın. Hadis-i Şerif

✦ Benden çok hadis rivâyet etmekten kaçının. Her kim benim üzerimde (benim ağzımdan) bir şey söylemek isterse, hak veya doğru söylesin. Kim, benim söylemediğim bir sözü, kasden uydurup bana isnad ederse, cehennemdeki yerine yerleşsin. Hadis-i Şerif

✦ Kim yalan olduğu zannedilen bir sözü benden (bana nisbet ederek) rivâyet ederse, kendisi de yalancılardan biridir. Hadis-i Şerif

✦ Üç şey yalan ve iftirânın en büyüklerindendir:

    1- Kişinin, kendi babasından başkasına nesep iddia etmesi;

    2- Rüyâsında görmediği bir şeyin kendisine rüyâda gösterildiğini iddiâ etmesi;

    3- Rasûlullah’ın söylemediği bir şeyi ‘söyledi’ demesi. Hadis-i Şerif

✦ Âhir zamanda birtakım deccallar, yalancılar çıkacak. Size, sizin ve babalarınızın işitmediği hadisler getirecekler. Aman onlardan sakının! Sizi sapıtarak fitneye düşürmesinler! Hadis-i Şerif

✦ Her işittiğini söylemek, bir insana yalan olarak kâfîdir. Hadis-i Şerif

✧ İftira, kılıçtan daha zâlim bir silâhtır, çünkü iftiranın açtığı yaralar hiçbir zaman kapanmaz.

✧ Bir iftira, başka iftiralar doğurur ve yerleştiği yerde sonsuza kadar kalır.

✧ Hiçbir şey iftira kadar yüksek bir hıza sahip değildir; bu kadar kolaylıkla söylenemez; bu kadar kolaylıkla inanılmaz ve bu kadar geniş alana yayılmaz.

✧ İftira kötü köpek gibidir, kaçanın ardından ürür, pervâsızca yüzüne baktın mı sesini keser.

✧ İftira, eşek arısına benzer, onu ilk vuruşta öldüremeyecekseniz, hiç dokunmamak daha iyidir.

✧ İftira korkunç bir şeydir. Onu yok etmeye çalışırsanız, kuvvetlenir, canlanır. Kendi haline bırakırsanız, kuvvetini yavaş yavaş kaybeder, sonunda yıkılır gider. İftiraya en iyi cevap, sessiz kalarak verilir. İnsan iftirayı ancak önem vermemekle yenebilir.

✧ İftira; edileni değil, edeni kirletir. İnsan, genellikle başkalarına sürmek istediği çamura bulanır.

✧ Buz kadar lekesiz, kar kadar temiz olsan bile, iftiradan kurtulamazsın.

✧ ‘Allahu ekber’ diye tekbir alınca kalbin dilini yalanlamasın. Allah (cc) senin yalancı olduğunu bilir. Eğer hevan Allah’ın emirlerinden daha galipse sen Allah’tan daha çok hevana itaat ediyorsun demektir.

✧ İki yüzlülüğü, dalkavukluğu beceren, iftirayı da becerir.Bir insan için en büyük meziyet “emin” bir şahsiyet olmaktır. Her manasıyla güvenilir bir insan olmak ve çocuklarımızı da bu yolda terbiye etmek, şahsımız için en büyük vazifedir.

 

Belagat

 افْتَرٰى ile الْكَذِبَ  arasında muraat-ı nazır vardır.

 İftiranın yalan olduğu zaten açıktır, 'Kim Allah'a yalan iftira ederse' cümlesinde meful olarak الْكَذِبَ 'nin gelmesi, itnabdan iygaldir.

 ' مِنْ بَعْدِ ذٰلِكَ Bundan sonra'; vasıtalı kinayedir: Yani; Tevrat'ta yazılı ayet ve hükümleri okuyup, neyin helal kılındığı iyice anlaşıldıktan sonra...

 'İşte onlar zalimlerin ta kendileridir' Dal bil ibaresiyle; ayetleri gizlemenin bir haksızlık, zulüm olduğunu bildirir.

 الظَّالِمُونَ 'de müsnedin marife gelmesi; marifeyi marifeyle tarif, tahsis ve müsnedin kemalde büyüklüğünü bildirmek içindir. Yani onlar zalimlikte son derece ileri gitmiş, iyice haddi aşmışlardır.

Âl-i İmrân Sûresi 95. Ayet

قُلْ صَدَقَ اللّٰهُ فَاتَّبِعُوا مِلَّةَ اِبْرٰهٖيمَ حَنٖيفاًۜ وَمَا كَانَ مِنَ الْمُشْرِكٖينَ

95- De ki: ‘Allah ﷻ doğru söylemiştir, öyleyse İbrahim’in muvahhid dinine uyun, o hiçbir zaman müşriklerden olmadı.

 

Allah'a iftira atan zalimlere mukabil, Allah ﷻ sadıktır. Kullarına rahmet-i ilahi olarak hakkı, gerçeği unutmadan, şaşırmadan, dosdoğru beyan eder. Risalet vazifesiyle gönderdiği elçileri de sıdk, fetanet, emanet, tebliğ, ismet gibi mümtaz sıfatlarla tezyin eylemiş. Onları özü, sözü, iç dışı bir, berrak, mübarek şahsiyetler kılmış.

Tağlib yoluyla onlardan bir örnek, Hz. İbrahim... O'nun dinine uymasını son peygamber Hz. Muhammed'e ve onun şahsında bütün insanlığa emir buyruluyor. Onun şirk koşmadığını ilanla hem onu, hem yukarıda bahsedilen şirk ve iftira sahiplerine tariz ediliyor. (İdmac sanatı)

Ayrıca boyutları Hz. İbrahim'e dayanan yalan ve iftiralardan Hz. İbrahim'i tenzih ediyor. İlk kurulan mescid konusunda yapılan tartışmalarda ehl-i kitabın fasid istidlalleri çürütülüp hükm-ü ilahi tebarüz ediyor.
 

De ki; Allah doğru söylemiştir.

• Allah, deve eti ve sütünün Hz. İbrahim'e helâl olup; Yakub (as) onu kendine haram kıldığı için İsrailoğullarına da haram olduğu hususunda doğruyu söylemektedir."

• "Allah, diğer yiyeceklerin İsrailoğullarına helâl olduğu, bunların ise, onların kötü fiillerine bir ceza olmak üzere, haram kılındığı hususunda doğru söylemektedir."

"Allah doğruyu söylemiştir" ifadesi, Kuran'da zikredilenlerin Hz. Muhammed'in sözü olmayıp Allah kelâmı olduğuna ve yahudilerin yalan söyledikler ine işaret eder. Çünkü birbirine zıt iki haberden biri doğru ise diğeri mutlaka yal andır. Dolayısıyla burada Allah'ın doğru söylediği bildirilince yahudilerin yalan söyledikleri kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.
 

İbrahim'in tevhid dinine uyun.

"İbrahim'in dini" diye çevrilen "millet-i İbrahim" tamlaması, Hz. İbrahim'e bildirilmiş olan ve bütün peygamberler tarafından benimsenip tebliğ edilen ilâhî ilkeleri, topyekûn bir inanç sistemini ifade eder. Hanif; bütün sahte bozuk dinlerden yüz çevirmiş demektir.

Bu emirden maksad, Hz. Muhammed'in inanç ve ahlak bakımından Hz. İbrahim'in dini üzere olduğunu bildirmektir.

Ahkam bakımından; Hz. İbrahim'in dini üzeredir; Hz. Muhammed, o bahsedilenlerin helâl olduğu hükmünü bildirince, Hz. İbrahim de onun helâl olduğuna hükmetmiş olur.

Usûl (inanç) bakımından onun dini üzere olmasına gelince, Hz. Muhammed sadece tevhide ve Allah'tan başka her türlü ma'buddan uzak kalmaya davet eder. Hz. İbrahim de bu inançtadır.

Hz. Muhammed yeni bir din uydurmamıştır. Ona vahyedilen Kuran; bütün hak dinlerde var olan ancak unutulmuş veya tahrif edilmiş evrensel ilkeleri içermektedir. O geçmiş peygamberlerin bir devamıdır.

Hz. İbrahim Allah'ın halilidir. Ona uymamız emredildiğine göre, onun gönül dünyasındaki ihlası, samimiyeti de yaşamamız emredilmiş demektir. Bir kişi, bütün taat ve ibadetleri yapsa da kalbinde muhabbeti Allah için halis ve muhlis etmezse o kişi soğuk demiri dövüyor demektir.

Hz. İbrahim'in milletine tabi olmanın alametleri:

   1- Hakka tabi olmak

   2- İslam dışındaki bütün dinlerden yüz çevirmek

   3- Evliyaullahı sevmek

   4- Allah'ın düşmanlarını düşman bilmek
 

Tevhid dini

İslam dini ve medeniyeti; kaynak olarak vahye, imamet olarak risalete, uygulama olarak sünnete, inanç olarak tevhide, yöntem olarak tebliğ, hicret ve cihada, beşeri tavır olarak uhuvvete, kardeşliğe dayanır.

İslam teslim’dir. Teslim ise yakindır, yakin tasdiktir. Tasdik ikrar, ikrar eda, eda da ameldir.

İslamiyet'in içinde hiç bir kötülük, İslamiyet'in dışında da hiç bir iyilik yoktur. Ebu-l Vefâ

Müslümanın her şeyi müslümana has olmalıdır. Yemesi, içmesi, giymesi hep Allah tarafından belirlenmiştir.

Kafir ile musluman dış görünüşünden birbirlerinden ayırt edilmelidir. Müslüman kadın ve erkek öyle giyinmelidir ki kafirlere benzemesinler.

Müslüman sadece söylediklerinden, yaptıklarından değil, söylemesi gerekirken söylemediklerinden, yapması gerekirken yapmadıklarından da sorumludur. Müslüman kimliğinden utanan değil o kimliğe layık olmadığı için kendinden utanan kimsedir.

İnkarı gerekeni inkar etmedikçe, kabul edilmesi gerekeni kabul etmedikçe iman edilmiş olmaz.
 

O müşriklerden değildi.

Hz. İbrahim Allah'tan başka hiçbir şeye tapmamış, şirk kuşkusu taşıyan her türlü sapkın görüşten uzak, Allah'ın birliğine inanan ve yalnız O'na kulluk eden yüce bir peygamberdi. Bazısının güneşe ve aya, Arapların putlara tapmaları; Yahudilerin Üzeyr (as)'in Allah'ın oğlu olduğunu iddia etmeleri ve hristiyanların, Hz. İsa'nın Allah'ın oğlu olduğunu iddia etmeleri gibi, Allah'a şirk koşmamıştı.

Bu cümle, Hz. İbrahim'le yahudiler arasında bir alaka olmadığını açık şekilde beyan eder.

'İbrahim müşriklerden değildi' cümlesi kinaye ile 'Siz müşriksiniz' demektir. Allah'ın helâl kıldığı bir şeyi papazlar, rahipler veya hahamlar har am kılar, ehl-i kitap da onlara uyar, din adamlarını ilah yerine koyarlardı.
 

Hz. İbrahim

O; put işlerine bakan, put yapan bir yetkilinin oğlu olduğu halde, puta tapmamak için, o bakanlığın kendisine verdiği imkanları kabul etmedi. Allah'a ibadet ve itaat hürriyetini seçince toprağında hiçbir sebze nin ve meyvenin yetişmediği Mekke'ye yerleşmeyi terc ih etti. Babil'de bir eli yağda, bir eli balda yaşamayı terk edip bir otun bil e bitmediği Mekke'de yaşamayı seçti. Su da yoktu, oraya varmasıyla Allah ona su lütfetti.

İbrahimce duruş: Kurtuluşu ateşin sönmesinde değil, yanmasında bilmektir.

İbrahimce yanış; Rabbine ateşten önce teslim olmak, O'na teslimiyette ateşten çok yanıp tutuşmaktır.

İbrahimce diriliş; Yanmayı göze alarak, ateşe "yanma"yı öğretmektir. 'Serin ve selamet'i bağrında göstererek, ateşe "yandığını" hatırlatmaktır.

İbrahimce okuyuş; ateşe atanı da, ateşe atılanı da, ateşi de kaderin içinde okumaktır. Nemrut nefsine; "atan sen değilsin, Allah'tır" dedirtmektir.

İbrahimce yöneliş; günahın ortasında "serinlik ve selam" olan rahmetten ümitlenmektir.

İbrahimce biliş; günahsızlığın kurtarmayacağını, günahkârlığın batırmayacağını öğrenmektir. Günahsızlığıyla övünenin yanacağını; günahın mahcubiyetiyle yananın kurtulacağını anlamaktır.
 

Hz. İbrahim mancınığa konunca yer, gök, melekler, her yer ağladı. ‘Bize izin ver ona yardım edelim’ dediler.

Ateş de ağlayarak şöyle dedi:

‘Allah’ım Sen beni Âdemoğullarının emrine verdin. Hâlbuki senin dostunu benim ile yakacaklar. Sonra Allah onlara şöyle bildirdi:

'Eğer kulum bana dua eder yalvarırsa, ona icabet ederim. Eğer sizden yardım isterse ona siz yardım edin.'

Hz. İbrahim; Allah'ın yardımıyla yanmadı. ‘Ateşte iken hayatımın en güzel anlarını yaşadım. Bütün hayatımın öyle olmasını isterdim’ demiştir.

Belagat

 "Allah doğru söylemiştir" ifadesinde Yahudilerin yalancı olduklarına tariz vardır. Yani; 'Allah'ın indirdiği hükümlerde doğru söylediği kesin olarak sabit olduğu gibi, Yahudilerin de yalancı kimseler olduğu gerçeği de kesinleşmiştir.'

 'İbrahim'in dini' nisbetli kinayedir, İslam demektir.

 'İbrahim'in dini' izafeti; muzafın ve muzafın ileyhin şanını bildirir.

 'İbrahim'in dinine uyun' emri istila, irşad, tehdit bildirir.

 'İbrahim'in dinine uyun' vasıtalı kinayedir. İbrahim'in dinini şu anda ben tebliğ ediyorum, benim dediklerime tabi olun, demektir.

 'O müşriklerden değildi' ifadesi; yahudilerin şirk sayılan inançlar taşıdıklarına tarizdir.

 حَنِيفاً ile مُشْرِكاً arasında tibak-ı icab vardır.

Âl-i İmrân Sûresi 96. Ayet

اِنَّ اَوَّلَ بَيْتٍ وُضِعَ لِلنَّاسِ لَلَّذٖي بِبَكَّةَ مُبَارَكاً وَهُدًى لِلْعَالَمٖينَۚ

96- İnsanlar için konulan (inşa edilen) ilk mabed, şüphesiz ki mübârek ve alemlere hidayet olan Mekke’deki Kabe’dir.

 

Âyetin öncesiyle münasebeti

• Bu âyet, önceki âyette geçen "Hanîf olan İbrahim'in dînine uyun" emrinin gerekçesini açıklar mahiyettedir. Çünkü bu bina insanların hidayeti, putperestliğin yıkılıp tevhidin yerleşmesi için gönderilen hanif dinin sembolüdür. Zira Hz. İbrahim dininin en büyük şiarı hacc ibâdetiydi.

• Bir önceki âyet, Yahudilerin itiraz ettiği nesih meselesinin caiz olduğunu açıkladı. Bütün yiyecekler İsrailoğullarına mubah iken, daha sonra bazısının haram kılındığı söylenerek delil getirildi. Hz. Peygamber'in neshedildiğini bildirdiği hükümlerin en önemlisi kıble meselesidir. Bu âyet de Kabe'nin kıble olmasının sebebini açıkladı.

• Yahudi ve hristiyanlar, Hz. İbrahim'in dini üzere olduklarını iddia ediyorlardı. Allahu Teâlâ Kâbe'ye haccın Hz. İbrahim'in dininden olduğunu söyleyerek onların yalancı olduklarını bildirdi. Çünkü yahudi ve hristiyanlar haccetmiyorlardı.
 

İlk ev اَوَّلَ بَيْتٍ

Kabe, mâbed olarak yeryüzünde yapılmış ilk binadır ve tarih boyunca saygınlığını korumuştur.

Kabe'yi inşa eden Hz. İbrahim Hz. Musa'dan yaklaşık 900 yıl önce yaşamıştır. Mescid-i Aksa ise Hz. Musa'nın İsrâiloğulları'nı Mısır'dan çıkarmasından sonra 480-487 yıllarında Hz. Süleyman tarafından yapılmış ve onun krallığı zamanında kıble olmuştur.

Beytullah inşâ edilme bakımından ilk olduğu gibi, mübarek ve hidâyet vesilesi olma bakımından da ilktir. Allahu Teâlâ, yeryüzünü yaratmadan iki bin yıl önce Kâbe'nin yerini yaratmıştır, temeli en altta bulunan yerin yedinci tabakasına kadar uzanır.

✦ Allahu Teâlâ meleklerini gönderip, onlara "Yeryüzünde benim için Beyt-i Ma'mur gibi bir ev yapın" dedi. Allahu Teâlâ, gökteki (meleklerin) Beyt-i Ma 'mûr'u tavaf etmeleri gibi, yeryüzündeki herkesin de o evi (Kâ 'be'yi) tavaf etmelerini emretti. Bu iş, Hz. Âdem'in yaratılmasından önce idi." Hadis-i Şerif

Beytullah, yer ve gök yaratılırken su üzerinde yaratılan ilk evdir. Allahu Teâlâ onu, yeryüzünü yaratmadan iki bin yıl önce yaratmıştır. Arş suyun üzerinde iken Kabe beyaz bir köpük şeklinde yar atılmış, sonra yeryüzü o köpüğün altından yayılıp düzenli halde meydana getirilmiştir. Adem (as) cennetten yeryüzüne indirilince melekler ona 'Bu Beyt-i Muazzama'yı tavaf et. Biz bunu senden iki bin yıl önce tavaf ettik' demişlerdir.
 

    Ey Beytullah yolcusu, Ey Fazilet zengini;

    Meleklere vermedi, Rabb'im senin dengini.

    Ah! Bir görsen yüzünün, o nûrâni rengini;

    Ne mutlu ki, en kârlı ticaret şimdi senin;

    Karşılığı yüzbindir, Kâbe'de bir secdenin...
 

Hz. Âdem (as), yeryüzüne indirilince yalnızlıktan şikâyet etti. Allahu Teâlâ ona, Kâbe'yi yapıp, tavaf etmesini emretti. Kabe, Hz. Nuh zamanına kadar ayakta kaldı. Tufân'da Beytullah aynı yerinin hizasında, yedinci semâya kaldırıldı. Şimdi orası Beytü'l-Mâmur olarak bilinmekte olup günde yetmiş bin melek tarafından tavaf edilir. Tavaf edenlere bir daha kıyamete kadar sıra gelmez.

Tufandan sonra, Allahu Teâlâ Hz. Cebrail'i Hz. İbrahim'e göndererek, yerini gösterip, Beytullah'ı yeniden yapmasını emredinceye kadar Kâbe'nin yeri belirsiz kaldı.

✧ Yüce Allah meleklere yer yüz ünde bir ev bina etmelerini ve etrafında tavaf etmelerini emretti. Bu; Hz, Adem'in yaratılışından önce olmuştu. Daha sonra Hz. Âdem, bu evin yapab ildiği kadarını bina etti ve onu tavaf etti. Ondan sonra diğer peygamberler de böyle yaptı, Sonra da onun inşasını Hz. İbrahim tamamladı. Hz. Ali

✧ Makam-ı İbrahim'de ve Makam-ı İbrahim'in altında bulunan bir kitabede şöyle yazılıdır: "Ben, Mekke'nin sahibi olan Allah'ım. Mekke'yi, güneşi ve ayı yarattığım gün yarattım ve şu iki taşı koyduğum gün onu da harem bölge kıldım. Onu, yedi melâike ile çevreledim." İbni Abbas

✧ Ebu Zer anlatır: "Ey Allah'ın Rasulü, yeryüzünde yapılan ilk mescid hangisidir?" diye sordum. Rasulullah ﷺ şöyle buyurdu:

- Mescid-i Haram'dır.

- Ondan sonra hangisidir?

- Mescid-i Aksa'dır.

- Aralarında ne kadar zaman geçmiştir?

- Kırk yıl.

Bal arısının çiçeklere ve kovana olan isteği, balığın suya olan ihtiyacı ne ise, ruhun da Yaratan'a olan ihtiyacı odur. Arı çiçekten ve kovandan yoksun kalınca nasıl ölüme mahkûm ise, ruh da Allah'a olan arzusundan koparıldığında, ölüme mahkûmdur. Ruhun ölümü, insanı doğan, yaşayan, ölen ve son unda bir yığın gübre haline gelip başka hiçbir hayatı ve hayat hakkı olmayan bir varlık haline getirir.

Beşer ruhunun bu arzusu, yeryüzünde gerçek dengeyi sağlamış, maddeyle ruh arasında bağ kurmuştur. Ancak mill etler ve toplumlar dinde ayrılığa düşmüştür. İslâm; bu ayrılığı gidermek, insanları kardeş yapmak için yeryüzüne, konulan ilk mabedin, en doğru yolu gösterdiğini, toplumların ortak merkezinin bu olduğunu ilân etmiştir.
 

Kâbe'nin Üstünlükleri

✦ Mescid-i Haramın, mescidime üstünlüğü, mescidimin diğer mescidlere üstünlüğü gibidir. Hadis-i Şerif

• Hz. İbrahim Hz. Süleyman'dan derece bakımından daha büyük, fazilet bakımından daha üstündür. Bu bakımdan Kâbe, Beytu'lMakdis'ten daha şereflidir. Allahu Teâlâ Hz. İbrahim'e "Bana hiçbir şeyi ortak koşma, beytimi tavaf edenler, kıyam edenler, rükû ve secde edenler için iyice temizle" (Hacc, 26) buyurdu. Bu emri tebliğ eden, Cibril'dir. Bu sebepten dolayı, alemde Kâbe'den daha şerefli bir bina yoktur. Çünkü onun yapılmasını emreden Cenâb-ı Hak; plânını çizen Cibril; mimarı Halilullâh, onun çırağı da Hz. İsmail'dir.

• Şeytan taşlanan yerde biriken taşlar daima azdır. Binlerce seneden beri, her sene taş atanların sayısı arttığı ve her kişi yetmiş taş atmasına rağmen, oraya atılmış olan taşlar bir araya getirilse, bir sene zarfında atılan taşlar kadar bile olmaz!.. Halbuki şeytan taşlanan bu bölge ne bir sel yatağı, ne de şiddetli rüzgârların estiği bir yerdir.

"Haccı makbul olan kimselerin attığı taşlar semâya yükseltilir" şeklinde rivayetler de vardır.

• Kuşlar havada uçarlarken üzerinden geçmeyip, Kâbe'ye yaklaştıklarında oradan saparlar.

• Kâbe'nin civarında, köpek ve ceylân gibi birbirine düşman yabani bazı hayvanlar, birbirine eziyet etmeksizin bir arada bulunurlar.

• Hz. İbrahim, "Ya Rabbi, burasını emin bir belde yap!" (Bakara, 126) şeklinde duâ etmişti. Bu duasının bereketi sebebiyle Mekke'de ikamet eden herkes yağma ve baskından emindir. Cenâb-ı Hak "Onlar, çevrelerinde insanlar zorla kapılıp götürülürken, orayı emin bir yer yaptığımızı görmediler mi?" (Ankebût, 67) buyurmuştur. Tarihte bir zâlimin Kâbe'yi yerle bir edip, Mekke'yi tamamen harap ettiği nakledilmemiştir.

• Ebrehe el-Eşrem, Kâbe'yi tahrib etmek için fillerden kurduğu ordularını Mekke'ye yöneltti. Kureyş de bu orduya karşı koymaktan âciz kalıp, Mekke'den ayrılarak onu Kâbe ile başbaşa bırakınca, Allahu Teâlâ Ebrehe ordusunun üzerine bölük bölük kuşlar salıverdi. Ebrehe ve askerleri, o küçük taşlarla helak olmuşlardı. Bu olay, Kâ'be'nin şerefine delâlet eden bir mu'cize, Hz. Muhammed'in nübüvvetine bir irhas (müjdeci) olmuştur.

• Allahu Teâlâ Kâ'be'yi, ziraata elverişli olmayan bir vadiye yerleştirmiştir. Bunun hikmetleri şunlardır:

♦ Allahu Teâlâ Harem'inde ikamet edip Beyt'ine hizmet edenler, sadece kendisine tevekkül etsinler diye, kendisi dışındaki şeylere karşı besledikleri ümidi kesmiştir.

♦ Zâlim ve zorbalar, sadece dünya güzelliklerini ve nimetlerini arzular. Dünya nimetlerini Kâbe'de bulamadıkları için, orada ikamet etmezler. Allahu Teala o bölgeyi, dünyaya düşkün olanlardan temiz tutma maksadıyla dünyevi güzelliklerden mahrum etmiştir.

♦ Allah, hiç kimse ticâret için oraya yönelmesin, sadece ibâdet ve ziyaret amacıyla gidilsin diye, Harem'i böyle kurak yapmıştır.

♦ Allahu Teâlâ evlerin en şereflisini, dünyadan çok az nasibi olan bir bölgeye yerleştirerek fakirliğin şerefini izhar etmiştir. Sanki şöyle demek istemiştir. "Ben, fakirleri, dünyada emin belde'nin sakin ve mukimleri kıldım. İşte bunun gibi, onları, ahirette de emin makamların ehli yapacağım. Dünyada, onlar için emniyetli bir beyt, âhirette de emniyetli bir yurt vardır."

♦ Cenâb-ı Hak sanki şöyle demektedir: "Kâbe'yi, dünya nimetlerinden uzak bir bölgeye yerleştirdiğim gibi, marifetullah Kâbe'sini de dünya muhabbetinden hâlî kalpte yaratırım.


" وُضِعَ لِلنَّاسِ  "   İnsanlar için konulan

'İnsanlar için konulan evlerin ilki' ifadesi; Ka'be'nin Allah'ın yarattığı ilk ev veya yeryüzünde ortaya çıkan ilk ev olduğu manasına gelmez. O evin "insanlar için yapılmış" olması, bütün insanlar arasında ortak bir ev olmasını gerektirir. Diğer evlerin ise, her biri bir kişiye aittir. Müstakil evlerin hiçbiri bütün insanlar için konulamaz. Beytullah'ın herkes arasında müşterek olması, ancak ibâdet için yapılması ve insanların kıblesi olması bakımından olabilir. "Allah insanlar için bir beyt (ev) kurdu" demek, onlar için ibadet edec ekleri bir yer belirledi, tayin etti demektir.

Bir adam Hz. Ali'ye; Beytullah'ı bana anlatır mısın? O, yeryüzünde yapılan ilk ev midir?" diye sordu. Hz. Ali de "Hayır, Nuh kavmi, Hud kavmi ne olacak? Onlar evsiz mi yaşadılar? Kabe mübarek bir ev olarak ve hidayet rehberi olarak yapılan ilk evdir (yani "Ka'be ibadet için yapılan ilk evdir)" diye cevap verdi.

Ka'be'nin, namazların kıblesi, hacc yeri ve ibâdetlerin sevaplarının arttığı bir mahal olması da onun insanlar için konulmuş olması manasına gelir. (Sebep olan insanlar söylenmiş, müsebbep olan amelleri kastedilmiştir.)
 

Bekke

Bekke, Kabe'nin yer aldığı şehrin isimlerindendir. Mekke'nin bir diğer telaffuz şeklidir. “Bekke" ve "Mekke" lafızları, aynı şeyin iki ismidirler. Çünkü bâ harfiyle mîm harfi, mahreç bakımından birbirine yakın olan iki harftirler. Bu sebeple bu harflerden her biri, diğerinin yerine kullanılmıştır.

• Bu kelime, birbirini savuşturmak, defetmek anlamına gelen الْبَكُّ  kelimesinden türemiştir. İnsanlar tavafta birbirini sıkıştırarak izdihama sebebiyet verdikleri için, Mekke'ye Bekke denilmiştir.

• Mekke şehrin adı, Bekke ise Mescid-i Harâm'ın inşa edildiği yerin adıdır. Hac ve umre zamanında insanlar burada Kabe'yi tavaf ederken kalabalıklar meydana getirdikleri için "izdiham meydana gelen yer" anlamında mecazen bu alana "Kalabalık" denmiştir. Asıl mânâsı ise "Kalabalık yer" demektir.

• Bekke, aynı zamanda "Büyüklük taslayanları, en zalim despot insanları bile kahreden ve boyun eğdiren" manâsına gelir. Çünkü; oraya hangi zalim saldırmışsa, Allah onun belini mutlaka kırmıştır. Muhyiddin-i İbn-i Arabi; "Mekke'ye, Bekke denilmesi, Allah'ın oraya kötülük yapmak isteyen diktatörlerin başını gövdesinden ayıracağını belirtmek içindir" der.

• Bekke; Hz. İbrahim'in dili olan Keldânîce'de "belde" anlamındadır. Hz. İbrahim, eşi ve oğlu İsmail'i yerleştirdiği Mekke'nin ortasındaki vadinin belde haline gelmesi için oraya bu ismi vermiştir.

Üç kimse Allah'ın himayesindedir:

1- Mescid'de bulunan,

2- Gazaya çıkan,

3- Hacca giden. Hadis-i Şerif, Ramuze'l ehadis
 

Mekke

Mekke, Arap yarımadasının Hicaz bölgesinde Kızıldeniz sahilindeki Cidde Limanı'na 60, güneyindeki Tâif şehrine 90, kuzeyindeki Medîne-i Münevvere'ye 420 km. uzaklıktadır. Deniz seviyesinden yak laşık 300 m. yüksekliktedir.

Mekke kelimesinin anlamı;

♦ Bu şehir günahların tamamını giderdiği için Mekke denilmiştir.

♦ 'Mekk' kelimesi; sütü annesinden iyice çekmek, sömürmek anlamındadır. Burası, dünyanın dört bir yanından insanları cezbettiği için mecazen bu adı almıştır.

♦ Suyu az olduğu için böyle isimlendirilmiştir. Mekke, yeryüzünün göbeğinde yer alır. Kaynaklar ve gözeler Mekke'nin altından kaynar. Yeryüzünün tamamı, Mekke'nin altındaki kaynaktan suyunu çeker.

♦ Bu şehre gelmek isteyen kimsenin karşı karşıya kaldığı zorluklar dolayısıyla kemikten adeta iliğini çıkaracak kadar sıkıntılarla karş ılaşmasından ötürü bu isim verilmiştir.

♦ Orada zulme sapan kimseleri helak etmesi ve imkânlarını eksiltmesinden dolayı bu şehre 'Mekke' ismi verilmiştir.

"Mekke" ile "Bekke" kelimelerinin farklı olduğu da söylenmiştir:

♦ Bekke, sadece Mescid-i Haram; Mekke ise bütün Harem bölgesine verilen addır. Bekke, kalabalık ve itişme manasından türetilmiştir. Bu ise ancak tavaf esnasında Mescid-i Haram'da olur.

♦ Mekke, hem Kâ'be'nin hem de tavaf edilebilen yerlerin adı; "Bekke ise bu bölgenin adıdır.

Kur'ân-ı Kerîm'de bu şehrin Bekke'den başka şu isimleri zikredilir: Mekke, el-beledü'1-emîn, harem, âmin, ümmü'1-kurâ.

Mekke, bütün beldelerin kökü olduğu ve yeryüzü onun altından yayıldığı için Ümmü'l-Kurâ (Beldelerin anası) diye adlandırılmıştır.

Mekke’nin bunlar dışında birçok ismi vardır: Beytü'l Atîk, Beytü'l Haram, Me'mun, Ümmü Rahm, Küveysâ, Beşâşe, Hatime (kendisini hafife alanları kırıp döker), Salah, Arş, Gadis (çünkü bu şehir günahlardan temizler), Mukaddes, Nasse, Basse, Nesase, Beled, Beniyye.

Mekke dünyanın en kutsal şehridir. Mekke'nin yer aldığı bölge her şeyden önce "mukaddes, saygınlığı korunan ve içinde kan dökmekten sakınılan yer" anlamına gelen Harem adıyla anılmaktadır.

Suriye ile Yem en arasındaki kervan yolunun ortasında bulunan Mekke, kuzeyde Filistin, Suriye ve Irak; güneyde Yemen ve Habeşistan gibi bölgeler arasında yer alması sebebiyle tarihte büyük bir önem kazanmış ve ticarî şöhrete sahip olmuştur.

Müslümanların kıblesi olan Kabe'nin ve zemzem suyunun bur ada bulunması, Hz. Peygamber'in burada doğup büyümesi, ilk vahyin bu radaki Hira/Nur dağında gelmeye başlaması ve Hz. Peygamber'in Hz. Ebû Be kir'le birlikte hicret ederken sığındıkları Sevr mağarasının Mekke civarınd a bulunması şehrin kudsiyetini arttırmaktadır.
 

Mübarek

Mübarek; çok hayır, bol menfaat demektir. "Bereket"in iki manası vardır:

a) Artmak ve çoğalmak. Taatlar orada yapıldığında, sevapları daha fazla olur.

Mekke, yeryüzünün köşe ve bucaklarında bütün namaz kılanların yöneldiği merkezdir. Bu namaz kılanların arasında ruhları ulvi, kalpleri kudsi, sırları nurlu, içleri Rabbani şahıslar bulunmaktadır. Bu temiz ruhlar marifetullah Kâbe'sine yönelirken, bedenleri de hissi Kâbe'ye yönelir. Onların ruhlarının nuru ile, Kâbe'nin nuru birleşir. İlâhî nurlar kalbinde artar, o ruhanî ışıkların parıltıları gönlünde büyür. Kabe'nin mübarekliği bu anlamı taşır.

b) Devamlı olmak... Allahu Teâlâ devamlı, ezelî ve ebedî olduğu

için "Tebârekellah" denilir. Hangi şey sabit olur, devam ederse bereketlenmiş olur.

Kâbe'de tavaf edenler, ziyaretçiler, namaz kılanlar eksik olmaz. Tavaf, rüku, secde, itikaf hiç kesilmeden devam eder. Ayrıca yeryüzünün küre şeklinde olması da daima Kabe'ye yönelik namaz kılınmasını sağlar. Yeryüzünde her saat, bir yerde sabah vakti; diğer bir memlekette öğle; bir başka taraf için ikindi; bir ülke için akşam; bir diğer bölgede de yatsı vaktidir. Her an Kâbe'ye yönelinir. Ve Kabe binlerce yıldır aynı hal üzere devam etmiştir.

Kâbe "bereket kaynağı"dır, yüce Allah bu mabedi ve çevresini maddî-manevî bereketlerle donatmıştır. Burada yapılan ibadetlerin sevabı diğer mâbedlerde yapılanlardan daha fazladır, şartlarına uygun olarak yap ılan hac da hacının bağışlanmasına, cennete girmesine vesiledir.

Maddî bereketine gelince; Mekke ziraata elverişsiz bir vadide kurulmasına rağmen çeşitli bölgelerde yetiştirilen her tür sebze, meyve ve diğer ürünler buraya bolca gelmekte ve burada yaşayanların rızıkları temin edilmektedir.

Bugün Mekke'de yaklaşık 1 milyon nüfus vardır. Ayrıca her yıl hac mevsiminde 3 milyon dolayında hacı burayı ziyaret ettiği halde yiyecek içecek bakımından hiçbir sıkınt ı çekilmemektedir.

İstanbul şehrine dışarıdan 2 milyon insan gelse kıtlık başlar. Orada ise kimse aç kalmaz. Her tarafta ekmek ve su boldur. İstanbul'da su suzluk çekilir, çöl ortasında susuzluk duyulmaz. Bu bolluk petr ol olduğundan, dünyanın dolarları oraya aktığı için veya Suud hükümetinin tedbirinden dolayı değildir. İbrahim aleyhisselamın duası iledir. Allahu Teala her çeşit ürünün oraya toplanacağını vaad etmiştir.

Allah her dönemde Harem-i Şerif'in bereketi için bir vesile halk etmiştir. Eskiden Osmanlı devleti surra alayları çıkarırdı. İstanbul'dan sandıklarla altın gider, hacılardan önce oraya varır ve bütün ihtiyaçlar karşılanırdı. Hz. Ömer, Hz. Ebu Bekir, Hz. Osman, Hz. Ali dönemlerinde bir tarafta Kudüs fethedilmiş, bir tarafta Azerbeycan'a ka dar ordular gelmişti, güçlü bir devlet vardı. Onların imkanlarıyla Harem yine bütün nimetlerin toplandığı yer olmuştu.

Allahu Teala tarihin güçlü devletleri; Abbasiler, Selçuklular, Osmanlılar oradan gidince toprağın altından petrol çıkararak, bütün yolları oraya çevirmiştir. Dört mevsimin nimeti orada toplanır. Bir Japon kendi ülkesinde, henüz kendi malını görmeden oraya gelir.

Alem-i sağir olan insanda Kabe de vardır. O; insanın sadrı olan Bekke'ye konulmuş kalp Kabesi'dir, mübarektir, hidayettir. O; bütün vücudun azalarını cudu ile Allah'a yönlendirir. Zira nur-u ilahi hangi kalbe girerse orayı genişletir. Artık onunla işitir, onunla görür. Onunla düşünür, onunla yürür, onunla tutar, onunla hareket eder, onunla sükun bulur. Talib onunla matluba ulaşır, maksuda erer.
 

1799’da Kabe yakınındaki mübârek taşlardan biri çalındı. Ertesi gün Mekke’de bulaşıcı bir hastalık baş gösterdi, birkaç kişinin ansızın ölümüne sebep oldu. Hastalığın etkisi günden güne arttı. Ramazan’ın sonlarında ölenlerin sayısı günde kırk kişiyi buldu. Bu taş aklı pek başında olmayan birinin evinde bulundu ve yerine konar konmaz hastalık kesildi; artık hiç ölen olmadı. Taşın çalındığı yer Kabe’nin sol tarafında olup Hz. İbrahim’in Kabe’yi yaparken çamur kardığı çukur olarak tanınırdı. Şimdi mermerle döşenmiştir.
 

Alemlere hidayet kaynağıdır.

Kabe'nin "âlemler için bir hidayet kaynağı" olması, Allah'ın birliği (tevhid) inancının ilkelerini yansıtan özelliklere sahip olmasıdır. Her gün beş vakit namazda dünyanın her tarafından müslümanların buraya yönelmeleri, İsl âm'ın beş şartından olan hac ibadetinin burası ziyaret (tavaf) edilerek yerine getirilmesi, her mevsim yapılan umre ziyaretinin burada gerçekleşmesi, hac ve umre ziyaretlerinde Allah'ın varlığının, birliğinin, ortaksız, benzersiz ve noks an sıfatlardan uzak olduğunun vurgulanması, bu beytin tevhid ve hidayet sembolü olduğunu açıkça göstermektedir.

• Kâ'be, kendisinde bulunan harikulade haller sebebi ile, irâde sahibi bir yaratıcının varlığına ve Hz. Muhammed'in nübüvvetinin doğruluğuna bir delil ve hidayet sebebidir.

• Kâ'be, bütün âlemi cennete hidayet edip götürür. Çünkü farz namazlarını edâ eden herkes cennete girmeye hak kazanır.

Rasulullah ﷺ Hz. Ebû Zer (ra)’e şöyle buyurdu: ‘Yeniden dirilme günü için çok sıcak bir gün oruç tut. Kabir yalnızlığı için gece karanlığında iki rekat namaz kıl. Kıyametin büyük hadiseleri için bir kere haccet ve muhtaca sadaka ver. Ya haklı yere bir söz söyle, yahut kötü bir söz söylemekten dilini alıkoy!’
 

Kâbe'nin İsimleri

1- Kâ'be: Bu ismi alış sebebi, 'Kabe' isminin yükseklik ve şerefe delâlet etmesidir. Ayak bileği üzerinde bir çıkıntı gibi olup, yükseldiği için topuğa da "kâb" denir. Beytullah da, yeryüzünün en şerefli, en eski ve en faziletli yeri olduğu için bu ismi almıştır.

2- Beyt-i Atîk (Eski ev). Beytullah'a bu ismin veriliş sebebi:

    ♦ Atîk, eski demektir. Beytullah yeryüzü evlerinin en eskisidir.

    ♦ Allah’u Teâlâ, Nuh Tufanı esnasında onu semâya kaldırarak, sular altında kalmaktan kurtarmıştır.

    ♦ Bu kelime, yuvasında güçlenip kuvvetlendiği zaman kuş için söylenen عَتَقَ الطَّيْرُ ifâdesinden alınmıştır. Kâ'be de orayı tahrib etmeye niyetlenen herkesi Allah'ın helak edeceği bir güce ulaştığı için, "Atîk" diye isimlendirilmiştir.

    ♦ Allah, beyti herhangi birinin mülkü olmaktan âzâd etmiştir.

    ♦ Onu ziyaret eden herkesi Allah ateşten âzâd eder.

3- Mescidi'l-Haram.


Sebeb-i Nüzulü

• Yahudilerin ilk şüphesi; Efendimizin kendi peygamberlerine haram olan şeyleri helal saymasıydı. Önceki ayetler bu iddiaya cevap verdi. Bu ayet de onların ikincisi şüphelerine cevap vermektedir,

• Yahudiler şöyle diyordu: "Sen nasıl İbrahim'in dini üzere olduğunu, insanlar arasında ona en yakın kişi olduğunu ileri sürersin? Halbuki İbrahim, İshak ve onun soyundan gelen peygamberler Beyti Makdis'i tazim ediyor, ona yönelip namaz kılıyorlardı. Eğer onların yolu üzere olsaydın sen de orayı tazim eder, Kabe'ye yönelmezdin." Bu ayeti-i kerime onların bu iddialarını reddetmek üzere nazil oldu.

• Müslümanlar ve Yahudiler birbirlerine övünüyorlardı. Yahudiler "Beyt-i makdis, Kabe'den daha faziletlidir, çünkü Kabe'den önce yapılmıştır. Mahşerin olacağı, peygamberlerin hicret ettiği yerdir, bütün peygamberlerin de kıblesidir. Ayrıca o Arz-ı Mukaddes'tedir" dediler. Müslümanlar "Hayır, Kabe dah a üstündür" dediler. Allahu Teala da bu ayet-i kerimeyi indirdi. Kabe'nin yeryüzündeki ilk mâbed olduğu ve İsrâiloğullarından gele n peygamberlerin atası Hz. İbrahim'in makamının burada bulunduğu, dolayısıyla kıble olmaya daha lâyık olduğuna işaret edildi.

 

Belagat

 اِنَّ اَوَّلَ بَيْتٍ 'Şüphesiz ki konulan evlerin ilki' ehli kitabın Beytullah'ın ilk mabed olmasını inkarlarına karşı tekitle geldi, inkari kelamdır.

 'Şüphesiz ki konulan evlerin ilki' müsnedin ileyhinin müsnedi olan 'Kâbe' cümlede zikredilmemiş, 'Mekke'de bulunan' sıfatı müsnedin yerine kaim olmuştur. Müsnedin terki; müsnedin şanı için ve zikre gerek kalmayacak kadar meşhur olup, muhatapça bilindiği içindir, onun büyüklüğünü açıkça gösterir.

 وُضِعَ 'Konulan' kelimesi, gökyüzünden yere konulduğunu gözler önünde canlandıran bir tecessümdür.

 لِلنَّاسِ 'İnsanlar için' delalet-i tazammuniyesiyle, ibadetin insanlara mahsus olduğunu, ibadetten kaçanların insanlık vasfından sıyrıldığını tarizle bildirmektedir.

 Mabede 'Ev' isminin verilmesi istiare-i asliyedir. Bir ev insanın barınağı, sığınağı, dinlendiği, korunduğu, beslenip huzur bulduğu yerdir. Allah'a ibadet için inşa edilen mabedler de böyledir. İnsana huzur verir, rahatlatır, onu tüm ağyardan korur. Ruhunu manevi gıdalarla besler. Dünya, nefis ve şeytan düşmanlarından kaçan insan mabede sığınır.

Evde insanın ailesi vardır. Mabeddeki din kardeşleri de insanın ailesi gibidir. İnsan sevinci, hüznü, sorunları ailesiyle paylaşır, birlikte çözer. Müminler de dertlerini paylaşır, bir aile gibi birbirlerine sahip çıkarlar.

 Bu istiare dal bil işaresiyle de şunu bildirir: Evin fertleri genellikle gündüz dışarı işleriyle meşgul olur, yorulur. Özellikle gece herkes evindedir, çok geç vakit de olsa nihayetinde eve dönülür, başka yerde rahat edilemez. Mabed de insan için böyle bir anlam ifade etmelidir. Gündüz meşguliyetler insana zaman bırakmasa da, mabedine gece gitmeli, ruhunu dinlendirmelidir. Çünkü ruhun tek rahat edeceği yer mabedidir.

Âl-i İmrân Sûresi 97. Ayet

فٖيهِ اٰيَاتٌ بَيِّنَاتٌ مَقَامُ اِبْرٰهٖيمَۚ وَمَنْ دَخَلَهُ كَانَ اٰمِناًۜ وَلِلّٰهِ عَلَى النَّاسِ حِجُّ الْبَيْتِ مَنِ اسْتَطَاعَ اِلَيْهِ سَبٖيلاًۜ وَمَنْ كَفَرَ فَاِنَّ اللّٰهَ غَنِيٌّ عَنِ الْعَالَمٖينَ

97- Onda açık alametler ve İbrahim’im makamı vardır. Kim oraya girerse güvenlik içinde bulunur (taarruzdan emin olur). İnsanlardan oraya bir yol bulup gücü yetenlere, Allah ﷻ için o Beyt’i ziyâret etmek farzdır. Kim bunu inkar ederse, Allahﷻ’ın bir şeye ihtiyacı yoktur, O alemlerden müstağnidir.


Orada apaçık deliller ve Makam-ı İbrahim vardır.

"Orada hiçbir kimsenin şaşırmayacağı, birbirine karıştıramayacağı apaçık işaretler vardır."

"Apaçık deliller" anlamına gelen "âyâtün beyyinât" Kabe'nin yeryüzünde yapılmış ilk mâbed olduğunu gösteren alâmetlerdir. Hz. Peygamber'den binlerce sene önce yaşamış olan, peygamberlerin babası Hz. İbrahim'in buradaki makamının bilinmesi ve nesilden nesile aktarılması, Hz. İbrahim zamanından beri buraya girenlerin korunması, Kabe'yi tavaf etmenin onun zamanında başlaması, buranın ilk mâbed olduğunu gösteren deliller, âyetlerdir.

Kabe'de tavafın başlangıç noktasını belirleyen Hacerü'l esved ile sa'yin başlangıç ve bitiş yerlerini gösteren Safa ve Merve tepeleri de Hz. İbrahim zamanından beri bilinen alâmetlerdir. Zemzem ise Hz. İbrahim'in oğlu İsmail'in ağlarken ayağını vurduğu yerden çıkan ve o günden beri var olan bir sudur.

İbrahim'in makamı (makam-ı İbrahim), Hz. İbrahim'in Kabe'yi inşa ederken veya insanları hacca çağırırken üstüne bastığı, üzerine ayak izleri çıkan taş veya bu taşın bulunduğu yerdir.

Bu ayetlerden maksat, "Mescid-i Harâm'ın tamamıdır" diyenler olduğu gibi, "Hacerü'l esved'dir" diyenler de vardır.

• Âyette “âyat” kelimesinin açıklaması yoktur. "İbrahim'in makamı" ifadesi, "apaçık alâmetler"in açıklaması değildir. Sanki Cenâb-ı Hak şöyle demiştir: "Orada apaçık âyetler olmakla beraber aynı zamanda Hz. İbrahim'in makamı, mekânı, seçtiği yer ve Allah' ﷻ ibâdet ettiği mahallidir. Çünkü bunlar, şeref kazandıran özelliklerdir."

Bu ayetler; korkan kimsenin kendisini orda emniyette hissetmesi, o kadar taş atılmasına rağmen, taşların yok olup gitmesi, kuşların onun üzerinden uçmaması, yağmur eğer Rüknü Yemani tarafından gelirse Yemen'de bolluk olması, eğer Rükn-ü Şami tarafından gelirse Şam bölgesinde, Beyt'in tamamını kuşatacak olursa her tarafta bolluk olması, hastaların orada şifâ bulması, ona saygısızlık edenin peşinen cezalandırılması ve orayı harab etmeye niyet eden fil ordusunun helak edilmesi gibi hususlardır.

İnsanların şelalelerle dolu dünya ülkelerine gitmeyip, bu kurak ye re gelmesi de Allah'ın ﷻ ayetlerindendir. Türkiye'nin nice cumhurbaşkanları, bakanları oraya gitmiş, ama bu insanlar meşhur Niyagara şelalesini görmemiştir. İmkanı olduğu halde o ferah yere değil de, bu kurak Harem'e gelmeleri Allah'ın ﷻ ayetlerindendir.

"Orada apaçık ayetler vardır" buyrulmuş, bu ayetler tek tek sayılmamış. Su kıtl ığı, nimet kıtlığı olmaz. İnsan kıtlığı yoktur, çeşitli vesilelerle müslümanların oraya gelip birbirleriyle konuşma, tanışma imk anları vardır. Bu da Allah'ın ﷻ ayetlerindendir.

Kâbe-i Muazzama'nın günümüzde bu açıdan büyük önemi vardır. Türkiye'de, Cezayir'de, Pakistan'da, Hindistan'da bir araya gelemeyenler, Hacda bir araya gelir. Dünyadaki basın-yayın özellikle haber ajansları genelde gayri müslimlerin, yahudilerin tekelinde. Müslüman ülkelerin haber ajansları dahi onlardan haber alıyor. Ama hac ile hiç değilse 15 gün çeşitli yerlerden gelmiş müslüman mücahit liderler, görüşme ve doğrudan plan-proje çizme imkanına sahip oluyorlar. Kâbe bu yönüyle de Allah'ın ﷻ ayetlerinden bir ayettir.

• Âyette "âyât" lafzının açıklaması vardır. Bu da "Makam-ı İbrahim" dir. Yani, "O âyetler, makam-ı İbrahim'dir" demektir.

"Makam-ı İbrahim" her ne kadar tek bir şeyse de, bunca deliller onda olduğu için, birçok delil mesabesinde kabul edilmiştir. Bu, "İbrahim başlı başına bir ümmetti" (Nahl, 120) âyeti gibidir. Çünkü Allah'ın ﷻ peygamberi için mu'cize olan herşey, yaratıcının varlığına, ilmine, kudretine, irâdesine, hayat sahibi oluşuna, mukaddes ve müstağni olduğuna (pek çok şeye) delâlet eder.

Allahu Teâlâ Hz. İbrahim'in ayağını bastığı kısmı çamur gibi yaptı. Hz. İbrahim'in ayağı da içine gömüldü. Ayağını kaldırınca çamur katılaşıp, tekrar taş oldu. Allahu Teala bu taşı daima muhafaza etti. Bu, Allah'tan başka hiç kimsenin yapamayacağı, sadece peygamberlerine vereceği, akıllara hayranlık veren apaçık mucizelerdendir.

Sert bir kayada ayağının iz bırakması bir âyet, ayağının onun topuğuna kadar gömülmesi bir başka âyet, o kayanın bir kısmı yumuşarken diğer kısımlarının sertliğini muhafaza etmesi bir diğer âyettir. O taşın, sadece Hz. İbrahim'in ayaklarını koyduğu yer yumuşamıştır. Diğer peygamberlerin mû'cizelerinin değil de, yahudi, hristiyan, müşrik ve mülhidlerden binlerce yıl bu kadar düşmanlık görmesine rağmen, Makam-ı İbrahim'in Hz. İbrahim'e has bir yer olarak muhafaza edilmiş olması da diğer bir âyettir.

• "Kim oraya girerse emin olur" buyruğu, alametler'in tefsirinin bir parçasıdır. Apaçık âyetler olarak, Makam-ı İbrahim ile oraya girenlerin emin olma özelliği mevcuttur. Cemî sigası bazen iki şey için (tesniye için) kullanılabilir. Ehli kitaptan ve müşriklerden binlerce düşmanı olmasına rağmen, yıllardır muhafaza edilmesi de Allah'ın ﷻ devam eden bir mucizesidir.

• "Makam" kelimesi masdar olduğu için cemî getirilmemiştir. Bundan murad, Makamât-ı İbrahim (İbrahim'in makamları)dır. Bunlar ise, Hz. İbrahim' in yapmış olduğu hacc vazifeleri ve kurban ile ilgili işlerdir. (Mahal söylenmiş, hal kastedilmiştir.)
 

Makam-ı İbrahim

♦ Kâ'be'nin inşası yükselip, Hz. İbrahim'in de taşı yukarıya kaldırıp koymaya boyu yetmeyince, üzerine basıp çıktığı ve ayaklarının içine gömüldüğü taştır.

♦ Hz. İbrahim ziyaret için Şam'dan Mekke'ye gelmişti. O, Şam'daki hanımına dönünceye kadar, Mekke'de hayvanından inmemeye yemin etmişti. Mekke'ye vardığında O'na, Hz. İsmail'in annesi olan hanımı Hacer, "Hayvanından in de başını yıkayalım" dedi. Ancak Hz. İbrahim bineğinden inmedi. Bunun üzerine Hz. İsmail'in annesi o taşı getirdi ve onu sağ tarafına koydu. Hz. İbrahim, hanımı başının sağ tarafını yıkasın diye ayağını taşa bastı. Sonra hanımı bu taşı, onun başının diğer tarafını yıkamak için sol tarafına koydu. Böylece taşın üzerinde iki ayağının da izi kaldı.

Başka bir rivayete göre Hz. İbrahim Şam'dan ziyaret için Mekke'ye geldiğinde başını yıkayan gelini, Hz. İsmail'in eşidir.

♦ Hz. İbrahim'in insanları hacca çağırırken üzerine çıktığı taştır.

Hz. İbrahim'in, bütün bu yerlerde aynı taşa basmış olması da mümkündür.

'Makam-ı İbrahim' makamat-ı İbrahim olarak da anlaşılmıştır. Hz. İbrahim'in hac vazifesini yaparken bulunduğu tüm yerlerin ortak adıdır. 'Makam' kelimesi masdardır, cemi manasına da gelmesi mümkündür.
 

Kâbe ve altın oran

"Fi sabiti- 1,618, matematikteki üstün tasarım sayısıdır. Kalp atışlarımızda, DNA sarmallarının en ve boy oranında, kainatın özel tasarımında, bitkilerin yaprak dizilim kurallarında, kar tanesi kristallerinde, pek çok galaksinin spiral yapısında ve sayısız yerde Yaratıcı hep aynı muhteşem sayıyı kullanmıştır.

Pek çok ünlü mimari yapıda olduğu gibi Mısır Piramitleri'nin tasarımında da bu oran kullanılmıştı. Yüzlerce yıldır pek çok ünlü ressam, mühendis ve mimar (Leonardo da Vinci, Picasso ve Mimar Sinan gibi) neredeyse tüm eserlerinde bu oranı kullandılar.

Estetik uzmanı Dr. Markout, 25 yıl süren araştırmasında bu orana göre yaratılmış insan yüzleri ve bedenlerini, tüm insanların güzel bulduğunu ispatladı. Bir şeklin temel ölçülerinin birbirine oranının 1,618 i vermesi onu altın oran'a yani kusursuz tasarıma uygun hale getiriyordu.

Mekke'nin kuzey kutbuna olan uzaklığı ile güney kutbuna olan uzaklığının oranı tam olarak 1,618 yani Altın Orandır. Ayrıca Mekke şehrinin Güney kutup noktasına olan uzaklığı ile iki kutup arasındaki uzaklığın birbirine oranı da yine 1,618'dir.

Enlem boylam haritasına göre de Dünya'nın Altın Oranı Mekke'dedir. Günlerin değiştiği, gün dönümü çizgisi olarak belirtilen sınıra olan doğu uzaklığı ile batı uzaklığının birbirine oranı da yine 1,618'dir. Ayrıca Mekke'nin gündönümü çizgisine batı yönlü uzaklığının, dünyanın o enlemdeki çevre uzunluğuna oranı da yine şaşırtıcı şekilde Altın Oran yani 1,618 sayısını verir.

Dünyanın her boylamda farklı çaplara sahip olması, gelgitlerle okyanusların çap değiştirmesi ve benzeri küçük farklara rağmen tüm ölçümlere göre Altın Oran Noktası, Mekke il sınırlarından asla dışarı çıkmaz ve Kâbe'yi içine alan Kutsal Bölge dairesinde kalır.

Al-i İmran Suresi 96. âyetinde de, Mekke ile Altın Oran arasındaki bağ, açıkça nakşedilmiştir. Bu ayetin tüm harf sayısı 47’dir. Harf sayılarının altın oranını aldığımızda (47 / 1,618 = 29,0) "Mekke" kelimesinin işaret edildiğini görürüz. Ayet başından "Mekke" kelimesine kadar tam 29 harf vardır. Aynı dünya haritasındaki gibi. Eğer bir harf fazla ya da eksik olsaydı bu oran asla oluşmayacaktı.

Kutup noktası bir topacı andırırcasına sürekli küçük daireler çizerek hareket eder ve Altın Oran Noktasının da daireler çizmesine neden olur. Fakat bu tavafa benzeyen, soldan sağa doğru olan helezonik hareket yine Mekke sınırlarında gerçekleşir ve dairesel döngüler halinde kutsal şehirdeki gezisine devam eder.

Mekke, kıtaların hareketlerine rağmen insanlık tarihi ve dinin Dünya'ya indirildiği günden itibaren Altın Oran Noktasına sahiptir. Kıtasal kaymalar binlerce yılda ancak birkaç metre olabileceğinden Altın Oran noktası kıyamete kadar Mekke sınırlarında kalacaktır."
 

Kim oraya girerse emniyet içinde olur.

İçinde Kabe'nin yer aldığı haram (yasak) bölgede emniyette olmak; burada her türlü mal ve can güvenliğinin sağlanması, bitki örtüsü dahil canlıların öldürülmesinin yasaklanmış olmasıdır.

Kim bir suç işler de Mescid-i Haram 'a girecek olursa kendi iradesiyle oradan çıkıncaya kad ar güven içinde olur. Oradan çıktıktan sonra ise işlediği suçun cezası uygulanır.

Ancak Mesc id-i Haram içinde suç işleyecek olursa o suçunun cezası Mescid-i Haramın içinde dahi uygulanır. Harem-i Şerif'te adam öldüren kimse, yine Harem'de kısas edilebilir. Resûlullah devrinde taammüden adam öldüren İbn Hatal, kısastan kurtulmak için Kabe'ye sığınmış ve onun örtüsüne tutunmuştu. Buna rağmen Efendimiz hükmü geciktirmeyip orada infazını sağlamıştı.

Harem-i Şerifin ancak nefse sataşma gibi hususlarda emân ifâde ettiği hususunda da ittifak edilmiştir.

Harem-i Şerifin dışında kendisine kısas vâcib olan birisi Harem'e sığınıp iltica ederse; İmam-ı Şafi Harem'de kendisine kısas yapılacağını söylerken, Ebû Hanife kısas yapılamayacağını; ama oradan çıkıncaya kadar yeme, içme, alışveriş ve konuşmadan men edileceğini söylemiştir. Devlet ona su, yiyecek vermez, insanlarla olan münasebetini keser, orada bulunduğu müddetçe ona bir şey de satılmaz. Böylece baskı altında tutulur ki; oradan çıkmak mecburiyetinde kalsın ve yakalansın. Çıkınca da cezası dışarıda verilir.

Hz. Ömer şöyle demiştir: "Ben Harem sınırları içerisinde babam Hattab'ın katilini yakalama imkânı bulabilsem, o kimse oradan çıkmadıkça asla dokunamam."

✦ Sizden birine Mekke'de silah taşımak helal değildir. Hadis-i Şerif

Kabe, inşa edildiği günden itibaren insanların son derece saygı gösterdik leri bir mâbeddir. İslâm'dan önce bütün Arabistan'da 2500 yıldan beri süregelen karışıklık ve düzensizliğe rağmen Kabe ve çevresinde barış ve emniyet hüküm sürmüştür. Ka'be'de yaşayan insanların mal, can, nesil emniyetleri diğer bölgelerde yaşayan insanların güvenlikleriyle mukayese edilemeyecek derecede iyiydi. Ka'be'de yaşayan Kureyş kabilesinin, diğer putperest Arap kabilelerine bir üstün lüğü, hakimiyeti vardı. Bunun yegane sebebi, putperest olmalarına rağm en Ka'be'ye göstermiş oldukları tazimdir.

Kabe'nin emin olması, Hz. İbrahim'in 'Rabbim bu beldeyi emin kıl' duasının kabulü iledir. Kabe'nin kutsiyeti ins anlar üzerinde o derece saygı uyandırmıştır ki câhiliye döneminin en karanlık günlerinde birbirlerinin amansız düşmanı olan insanlar bile onun içerisinde düş manlarına saldırmamışlardır. Hz. Peygamber de göklerin ve yerin yaratıldığı günden itibaren Mekke'nin harem (korunmuş) belde olduğunu, kıyamete kadar böyle devam edeceğini bildirmiştir.

Orada herkes mal emniyetine sahip olduğu gibi, hayvanlar ve bitkiler dahil her canlı güvenlik içind edir. Ancak akrep ve benzeri zararlı hayvanlar bunun dışındadır. Ayrıca Kabe'nin varlığı sebebiyle Arabistan'da yılda dört ay (zilkade, zilhicce, muharrem ve receb) barış sağlanmış, bu süre içerisinde kimsenin kimsey e saldırmamasına özen gösterilmiştir.

Müfessirler "Kim Mescid-i Haram'a girerse, cehennem ateşind en güven içinde olur" manasına da geldiğini söylemiştir.

'Kim makam-ı İbrahim'e girerse' yani malını, canını, evladını, bezlederek dostunun rızasını kazanan İbrahim makamına girerse, 'Emin olur' Ayrılık ateşinden, hicab azabından emin olur.

'Ona yol bakımından güç yetirenlere' Bu süluk şartlarını ve imkanlarını, seyr adap ve erkanını bulanlar içindir. Bunlar da ihram, resim (zahiri hareket) ve adetlerden çıkmak, alışkanlıklarından, kendine hoş gelen şeylerden sıyrılmak, ahlak-ı zemimeden temizlenmek, iyi niyetle yeri göğü yaratan Hazrete teveccüh etmektir.

Marifet Arafatı'nda vakfe, sıdk-ı iltica ile Cebel-i Rahme'ye iltica, güzel ahd ve ahde vefadır. Tavaf; Rububiyet Kabesi etrafında yedi beşer tavırlarından çıkıp tavaf etmektir. Sa'y; Sıfatların sefasıyla zat Mervesi arasında say etmektir. İhramdan çıkış; nur-u ilahi ile ubudiyet eserlerini mahvetme traşı ile traş olmaktır. Diğer Hac görevlerini de buna kıyas et.

Makam-ı İbrahim'e dahil olan emin olur. Makam-ı İbrahim teslimiyettir. Kim müslim olursa, onun işi Allah' ﷻdır. Onda ihtiyar kalmaz. Emniyet, havfın zıddıdır. Havf muradının hasıl olmamasından olur. Kulda irade ve ihtiyar kalmayınca içinde hangi korku kalır?

✦ Her kim iki haremden birinde ölürse, kıyamet gününde cehennem ateşinden emin olmuş olarak diriltilir. Hadis-i Şerif

✦ Hacun ile Baki mezarları çevresiyle birlikte alınır ve her ikisi de cennete serpiştirilir. Bu iki yer Mekke ile Medine'nin mezarlıklarıdır. Hadis-i Şerif

Efendimiz Hacun kabristanının tepesinde durdu. O gün orada hiç mezar yoktu. Efendimiz şöyle buyurdu: Allah bu boşlukta ve Harem-i Şerif'te yüzleri dolunay gibi parlak ve nurani yetmiş bin kişiyi diriltir. Onlar hesapsız olarak cennete girerler. Onlardan her biri de yetmiş bin kişiye şefaat eder.

✦ Kim gündüzün bir vaktinde (bir saatinde) ya da anında Mekke'nin kavurucu sıcaklığına sabrederse, cehennem o kimseden iki yüz yıllık bir yol mesafesinde uzaklaşır. Hadis-i Şerif

 

Beyt'i haccetmek, Allah' ﷻ karşı bir haktır.

"Bir yere gitmeyi veya bir işi yapmayı kastetmek" anlamına gelen hac kelim esi dinî bir terim olarak "belirli bir zamanda Arafat'ta bulunmak (vakfe) ve Kabe'yi tavaf etmek (usulüne uygun olarak çevresinde dönmek) suretiyle yerine getirilen ibadet"i ifade eder.

Bu âyet haccın müslümanlara farz olduğunun delilidir.

Bu ayette Beyt'in kinaye olduğu da söylenmiştir. Bu; hakikatte edep vasfına dahil olmaktır. İşini Rabbü'l beyte teslim etme edebiyle itiraz edip çekişmeden hükmü ilahiyi kabul etmektir.
 

Haccın hakikati

Beyti 'Kalp' olarak yorumlayanlar da vardır. Kim Sultan-ı Hakiki'nin yakınlığına dahil olursa beşeri, nefsani vesveselerden emin olur, Melik'in gölgesine sığınmıştır. Ona bir sıkıntı dokunmaz.

Denildi ki; hakikatte beyte duhul olmaz, ancak senin kendinden hurucun söz konusudur. Sen kendinden huruc edersen beyte girmen sahih olur. Kendinden sıyrılırsan emin olursun.

Beytullaha girmek için vatandan çıkmak gerekmez. Şahs-ı vahid bu yolda engel olmaz.

Temizlendiğinde, ağyar eserlerinin bütün kirlerinden temizlen. Suyun hacil (utanma), vefa, sefa suyu olsun.

Elbisenden sıyrıldığında ahlak-ı zemime elbiselerinden sıyrıl. Lisanın telbiye getirdiğinde, bedeninde Allah' ﷻ icabet etmeyen bir kıl kalmasın.

Vakfeye durduğunda kalbin, sırrın makam ihtiyarı olmadan Hak'ta vakfe yap.

Arafat'ta vakfe yaptığında Hakk'ı tanısın. Allah onun hakkını tanıtsın. Bütün kuvvetin Allah'tan olduğunu, bütün minnetin Allah' ﷻ olduğunu bilsin.

Meşari'l Haram'a ulaştığında nefsini unutarak Rabbini anıp hatırlasın. Nefsini zikrederken Rabbini zikretmek sahih olmaz. Rabbini zikrederken nefsini unutmak gerekir.

Mina'ya ulaştığında kalbindeki bütün talepleri men edeceksin. Şehvetlerden, hevalardan geçeceksin.

Cemreyi attığında kalbinden masiva pisliğini atıcaksın. Dünya ve ukba alakalarını keseceksin. Kurban kestiğinde bütün hevanı kesip Hak Sübhanehu'ya yaklaşacaksın.

Harem'e girdiğinde şeriat, lisan-ı hakikat işareti ile haram olan herşeyden uzaklaşacaksın.

Tavaf ettiğinde kalbin Rabbü'l Beyti müşahede edecek, Sa'y yaptığında beşeri kirlerden, insani afattan temizleneceksin.

Traş olduğunda bütün alakalardan kesileceksin. İhramdan çıkınca nefsinden sıyrılıp, kalbine ünsiyet-i ilahi ihramını giyeceksin.

Nefsin beytinden Rabbin beytine, Rabbin beytinden de Rabbe yöneleceksin.

Kim böylece Hac ibadetini tekmil ederse, nefsinin menfaatine bir iş yap mıştır. Kim de tembellik ederse Allah alemlerden müstağnidir.
 

Yol bakımından gücü yetenlere...

'Sebil' Bir şeye kavuşturan güç anlamındadır. Lügatta yol manasınadır.

Bir şeye yol bulabilmek, o şeye ulaşmaya imkân bulmak, güç yetme, aletin ve sebeplerin selameti mânâsındadır.

Yola güç yetirenler, "hacca gitme imkânına sahip olanlar" demektir. Bu imkân ise sağlığın elverişli olması, gidip gelmek ve bütün borçları ödeyip, emânetleri geri vermeye yetecek kadar para, binek ve yol güvenl iği, yırtıcı hayvanlardan, düşmanlardan ve yiyecek içecek bulamamaktan ötürü telef olma korkusunun olmamasıdır.

Hz. Peygamber bu imkâna sahip olan kims eye ömründe bir defa Kabe'yi ziyaret etmenin farz olduğunu bildirmiştir.

Sahabeler; 'Yola güç yetirmek ne demektir, ya Rasulallah?' diye sordular. Efendimiz 'Azık ve rahiledir' buyurdu.

✦ Üç yüz dirheme malik olanın hacca gücü yeter. Hadis-i Şerif

İkrime, "İstitâ'e" beden sağlığı ile, binecek bir şey bulamadığı zaman, yürüyerek gidebilmektir, demiştir.

Dahhak; "Bir insan genç ve sıhhatli olur, fakat haccedecek kadar parası bulunmazsa, hacc yapacak para elde edinceye kadar amelelik yapması gerekir" dedi. Bunun üzerine birisi "Allah ﷻ, insanlara Beytullah'a yaya yürüyüp ziyaret etmelerini emreder mi?" deyince o, "Bir insanın Mekke'de alacağı bir miras olsa, orada bırakır mı?" dedi. Adam "Hayır, diz üstü bile olsa oraya gider" dedi. Bunun üzerine Dahhâk, "İşte böylece, Beytullah'ı haccetmesi de farz olur" dedi.

Kişinin bakmakla yükümlü olduğu insanlar varsa, o haccda iken onlara yetecek kadar şey bırakamadığı müddetçe ona hacc farz olmaz. Eğer fakir kimse hacc yaparsa, hacc farizasını eda etmiş olacağı icma ile sabittir.

İmam-ı Azam Ebu Hanife (ra)'ye göre, köle ve büluğa ermeyen çocuk hacc yaparsa, nafile hacc yapmış olur. Köle azat edildikten, çocuk da büluğa erdikten sonra zengin olurlarsa yeniden hacc yapmaları farzdır. Çocukken yapılan ibadetlerin hepsi nafiledir. Kölelik devrinde yapılan hacc da nafiledir. Bilahare hac yapması farzdır.

✦ Çocukken Hac yapan büluğa erince tekrar hac yapsın. Köleyken hac yapan hür olunca tekrar hac yapsın. Hadis-i Şerif

Bu âyet nazil olunca sahabeler "Ya Resûlallah ﷻ, hacc bize her sene mi farzdır?" diye sordular ve bu soruyu üç defa tekrar ettiler. Hz. Peygamber her üçünde de sükût etti, dördüncüsünde şöyle dedi:

"Eğer "evet" deseydim, hacc size her sene vacib olurdu. Eğer böyle vacib olsaydı, yerine getiremezdiniz. Yerine getirmeyince de kâfir olurdunuz. Dikkat edin, ben sizi bıraktığım sürece, siz de beni bırakın (Bana bir şey sormayın). Size bir şey emrettiğimde ise, onu elinizden geldiği kadar yapın. Size bir şeyi nehyettiğimde de ondan vazgeçin. Çünkü sizden önceki ümmetler, peygamberlerine çok karşı geldikleri ve ona muhalefet ettikleri için helak olmuşlardır.

Kadına haccın farz olma şartlarından biri, mahreminin yanında bulunmasıdır. Efendimiz "Allah' ﷻ ve ahiret gününe inanan bir kadına, yanında kocası ve mahremi olmaks ızın üç günden fazla yolculuk yapması haramdır" buyurmuştur.

İbn-i Abbas (ra) anlatır: Rasulullah ﷺ bir gün hutbede, "Kadın, mah remi olmaksızın yolculuk yapmasın" buyurdu. Bir sahabî ayağa kalkarak, "Ya Rasulullah ﷺ orduya katılmak için hazırlanıyorum. Hanımım ise hacc yapmak istiyor," deyince, "Sen, hanımınla hacc yap" buyurdu.

Bir kadın ancak yanında kocası veya mahremi olduğ u takdirde hacc yapabilir. Tek başına yapamaz. Çünkü Rasulullah ﷺ cihat yapmak isteyen kimseye farz olduğu halde cihadı terk etmesini ve hanımıyla hacc yapmasını emretmiştir. Eğer kadının hacc yolunda bir mahreminin bulunması, haccın şartlarından olmasaydı Rasulullah ﷺ ona cihadı terketmesini ve hanımıyla hacc yapmasını emretmezdi.
 

Haccın Meziyetleri

Hac, ancak kuvvetli irâde sahibi, Allah’ın tevfik, yardım ve kolaylıkları ihsan ediciliğine inanıp sığınan kimseler için başarılabilecek, zor ve meşakkatli bir ibâdettir. Bu zorluk hacının ahlâkını yumuşatıp güzelleştirir, sertliğini giderir, onu sabırlı olmaya ve zorluklara katlanmaya iletir.

Hac, parlak bir İslâm geçmişini hatırlatır, dini şuuru uyandırır.

Hac, hem günahlardan temizlenmeye, hem de Allah’ın rahmet ve bereketinin kullarının üzerine saçılmasına vesiledir.

Hac, İslâm ülkelerinin çeşitli sanatlarını tanıtan milletler arası bir sergi, bir fuar, ticaret için canlı bir pazardır. Devletlerarası bir kongre, müslüman milletleri bir araya getiren bir toplantıdır.

Hac, hayat okulu, Müslümanlar arasında yardımlaşma ve bilgi alışverişine vesile olan bir yolculuktur.

Hac, fakir-zengin, rütbeli-rütbesiz farkı gözetmeksizin Müslümanlar arasında gerçek eşitlik ve kardeşliğin aynasıdır.

Hac, Cenâb-ı Hakk’ın verdiği nimetlere karşı bir şükürdür.

Âlimler, "Şeytan dedi ki; Senin doğru yoluna oturacağım" (Âraf, 16) âyetini, hac yolu diye tefsir etmişlerdir.

Muhammed b. Sûka, etrafına borçlu olduğu halde hacca giderdi. Niçin böyle yaptığı sorulunca; ‘Hac, borçları öder!’ cevabını verirdi.

Bir hac için üç kişiye ecir verilir, hepsi de Cennete girerler:

1- Onu vasiyet eden.
2- Vasiyeti uygulayan.
3- Haccı îfâ eden.

Hac, beytimi ziyâret etmektir ki, onu bütün beytlere tercih ettim. Hürmet edilen bir yerdir ki, Halil’im İbrahim onu öyle yaptı. Yeryüzünün her yanından ona gelirler. Tehlil ederek telbiye okurlar. Tıpkı kulun efendisine; ‘Lebbeyk’ -emrine geldim- dediği gibi. Hadis-i Kudsi

Kim olursa olsun, hac ve umre niyeti ile evinden çıktığı vakit, adımlarını kaldırıp indirdiğinde ağaç yaprakları nasıl dökülürse, onun günahları da, öylece dökülür.

Medine’ye geldiği, selâm vererek benimle musâfaha ettiğinde, melekler de selâm verip onunla musâfaha ederler.

Zülhuleyfe’ye gelip yıkandığında, Allah ﷻ onu, günahlarından temizler. İki yeni elbise giydiği vakit, Allah onun iyiliklerini yeniler. Lebbeyk, Allahümme Lebbeyk (Emrine geldim, Allah’ım emrine geldim) dediği zaman Rabbi, ‘Lebbeyk ve sâdeyk, sözünü duyuyorum, sana bakıyorum’ cümlesi ile karşılık verir.

Mekke’ye girip tavaf ettiği, Safa ile Merve arasında sa’y ettiği zaman, Allah ﷻ ona çok hayır ulaştırır.

Arafatta vakfeye durdukları, seslerini yükselttikleri zaman, Al lah (cc), yedi semânın meleklerine, onları överek gösterir. Şöyle buyurur: Meleklerim, semâlarında sakin duranlar, kullarımı görmüyor musunuz? Uzak yerlerden saçları dağınık, toz toprak içinde Bana gelmişler. Mallarını harcamışlar, bedenleri yorulmuş. İzzetime, celâlime yemin olsun: Onların kötülerini de iyilerinden dolayı bağışlayacağım. Analarından doğdukları günkü gibi, günahlarını bağışlayacağım.

Şeytan taşladıkları, başlarını tıraş ettikleri, Kâbe’yi ziyâret ettikleri zaman, Arş’ın içinden şöyle bir nidâ gelir: Bağışlanmış olarak dönünüz. İyilikler işlemeye bakınız.

✦ Telbiyede bulunan hiç bir Müslüman yoktur ki, onun sağında ve solunda bulunan taş, ağaç, sert toprak onunla birlikte telbiyede bulunmasın, bu iştirak (sağ ve solunu göstererek) şu ve şu istikâmette arzın son hududuna kadar devam eder. Hadîs-i Şerîf

✦ Tavaf sırasında az kelâm edin. Zîra sizler namazdasınız (namazda gibisiniz). Hadîs-i Şerîf

✦ Bir kimse anne ve babası öldükten sonra onların yerine hacc yapar veya yaptırırsa onları cehennemden kurtarmış olur. Hadîs-i Şerîf

✦ Kim hacceder ve hacc esnasında cimâ yapmaz ve fısk da yapmazsa, annesinin onu doğurduğu gün gibi, bütün günahlarından sıyrılıp çıkar. Hadîs-i Şerîf

✦ Makbul haccın karşılığı cennetten başka bir şey değildir. Hadîs-i Şerîf

✦ Hacda sadaka veren kişi Allah yolunda savaşan gibidir. Hadîs-i Şerîf

✦ Hacca gidiniz, rızkınız bol olur. Yolculuk yapın sıhhat kazanırsınız. Hadîs-i Şerîf

✦ İslam, hicret ve hacc kendisinden önceki günahları yok eder. Hadîs-i Şerîf

✦ Allah’ım hacıyı ve onun bağışlanmasını istediği kişiyi bağışla. Hadîs-i Şerîf

✦ Günahlardan öyleleri var ki onları ancak Arafatta vakfede bulunmak mahveder. Hadîs-i Şerîf

✦ Hacc ve umre için beytullaha gidenler, Müslümanların Allah’a giden temsilcileridir. Kendisine duâ ederlerse kabul olur, mağfiret dilerlerse bağışlanır.  Hadîs-i Şerîf

✧ Haccın kabul olduğunun alâmeti, geldikten sonra takvâ üzere yaşamak, dünyaya zahid, ahirete rağbetli olmaktır. İhsanda bulunmak, hatadan sakınmak, haccın mebrur olmasına vesiledir.

✧ Ramazan ayını, Allah yolunda cihadı veya Haccı tâkiben vefât eden kimse, şehit olarak vefât etmiştir. Hasan Basri
 

Kim inkar ederse, Allah alemlerden müstağnidir.

Kim, haccın farziyetini, haccettiğinde sevap kazanacağını, etmediğinde de cezalandırılacağını inkâr ederse bilsin ki, Allah'ın ﷻ ona da, yapa cağı Hacca da ihtiyacı yoktur. Zira Allah'ın ﷻ, âlemlerden hiçbir şeye ihtiyacı yoktur.

Peygamber 'e bir adam bu âyet-i kerime hakkında soru sormuş, o da şöyle buyurmuştur: ‘Her kim, hac eder de bundan bir sevap ummaz yahut (haccetmeyip) oturur da bir ceza alacağından korkmazsa, onu inkâr etmiş olur.’

• Bu, tek başına müstakil bir cümledir öncesiyle ilgisi yoktur. Allah'ı inkâr eden bütün kâfirler hakkında umûmî bir va'îddir.

"Kim, İslamdan başka bir din ararsa o din ondan asla kabul edilmeyecektir" (Âli İmran, 85) âyet-i kerimesi nazil olunca diğer dinlerde olan insanlar, "Müslüman biziz" dediler. Bunun üzerine Allahu Teala "Oraya gitneye gücü yeten herkese Allah için Kâbe'yi haccetmek farzdır. Kim inkar ederse şüphesiz ki Allah ﷻ, âlemlere muhtaç değildir" âyetini indirdi. Müminler Hac yaptılar. Kafirler ise Hacca gitmediler. Böylece "Müslüman biziz" iddiaları çürümüş oldu.

• Cümle, öncesi ile ilgilidir. "Kim haccı inkâr ederse" demektir.

"İnkâr edilecek şey"in Kâbe'deki apaçık del il olan Hz. İbrahim'in makamı veya Beytullah'ın kendisi olduğu da söylenmiştir.

Çoğu müfessirler buradaki كفر fiilini "nankörlük etmek" anlamında alarak "kim gücü yettiği halde nankörlük edip hac ibadetini yerine ge tirmezse" şeklinde yorumlamıştır. İmkân sahibi olduğu halde hacca gitmeyen kimsenin çok büyük bir günah işlemiş olacağına işaret edilmektedir. Gücü olduğu halde haccetmeyen küfre yaklaşmış, ancak haccı inkar edenlerin amelini işlemiştir.

Kim inkar ederse; "Yahu ne işiniz var Arabın orada (!) ne yapa caksınız çölün ortasında? Allah bunu farz kılmamış canım" gibi sözlerle inkar a yönelecek olursa, Allah bütün alemlerden müstağnidir. Allah'ın ﷻ onun ibadetine de, müminin ibadetine de ihtiyacı yoktur. Size 'Hac yapın' demişse sizin menfaatinizedir, Allah'ın ﷻ menfaatine değildir.

'Alem' mümin-kâfir herkesi içine alır. Allah müminden de, kâfirden de müstağnidir.

Yüce Allah ins anların yardımına muhtaç olmadığı gibi ibadetlerine de muhtaç değildir. Aksine ibadetler insanları ruhen ve manen yüceltmek, Allah katındaki değerini arttırmak için farz kılınmıştır. Hac ibadetinin de gerek dünyevî gerekse uhrevî faydaları kullara yöneliktir. Allah ﷻ, kullarından yardım ve menfaat beklemekten yücedir. Sadece haccı değil, kudreti varken namazı, zekatı terk etmek de kafirane bir isyandır.

✦ Kim haccetmeden ölürse, o kimse isterse yahudi olarak ölsün, isterse hristiyan!.. (İslam’la alakası yoktur.) Ancak hastalık yahut zalim bir yönetici gibi bir özrü bulunması hali müstesna. Şunu bilin ki, bu şekilde (özrü bulunmayan) olan kimsenin şefaatimden de bir payı yoktur, Havz'ıma da gelmeyecektir Hadis-i Şerif

✦ Her kimin yanında kendisini hacca ulaştıracak kadar bir mal bulunup da haccetmez veya zekât düşen bir malı bulunup da onun zekâtını vermezse, ölüm esnasında geri döndürülmeyi isteyecektir.Hadis-i Şerif

✦ İmkânı olduğu halde haccetmemiş olan bir komşum ölse, ben onun namazını kılmam! Hadis-i Şerif

Hz. Ömer şöyle demiştir: "Düşündüm ki, şu memleketlere (İslâm memleketlerini kastediyor) elçiler göndereyim. Kontrol yapsınlar, imkânı olup hac yapmayan insanlara cizye yüklesinler. Onlar müslüman değildirler, onlar müslüman değildirler."

Yine Hz. Ömer şöyle demiştir: "Eğer halk haccı terkederse, onlara savaş ilân ederim. Tıpkı nam azı ve zekâtı terkedenlere karşı ilân ettiğimiz gibi."

Bundan murad, meselenin önemine dikkat çekmektir. Yani, "küfre girmesi ve haccı inkâr eden kimsenin yaptığı şeyi yapması yakındır!" demektir.

Bunun bir benzeri de, "Kim, kasıtlı olarak bir namazı terkederse, (neredeyse) küfre girmiştir" hadisleridir.

Hacc kulların uhdesinden ayrılmayacak bir haktır. Ancak hacc eda edildiği takd irde, bu haktan kurtulunur. Yoksa namaz ve oruç gibi bir fidye ile öden ecek bir borç değildir.

Hacc âyeti nazil olduğunda, Hz. Peygamber müslümanları, hristiyanları, yahudileri, sâbiîleri, mecusîleri ve müşrikleri topladı. Onlara şöyle seslendi: "Muhakkak ki Allah ﷻ, haccı size farz kılmıştır; binâenaleyh, haccediniz..." Bunun üzerine, müslümanlar buna iman etti; diğer beş inanç mensupları ise, bunu inkâr ederek: "Biz ona inanmıyoruz.. (Kâ'be'ye) doğru yönelerek namaz kılmayız; onu hacc da etmeyiz..." dediler. Cenâb-ı Hak da, "Kim küfrederse, şüphesiz ki Allah ﷻ, âlemlerden müstağnidir" âyetini nazil etti.

Allahu Teala, önce, "insanlar" kelimesini zikretmiş, daha sonra da, “Ona bir yol bulabilen" ifâdesini ondan bedel yapmıştır. Burda iki çeşit te'kît vardır:

1- Bedel getirmek, maksadı ikilemek ve tekrarlamaktır. O şeye gösterilen ilginin fazlalığına delâlet eder.

2- İfâde önce mücmel (genel) getirilmiş, sonra açıklanmıştır. Bu ise, meseleye gösterilen ihtimamın fazlalığını ortaya koymaktadır.

3- Cenâb-ı Hak bu vücûbiyyeti iki ibare ile belirtmiştir. Birincisi لِلّٰهِ ifâdesindeki lam, mülkiyyet lamıdır. İkincisi عَلى harf-i cerridir ki, bu harf وَلِلّٰهِ عَلَى النَّاسِ ibaresinde vücûb ifâde eder.

4- Lafzın zahiri, hacc'ın gücü yeten herkese vacib olmasını gerektirir. Teklîfin şumulü ve umum ifadesi, o şeye çok ihtimam gösterildiğine delâlet eder.

5- وَمَنْ لَمْ يَحُجَّ "Kim haccetmezse" yerine, وَمَنْ كَفرَ "Kim inkâr ederse..." buyrulmuştur. Bu, haccı terkedene şiddetli bir zecr ifâde eder.

6- Cenâb-ı Hak, bütün âlemlerden müstağni olduğunu zikretmiştir. Bu da ilahî gazaba ve kulu yardımsız bırakmaya delâlet eder.

7- عَنِ الْعَالَمٖينَ "âlemlerden..." buyrulmuş, عَنْهُ "o kâfirden" denmemiştir. Bu, Allah'ın ﷻ gazabına daha çok delâlet etmektedir.

8-Allahu Teâlâ âyetin başında "Allah'ın ﷻ insanlar üzerinde bir hakkı vardır" buyurmuştur. Bu ifade, bu vâcibiyetin, sırf ulûhiyyet izzeti ve rubûbiyyet kibriyasından dolayı olduğunu, bir fayda veya bir zararı def için olmadığını bildirir. Sonra da bunu, âyetin sonunda, "Muhakkak ki Allah ﷻ, âlemlerden müstağnidir" ifadesiyle te'kît etmiştir.

✦ Haccedemezden önce haccediniz; çünkü Beyt iki kere yıkılmıştır; üçüncüde ise (göğe) kaldırılacaktır. Hadis-i Şerif

Hadisin mânası: "Emniyet bulunmadığı için veya başka bir sebeple, Mekke toprağında sefer etmeniz size imkânsızlaşmadan önce haccediniz..." demektir.

✦ Çölde, yiyen her hayvanın mutlaka helak olacağı bir bitki bitmeden önce, bu Beyti haccediniz. Hadis-i Şerif

✦ Eğer bir sene insanlardan hiç kimse haccetmezse, hepsinden ilahi rahmet kesilir. Hadis-i Şerif

✦ Dört kimseye Allah yardım eder:

    1- Harbe iştirak edene.
    2- Evlenmeye teşebbüs edene.
    3- Hacca niyet edene.
    4- Mükâtep köleye. Hadis-i Şerif
 

el-Ğaniyy (cc)

İhtiyaç sahibi olanlar, gerçek manada zengin sayılmazlar. İhtiyaç eksikliktir, noksanlıktır. Bütün ihtiyaçlarını bir başkasının gördüğü zat mabud olamaz. Halbuki Allah ﷻ binlerce senedir, binlerce mahlukun ihtiyacını karşılamakta, ardı arkası kesilmeden her mahlukun rızkını vermektedir. Kıyamete kadar da dünya dolusu nimet akıp duracaktır. Kıyametten sonra peygamberleri, dostları ve müminler için cennetlerin kapısını açacaktır.

İşte Allah’ın zenginliği böyledir. Kullarını ibadetle mükellef tutması, ihtiyaçtan değil, insanların kendi ihtiyaçlarındandır. Yine yaratılmışlar içinde Allah’a en çok ihtiyacı olan insanlardır.

Mesela bir kuş bir ağacın dalında avuç içi kadar bir yerde hayatını devam ettirebilir. İki arpa tanesi onu doyurur. Ne saray ister, ne ısınmak için ateş arar, ne gezmek için vasıtaya ihtiyaç duyar. Onun alemi küçük bir alemdir, fakat insan öyle mi?

Anne rahminden dünya çemenine düşen bir bebeğin ihtiyaçlarını düşünmek kafi. Maddi ihtiyaçtan başka ruhi ihtiyacımız da vardır. Bunları hazırlayıp hizmetimize sunmak Allah’tan başkasının yapacağı iş değildir. Bir nefes içinde ne kadar nimetlere mazhar oluyoruz da haberimiz yok.


Te'vilâtı'n Necmiyye'den

Cenâb-ı Hak beytten de alemlerden de müstağnidir. Onun beyti insan, Mekke sadrına konulan da kalptir. Nuru ilahi oraya girince genişler. Artık kul O'nunla görür, O'nunla işitir, O'nunla yürür, O'nunla tutar, O'nunla düşünür, O'nunla hareket eder, O'nunla sükun bulur.

Makam-ı İbrahim; Hz. İbrahim'i dostluğa ulaştıran hilkattir.

Kim oraya girerse emin olur; hullete giren yani nefsini, malını, evladını dostluk rahmetine bezleden, ateşten de ayrılıktan da emin olur, tıpkı Hz. İbrahim'e ateşin serin ve selamet olması gibi. (Enbiya, 69) Cenab-ı Hak'tan hicaplanmaktan da emin olur, cemalini görür.

Hac erkanının hakikati:

Hacdan maksat Allah'tır. Diğer ibadetlerden maksat kurtuluş, derece, yakınlık, makam, keramet ve istitaattır. Hac, Hakk'ın cezbesidir ki cin ve insin amellerine denk gelir. Allah' ﷻ seyr ancak onunla olur.

İHRAM: Resimlerden (gösterişten) çıkmak, alışkanlıkları terk, dünya ve içindekilerden sıyrılmak, ahlakı temizlemek, teveccüh sohbetiyle kulluk ihramını bağlamaktır.

VAKFE: Sıdk-ı iltica ve hüsnü ahd-i vefa ile Cebel-i Rahme'de itikaf ve marifet Arafatı'nda vakfeye durmaktır.

TAVAF: Beşeri yedi etvardan sıyrılıp rububiyet Kabesi etrafında yedi kez tavaf etmektir.

SAY: Sıfatlar Sefası ile mürüvvet Mervesi arasında seyretmektir. TRAŞ: Nur-u ilahi karşısında kulluk eserlerini mahvetmektir.'Kim inkar ederse' Kim Hakk'ın cezbesine inanmazsa bu lütuflardan mahrum kalır.

 

Belagat

 اٰيَاتٌ بَيِّنَاتٌ 'Açık ayetler' sıfat tamlaması, tekit ve medih bildirir.

 مَقَامُ اِبْرٰهٖيمَ kavli اٰيَاتٌ بَيِّنَاتٌ kavlinin atfı beyanıdır. Cemi kelime tekil olan bir kelime ile açıklanmıştır. Çünkü; o tek olan şey bile yeri ve makamı itibariyle birçok ayetler ve mucizeler değerindedir.

 "Her kim oraya girerse emin olur" Bu cümle her ne kadar mana bakımından bir ibtida veya şart cümlesi ise de 'Orada açık ayetler var' kavlinin atfı beyanıdır. Çünkü bu cümle, oraya girecek bir kimsenin güvencede olduğunu gösteriyor. Sanki bur ada şöyle denmiştir: "Orada apaçık ayetler vardır; Hz. İbrahim'in makamı var, oraya girenin can güvenliği var..." Aynı zamanda itnabdan tefridir.

 'Kim oraya girerse emin olur' cümlesi, lafzen haber ifade etse de emir manası taşıyamaktadır. Anlamı şöyledir: 'Kim, Mesc id-i Haram'a girerse, siz ona emniyet verin.'

 'Orada açık ayetler var' buyruğundan sonra, 'Makam-ı İbrahim ve oraya girenin emin olması' zikredilmiştir. Zikredilen bu iki ayet, diğer ayetleri ve mucizeleri de kapsamaktadır, tağlib olmuştur. Ayrıca bu ikisi zaten birçok ayet ya da mucizenin olduğuna delildirler. Bu ikisi dışında da daha bir çok ayetler ya da mucizeler var, demektir. Cüz-kül alakası ile mecaz-ı mürseldir.

 Âyet-i kerimede, bundan daha iyi ifade edilemeyecek birçok edebi sanat vardır:

   ♦ Şart cümlesinin cevabı, kesinlik ifade etmesi için haber sigası tercih edilmiştir.

   ♦ 'Kim inkar ederse' ifadesi, haccı terk edenin itibardan düşürüldüğü, zikrinin bile müstehcen sayıldığı, Allahu Teala'nın gazabının, haccı terk eden herkesi kapsadığını ifade eder.

   ♦ Subût ve devamlılık ifade eden isim cümlesi ile açıklanmıştır. Bu ifade tarzı, haccın, Allah'ın ﷻ insanlar üzerinde farz kılınmış bir hakkı olduğunu vurgulayacak şekilde gelmiştir.

   ♦ Ayette önce umumî olarak haccın bütün insanlara farz olduğu ifade edilmiş daha sonra gücü yetenlere tahsis edilmiştir.

   ♦ Hacc meselesi önce mübhem, özet olarak, sonra genişçe, açıkça anlatılmıştır. 'Yol bakımından güç yetirenlere' ifadesi, bedel-i ba'zdır.

Âl-i İmrân Sûresi 98. Ayet

قُلْ يَٓا اَهْلَ الْكِتَابِ لِمَ تَكْفُرُونَ بِاٰيَاتِ اللّٰهِۗ وَاللّٰهُ شَهٖيدٌ عَلٰى مَا تَعْمَلُونَ

98-De ki: ‘Ey kitap verilenler, niçin Allah’ın ayetlerini inkar ediyorsunuz? Allah ﷻ yaptıklarınızı görmektedir.’

 

Ayette Allah'ın ﷻ ayetlerini inkara yeltenmeleri hem kendi kitaplarındaki hükümleri hem Kuran'ı inkar etmeleri sorgulanıyor. Allah'a ﷻ inandığınızı iddia ediyorsunuz. Oysa Allah yaptıklarınızı görüyor, biliyor. O'ndan korkmuyor musunuz? O'ndan haya etmiyor musunuz? O'na gerçekten inanmıyor musunuz? Ne bu hal? Allah'a ﷻ inanan O'nun ayetlerini inkar eder mi?

Siz ehl-i kitap olasınız, ceddinizden onca peygamber gelsin, binlerce sayfalık kitap, Tevrat, levha levha size gönderilsin, İncil, Zebur verilsin, nice mucizeler yaşansın ve siz hala inkar edin. Sizin inkarınız delilsizlikten, bilgisizlikten olamaz. Olsa olsa, haset, kibir, heva, taassup, hubb-u dünya, inat ve azgınlıktan olur. Gerçeği görür, bilir, kapatırsınız. Siz görmezden geliyorsunuz diye hakikatler kapanır mı? Güneş balçıkla sıvanır mı? Allah yaptıklarınıza şahit, bunun farkında mısınız?
 

Ey ehl-i kitap, niçin inkar ediyorsunuz?

"Ey Kitap ehli, ne diye Allah'ın ﷻ ayetlerini inkâr ediyorsunuz; bunun sebebi nedir? İslâm'ı reddetmenize deliliniz nedir?"

Ehl-i kitaptan birine "Muhammedin Peygamberliğini All ah tarafından size gönderilen kitapta buluyor musunuz?" diye sorulduğunda "hayır" derlerdi.

'Allah'ın ﷻ ayetleri' Kuran'la gelen; dünyadan zühd, vera, takva, nefsi hevadan men etme, bakiyi faniye tercih, halktan yüz çevirip Hakk'a yönelme, varlığını hakiki maksada sarf etmektir.

İlâhî dinlerin asılları, amaçları da birdir. Ulûhiyete, tevhide, yüksek ahlâk ve fazilete davet, yalnızca Allah'a ﷻ ibadet çağrısı için izledikleri yolları da birdir. Çeşitli dinlere tabi olanlara düşen, ellerinde din adına bulunanlara taassupla yapışmaksızın bir araya gelmektir. İslâm; semavî dinlerin sonuncusu olduğuna göre, sair dinlerin mensuplarına düşen İslam sancağı altında bir araya gelmektir.

Bu hitap, o devirde ehl-i kitap için olmakla beraber, dal bid delalesiyle müminlerin kendi kitapları hakkında kaynaksız yorum yapmamalarına tenbihtir.

Düşünmeyen ve arınmayan insan, Hadisleri ve Kuran'ı değerlendiremez.

Kuran ilmi, tevil yapan cahillerin, tahrif eden azgınların, iptalci müfterilerin, düşman olan her neslin elinden muhafaza olunacaktır.

Bir kimsesinin bedbaht olmasının alameti (işareti, belirtisi) üçtür:

1- Kendisini ilim verilip amelden mahrum bırakılması,

2- Amel verilip ihlâstan mahrum bırakılması,

3- Allah dostları ile sohbete nail olup onlara hürmetten mahrum olması. Muhammed bin Fadl Belhi
 

Allah yaptıklarınıza şahit olduğu halde...

"Allah ﷻ, yaptıklarınıza, Allah'ı ve Rasulü'nü kasıtlı olarak inkâr etmenize şahittir."

'Allah yaptıklarınıza şahittir' Allah sizin hazır, hayır amellerinizde niyetinizi bilir, onunla sizi cezalandırır. Te'vilâtı'n Necmiyye

Mümin, Hz. Peygamberin Hz. Muaz’a tavsiyesini bütün insanlığa yapılmış kabul etmeli ve uymaya çalışmalıdır:

‘Ey Muaz, sana Allah'tan korkmayı, doğru söylemeyi, sözüne sahip olmanı, emaneti yerine getirmeyi, ihanet etmemeyi, komşu hakkını korumayı, nezaketli konuşmayı, güzel davranmayı, selam vermeyi, dünyadaki emeli azaltmayı, imanın eteğine yapışmayı, Kuran anlayışlı olmayı, zayıfları korumayı tavsiye ediyorum.

Doğruyu yalanlamaktan, adil bir idareciye isyan etmekten, bozgunculuk yapmaktan sakındırıyorum.

Sana her ağacın, her toprağın, her taşın yanında Allah'ın ﷻ takvasını vasiyet ediyorum. Her günah için bir tevbe ihdas etmeni, gizli günah için gizli tevbe, açık günahlar için de açıkça tevbe etmeni tavsiye ediyorum.
 

eş-Şehîd (cc)

Allahu Teala her yerde hazır, her şeyi bilen ve gören, ahirette de herkese halini bildirendir. İnsanların dünyada yaptıklarına kıyamet günü bildiği ve müşahede ettiği şekilde şehadet edecektir.

شَهِيد kelimesi شَاهِد'in mübalağasıdır. Şahid, bir hadise vukua gelirken orada olup, hadisenin vukuunu gözüyle görendir. Hadise yerine uzak olanlar, gözleriyle göremeyeceklerinden, başka vasıta ile olayı öğrenseler bile onlara şahit denmez. 'Şehid' insanların hazır bulunmadıkça bilemedikleri şeyleri bilen, gören ve haberi olandır.

Rakib ile Şehid sözcükleri eşanlamlı sözcüklerdir. Bu yüzden murakabe kalbi amellerin en üstünü olarak kabul edilmiştir. Allah’a Rakib ve Şehit isimleri ile dua etmek de kalbi amellerin en önemlilerindendir.

Allahu Teala kullarının görmedikçe bilemeyeceği bütün hadiseleri bilir, her şeye hem şahittir, hem şehiddir. Allah'ın ﷻ her yere, her şeye ve her zerreye yakınlığı birdir. Yakın olduğu için her işi görmekte, her sözü işitmektedir.

Allahu Teala mutlak surette her şeyi bilir. Bu yönden adı el-Habir’dir. Varlığın dış yüzünü bilmesi yönünden de, adı eş-Şehid’dir.

Bu kelimenin, ism-i meful manasında olması mümkündür. Buna göre Allah Şehit’tir; kendisine şahitlik yapılandır. Çünkü kelime-i şehadetle kullar, O’nun bir olduğuna şahitlik etmektedir. Kainattaki tüm mahlukat da Allah'ın ﷻ varlığını gösteren birer şahit hükmündedir.

Başkalarının yanında yapmaktan çekindiği kötü işleri tek başına kaldığında yapacak olursa her zaman, her yerde hazır ve nazır olan Allah’a ehemmiyet vermemiş demektir. Allah’ın her yerde bulunduğuna ve her işi görmüş olduğuna inananlar temiz ve dürüst insanlardır. Onlar kimsenin yanında kötülük yapamadıkları gibi, tek başına kaldığı, hiç kimsenin görmediği ve duymadığı yerde de kötülük yapamazlar. Hatta kötülük yapmayı içlerinden dahi geçirmezler. Allah Alim ve Habir’dir. İçimizi de, dışımızı da aynı surette görür ve bilir.

Mümin; Allah’ın her şeyden haberdar ve her şeye şahit olduğunu düşünür, günah ve isyan seline kapılmaz. 'Rabbim her işime şahit, beni her lahza görmektedir' der ve ayrılık kayasını aradan çıkarır, Rabbine karşı sevgi, muhabbeti, kulluğu bin kat daha artar.

Mü’min, hayatının her anını muhasebeye tabi tutar. Efendimiz ‘Akıllı kimse, kendisini hesaba çeken ve ölüm sonrası için çalışandır…’ buyurmuşlardır. Seleften bir zat ‘Muttaki bir kimse, zalim bir sultan ve cimri bir ortaktan daha şiddetli bir şekilde nefsini muhasebeye çeker’ diyerek, bu işin ehemmiyetini bizlere bildirmişlerdir.
 

Bir gece dertli bir kadın İmam-ı Azam’ın kapısına geldi ve:

‘Ya imam, bir müşkülüm var, fetva almaya geldim!’ dedi. Ebu Hanife Hazretleri:

‘Halife bizi fetva vermekten men etmiştir’ dedi. Kadın:

‘Ya imam, halife senin fetva verdiğini nerden bilecek, gecenin bu saatinde kim görecek?’ deyince, İmam-ı Âzam şöyle cevap verdi:

‘Halife bilmezse, Allah da mı bilmez? O her şeyimize şahittir.’
 

 

Sebeb-i Nüzulü

Bu ve sonrasındaki 99. âyet, Evs ve Hazreç kabilelerini cahiliyedeki gibi birbirlerine tekrar düşman etmek için çalışan bir Yahudi hakkında nazil olmuştur. Allah Teala bu iki âyetle o Yahudiyi azarlamış, yaptığı şeyin çirkinliğini bildirmiştir.

 

Belagat

 'Ey ehli kitap' nidası, tevcihtir. 'Hem kitap ehli olmak, hem de inkar etmek yakışır mı?' anlamındadır.

 'Niçin Allah'ın ﷻ ayetlerini inkar ediyorsunuz?' istifhamı; tevbih, tekdir ve kınama ifade eden bir sorudur.

 'Allah'ın ﷻ ayetleri' izafetinde الَله özel isminin zikri, azamet ve tazim bildirir.

 'Allah yaptıklarınıza şahiddir' cümlesinde, zamir yerine özel ismin gelişi, muktezay-ı zahirin hilafına kelamdır, zihne yerleştirmek, tazim içindir.

 'Yaptıklarınız' sıfatlı kinayedir.

 Lazım; Allah yaptıklarınıza şahittir, melzumu; karşılığını verecektir.

 شَهِيد 'Bilmek, görmek' anlamıyla, كفر fiilinin 'Örtmek, kapatmak' anlamı arasında tibaka mülhak, îhamı tezat vardır.

Âl-i İmrân Sûresi 99. Ayet

قُلْ يَٓا اَهْلَ الْكِتَابِ لِمَ تَصُدُّونَ عَنْ سَبٖيلِ اللّٰهِ مَنْ اٰمَنَ تَبْغُونَهَا عِوَجاً وَاَنْتُمْ شُهَدَٓاءُۜ وَمَا اللّٰهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ

99- De ki: ‘Ey kitap ehli, niçin iman edenleri; bir eğrilik arayarak Allah yolundan döndürmeye uğraşıyorsunuz, sizler şahitler olduğunuz halde? Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir.

 

Ayet önceki ayetle aynı üslupta geliyor. Tenkit devam ediyor. İstifham-ı inkarî getirildi.

Bunlar işi sadece inkarla bitirmiyor, inatta, kibirde, hasette hocaları olan şeytanla işbrirliği yapıp, Allah yolunda olanların sapık fikirler, şüpheler, fitneler, fesatlar ile sapıtıp, doğru yolu bırakmalarını istiyorlar.

Üstelik eğrinin eğri, bozuğun bozuk, yanlışın yanlış olduğunu bile bile... Bilmeden, gafletle yapılan hatalar affedilir, mazur görülebilir. Çünkü acizlik kökenlidir. Ama bile bile, inadına kasıtlı yapıln asilikler aftan çok cezaya müstehaktır. Üstelik günah sırf şahsında kalmayıp başkalarını etkiliyor. Tutuşturulmuş ateş gibi cemiyeti sarıyor. Günahlar zamanla örf, adet, alışkanlık halini alıyor. Önünü almak oldukça zorlaşıyor. Hukukullah ile beraber kul hakkı da devreye giriyor. Artık altından kalkabilirsen kalk!

Allâhümme yâ mukallibel kulûb sebbit kalbî alâ dînik...
 

İman edenleri niçin Allah yolundan çeviriyorsunuz?

'Din İslam'dır, Muhammed ﷺ nebidir. Neden dinden çevirmeye çalışıyorsunuz? Aklı tekâmül ettiren, ahlâk ile ruhu arındıran, salih amellerle insanın seviyesini yükselten iman yolundan müminleri alıkoymanızın sebebi nedir?'

Ehl-i Kitabın, inananları Allah yolundan saptırmak istemeleri, zayıf müslümanların kalplerine şüphe sokmak suretiyle oluyordu. Hz. Muhammed'in ﷺ sıfatlarının kendi kitaplarında anlatıldığını da inkâr ediyorlardı.

Allahu Teâlâ, her iki âyette de, "De ki, Ey Ehl-i Kitap!.." hitabını tekrar etmiştir. Çünkü gaye, onları ileri derecede kınamaktır. Bu hoş hitabın tekrarı, yumuşak bir üslup ile nasihat edip, saptırmalarından onları çevirmek, ellerindeki kitapların aslına uygun düşen İslâm'ı kabul ederek, Müslümanlara katılmaya meylettirmek içindir.
 

Onun eğriliğini arayarak...

Eğrilik; dinde, sözde ve davranışta meyletmek, haktan sapmak, doğru yoldan uzaklaşmak, hidayet yolundan sapıtmak demektir. Duvar ve benzeri dosdoğru olan herşey hakkında eğriliği anlatmak için bu kelime kullanılır.

عِوَج fiili, ع harfinin esresi ile manevi eğriliği, fethası ile maddi mızrak, ağaç gibi nesnelerin eğriliğini gösterir.

Ehl-i Kitabın din adamları tarih boyunca İslâm'da hep kusur ve eğrilik aramışlardır. İnsan psikolojisi böyledir: Bir şeye karşı çıkmaya görsün, onun bütün iyi taraflarını iter, sadece kusur bulmaya çalışır. İlâhî rızaya ermiş bir göz, kusurları görmekte kördür. İlâhî gazaba uğramış bir göz ise, baktığı her şeyde kusur aramaya çalışır.

Kur'ân-ı Kerîm'de Kitap Ehli'nin bu tutumuna değinilerek, Müslümanların çok ölçülü, duyarlı, bilgili ve karşısındakini ikna edici olmalarına işaret ediliyor.

Hristiyan âlemi, misyonerlik faaliyetleriyle bir yandan hristiyanlığı yayarken, diğer yandan İslâm'da kusur ve eğrilik aramaya hız vermiştir. Bazı yalan ve iftiraları şunlardır:

• İslâm kılıç diniymiş; Peygamber ve arkadaşları insanları silah zoruyla Müslüman yapmış.

• Hz. Muhammed ﷺ amcası Ebû Talib ile, Hz. Hatice'nin ticaret kervanıyla Şam'a yaptığı birkaç yolculuğunda ünlü Rahip Bahîra ve Nasturâ ile görüşmüş, dinî konudaki bütün bilgilerini onlardan almış, yeni bir din kurma hevesine kapılmış.

• Hz. Muhammed -hâşâ- kadın düşkünü imiş. Hz. İsâ hiç evlenmediği halde o, 11-12 kadınla evlenmiş, gibi kas ıtlı isnad ve iftiralar.

Bu iftiraların cevapları kısaca şöyledir:

• İslâm, rahmet ve şefkat dinidir. Silahlı saldırıya geç en veya geçmeğe hazırlanan inkarcıların zulüm ve tuğyanını durdurmak için kılıç kullanılmıştır. Savaş, dini tebliğde en son başvurulan yoldur. Önce teklif yapılır, cizye veya İslam'a girmek kabul edilmezse savaşa gerek görülür. Efendimizin 10 yıllık Medine devri hep savaşlarla geçmiştir. Ama bu süre içinde sadece 250 kişi hayatını kaybetmiştir. Bunl arın yaklaşık 100'ü Müslüman, 150'si müşriktir. Eğer İslâm kılıç dini olsaydı, 10 yıllık aralıksız süren sav aşlarda binlerce insanın canına kıyılırdı.

Oysa İslâmiyeti yeryüzünden silmek için Hıristiyan âleminin düzenlediği Haçlı Seferleri ve bu seferlerde sahn eye konulan işkence ve katliamlar, tarih sayfalarında kayıtlıdır.

• Şam seyahatına gelince: Efendimiz biri 12 yaşlarında, diğeri 25 yaşlarında iken iki seyahat yapmıştır. Birincide Şam yakınlarında Busra kasabasında Rahip Bahîra ile birkaç saat görüşmüş, ikinci sefe rinde ise yine aynı yerde Rahip Nastura ile kısa bir süre görüşüp konuş muştur. Ama hiçbir okul görmemiş, okur-yazar olmayan bir insanın dört-beş saatlik mülakatla bu kadar bilgi edinmesi, dünyada en büyük inkılabı başaracak bir din kurması, yirminci asrın sonlarına doğru ilim ve tekniğin ancak kapı açabildiği ilimleri sergilemesi nasıl mümkün olabilir? Üstelik görüştüğü insanlar, tahrif edilmiş bir dinin mensuplarıdır. Bilgileri yeterli ciddiyetten yoksundur.

• Çok evliliğine gelince: Efendimiz 53 yaşına kad ar tek eşli idi.Bu yaştan sonr a aralıksız sürüp giden savaşlarda kocalarını kaybedip kimsesiz, periş an kalan ve çoğunun yaşları 45-55 arasında bulunan kadınlarla evl enmesi, onların kalbini almak, ıstıraplarını dindirmek, başlarını sokac ak bir yuva sağlamak; İslâm'a olan büyük hizmetlerinden dolayı onlara saygı ve ilgi göstermek içindir. Ayrıca yaptığı evlilikler, pekçok kabilenin müslüman olmasına vesile olmuştur.
 

Kendiniz de şahid olduğunuz halde…

"Sizler kıskançlık, üstünlük, büyüklük duyguları, batılı yerleştirme arz usu üzerinde yükselen bu inatçı tutumunuzla, hak yolundan sapmak ve hidayet üzere dosdoğru yoldan ayrılmak istiyorsunuz. Halbuki siz Muhammed'in doğruluğunu tam anlamıyla bilmektesiniz. Daha önce ona dair verilen müjdeleri de bilmektesiniz."

"Siz gördüğünüz halde" ifadesi, 'aklınız erdiği halde' anlamındadır.

• "Siz Tevrat'ta, Allah’ın dininin ancak İslam olduğuna, başkasının kabul edilmeyeceğine, Hz. Muhammed'in peygamberliğine delâlet eden mû'cizelerin zuhur ettiğine şâhid olduğunuz, Allah yolundan saptırmanın doğru olmadığını bildiğiniz halde böyle birşeyi nasıl yaparsınız?"

• "Sizler, dinde sözüne güvenilen, önemli meselelerde şâhidliklerine itimâd edilen, âdil şâhidler, yahudi âlimleri olduğunuz halde, bâtılda, yalan ve saptırmada ısrar etmek size nasıl yakışır?" Allahu Teala insan kadrosunun genişleyebilmesi için Hz. Adem'e kardeşlerin evlenme iznini vermişti. Sonra bunu haram kıldı. Hz. İbrahim zamanında da hanımının üzerine cariye edinmek mübahtı. İbrahim aleyhisselam bunu yaptı, Hacer valideyi Sare valide üzerine aldı. Daha sonra Tevrat'ta bu hüküm haram edildi.

O devirde iki kız kardeşi birlikte almak yaygındı, Hz. Yakup da bunu yaptı. Sonra Tevrat'ta bu cevaz kaldırıldı. Bunların hepsine Tevrat'ta delil vardır. Tevrat'ta olan bazı hükümleri de Efendimizin şeriatı neshetti. Neden tabi olmuyor, yalanlayıp, muhalefet ediyorlar?

Ehl-i kitabın bu tutumu, ümmet-i Muhammed'e olan kıskançlıkları yüzündendi. Hased öyle bir duygudur ki, sahibini kör ve sağır eder.

Hasedin zararları:

• Taatı ifsad eder

• Hasenatı yer

• Gıybet ve sövmeye iter

• Malını canını telef eder, iyilikleri giderir.
 

Bile bile inkar...

Ehl-i kitab, İslamiyete ve Kur'ana uzaktan bakıyorlar. Halbuki, uzaktan bakınca bir yıldız, bir mum gibi görünebilir. İşte ehl-i kitap da Kur'ana uzaktan baktıkları için Kur'anın azametini, kıymetini ve ehemmiyetini anlamıyorlar.

Ramazan hilalini arayan ihtiyar bir adam, kirpiğinin kavis almış beyaz kılını ay zanneder. Ehl-i kitap da, hakkı ararken bazen ellerine batıl geçer. Sathi ve tebei nazarla baktıkları için hakikat zannedip kafalarına geçirirler. Nasıl ki, o ihtiyar adam biraz daha dikkat etse onun ay değil, bir kıl olduğunu anlayacaktır. Ehl-i kitap da biraz daha dikkatle gittikleri yolun iç yüzüne baksalar hatalarını anlayacaklar.

Ayrıca, şeytan, bâtılı hak ve muhali mümkün gösteren gaflet, dalâlet, safsata, inat, muğalâta, mükâbere, iğfal ve görenek gibi desiselerle, çok muhâlâtı netice veren küfür ve inkârı, o insan suretindeki bedbaht hayvanlara yutturmuştur. İnkarlarının en önemli sebeplerinden biri de budur.

Hz. Musa’ya inen Tevrat’ı Allah’ın sözü kabul edip Hz. Muhammed’i ﷺ ve ona inen Kuran’ı inkar etmek zulümdür.

Alimlerin süsü ilimlerinin amellerine uymasıdır. İmam Şafii

Bir kimsenin bilgisini tutacak erdemi yoksa neyi kazanırsa kazansın sonunda herşeyi kaybeder.

Bir kimsenin ilmi onu Allah’ın yasaklarından alıkoymuyorsa o kimse büyük tehlikededir. İmam-ı Azam

Doğru bir kürek suda eğri görünür. Önemli olan birşeyin yalnız görünmesi değil nasıl görülmesidir.

İlmi arttıkça günahı artan kimse şüphesiz ki helak içindedir.

 

Allah ﷻ, yaptığınız hiçbir şeyden gafil değildir.

Bu ifâde tehdit bildirir. Bir insanın, gidişatını beğenmediği kölesine, "Senin durumun bana gizli değil. Bilmediğimi zannetme!" demesi gibidir.

Allahu Teâlâ önceki âyeti "Allah yaptığınız her şeye şâhiddir" cümlesi ile bitirmiştir. Çünkü orada sözü geçen küfür ve inkâr, açık ve tanık olunan bir iştir. Onlar Hz. Peygamber'in nübüvvetini açıkça inkâr ediyorlardı. Bu ayeti de "Allah ﷻ, yaptığınız hiçbir şeyden gafil değildir" buyurarak sona erdirmiştir. Çünkü onlar İslâm'dan alıkoyma işini hile ve desise yoluyla gerçekleştirmek istiyor, müslümanların kalplerine şüphe atma işini açıkça yapmıyorlardı. Bu hususta çok çeşitli hilelere başvuruyorlardı.

Bundan dolayı açıkça yaptıkları işler hakkında "Allah şâhiddir"; gizli yaptıkları şeyler için ise, "Allah ﷻ, yaptığınız hiçbir şeyden gafil değildir" buyrulmuştur.

‘Gaflet’ sözlükte, terk etmek, bilgisi olması gerekeni bilmemek, önemsememek; isim olarak da, dikkatsizlik, dalgınlık ve ihmal gibi anlamlara gelir.

Kavram olarak ‘gaflet’ bir şeyin gerekliliği ortada iken bunun idrak edilmemesi, yeterince dikkatli ve uyanık hareket edilmediği için insana gelen yanılma halidir. Bir gerçek ortada iken ondan bile bile habersiz olmak, ona karşı unutkan bir tavır takınmak, ya da ona karşı kulağı, gözü, anlayışı kapalı tutmak gaflettir.

‘Nisyan’ da unutma anlamına gelir. Ancak bir şeyi bilmeden terk etmek ‘nisyan’ bile bile terk etmek ‘gaflet’tir, aralarında fark vardır.

Gaflet’in zıddı, hidayet, feraset ve basirettir. Kuran’da ‘Gaflet’ kelimesi, habersiz olma anlamında da kullanılır. “..Oysa sen, daha önce, bundan haberi olmayanlardandın (gafil idin)” gibi. (Kaf, 22)

‘Gaflet’ içinde olanlara, bir şeyi bile bile unutanlara ‘gafil’ denir. Kur’an ayetleri anlamayıp, onlara sırt dönenlere, hak davet karşısında unutkan bir tavır takınanlara ve aldırmayanlara ‘gafil’ demekte ve onları kınamaktadır.Kur’an, salih amel işleyen müminlerin ve yanlış iş yapan, ya da Allah’a karşı gelen diğer insanların yaptıklarından Allah’ın gafil olmadığını sık sık vurgular.

 

Belagat

 98. ayette de, bu ayette de nida edatı uzaklık ve tavır içindir.

 Bu ayet de 98. ayet gibi 'De ki ey ehl-i kitab, niçin...' kelimeleriyle başladığı için terdittir.

 'Allah yolu' Allah'ın ﷻ dini, kitabı anlamında istiaredir.

 'Niçin Allah yolundan alıkoyarsınız' tecessüm sanatıdır.

 İstifham; tevbih ve tekdir içindir.

 تَبْغُونَهَا عِوَجاً Çarpıklığını istemek, doğru yolun zıddına eğri yolu arayıp bulmaktır. Teşbihi tenasidir. Doğru yol hazırken bozuk yol arama kaygısına düşme hilekarlığına ve boşa çaba harcama eblehliğine remz ve tarizdir.

 'Sizler şahitler olduğunuz halde' hal cümlesi, delalet-i tazammuniyesi ile bile bile yapılan kötülüklerin Allah katında sorumuluğunun çok daha fazla olduğunu bildirmektedir.

 'Allah yaptıklarınızdan gafil değildir' cümlesi bileni bilmeyen yerine koymak suretiyle muktezayı zahirin hilafına kelamdır. Bile bile kötülük yapmak ve bunun cezasız kalacağını sanmak, Allah'tan gafil olmayı, daha da ilerisi Allah'ın ﷻ kendilerinden gafil olduğunu sanmaktır ki; bir önceki ayette sorulan 'Neden inkar ediyorsunuz' ifadesini pekiştirir.

 'مَا تَعْمَلُونَ Yaptıklarınız' sıfatlı kinayedir, ism-i mevsul zem içindir.

 عَمَّا تَعْمَلُونَ ifadesindeki عَنْ harf-i ceri buud ve uzaklaşma ile amellerinin kötü ve cezaya müstehak olmasına işarettir.

Âl-i İmrân Sûresi 100. Ayet

يَٓا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُٓوا اِنْ تُطٖيعُوا فَرٖيقاً مِنَ الَّذٖينَ اُوتُوا الْكِتَابَ يَرُدُّوكُمْ بَعْدَ اٖيمَانِكُمْ كَافِرٖينَ

100- Ey iman edenler, eğer kitap ehlinden bir zümreye uyarsanız sizi inandıktan sonra küfre döndürürler.

 

Ayet Evs ve Hazrec gençlerini kışkırtıp kavga çıkaran Yahudilerin çirkef hallerini haber vererek müminleri uyarıyor. Onların maksadı müminleri dinden çıkarmak amaçlı düşmanlık sokmak, eski düşmanlık ateşlerini yeniden tutuşturmak müminleri bu günde olduğu gibi birbirine katıp kardeşi kardeşe kırdırmak, bölüp, parçalayıp yutmak.

Bu nedenle Rabbimiz kafirleri, müşrikleri, münafıkları dost edinmeyi yasaklamış. Mecbur kalmadıkça onlarla beraber olmayı onlara uymayı, sevmeyi, onları dost bilmeyi, hevalarına uymayı men etmiş. Onları sevmek, takdir etmek onlara uymayı gerektirir ki, bunun sonu dinden dönmeye kadar gider. Onun için 'onlara itaat ederseniz' cümlesi vasıtalı kinaye olarak son cümleye bağlanmış, arada hazifler vardır.

'Sizi imandan sonra küfre çevirirler' Efendimizin 'Kişi arkadaşının dini üzeredir' buyruğu da bu manayı açıklar.
 

Ey iman edenler...

"İman edenler" ile Evs ve Hazrecliler kastedilmiştir. Onlar gerçekten kafir olup, saptıkları için azarlanmadılar. Çünkü onlar mümin kimselerdi. Bundan dolayı iman nitelikleri söz konusu edilerek "ey iman edenler" diye kendilerine seslenilmiştir.

En büyük nimet; iman ve İslâm nimeti, Kurân-ı Kerim’e hâdim olmak, Hz. Muhammed’i ﷺ canından çok sevmek, sıhhat ve âfiyeti iyi değerlendirmek, günahın örtülmesi, halktan müstağni olmaktır.

✦ Allah ﷻ katında amellerin en değerlisi Allah’a, peygamberine iman etmektir. Hadis-i Şerif

✧ Müminin keremi dinidir. Mürüvveti aklı, hasebi (soyluluk ve asaleti) güzel ahlaklıdır. İbn Hibban Hakim

✧ İman, Yüce Allah'ın ﷻ gayba ait bildirdiği her şeyi tasdik etmektir. Muhammed ibn-i Hafif

✧ Hakiki Müslümanlık en büyük kahramanlıktır.

✧ Gerçek müminin hareketleri ibadet, sözü dua, bakışı rahmet, beraberliği kuvvettir. Nureddin Topçu

✧ İnanmış ona derler ki; her hususta kafir bile imanını kıskansın ona özensin. Mevlana
 

Kitap verilenlerden bir zümreye itaat ederseniz...

Yani, Şâs ve arkadaşlarına itaat ederseniz, imanınızdan sonra sizi kâfirler olarak geri çevirirler.

"Eğer kendilerine kitab verilenlerden herhangi bir zümreye itaat edecek olursanız..." buyruğundan murad, yahudilerin gayret gösterdikleri her türlü saptırma da olabilir.

İslâm kültürü, insanın yaratılışındaki üstünlüğe, ruhundaki yüceliğe eşdeğerdedir. İslâm'la insan ikiz kardeşlerdir. Onunla yoğrulup şekillenen her mü'min, sosyal yapıda bir değer, aile bünyesinde kıymetli bir örnektir. Saygınlığı yaygın, beşerî münasebetleri iyilikten ve hizmetten yanadır. Varlığı rahmet, ölümü büyük bir kayıptır.

İslâm kültürünün ruhlar ve vicdanlar üzerindeki olumlu etkisini ve taşıdığı derin mânayı henüz anlayamayan bazı müslümanların başka bir kültürün kurbanı olması kaçınılması güç bir hastalıktır. Yabancı kültürün zararlarını öğretmeden önce İslâm kültürünün yararların ı kalblere ve kafalara işlemek gerekir.
 

İmanınızdan sonra döndürüp, sizi kâfir yaparlar.

Yapmak yıkmaktan daha zordur, bu yüzden inkarcıların işi daha kolay gözükmektedir. Allahu Teala mü'minlerin de yoldan çıkma tehlikesi bulunduğuna dikkat çekmek için, inkarcıların etkisinde kalmamanın yollarını öğretmektedir.

Âyet-i kerime, yahudi ve münafıkların en büyük gayelerinin müslümanları İslam'dan döndürmek olduğuna dikkat çekmektedir. Ayetin sebebi nüzulü belli bir döneme ait olmakla birlikte, içerdiği üstün değerler her zaman, her yerde uyulması gereken ulvi değerlerdir. Müslümanların İslami hedeflere, Kur'an ve sünnete sarılmaları, onları bir araya getiren ve güçlü bir toplum haline dönüştürecek olan İslam kardeşliğine bağlanmaları gereklidir.

Ayrıca ayet-i kerime, müminlere zarar vermek, onları parçalamak isteyenlerin vesveselerine müslümanların kulak vermemeleri gerektiğini bildirir. Dinimize uymayan kimselere, özellikle ayrılık işareti verdikleri zaman inanmamamız gerekir. Mü'minler eğer onların sözleri karşısında yumuşar ve kabul ederlerse, bu onları yavaş yavaş küfre düşürecektir. Küfür, hem dünya hem de din bakımından helak olmaktır. Yahudi ve hristiyan alimlerin nasihatlerini, yönlendirmelerini ve müslümana işaret ettikleri şeyleri kabul etmek, müslümanı farkına varsın varmasın inkâra götürür. Bunun için onlardan tam anlamıyla uzaklaşmak, görüşlerine kulak vermekten sakınmak, ileri sürdükleri fikirler üzerinde derinliğine düşünmemek şarttır. Ta ki onların telk in ettikleri görüşler zarara, şirke, fesada ya da ayrılığa, anlaşmazlığa ve böl ünmeye götürmesin.

Küfür, ahireti kaybetmeye sebep olan, dinî bakımdan bir helak oluştur. Dünyada ise kötü gidişe ve kötü geçime sebeptir. Fitneleri, düşmanlıkları ve kini körüklediğ inden dolayı dünyada da bir helak oluştur.

Yahudileşme alametleri:

1- İmanda pazarlık etmek, dinin hükümlerine sınır çizmek

2- Din hükümlerinde tahrifat yapmak, İslam’ın ruhuna aykırı yorum yapmak

3- Hakkı gizlemek, Allah ﷻ hakkında kötü zan beslemek

4- Sosyalleşememe, kutsal millet inancı, taassup

5- Kurtulmuş fırka düşüncesi, üstünlük iddiası

6- Taklitçilik, kimlik kaybı, grupçuluk, dini parçalamak

7- Nimet azgınlığı, karunlaşmak

8- Dini siyasete indirgemek, törenselleştirmek

9- Sevgisizlik, ikiyüzlülük, ciddiyetsizlik ve tartışmacılık

10- Allah’ı hakkıyla takdir edememek, Allah’a iftira

11- Allah yolunda mücadeleden caymak,

12- Gerçeği bile bile inat etmek
 

 

Sebeb-i nüzulü

Yahudi Şâs İbn-i Kays, küfürde son derece ileri giden, müslümanlara son derece kızan, hased eden bir kafirdi. Bir gün, Evs ve Hazreclilerin karışık bulunduğu bir ensar grubuna rastladı. Onlar sohbet ederlerken, câhiliyyedeki düşmanlıklarının İslam sayesinde tamamen bitmiş olduğunu gördü. Bu durum çok zoruna gitti. Çünkü daha önce yahudiler, komşuları Evs ve Hazrec'in -aralarındaki yıkım ve tahribattan dolayı, onlardan korkmuyor, emniyet içinde yaşıyorlardı. "Bunl ar birleşirlerse vay bizim halimize" dedi. Hemen yanlarına oturarak onlara, daha önce aralarında geçen harbleri hatırlattı. Bu harbler hakkındaki bazı şiirleri tekrarladı. Bu sefer, diğer grup 'Bizim şairimiz de filan filan gün hakkında şöyle dedi' diyerek kendilerine ait şiirleri okudular.

Bunun üzerine ensar topluluğu aralarında tartışmaya, atışmaya, "Silahlarınıza davranın, silahlarınıza" demeye başladılar. Bir araya toplandılar, silahlarını alıp, savaşmak üzere dizildiler. Bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu.

Peygamber hemen muhacir ve ensardan bir grup müslümanla onların yanına geldi. İki saf arasında durarak, yüksek sesle bu âyet-i kerimeyi okudu, Evslilerle, Hazrecliler Hz. Peygamber'in sesini işitinc e ona kulak verip dinlediler. Hz. Peygamber şöyle diyordu:

"Ben sizin içinizde olduğum ve de Allah sizlere, İslam ile ikramda bulunup kalblerinizi uzlaştırmış olduğu halde, sizler câhiliyye hallerine tekrar dönmek mi istiyorsunuz?" Bunun üzerine sahabeler, bunun şeytan işi ve yahudinin bir hilesi olduğunu anladılar. Silahlarını atarak kucaklaştılar, ağladılar ve Rasulullah ﷺ ile birlikte oradan ayrıldılar.

Cabir b. Abdullah o günü anlatırken şöyle demiştir: O gün bu yaptığımız işe muttali olmasından en çok hoşlanm adığımız kişi Rasûlullah idi. O geldi ve bize eliyle işaret etti, biz de bu işten vazgeçtik, Allah da aramızı bulup barıştırdı. Bunun üzerine, bu işe muttali olmasından, Rasûlullah'ın haberdar olmasından daha çok sevindiğimiz kimse olmadı. Ve ben, başı itibariyle bundan daha çirkin ve vahşetli, sonu itibariyle de bundan daha güzel bir gün görmedim.

Bazı tefsirlerde, Evs ve Hazrec'li grubun, Şâs ibn Kays tarafından görevlendirilen bir yahudi genç tarafından eski düşmanlıkları ve aralarında câhiliye devrinde vuku bulan Buas savaşları hatırlatılarak tahrik edilmeleri üzerine bu tuzağa düşerek savaşın eşiğine geldikleri, zikredilmiştir.

Bu hadise hakkında bir değil bir kaç âyet-i kerime nazil olmuştur. Bu sûrenin 98. âyetinden 103. ayete kadar altı âyet-i kerime bu hadise akabinde inananlar arasına fitne tohumları ekmeye çalışan yahudileri azarlamak ve onların kurduğu tuzağa düşen mü'minleri kınamak, bu tuzaktan kurtularak yeniden hakka tabî olmaya davet etmek üzere inmiştir.

 

Te'vilâtı'n Necmiyye'den (99-100. ayetler)

'Ey ehli kitap! Niçin Allah yolundan çeviriyorsunuz?' Yani ey kötü alimler! Neden dünya hırsınızla, hevanıza uymakla size uyan müminleri sapıtıyorsunuz? Onların Hakka' yönelip, varlıklarını Hakk'a bezletmelerine mani oluyorsunuz. Onlar size hüsnü zan edip, amellerinizin, hallerinizin şeriat kaidelerine, din tarikatına nebinin emrine uygun olduğunu zannediyorlar. Batıl yollara giderek onları eğri yollara sevk ediyorsunuz.

Ey iman edenler! Siz o kötü alimlere itaat ederseniz, hevalarına uyarsanız sizi batıl yola sevk ederler.

 

Belagat

 Önceki ayetlerde hitap peygambere iletilerek ehl-i kitaptan hesap soruldu. Cenab-ı Hak onlara gazaplı olduğundan direkt muhatap almıyor. Bu ayet müminleri direkt muhatap alıyor 'Ey iman edenler' buyuruyor. Müminleri zalim, hilebaz, inkarcı kimselere karşı uyaran bir takyit cümlesi getiriyor. 'Eğer itaat ederseniz, sizi çevirirler' Şart cezası ile sebep-sonuç ilişkisini gösteriyor.

 'Kitap verilenlerden bir fırka' ifadesindeki فَرٖيقاً kelimesinin nekresi, neviyet ve efraddan her ferde şumullü olduğunu bildirir. Kafirler hangi inanca, hangi meşrebe, hangi mezhebe dahil olursa olsun, fark etmez küfür bir millettir. Hepsi de müminleri mürted yapma niyetinde birdir.

 يَرُدُّو Sizi çevirirler, mürted olmak manasındadır. İlk andan itibaren kafir olmaktan çok daha beterdir. Çünkü kafirlikten müslümanlığa dönen kimsenin geçmiş günahları silinirken, imandan küfre dönenin geçmiş iyilikleri, sevapları siliniyor. Nikahı bozuluyor, miras hakkını kaybediyor. Ve yeniden İslam'a girmezse canı heder oluyor.

 'İmandan çevirmek' ile 'Kafir olmak' arasında muraat-ı nazır vardır.

 Bu ayette 'Kitap verilenler' ifadesinde ism-i mevsul zem ve tahkir içindir.

Âl-i İmrân Sûresi 101. Ayet

وَكَيْفَ تَكْفُرُونَ وَاَنْتُمْ تُتْلٰى عَلَيْكُمْ اٰيَاتُ اللّٰهِ وَفٖيكُمْ رَسُولُهُۜ وَمَنْ يَعْتَصِمْ بِاللّٰهِ فَقَدْ هُدِيَ اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَقٖيمٍ

101- Allah’ın ayetleri size okunduğu, aranızda da Rasul’ü bulunduğu halde nasıl inkar edersiniz ki? Kim Allah’a sımsıkı bağlanırsa gerçekten doğru yola iletilmiştir.

 

Ehli kitabın oyununa gelip küfre, cahiliye adet ve kavgalarına meyledenleri Cenâb-ı Hak كَيْفَ istifhamıyla tekdir ve ikaz ediyor:

Elinizde Allah'ın ﷻ ayetleri, yanınızda, aranızda Rasulullah ﷺ ve sünnetleri varken, her şüphe hastalığına derman, her soruya cevap, her soruna çözüm varken, kafire, küfre, cahiliye adetine, şehvete, gadaba, hevaya, şeytana meyil niye?

Yanlış telkinlere aldanmayın. Propagandalara gelmeyin. Allah'ın ﷻ dinine, kitabına, Rasulünün emrine sımsıkı yapışın. Sizi doğru yola sevk edecek ancak bunlardır. Dostunuzu, düşmanınızı iyi tanıyın. Hislerinize mağlub olmayın. Kışkırtmalara gelmeyin, düşmanın oltasına yem olmayın. Çözemediğiniz bir sorun olursa Allah ve Rasulüne danışın, hakiki alimlere sorun, çözüm arayın, olayı kördüğümhaline sokmayın.
 

Allah'ın ﷻ ayetleri okunurken, nasıl inkar edersiniz?

كَيْفَ  'Nasıl' kelimesi hayret ifâde eder. Hayret, bir şeyin sebebini bilmeyen kimse için söz konusudur, Allah ﷻ hakkında hayret imkânsızdır. Bu sorudan kastedilen, men etme ve tehdittir. Yani; "Allah'ın ﷻ âyetleri Kur'ân-ı Kerîm, size okunup, aranızda da Peygamberi Muhammed ﷺ bulunurken, nasıl kâfir olursunuz? Küfür nereden gelip size bulaşır? Nereden gelip kapınızı çalar?" demektir.

Çünkü Hz. Peygamber , onların arasında her türlü şüpheyi giderip, tüm delilleri göstermiş, onlara Allah'ın ﷻ âyetlerini okumuştur. Onun varlığı, küfre düşmelerini engelleyen bir maniadır. Hz. Peygamber'in yanındakilerin küfre düşmesi, bu bakımdan daha uzak bir ihtimaldir.

İnsanın Allah’tan uzaklaşması; halk ile sıkı münasebet kurmak, nefisle oyalanmak, nefsin arzularına uyarak sağlam akideden ayrılmakla gerçekleşir.

Üç şey dinden çıkarır:
  1- İstihza: Din ile alay etmek   
  2- İstihfâ: Dini hafife almak.
  3- İstihlâl: Helâli haram, haramı helâl saymak.
 

O'nun Rasulü de içinizde iken...

Bu hitap Hz. Peygamber'in ashabın a aittir. Çünkü, Rasûlullah aralarında bulunuyor, onlar da onu görüyorlardı.

Aynı şekilde bu âyeti kerimelerin kapsamına, Hz. Peygamber'i görmeyenler de gir er. Çünkü, onların arasında kalan Hz. Peygamber'in sünneti, bizzat onu görmenin yerini alır. O'nun eserleri, alâmetleri, ona verilmiş bulunan Kur'ân-ı Kerîm, Rasûlullah aramızdaymış gibi onun yerini tutmaktadır. İsterse biz onu görmeyelim.

Bu âyet-i kerimede gayet açık iki büyük alâmet vardır: Bunların birisi Allah'ın ﷻ Kitabı, diğeri Allah'ın ﷻ Peygamberidir. Allah'ın ﷻ Peygamberi geçip gitti. Allah'ın ﷻ Kitabına gelince, Allah onu aralarında kendi katından bir nimet ve rahmet olmak üzere kalıcı bıraktı. Allah'ın ﷻ helâl ve haramı, itaat ve masiyet orada belirtilmiştir. Katade

Bugün peygamberimiz cismiyle aramızda yok ama hadisleriyle içimizde, gönlümüzün en derin yerindedir. İbadetlerimizdeki, muamelatımızdaki sünnetlerle bizi yönlendiren Allah'ın ﷻ Rasülüdür.

Efendimiz bir gün ashabına sordu: Sizce hangi müminin imanı daha acaiptir (beğenilir)?

- Meleklerin, dediler.

- Onlar nasıl inanmasınlar, onlar Allah nezdindedirler.

- Öyleyse enbiyanın.

- Onlar nasıl inanmasın, vahiy onlara inmektedir.

- Bizim imanımız?

- Siz nasıl inanmazsınız; ben sizin aranızda, arkanızdayım.

- Peki hangi insan iman bakımından acaiptir?

Efendimiz buyurdu ki:

- Sizden sonra gelen, yanlarında mushafı bulup iman edenlerdir.
 

İstanbul Hukuk Fakültesi'nde ceza kanununu anlatan öğretim görevlisi, "şüpheden sanık yargılanır" kaidesini anlattıktan sonra "Arkadaşlar bu kaideyi bulan batılı hukukçu bence ayı fethedenden daha büyüktür" deyince, İslâm Hukuku dersleri almış bir öğrenci, "Sayın hocam o bahsettiğiniz kaide Peygamberimizin sözüdür" der. Bunun üzerine öğretim görevlisi hadisin metnini ve kaynaklarını getirmesini ister. Öğrenci Tirmizi'nin, İbni Mace'nin, Suyuti'nin naklettiği hadisleri metinleriyle yazıp verdiğinde alır ve teşekkür eder.
 

Kim Allah'a ﷻ sımsıkı sarılırsa, doğru yola iletilmiştir.

"Kim Allah'ın ﷻ dinine ve itaatine sımsıkı sarılarak korunursa, muhakkak doğru yolu izleme muvâfakiyeti ona ihsan edilmiş ve gösterilmiştir."

هُدِيَ "ulaştırılmış" demektir. Müzari yerine mazi fiil kullanılması, kesinlik ifadesi içindir. Doğru yola ulaştıran Allah olduğu halde, kelime "ulaştırılmıştır" şeklinde meçhul kalıbında kullanılmıştır. Bunun sebebi ise, o kişinin mutlak olarak hidayete ulaştığını bildirmektir. Hidayet o kişi için kaçınılmaz hale geldiğinden böyle ifade edilmiştir.

'Doğru yola gitmiştir' demiyor. Gitme fiili kişinin kendiliğinden olur. Ama 'götürülmüştür' buyrulmuş. Bu ise en büyük nimetlerden biridir. Kuran'a sımsıkı sarılan dosdoğru yola kavuşturulur. İnsan bir yere giderken yolu bilemezse sorar. Sorduğu kişi 'dosdoğru yürüyeceksin orda filan numara' der. Bu güzel bir yol göstermedir.

Yol gösterenin vasfı da önemlidir. Sormak isteyen, şöyle bir bakar, kendi kültürüne, yaşına, yapısına yakın bir adama sorar. Çok değer verdiği bir insan yol gösterecek olursa "filan bana yol göstermişti" der. Burada yol gösteren ise bütün insanları, sevdiklerimizi yaratan Allah'dır. Körlerin elinde değnek olur, değneği ile de bazen yolunu bulamaz bir hayır sever koluna girer karşı tarafa geçiriverir. İşte Allah'ın ﷻ kitabına sarılan da, böylece karanlıklardan kurtarılır.

Bu ifâde, mü'minleri, kâfirlerin kötülüklerini savuşturma hususunda Allah'a ﷻ ilticaya bir teşvik manası da taşır.

Ayet-i kerime, Müslümanlar arasında baş gösterebilecek anlaşmazlık ve görüş ayr ılıklarında Kur'an ve sünnete baş vurmayı emretmektedir. Çünkü "Allah'a ﷻ sımsıkı sarılma" istiaresi, Allah'a ﷻ iman ederse, Allah'ın ﷻ ipi olan Kur'ân-ı Kerîm'e sıkı sıkıya yapışırsa, manasındadır.

Zira 'Sarılma- اِعْتَصَمَ ' fiili, bir şeyi tercih edip, onun vasıtasıyla başka bir şeye karşı korunma anlamındadır.

Kur'an-ı Kerim'de şu anlamlarda kullanılmıştır:

  1. Korumak, (Maide 67, Ahzab 17, Hud 43)

  2. Sımsıkı sarılmak. (Âl-i İmran 103)

  3. Sakınmak (Yusuf, 32)

  4. Savunmak (Yunus, 27)

  5. Kurtuluş (Hud, 43)

  6. Nikah bağı (Mümtehine, 10)

  7. Kurtarmak (Mü'min, 33)

  8. Sığınmak (Âl-i İmran,101)

Allahu Teala kendi kitabına ve peygamberinin sünnetine sımsıkı yapışmayı, anlaşmazlık halinde onlara başvurmayı farz kılmıştır. Çünkü İslâm ümmetinin sahip olduğu esaslar kadar herhangi bir toplum, bireylerini bir araya toplayabilmek için gereken esaslara sahip olabilmiş değildir. Bu esaslar, söz birliğine, din ve dünya maslahatını gerçekleştiren değişik ve dağınık işlerin düzenli bir şekilde bir araya gelmesine, anlaşmazlıklardan uzak kalmaya sebeptir.

Fakat ümmet şu anda söz birliğinden, aynı saflarda durmaktan, gaye ve metod birliğinden en uzak bir ümmet haline gelmişt ir. Söz konusu bu esaslar ise Kuran-ı Kerim ayetlerinde ve Rasulullah'ın ﷺ bıraktığı eserde açıkça ortadadır. Müminler, Kuran'a, Yüce Allah'ın ﷻ dinine sımsıkı sarılıp yapışmalı, helâliyle-haramıyla Allah'ın ﷻ hükümleri etrafında tek vücut olup kenetlenmeli, korunması gereken değerlerini korumalı, ülkelerini saldırganların saldırısına karşı korumak kasdıyla bir araya gelmelidir.

İçtihadî meselelerde, farzların anlaşılıp ortaya konmasında, şer'i meselelerin inceliklerinde anlaşmazlık yerilmiş değildir. Sahabe de çeşitli olaylara dair hükümlerde ihtilâf etmişlerdir. Bununla birlikte onlar birbirleriyle kaynaşmış haldeydiler. Ümmetin maslahatını gerçekleştirecek hususlara dair, ihlaslı bir şekilde karşılıklı görüş ortaya koyulurken baş gösteren anlaşmazlıklar yerilmemiştir.

Ayet-i kerimenin bütününe bakıldığında üç şeyin zikredildiği görülmektedir: Allah'ın ﷻ ayetlerini öğrenip inanmak, tatbik etmek, Peygamber'e tâbi olmak ve Allah'a ﷻ sığınmak. Bu üç şey insanı hem doğru yola götürmekte, hem de doğru yolu tanımlamaktadır. Bu üç fiili uygulayan, hem doğru yola iletilir, hem de doğru yola bizzat girmiş demektir.

Bu zikredilenler, müslümanın inkarcılarla olan kültür savaşından zayiat vermeden çıkabilmesi için donanması gereken, imandan sonra inkara dönmeyi engelleyecek olan silahlardır. Şirkten uzak ve tevhid inancı ile bezenmiş bir kültür oluşturm ak, ancak ilahî vahiyden kaynaklanan sağlam bir kültür, sünnet bilinci ve Allah'a ﷻ sığınma sayesinde aşılabilir.
 

Ebü'l-Hasan-ı Harkânî hazretleri 'Allah'a ﷻ sarılma'yı şu şekilde tarif etmiştir:

Birincisi; normal insanların sarılması ki, Allahu Teâlâ'nın emir ve yasaklarına sarılıp, devâm etmektir. Bu kısımda bulunan insanların ibâdet ve tâatı, yakîn elde etmek içindir. Bu, Allah'ın ﷻ ipine (Kur'ân-ı kerîme) sarılmaktır. İkincisi; seçilmişlerin sarılmasıdır. Onların emir ve yasaklara uymadaki gayretleri, Allah'tan başka her şeyden kesilmek, O'na, emirlerine teslim olmaktır. Bu da urvetül-vüskâdır. Üçüncüsü; seçilmişlerin seçilmişlerinin sarılması ki, bunların emir ve yasaklara uymadaki gayretleri, Allah'ı müşahede etmek, O'nun yakınlığı ile meşgûl olmak nîmetine kavuşmak içindir. Buna da i'tisâm-ı billah denir.

 

Belagat

 'Nasıl inkar edersiniz?' istifham-ı inkaridir. 'Etmeyin, size yakışmaz' demektir.

 كَيْفَ aslında hayret ifade eder. Bir şeyin sebebini bilmeyen kimse için söz konusudur. Allah için hayret manası imkansızdır. Ancak men etme ve tehdit anlamında istiare edilmiştir. Burada muhatabı taaccüp ettirecek, hayrete düşürecek bir iş yaptığını hatırlatmak için bu hayret sorusu seçilmiştir. 'Bütün şüpheleri gideren, dargınlıkları kaldıran, müminleri kardeş yapan Rasul içinizdeyken nasıl yahudi oyununa gelirsiniz, hayret birşey!' demektir.

 ' وَاَنْتُمْ تُتْلٰى عَلَيْكُمْ Ve size okunduğu halde' hal ifadesi, isim cümlesi olarak gelmiş. Sübut, devam ifadesiyle 'ayetler devamlı okunurken' demektir.

 'Allah'ın ﷻ ayetleri' nisbetli kinayedir, Kur'an-ı Kerim kastedilmiştir.

 'O'nun Rasulü' izafeti de Efendimiz'e aittir, nisbetli kinayedir.

 فِيكُمْ  'İçinizde' istiare-i tebaiye ve vefakiyedir. Hem ashab zamanında Efendimizin aralarında olduğuna, hem de kıyamete kadar müslümanların yüreğinde Efendimizin yaşamasına işarettir.

 'Kim Allah'a ﷻ sarılırsa' cümlesinde muzaf olan 'din' kelimesi hazfedilmiş, icazı hazıf ile mecaz-ı mürsel olmuştur. Allah sebep, müsebbep olan Allah'ın ﷻ dini, kanunu, kitabı kastedilmiştir.

 ' عصم' fiili lugatta; sığınmak, sarılmak, yapışmak, kazanmak, muhafaza etmek, mani olmak, men etmek, kulp takmak, el ile yapışmak, koyvermemek, korunmak, baş vurmak, linç etmek, boykot etmek, demektir. İftial babında geldiğinde, mutavaat, edinmek, tedarik etmek, ortaklık istemek, göstermek, gayret, mübalağa, tadiye ifade eder.

 'Sarılma' fiili, 'Uyma, takip etme' anlamında istiare-i tebaiyedir. Camisi; hiç ayrılmamak ve yakınlıktır. İnsan bir gemide düşmemek için korkuluklara sıkı sıkı sarılır, denize düşen boğulmamak için can simidine, kuyuya düşen çıkabilmek için kuyunun ipine sımsıkı sarılır. Eğer biraz elini gevşetirse düşüp, hayatını kaybeder. Allah'ın ﷻ dini de bir can kurtaran simidi, kuyudan çıkaran bir ip gibidir. İnsanı cehenneme düşüp helak olmaktan, küfür girdabında boğulmaktan kurtarır.

 Arapça'nın güzel özelliklerinden biri, şudur: Bir kelimenin ilk harfi ع son harfi ص olursa, bu kelime şiddet ve men etme manası taşır. عصب عصف عصر gibi.

 'Muhakkak doğru yola ulaştırılmıştır' ceza cümlesi mazi olarak geldi; kesin vuku bulacağına işaret içindir.

 هُدِيَ fiili meçhul geldi, Hidayet edici Cenâb-ı Hak'tır. Hidayet yollarını gösteren, sebep olan peygamberler, hak davetçileri, musibetler veya sevgi gibi hidayet vasıtaları kastedilmiş olabilir.

 قَدْ tahkik edatı daima fiil üzerine gelir. İnşada değil haber cümlesinde kullanılır. Fiile has olan س - سَوْفَ - لَنْ gibi edatlarla fiilin arasına girmez. Kendinden sonra mutasarrıf (çekilebilen) fiil gelir. Maziden önce gelmesi fiile kesinlik kazandırır. Müzariden önce gelmesi 'bazen, olabilir' anlamı ifade eder. حَسْبُ 'Yeter' anlamında isim olarak da kullanılır.

 اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَقٖيمٍ 'de الى harf-i ceri intiha-i gaye için olan, daima isimlerden önce gelen harf-i cerdir. İnsanın nihai ve aslî gayesinin, Allah'ın ﷻ rızasına, lütfuna, cennet ve cemaline ulaşmak için yol almak olduğunu ilan eder.

Âl-i İmrân Sûresi 102. Ayet

يَٓا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ حَقَّ تُقَاتِهٖ وَلَا تَمُوتُنَّ اِلَّا وَاَنْتُمْ مُسْلِمُونَ

102- Ey iman edenler! Allah’tan nasıl sakınılması gerekiyorsa öyle sakının. Müslüman olarak can verin, başka türlü ölmeyin.

 

Cenâb-ı Hak bizleri, masum fıtrat üzere yaratılmış enbiyanın takvası gibi takvaya davet etmekte. Çünkü onlar takva üzere yaşar, nesillerine de bunu tavsiye ederlerdi.

Ulema gerçek takvayı şöyle özetlemişlerdir: Her yönüyle Allah'a ﷻ itaat edip hiçbir isyanda bulunmamak, daima zikir üzere bulunup O'nu hiç unutmamak. Her halde şükredip hiç küfrana düşmemek suretiyle azamet-i ilahiyenin şanına layık olmaktır.

Takva, bir başka tabirle Allah yolunda hakkıyla, bütün gücüyle mücahede etmek, bu konuda kınayanların kınamasından korkmamaktır. Ana babasına, hatta kendi aleyhine de olsa adaletten, haktan ayrılmamaktır.

' حَقَّ تُقَاتِهٖ - tam hakkını vererek' tabirinde geçen 'Hak' kelimesi 'Farz' manasına da geldiğinden, gerçek takvayı elde etmeye çalışmanın farz olduğunu beyan eder. Takva ile yaşamak müslüman olarak ölmeye sebeptir. Bunun için de kalplerde ve fiillerde tevhidin yerleşmiş olması, topluca, cemiyet olarak Allah'ın ﷻ dinine yapışmak gerekir.
 

Ey iman edenler, tam hakkıyla takva sahibi olun!

"Ey inananlar! Allah'a ﷻ karşı gelmekten hakkıyla sakının. Sizden istenen takva görevini, gereği gibi, tam olarak yerine getirin. Allah'a ﷻ lâyık olacak bir şekilde çalışın. Aşırı derecede takva sahibi olun. Kendisine itaat edip asi olmamak, şükredip küfre, inkâra sapmamak ve unutmamak suretiyle Allah'tan gereken şekilde korkun. Öyle ki, yapabilecek durumda olup da yapmadığınız bir şey kalmasın."

Takva; Allah'a ﷻ karşı duyulan sorumluluk bilinci ile, kitap ehlinden bir grubun dinden döndürme teşebbüslerine karşı müslümanların imanlarında sebat etmelerini temin edecektir.

Rasûlullah şöyle buyurdu: "Allah'tan gereği gibi korkmak, O'na isyan etmeden itaat etmek, unutmaksızın zikretmek, nankörlük etmeden şükretmek şeklinde olur."

İbn Abbas, bu da, bir göz açıp kırpacak kadar bir zaman dahi Allah'a ﷻ asî olmamaktır, demiştir.

Allah'tan hakkıyla korkmak; Bu hal ibadet yaparken ibadetini görmemek ve karşılığında mükâfat beklememek ve sadece «Kulluk vazifemi yerine getiriyorum.» ruhu ile ifâ etmektir.

✦ Size yasakladığım şeyden uzak durunuz. Size emrettiğim şeyi de gücünüz yettiğince yerine getiriniz. Hadis-i Şerif

Hz. Peygamber Muaz (ra)’a "Allah'ın ﷻ kulları üzerindeki hakkının ne olduğunu biliyor musun?" deyince, Muaz (ra), "Allah ve Rasulü daha iyi bilir" dedi. Bunun üzerine Peygamber "Bu, onların Allah'a ﷻ ibâdet edip Ona hiçbir şeyi ortak koşmamalarıdır" buyurdu.

Bu âyet-i kerime nazil olunca, Ashab-ı Kiram, buyruğun ağırlığını hissederek, 'Ey Allah'ın ﷻ Resûlü, buna kim güç yetirebilir?' diye sordular. Bunun üzerine Yüce Allah: "O halde gücünüzün yettiği kadar Allah'tan korkun" (Teğâbün, 16) buyruğunu indirdi.


Takva

Takvanın açıklamasına dair İslam alimleri pek çok görüş bildirmişlerdir.

İbn Abbas'a göre takva, Allah yolunda gerektiği gibi cihad etmek, kınayanların kınamasından endişe duymamak, kendisinin, çocuklarının veya babasının aleyhine de olsa hep Allah adına adalet üzere bulunup doğrulukla hareket etmektir.

Enes bin Mâlik'e göre, dili tutmak, düşünmeden, sonucunu hesaba katmadan konuşmamaktır. Bir kul, diline sahip olmadığı müddetçe gereği gibi Allah'ın ﷻ emirlerine bağlanmış sayılmaz.

Buharî'ye göre, Allah'a ﷻ itaat etmek, O'na isyan etmemek; O'nu her an anmak, hiç unutmamak; O'na şükretmek, küfretmemektir.

Takva lugatta; sakınmak, korunmak ve bir anlamda da korkmak manasına gelir. Sakınmanın, korunmanın veya korkmanın temeli ise sevgidir. İnsan, çok sevdiği dostunun olumsuz tepki göstereceği ve üzüleceği davranışlardan uzak durur. Bu çekinme, sakınma ve endişe, korkmaktan değil, sevgiden kaynaklanır. Müslümanın takvası da (sakınması, korunması ve korkması da) Allah'a ﷻ olan sevgisinden kaynaklanmaktadır.

Allah'ı seven müslüman O'na olan sevgisini zedeleyecek her tür davranıştan kendini koruyacak ve o davranışların neticesinden korkacaktır.

Takva; Allah'a ﷻ karşı sorumluluğun bilincinde olmaktır. Bir an olsun Allah'a ﷻ isyan etmemek, O'nun huzurunda saygının en güzel ölçüsüyle hareket etmektir. Bu da masum fıtrat üzere yaratılmış ulü'l azim peygamberlerin takvasıdır.

 Allah’ın kıymet verdiği şeye ancak Allah’a tazim edenler hürmet gösterir. Allah’ı tanıyan onun razı olduğu şeylere yapışır. Onun emir ve yasaklarına teslim olur. Bu teslimiyeti Rabbine olan tazimden doğar. O’nu tazim ettiği zaman Allah’tan başka her şey kendisine küçük görünür. Allah’ı tanıyan ve O’na itaat edenlerin, yani bütün müminlerin hürmetini gözetir.

✧ Seni Hakk’tan başkasına çevirecek sebeplere bağlayan şey sana düşmandır. Gafletle çıkan, Hakk Teala’yı hatırlamadan aldığın her nefes sana kızgın demirlerle bir nişandır. Ebu Süleyman-ı Darani

✧ Takva ehli müminlerin Allah'tan uzun ömür istemeleri, sırf Allah’a daha çok taatte bulunmak içindir. Ebu Süleyman-ı Darani

✧ Allah korkusu olmayanı, Allah her şeyle korkutur. Feridüddin-i Attar

✧ Eğer alemde takvadan başka:

   • Hayrı daha çok toplayan

   • Sevabı daha büyük olan

   • Ubudiyette daha yüksek

   • Kemale erdirmekte daha evla

   • Dilekleri daha çok birleştiren bir haslet olsaydı, Allah onu emir ve tavsiye ederdi. Çünkü Allah kullarına en merhametli, en şefkatli olan ve en çok nasihat edendir. İmam Nevevi
 

Ancak müslüman olarak ölün.

"Bütün benliğinizle Allah'a ﷻ ihlâsla bağlanmadıkça ölmeyin. Ölüm vaktiniz geldiğinde ancak İslâm hali üzere olun. Müslüman olarak gelin, gerisine karışmayın. Nefislerinizi Allah'a ﷻ ihlaslı ve samimi kılarak ölün."

Ayetin bu kısmında, ilk bölümdeki ideal, realiteye dökülmüştür. Müslüman olarak ölmek için, Allah'ın ﷻ ipine topluca yapışmak, tevhid üzere ictima etmek, tefrikadan sakınmak gerekmektedir.

Allahu Teala, bütün müslümanların gerektiği şekilde ittika etme, Allah'ı gerektiği şekilde sevme ve O'ndan hakkıyla korkma konusunda aynı seviyede olmadıklarını, olamayacaklarını bilmektedir. Takvada herkesin aynı seviyeyi tutturması imkan dahilinde değildir.

İşte bu yüzden ayetin sonunda, 'Gerektiği şekilde Allah'tan ittika edemeseniz bile, hiç olmazsa canınızı, Allah'a ﷻ teslim olmuş kimseler olarak verin' buyrularak, en alt seviyenin teslimiyet olduğuna ve bu seviyeye herkesin gelebileceğine işaret edilmiştir. İslâm'ın amacı, insanları takvaya eriştirmek; hedefi canlarını teslimiyet içinde vermelerini temin etmektir. Takva idealdir, ruhu teslimiyet içinde vermek ise realitedir.

Bu emir, ilk baştan itibaren, devamlı suette İslâm üzere kalmaya, bu konuda eli çabuk tutmaya, bunu korumaya teşviktir. Böylelikle bu hal üzere ölmek mümkün olabilir. Zira kerim olan; kerim adetini devam ettirir, o yaşadığı şey üzere ölür.

Ölüm onlara gelinceye kadar İslam üzerinde sebat edebilir ve bu halde ölürlerse, İslam üzere ölmek, onların ellerinde gibi olmuş olur. Yoksa "İslâm'a girmedikçe ölmeniz yasaktır" anlamında değildir. Burada kastedilen, ansızın ölüm gelmeden önce İslâm dinine uymaktan ibarettir.
 

İman üzere ölmek

Bir kimse hayatında İslamiyet’e uymakta ne kadar hassas, dikkatli ve ince davranırsa, İslam’a uymayan iş yapmamak için ne kadar gayret gösterirse ahirette sırat köprüsü ona, dünyada İslam’a uymaktaki gayreti nisbetinde geniş, ferah ve rahat olur. Yine bir kimse dünyada emirlere uymakta gayet gevşek ve geniş davranır, İslam’a tam uymak için çalışanlara ‘O kadar da inceleme’ derse ahirette sırattan geçerken sırat köprüsü o kimse için dünyada İslam’a uymaktaki gevşekliği nispetinde daralır. Ebul Abbas Seyyari

✦ Ensardan bir hastayı ziyarete gittiğinde Efendimiz hastaya selam verip sordu:

- Nasılsın?

- Hayır ileyim ya Rasulallah. Allah'tan ümit edip günahlarımdan korkuyorum.

Bunun üzerine Efendimiz şöyle buyurdu:

- Bir kulun kalbinde bu ikisi cem olursa (korku ile ümit) mutlaka Allah ona umduğunu verir, korktuğundan emin kılar.

✦ Kim Allah’tan başka bir İlâh olmadığını bilerek ölürse Cennete girer. Hadis-i Şerif

✦ Allah'a ﷻ hüsn-ü zan beslemeden kimse ölmesin. Hadis-i Şerif

✦ Kim ne halde ölürse, Allah onu o şey üzerine diriltir. Hadis-i Şerif

✧ Bu dünyada iman ve ibadet üzerinde yaşayan insan, ölüm anında da imanla gidecektir. Müslümanı olumsuz yönde etkileyecek nefis, şeytan, dünya ve öteki insanlar olmak üzere dört düşmanı vardır. Bunlara karşı sürekli bir teyakkuz halinde bulunmalıdır.

✧ Şu üç halde iken ölümün seni yakalamasından sakın: Kibir, hırs, böbürlenme. Çünkü Allah ﷻ, kibirlenen kimseyi en zelil kimseden gelen bir zillete düşürmeden, böbürlenen kimseyi aç ve susuz bırakmadan ve yemek istediği bir şeyin boğazından geçmesine mani olmadan, hırslı kimseyi idrar ve necasetiyle oynamadan bu dünyadan ayırmaz.

✧ "Allâhümme innî esdevdiuke dînî fahfazhu aleyye fî hayâtî ve ba'de vefâtî. Allahümme innî üceddidül imâne tecdîden bikavli lâ ilâhe illallah Muhammedun rasûlullah." Bu duayı sabah akşam okuyanlar son nefeslerinde imanlarını şeytanın şerrinden korumuş ve iman üzere ölmüş olurlar.

✧ İmam-ı Gazali hazretleri de son nefeste iman üzere ölmek için şu duanın sabah namazlarının sünneti ile farzı arasında okunmasını tavsiye etmiştir: "Bismillahirrahmanirrahim Yâ hayyü yâ kayyum, yâ zel celâli vel ikrâm, yâ bediassemâvâti vel ard, es'elüke en tuhyiye kalbî bi nûri ma'rifetike ebeden, yâ Allah yâ Allah yâ Allah, yâ rahmânü yâ rahim bi rahmetike yâ erhamer râhımîn."

Dünya hızla değişiyor, toplumlar teknolojinin gelişme seyrinde savruluyor. Haberleşme araçları, yerleşmiş değerlerin üzerinden buldozer gibi geçiyor. Genellikle bir kültür açık pazarı durumunda bulunan İslâm ülkeleri, bu anaforun içinde insanlarını, bugününü, geleceğini kaybediyor.

Bu anaforun içinde Müslüman kalabilmenin yolu, inancının izzetini yeniden kazanmaktır. İnanç safhasında, davranış ve müesseseleşme safhasında kendini yeniden bulmak, İslâm'a yeniden doğmaktır.

 

Belagat

 'Ey iman edenler' lafzı bu ayette tekrar zikredildi. İman vasfının güzelliğini, sorumluluğunu hatırlatmak, nidayla kendine muhatap alma gibi faydalara binaendir.

 ' اتَّقُوا Takva sahibi olun' iftial babındandır, bu babın anlamları ile düşünürsek;

  - Mutavaat: İlahi emir ve yasaklara gönülden boyun eğin, nefisleriniz istemese de ona boyun eğdirin.

  - Edinmek: Tedarik edin, takvayı oluşturacak bilgileri elde edin. 'Allah'tan ancak alimler hakkıyla korkar.'

  - Müşareket: Takva üzere yaşamak adına hergün nefsi hesaba çekip onu karşınıza alın, diğer insanların da müttaki olması için çalışın.

  - İstek: Takva iki cihan huzuru, sıhhati, afiyeti ve necatının kaynağı olduğunu bilip gayretle ve istekle ona sarılın.

  - Göstermek: Hayata geçirip eserlerini üzerinizde gösterin.

  - Gayret: Rabbinizin mağfiretine ve cennetine koşun, icabet edip bütün takatınızı bu yolda sarf edin.

  - Mübalağa: Himmetinizi, takva konusunda yüce tutun. Asla gevşemeyin, ciddi, samimi, sadık müminler olun.

  - Tadiyet: (Geçişlilik, sirayet) Takva sahibi olun, takva sahipleriyle beraber olun, iyi örnek teşkil edin, takvayı öncelikle ruh ve bedeninizde sonra da bütün müminler arasında yaygınlaştırın. Tebliğ edin, tebliğ edecek fertler, cemaatler yetiştirin.

 حَقَّ تُقَاتِهٖ meful-ü mutlak. Gerçek takvayı bütün boyutlarıyla yaşamak gönüldeki varlığının zahire, bütün hayata, hatta ölüme tesiri isteniyor.

 'Sizler ancak müslüman olarak ölün' cümlesi kevn-i lahık alakasıyla mecaz-ı mürseldir. Mübalağa maksadıyla teklif-i mâ lâ yutâktır. Kasır cümlesi tahsis ve tekit ifade eder.

 اِلَّا cinas-ı kalptir, mefhum-u istisna ve beyan-ı tağyirdir.

 'Sizler müslüman olduğunuz halde' hali mukadderedir. İsim cümlesi sübut, devam ifade eder. 'Müslüman olarak ölün, müslüman olarak haşrolun, müslüman olarak necat bulun.'

 Takva'nın iki kere zikredilmesi iştikak-ı sağir, reddül acez alessadridir.

 Takva, iman, müslümanlık arasında muraat-ı nazır vardır.

Âl-i İmrân Sûresi 103. Ayet

وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّٰهِ جَمٖيعاً وَلَا تَفَرَّقُواۖ وَاذْكُرُوا نِعْمَتَ اللّٰهِ عَلَيْكُمْ اِذْ كُنْتُمْ اَعْدَٓاءً فَاَلَّفَ بَيْنَ قُلُوبِكُمْ فَاَصْبَحْتُمْ بِنِعْمَتِهٖ اِخْوَاناًۚ وَكُنْتُمْ عَلٰى شَفَا حُفْرَةٍ مِنَ النَّارِ فَاَنْقَذَكُمْ مِنْهَاۜ كَذٰلِكَ يُبَيِّنُ اللّٰهُ لَكُمْ اٰيَاتِهٖ لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ

103- Topluca Allah’ın ipine sımsıkı sarılın, ayrılığa düşmeyin, Allah’ın size olan nimetini düşünün, hani birbirinize düşmandınız da O; kalplerinizi uzlaştırdı, kardeş oldunuz. Siz bir ateş çukurunun kenarında idiniz de O sizi kurtardı. Allah ayetlerini işte böyle açıklıyor ki, doğru yola eresiniz.

 

İnsanın 'Ben yalnız başıma dinimi, imanımı muhafaza edebilirim' demesi tehlikelidir. Allah'ın ﷻ ipine topluca yapışıp ayrılıktan, tefrikadan sakınmak gerekir. Allah'ın ﷻ rahmeti cemaat üzeredir. Hac farziyeti de bu ictimanın hem vesilesi, hem maksatlarındandır.

Yine bunun gibi beş vakit namazın cemaatle kılınması, cumanın büyük camilerde kılınması gibi bir çok ibadet cemaatin önemini belirtmektedir. Bayram namazları, cenaze namazları, mektep medrese, kışla tekke hep bu cemaatin cem olması sebeplerindendir.

Dini dünyevi en büyük feyz, bereket de cemaatin tesisindedir.

Çünkü يَدُ اللهِ مَعَ الْجَمَاعَةِ Allah'ın ﷻ eli cemaatle beraberdir.

'Allah'ın ﷻ ipi' Allah'a ﷻ vuslat sebebi olan, delil ve vasıtalar demektir ki; Kuran, taat, cemaat, ihlas, İslam, ahdullah, emrullah diye tefsir edilmiştir. Efendimiz 'Semadan arza indirilmiş olan hablullah, Kitabullah'tır' buyurur. Ayette tecessüm vardır.
 

Ayetin öncesiyle münasebeti

Bundan önceki âyet-i kerimede "Allah'tan... ittikâ edin" emriyle takva emredilmişti. Bu ayette de; "Allah'ın ﷻ ipine sarılın" buyurarak Allah'ın ﷻ dinine sımsıkı sarılmak, "Allah'ın ﷻ üzerinizdeki nimetini hatırlayınız" buyruğu ile de Allah'ın ﷻ nimetlerini anmak emredilmiştir. Bu tertibin hikmeti şudur: İnsan mutlaka ya korku veyahut bir arzuya bağlı olarak hareket eder. Korku; her zaman için arzudan önce gelir. Çünkü bir zararı savuşturmak, bir menfaati elde etmekten daha önce ve önemlidir.
 

Allah'ın ﷻ ipine topluca sarılın.

İnce bir yolda yürüyen herkesin, ayağının kaymasından korkulur. Fakat o kimse, yolun iki tarafında iki ucundan güzel ve sıkı şekilde bağlanmış olan bir ipe sıkıca tutunduğunda, korkudan emin olur. Hak yolu, ince bir yoldur. Birçok insanın bu yolda ayağı kaymıştır. Ama, Allah'ın ﷻ delillerine ve apaçık beyânlarına sımsıkı tutunan kimseler, bundan emin olmuşlardır.

حَبْل lugatta, ip, kement, ahid, bağ, tuzak, ekin dolgun olmak, çoğalmak, dolu, örmek, bükmek, zimmet, eman, vücutta bir damar, uzun kum yığını, kablo, şah damarı, sarmaşık, omurilik, göbek kordonu, öfkeli, gece gündüz, tane, zeki, alim, afet, felaket, Rahim anlamlarına gelmektedir.

Buradaki "ip" kelimesinden murad, din yolunda hakka, hakikata o vasıta ile ulaşılması mümkün olan her şeydir.

'Habl' kelimesi Kur'an-ı Kerim'de şu manalarda geçmektedir: 1) Damar (Kaf, 16)

Kalpten çıkan kanı taşıma görevi yapan damara, Yüce Allah "şah damarı" adını vermektedir. Bu ayet-i kerimede geçen 'Allah'ın ﷻ habli' tabiri bu anlamda düşünüldüğünde, ilahî vahyi kayn ağından alıp getirdiği için, bu yakınlıktan dolayı ayetlere 'Allah'ın ﷻ ipi' denmiştir.

2) Yük ipi

Tebbet Suresi 5. ayette Ebu Leheb'in karısının mahşerde cehenneme odun taşırken kullandığı ipi ifade etmek için 'habl' kelimesi kullanılmıştır.

Yük ipi, odunları bağlamada ve taşınabilir hale getirm ede kullanılır. Allah'ın ﷻ ipine tutunanlar da, sosyal bütünlük meydana getir irler ve o toplum geleceğe doğru taşınma kapasitesi kazanır.

3) Sihir ipi

Taha, 66 ve Şuara Suresi 44. ayette Fravun'un sihirbazlarının kullandıkları ipleri ifad e için 'Habl' kelimesi kullanılmıştır.

4) Zimmet, ahd

Zimmet, sahip çıkma, koruma, himay e etme manasına gelir. Burada kastedilen, “Ahdimi yerine getirin, ben de size karşı olan ahdimi yerine getireyim” (Bakara 40) ayetindeki ahd olabilir.

5) Kur'an

Hz. Peygamber bu ayette geçen ip'i Kur'an ile tefsir ederek; "Kur'an, Allah'ın ﷻ ipidir" buyurmuştur.

Bazı alimler burada zikredilen Habl'e, iman, tevhid, emr-i ilahi, ihlaslı tevbe, Allah ve Rasulüne itaat, kitap, İslâm dini, ülfet gibi farklı manalar da vermişlerdir.

Kuran'a sarılmadan tefrikanın ortadan kalkması, düşmanlığın yok olmas ı, kalplerin birleşip insanların kardeş haline gelmesi mümkün değildir. Büt ün bu oluşumlar için Kuran'ın iyi anlaşılıp anlatılması ve tavizsiz olarak hayata geçirilmesi gerekir.

✦ Şüphesiz bu Kur'ân-ı Kerîm hablullahtır (Allah'ın ﷻ ipidir). Onun dikkat çekici yanları tükenmez, fazlaca tekrar edilm ekle yıpranmaz. Onu söyleyen doğru söyler. Onunla amel eden doğru yold adır. Ona sarılan, dosdoğru yola erdirilmiştir. Hadis-i Şerif

"Topluca Allah'ın ﷻ ipine sarılın ve ayrılığa düşmeyin" buyruğu cemaat olun demektir. Abdullah b. Mes'ud

Ey Hanin, cemaatten ayrılma, cemaatten ayrılma. Çünkü bundan önceki ümmetler tefrikaya düştükleri için helak oldular. Sen, Allah'ın ﷻ: "Topluca Allah'ın ﷻ ipine sarılın ve ayrılığa düşmeyin" buyruğunu hiç işitmedin mi? İbn-i Abbas

Yüce Allah ﷻ, birbirimizle kaynaşmamızı emretmekte ve ayrılığı yasaklamaktadır. Çünkü ayrılık, (tefrika) helak olmaktır, cemaat ise kurtuluştur. Tek fert, cebru tazyik altında her şeyini zayi edebilir. Bu yüzden cemaatı zay ve perişan edenler kendileri de perişan olur.

✧ Hak davetçilerinin, din adamlarının menfi ihtilafı, hakkı tavsiyenin en önemli rüknünü, 'bir olma'yı ortadan kaldırmaktadır. Davetçiler bölücü ihtilaftan, şucu-bucu ayrımından uzaklaşmalı, birbirlerini yıpratmamalıdır.

✧ Müslüman birleş. Bir tek el, bir tek gövde ol. Bir tek şuur ör. Sımsıkı birliği emreden, lamban yanmaz. Tüten bacalar, akşamları yanan lambaları, oda ışıkları hep aynı ailenin bacaları ve lambaları gibi olsun. Erdemlikte en yüce olasın ki, peşin hükümle seni aşağı görmeye gelen kendi aşağılığını görsün. Müslüman, İslam’ı öyle canlı ve diri yaşa ki, seni öldürmeye gelen, sende dirilsin. Sezai Karakoç

✧ Şüphesiz cemaat hablullahtır. Ona yapışın, Onun sapasağlam kul puna yapışarak korunun. Abdullah İbn-i Mübârek

Ayrılığa düşmeyin.

"Yahudi ve hıristiyanların dinlerinde ayrılığa düştüğü gibi, siz de dininizde ayrılığa düşmeyin. Hevâ ve değişik maksatlara uyarak tefrikaya girmeyin, Allah'ın ﷻ dininde kardeşler olun. İlişkilerinizi koparmayın, birbirinize sırt çevirmeyin."

Allah'ın ﷻ, Kur'an'a sımsıkı sarılmayı emretmesinin hikmeti, bu yasakla anl aşılmaktadır. İlahî vahyin gönderilmesi ve tebliğ edilip öğretilmesi, "bölünmeyin" emr inin dayanağıdır. Kuran'a sarılmak, tefrikayı, parçalanma ve bölünmeyi önler. Allah'ın ﷻ Kitabına, yani ipine sımsıkı sarılanlar, Allah'a ﷻ yaklaşır, O'na yüks elirler. Bu da Kuran'ın iki fonksiyonunu ortaya çıkarıyor: Tefrikayı ortadan kaldırmak için insanların gönüllerini kaynaştırmak ve ihtilafları çözüme ulaştırmak.

Burada nehyedilen ayrılık;

♦ Din hususunda ihtilaftır. Çünkü hak ancak tektir. O'nun dışındakiler cehalet ve sapıklıktır.

♦ Birbirlerine düşmanlık etmeleri ve hasımlaşmalarıdır. Çünkü Araplar câhiliyye döneminde sürekli harb ediyor ve çekişiyorlardı.

♦ Ayrılığa sebebiyet verip, yakınlık ve muhabbeti yok eden her şeydir.

Dinde ve ümmetin izlemesi gereken genel politikasında ayrılık ve tef rikaya düşmek, son derece büyük bir haramdır. Kamu maslahatının paramparça olduğunun ve Müslüman devletin, mümin ümmetin yok oluşunun habercisidir.

Din alimleri ve eğitimciler, iyiliği insanlara öğret ir, onları bu bil gi ile teçhiz ederlerse, tefrikaya faaliyet alanı bırakmamış olurlar. Onların görevi, toprağı kayan bir yere, ağaç dikene benzer. İnsan, toprak kaymasını kendi gücüyle önleyemez; ancak dikeceği ağaçlarla önleyebilir. Tefrika, yani topl umsal parçalanma da bir heyelana benzer, onu önlemenin yolu Kuran'ın ilim ağacını topluma dikmektir.

Ancak âyet-i kerimede fer'î konularda ayrılığın haram olduğ una bir delil yoktur. Çünkü bu, ihtilâf değildir. İhtilâf, kaynaşmanın ve bir araya gelmenin imkânsız olduğu şeyler hakkında kullanılır. İçtihada day alı meselelerin hükmünde ihtilâf, farzların delillerinden istinbat edilmesi ve şeriatın anlam inceliklerinin ortaya çıkartılmak is tenmesi dolayısıyladır. Ashab-ı Kiram da değişik olayların hükümleri hakkınd a ihtilâf etmiştir. Buna rağmen onlar, biribirleriyle ülfet ve kaynaşma halindeydiler. Rasulullah ﷺ "Ümmetimin ihtilafı bir rahmettir" buyurmuştur.

Allahu Teala, fesada sebep teşkil eden ihtilafı men etmiştir. Ayet-i kerimede yasaklanan anlaşmazlık, hevalara ve değişik maksatlara tabi olmak ile ilgilid ir. Yani, ilişkileri kesmeye, birbirine sırt çevirmeye ve çarpışmaya götüren anl aşmazlıklardır.

Yüzü dünyaya dönük olan kimse, insanlara düşman kesilir. Yüzü, Allah'a ﷻ dönük olan ise, kimseye düşman olmaz. Çünkü o; Hakk'tan halka bakar, herkesin Allah'ın ﷻ kaza ve kader kabzasında esir olduğunu görür. Bu nedenle, "Arif kişi, emrettiği zaman rıfk ile emreder; nasihat eder; sert davranmaz ve ayıplamaz. O, Allah'ın ﷻ kaderdeki sırrını görür."

✦ Yahudiler yetmiş bir yahut yetmiş iki fırkaya ayrıldılar. Hıristiyanlar da bun a yakın sayıda fırkaya ayrıldılar. Benim ümmetim de yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Hadis-i Şerif, Tirmizî

✦ Sizden önce Havz'ın kenarına ben varmış olacağım. Her kim benim yanıma uğrayacak olursa, o havuzdan içer. Ond an içen ise, ebediyyen bir daha susuzluk çekmeyecektir. Benim yanıma su içmek üzere kendilerini tanıdığım, kendilerinin de beni tanıdıkları bir takım kimseler de gelecektir. Sonra benimle onlar arasına engel olunacaktır. Ben diyeceğ im ki: Onlar bendendir. Bana; "Senden sonra ne bidatler uyd urup çıkardıklarını bilemezsin. Onlar, gerisin geri dönüp irtidat ettiler" diyecekler. Bu sefer ben de: Benden sonra değişiklik ya panlar benden uzak dursun, uzak dursun diyeceğim. Buhari

Bu zümre-i nâciyenin hiçbir partisi yoktur. Onlar; müsbet ilimle ri ve onun tatbikatı olan tekniği daima hayra kullanmaya niyetli ve azimlidirler. Birbirleriyle irtibatları kalbidir, vicdanîdir. Emânetleri ehillerine tevdi etmekte kararlıdırlar. Mevki kapmak, makam elde etmek için hırsları yoktur. Yaradan'ın uğrunda gönül birliği ile kendilerini hak hizmetine adamışlardır. Aralarında birbirlerine hürmet, muhabbet, yardım ve istişâre ile vazifelidirler.
 

Yetmiş iki Fırka:

Ebu'l-Ferac el-Cevzî, hadis-i şerifte zikredilen yetmiş iki fırkahakkında şu açıklamayı yapmıştır:

Ehl-i sünnet dışına çıkan fırkalar ın isimleri ve görüşleri tamamı ile bilinmese de, tefrika çıkaran asıl fırkalar; Haruriye, Kaderiye, Cehmiyye, Murci'e, Rafizîler ve Cebriyye fırkalarıdır. Bütün sapık fır kaların aslı bu altısıdır. Her biri on iki fırkaya ayrılmış, toplamı yetmiş iki fırka etmiştir.

Haruriyye on iki fırkaya ayrılmıştır. Bunların isimleri ve görüşleri şöyledir:

Ezrakîler: 'Kimsenin mü'min olduğunu bilemeyiz' derler. Kendi görüşlerini kabul edenlerin dışında bütün ehl-i kıbleyi tekfir ederler. İbâziye: Bizim görüşümüzü kabul eden mümindir, ondan yüz çeviren ise münafıktır.

Sa'lebîler: Allah herhangi bir kaza veya kader tayin etmemiştir.

Nazimiye: Biz imanın ne olduğunu bilmiyoruz. Ve bütün yaratıklar mazurdur.

Halefiye: Erkek-kadın; kim cihadı terk ederse o kimse kâfir olur.

Kuziyye (Kureviyye veya Kudriyye olarak da geçer): Kimsenin kimseye dokunmaya hakkı yoktur. Çünkü onun pislikten temiz olup olmadığını bilemez, tevbe edip gusledinceye kadar onunla oturup yemek yiy emez.

Tenziyye: Kimse kimseye malını veremez. Çünkü belki o kişi ma lı hak eden bir kimse değildir. Bunun yerine hak ehli ortaya çıkıncaya kad ar onu yere gömer.

Şemrâhiyye: Yabancı kadınlara dokunmakta bir sakınca yoktur. Çün kü onlar bir çeşit reyhandırlar.

Ahnesiyye: Ölmüş kimseye ölümünden sonra ne hayır, ne de şer ulaşmaz.

Hakemiyye: Her kim bir yaratılmışın hükmüne başvurursa o kim se kâfirdir.

Mu'tezile: Biz, Ali ve Muaviye'nin durumu hakkında şüphedeyiz. O bakımdan her iki kesimden de beriyiz.

Afeymûniyye: Bizim sevdiklerimizin rızası ile olmadıkça kimse imam olamaz.

Kaderiye de on iki fırkaya ayrılmıştır.

el-Akmeriyye: Yüce Allah'ın ﷻ adaletinin şartlarınd an birisi de kullarını kendi işlerinde serbest bırakması ve masîyet işlemelerine engel olmasıdır.

Seneviyye: Hayır Allah'tan, şer şeytandandır.

Mu'tezile: Kur'ân-ı Kerîm'in mahlûk olduğunu söyleyip, rububiyetin sıfatl arını inkâr eden kimselerdir.

Keysaniyye: Fiillerin Allah'tan mı, kullardan mı olduğ unu bilemiyoruz. Fiillerin neticesinde insanlar sevap mı, cez a mı görecekler onu da bilemiyoruz.

Şeytaniye: Allah (hâşa) şeytanı yaratmamıştır.

Şerikiye: Küfür dışında her kötülük kaderle tesbit edilmiştir.

Vekmiye: Yaratıkların fiillerinin ve sözlerinin zatı (hakiki kişiliği) yoktur. Hasenenin de, seyyienin de bir zatı yoktur.

Zibriyye (Zebunediyye diye de geçer): Allah'tan indirilmiş olan her kitap ile amel haktır. İster neshedici, ister neshedilmiş olsun.

Mes'adiyye (veya Mütebberiye): İsyan edip sonradan tevbe edenin tevbesi makbul değildir.

Nâkisiye: Rasûlullah'a olan bey'ati bozan için günah yoktur.

Kasıtıyye: İbrahim b. en-Nazzam'ın; "Kim Allah'ın ﷻ bir şey olduğunu iddia ederse, o kimse kâfirdir" sözüne tabi olmuşlardır.

Cehmiyye de aynı şekilde on iki fırkaya ayrılmıştır.

Muattıle: İnsanın vehminden geçen her şey mahlukt ur, Allah'ın ﷻ görüleceğini iddia eden kâfirdir.

Mureysiye: Allah'ın ﷻ sıfatlarının çoğunluğu mahluktur.

el-Meltezika: Allahu Teala (haşa) her yerdedir.

Vâridiyye: Rabbini bilen kimse cehenneme girmez. Oraya giren de bir daha ebediyyen çıkmaz.

Zenadika (veya Zeyarika): Hiç kimse Rabbi olduğun u ileri süremez. Çünkü böyle bir iddia ancak duyuların idrâkinden sonra mümkündür. İdrak olunamayan bir şeyin varlığından ise söz edilemez.

Harkiyye: Kâfiri ateş yalnız bir defa yakar, sonr a ebediyyen yakılmış olarak kalır, ateşin sıcaklığını duymaz.

Mahlûkiyye: Kur'ân mahlûktur (hâşa yaratılmıştır).

Fâniye: Cennet ve cehennem fanidir, yok olacaktır.

Abdiyye (Veya î'riyye): Peygamberleri inkâr ederler, onlara göre pey gamberler aslında hakim (filozof) kimselerdir.

Vakifiyye: Kur'ân mahlûktur veya değildir demezler.

Kabriyye: Kabir azabını ve şefaati inkâr ederler.

Lafuziyye: Bizim Kur'ân'ı telaffuz etmemiz mahluktur.
 

İmam-ı Azam’ın torunu dedesine ait hatıraları naklederken enteresan bir hadiseyi şöyle anlatır:

Bizim bir komşumuz vardı. Edepsiz bir rafizi olan bu komşumuz iki tane de katır edinmişti. Bu katırlardan birine “Ömer” diğerine de “Ebubekir” ismini vermişti. O, katırların yanına varınca, ömer şöyle yap, ebubekir şöyle dur, şeklinde konuşur; sıkıştığı zamanda te’vili sözlerle kendini kurtarırdı..

Bunları duyunca biz son derece üzülürdük, dedem ise;

- Siz bu adama karışmayın, o sonunu kendi hazırlıyor der, böylelikle hem kendini hem de bizleri sakinleştirirdi. Biz bu şekilde sabırla beklerken bir sabah erkenden bir haber geldi;

- Rafizi’yi katırı teperek öldürmüş! Dedem haberi alınca;

- Gidin bakın, onu Ömer öldürmüştür, dedi. Biz de gidip baktık, gerçekten ömer ismini verdiği katır öldürmüştü. Bu haberi dedeme ulaştırınca o şöyle dedi:

- Ömer ile uğraşılmaz, onun mukabelesi peşin ve sert olur…
 

Murcie de on iki fırkaya ayrılmıştır

Târikiyye: Yüce Allah'ın ﷻ yaratıkları üzerinde kendisine iman dışında farz kıldığı bir yükümlülük yoktur. Ona iman eden dilediği her şeyi yapabilir.

Sâibiyye: Allah ﷻ, halkını dilediklerini yapsınlar diye serbest bırakmıştır.

Râciyye: İtaat edene itaatkâr, isyan edene de isyankâr denilmez. Çünkü bizler, Allah nezdinde onun için neler olduğunu bilemiyoruz. Sâlibiyye (bir nüshada: Şâkkiyye): İtaat imandan değildir.

Bekşiyye (Beyhesiyye veya Beysemiyye): İman bir ilimdir. Hakkı batıldan, helâli haramdan ayırd edecek bilgiye sahip olmayan kimse kâfirdir.

Ameliyye: İman bir ameldir.

Mankusiyye: İman artmaz ve eksilmez.

Mustesniye: İstisna (inşallah ben müminim, demek) imandandır. Müşebbihe: Allah'ın ﷻ görmesi bir görme gibi, eli de bir el gibidir.

Haşviyye: Bütün hadislerin hükmünü bir kabul ederler Onlara göre, nafileyi terkeden bir kimse farzı terkeden gibidir.

Zahiriyye: Kıyası kabul etmezler.

Bid'ıyye: Bid'atleri ilk olarak ortaya koyan kimselerdir.

Râfızîler de oniki fırkaya ayrılmışlardır:

Alevîler: Risalet görevi Ali'ye idi. Ancak Cebrail yanlışlık etti.

Emriyye: Ali, Muhammed'le peygamberlik işinde ortaktır.

Şia: Ali (ra), Rasûlullah'dan sonra onun vasisi ve velîsidir. Ümmet ondan başkasına bey'at etmek suretiyle kâfir olmuştur.

İshakiyye: Nübüvvet kıyamet gününe kadar kesintisiz olarak devam edecektir. Ehl-i Beyt ilmini bilen herkes peygamberdir.

Nâvusiyye: Ali (ra) ümmetin en faziletlisidir. Kim ondan başkasını daha faziletli bilirse, kâfir olur.

İmamiye: Dünyanın, Hüseyin soyundan gelen bir imam olmaksızın var olmasına imkân yoktur, imama, Cebrail (as) ilim öğretir. O öldü mü, yerine bir başkasını getirir.

Zeydiye: Hüseyin soyundan gelenlerin hepsi, namazlarda imamdır. Onlardan birisinin bulunduğu yerde başkalarının arkasında namaz caiz değildir. İyi olsunlar, olmasınlar.

Abbasiye: Hz. Abbas halifelikte diğer insanlardan önce gelir.

Tenâsukiyye: Ruhlarda tenasüh vardır. İyilik yapan bir kimsenin ruhu çıkar ve onun yaşaması ile mutlu olacak bir canlıya girer.

Rec'ıyye: Hz. Ali ve arkadaşları dünyaya geri dönüp düşmanlarından intikam alırlar.

Lâine (veya Lâiniyye): Hz. Osman, Hz. Talha, Hz. Zübeyr, Muaviye, Ebu Musa, Hz. Âişe ve diğerlerine lanet okurlar.

Mutarabbisa: Abidlerin kılığına girer ve her bir çağda işi kendisine nisbet edecekleri birisini nasb ederler. Onun bu ümmetin Mehdisi olduğunu id dia ederler. O kişi öldü mü, bir başkasını tayin ederler.
 

Bir rafizi İmam Azam'a (ra) gelip şöyle bir soru sordu:

- İnsanların en kuvvetlisi kimdir?

- Bize göre Hazreti Ali'dir, size göre ise Hazreti Ebu Bekir’dir.

- Nasıl olur?

- Çünkü bize göre Hz. Ali hilafetin Ebu Bekri Sıddık'ın hakkı olduğunu bildi, kabul edip kuvvet izhar ederek mertlikle ona teslim eyledi. Size göre ise Ebu Bekri Sıddık, Hazreti Ali'den hilafeti zorla aldı. Fakat Hazreti Ali bir şey yapamadı.

Rafizi bu söz karşısında şaşırıp kaldı.
 

Cebriyye de oniki fırkaya ayrılmıştır.

Muztariyye (veya Muztaribe): Hiçbir insanoğlunun yaptığı bir fiil yoktur. Aksine her şeyi yapan Allah'tır.

Efâliye: Bizim yaptığımız bazı fiillerimiz vardır. Fakat, bizim o konu da bir istitaatımız (yapıp yapmama gücümüz) yoktur. Bizler, ancak bir iple bir tarafa sürüklenen hayvanlar gibiyiz.

Mefrâğiyye: Her şey yaratılmış bulunmaktadır. Şu anda hiçbir şey yaratılmamaktadır.

Neccâriyye: Yüce Allah insanları, yaptıkları fiillerinden dolayı değil, kendi fiili dolayısıyla azaplandırmaktadır.

Mennâniyye: Sen kalbinden geçene bak ve kalbinde hayır diye be nimsediğin şeyi yap.

Kesbiyye: Kul ne sevap kazanır, ne de ceza gerektirecek bir şey.

Sâbikiyye: İsteyen amel etsin, isteyen amel etmesin. Çünkü said kimseye günahlarının bir zararı olmaz, bedbaht olan kimseye de iyiliğinin faydası olmaz.

Hibbiyye: Her kim Yüce Allah'ın ﷻ muhabbetinden bir kâse içecek olursa, ondan İslâm'ın rükünleriyle ibadet mükellefiyeti kalkar.

Havfiyye: Yüce Allah'ı seven bir kimse O'ndan korkamaz. Çünkü seven sevdiğinden korkmaz.

Fikriyye (Firkiyye veya Nekriyye): Kimin ilmi artarsa, o oranda üzerinden ibadet düşer.

Haşebiyye: Dünya bütün kullar arasında eşittir. Ataları Âdem'in ken dilerine bıraktığı miras bakımından birinin ötekine üstünlüğü yoktur.

Menniyye: Fiil de, istitâa da (fiile güç yetirebilmek) kullara aittir.

Mümin asla ayrılık taraftarı olamaz. Bir olmak, iri olmak ve diri olmaktır. Birbiriyle vuruşmak, zaman kaybından başka bir şey değildir.
 

Allah'ın ﷻ size olan nimetini düşünün.

Allah'ın ﷻ Araplara ihsan etmiş olduğu en büyük nimet; İslâm'dır; peygamberi Muhammed'e ﷺ tabi olmaktır. Çünkü düşmanlık ve tefrika O'nun sayesinde ortadan kalkmıştır, sevgi ve kaynaşma O'nunla gerçekleşmiştir. Tefrikadan sonra birlik ve bir araya gelmek, düşmanlık ve adavetten, birbirlerini öldürmekten, güçlünün zayıfa musallat olmasından sonra birleşip kaynaşmak, küfür ve şirkten sonra iman kardeşliğin e kavuşmak insanlık için en büyük nimettir.

Bu nimet, şirk ve putperestlik sebebiyl e ateşin ve helak olmanın kenarına yaklaşmışken insanların efendileri, dünyanın liderleri olmalarıdır. Allah İslâm sayesinde onları yok olmaktan, helak olmaktan kurtarmıştır.

Bu iki kabilenin müslümanlığa hazırlanmaları şöyle olmuştur:

Evs kabilesinden olan Süveyd b. Samit, Hac (veya umre) yapmak için Mekke'ye gelmişti. Süveyd sabırlı, metanetli, şair, şerefli ve soylu bir kimse olduğu için kavmi ona "Mükemmel" mânâsına gelen "Kâmil" adını vermişti. Onun Mekke'ye geldiğini duyan Rasulullah ﷺ önüne çıktı, onu İslama davet etti. Bunun üzerine Süveyd: "Ey Muhammed ﷺ, belki de sende bulunan şey bende bulunan gibidir." dedi. Rasulullah ﷺ ona, "Sende ne var?" diye sordu. O da "Bende Lokmanın sahifeleri (yani ona verilen hikmetler) mevcuttur." dedi. Rasulullah ﷺ "Onu bana gösterir misin? dedi. Süveyd, sahifeleri Rasulullah'a ﷺ ﷺ gösterdi. Rasulullah ﷺ "Bu, güzel bir sözdür. Fakat bende bulunan bundan daha üstündür. O, Allah'ın ﷻ bana gönderdiği Kur'andır. O, bir hidayet ve bir nurdur." dedi.

Rasulullah ﷺ ona, Kur'andan âyetler okudu ve onu İslam'a davet etti. Süveyd İslam'a soğuk bakmadı ve "Şüphesiz bu güzel bir söz" dedi. Sonra ayrılıp gitti. Medine'de kavminin yanına varınca çok zaman geçmeden, Hazreç kabilesinden olanlar onu öldürdüler. Süveyd'in kavminden insanlar, "Bize göre Süveyd, müslüman olarak öldürüldü" diyorlardı. Süveyd'in öldürülüşü, Evs ile Hazreç arasınd a geçen Buas harbinden önce idi.

Hazreçlilerin, Mekke'ye gelip Rasulullah ﷺ ile görüşmeleri ise şöyle olmuştur: Enes b. Rafı', Abdül Eşhel oğullarından, içlerinde İlyas b. Muaz'ın da bulunduğu bazı gençlerle birlikte Mekke'ye gelmişlerdi. Kav imleri Hazreçin aleyhine, Kureyş kabilesiyle anlaşma yapmak istiyorlardı. Rasulullah ﷺ onların geldiği duyunca yanlarına varıp oturdu ve "Elde etmek için geldiğiniz şeyden daha hayırlısını ister misiniz?" dedi.

Onlar da: "O nedir?" diye sordular. Rasulullah: "Ben, Allanın peygamberiyim. O beni, kullarına gönderdi. Ben, kulları, yalnızca Allah'a ﷻ kulluk etmeye, her hangi bir şeyi ona ortak koşmamaya davet ediyorum. Allah bana kitap indirdi." dedi.

Rasulullah ﷺ sözlerine devam ederek onlara İslam'ı anlattı ve âyetler okudu. Bunun üzerine yeni yetişen gençlerden, İlyas b. Muaz şunları söyledi. "Ey kavmim, vallahi davet edildiğiniz bu şeyler, elde etmek için geldiğiniz şeyden daha hayırlıdır."

Bunun üzerine Enes b. Rafi', Batha'nın topraklarından bir avuç alarak İlyas'ın yüzüne serpti ve ona "Sen bu işlere karışma. Yemin olsun ki biz başka bir şey için geldik" dedi. Bunun üzerine İlyas sustu. Rasulullah ﷺ kalkıp gitti. Medineliler de oradan ayrılarak Medine'ye döndüler.

İşte bundan sonra Evs ile Hazreç kabileleri arasında Buas savaşı meydana geldi, İlyas b. Muaz bu savaşta öldü. Ölürken tehlil ve tekbir getirdiği, Allah'a ﷻ hamd edip tesbih ettiği nakledilmektedir. Onun Müslüman olarak öldüğünde kavmi şüphe etmemektedir.
 

Medinelilerin İslam nimetine kavuşması

Rasulullah ﷺ Mekke'ye dışardan gelen insanlara dini tebliğ etm eye başladı. Her mevsimde yaptığı gibi, yine Arap kabilelerini dine davet ediyordu. O, Akabe mevkiinde iken Hazreç kabil esinden bir toplulukla karşılaştı. Rasulullah ﷺ onlara "Sizler kimlersiniz?" diye sordu. Onlar da "Bizler Hazreç kabilesinden bir topluluğuz" dediler. Rasulullah ﷺ "Siz, Yahudilerle anlaşması bulunan kimselerden misiniz?" diye sordu. Onlar da "Evet" dediler. Rasulullah, "Oturmaz mısınız? Sizinle biraz konuşalım," dedi. Onlar da: "Evet olur" dediler. Rasulul lah ile birlikte oturdular. Rasulullah ﷺ onları, Aziz ve Celil olan Allah'a ﷻ davet etti. Onlara İslamı teklif etti ve Kur'an okudu.

Hazreçliler memleketlerinde Yahudilerle birlikte yaşıyorlardı. Yahudiler, kitap ehli ve bilgi sahibiydiler. Hazreçliler puta tapan kimselerdi. Bunlar memleketlerinde, Yahudilere galip durumdaydılar. Aralarında bir olay çıktığında Yahudiler onları tehdit ederek şöyle diyorlardı:

"Şüphesiz ki pek yakında bir Peyg amber gönderilecek, onun zamanı gelmiştir. Biz ona tabi olacağız. Onunla birlikte sizleri Âd ve İrem gibi öldüreceğiz."

Rasulullah ﷺ bu topluluğa konuşup onl arı Allah'a ﷻ davet edince birbirlerine şöyle dediler: "Ey kavim, işte bu Yahudilerin sizi kendisiyle tehdit ettikleri Peygamb erdir. Buna sizden önce Yahudiler iman etmesin!"

Rasulullah'ın ﷺ davetini kabul edip, şöyle dediler: "Biz, geride öyle bir kavim bıraktık ki onların arasındaki düşmanlık ve kötülük hiçbir kavmin arasında yokt ur. Umulur ki senin sayende Allah onları birleştirir. Bu dini onlara da arzedeceğiz. Şayet bu din üzerinde birleşecek olurlars a artık senden daha güçlü bir kimse olamaz."

Hazreçliler Rasulullah'ın ﷺ yanından ayrılıp gittiler. Altı kişiydiler. Bunlar Medine'ye gidip kavimlerinin yanına varınca onlara Rasulullah'ı anlattılar ve kendiler ini İslam'a davet ettiler. Böylece aralarında İslam yayılmaya başladı. Öyle ki, Ensar evlerinden hiçbir ev kalmadı ki orada Rasulullah ﷺ anılmış olmasın.

Ertesi yıl olunca aynı mevsimde Ensardan on iki kişi geldi. Rasulullah ﷺ ile "Akabe" denen yerde buluştular. Burada birinci Akabe biatını yaptılar. Medineli Ensar, Rasulullah ﷺ ile "Kadınların biati" diye adlandırılan bir biatta daha bulundular. Bu da Müslümanlara henüz savaşın farz kılınmadığı bir zamanda idi.
 

Hani sizler birbirinize düşmandınız...

Cahiliye dönemi Araplar ı ateşli savaşlar, kin ve düşmanlıklar içindeydiler. Özellikle Evs ve Hazreç kabileleri birbirleriyle kanlı bıçaklı iki toplumdular.

Evs ve Hazreç aynı ana-babadan olan iki kardeştiler. Ancak sonradan aralarına kin ve düşmanlık girdi. Aralarındaki savaş yüz yirmi yıl sürdü.

✧ "Barışık olmak istersen düşmanla, ardından kötü sözler etse de, sen onun yüzüne karşı iyi şeyler söyle. İnsanları inciten, diliyle incitir ya, sen de acı sözler duymak istemezsen iyilikle tatlandır onun ağzını." Sadi Şirazi

✧ Münakaşa eden ki insan aynı graniti yontan iki heykeltıraş, hakikati arayan iki arkadaş. Hedefi tahrip değil, terkiptir bu kavganın. Mağlubun muzaffer olduğu tek yarış. Yanıldığını kabul etmek, yeni bir hakikatin fethiyle zenginleşmektir. Parçadan bütüne, karanlıktan aydınlığa geçiş. Cemil Meriç
 

Kalplerinizin arasını birleştirdi.

İslâm gelip de, Evs ve Hazreç bölük bölük müslüman olduklarında, kalplerindeki kinler silinip temizlendi. Ruhları, düşmanlıktan arındı. Allah'ın ﷻ nimeti ile birbirini seven, şefkatle bakan, kendileri muhtaç olsa bile başkalarını kendilerine tercih eden candan kardeşler oldular.

اَلَّفَ bir yere alışmak, bir adet nesne vermek, tanışmak, sevmek, cana yakın olmak, ısınmak, dostluk, bine tamamlamak, ülfet etmek, aralarını bulmak, imtizac ettirmek, birbirine birleştirmek, kitap telif etmek, yazmak, kalbini ısındırmak, biriktirmek, derli toplu olmak, birşey üzerine muvafakat etmek, bir araya gelmek, istemek, arkadaşlık, emniyet, güven, ahid, kefalet, ahbaplık, elif harfi, ilk harf, bekar, muhabbet etmek, konuşmak, çabuk anlaşıp kaynaşmak, ehil, evcil, dalları sık ağaç demektir.

"Kitap telif etti" demek, yazdığı kitapta o konu ile ilgili bütün delilleri, bütün malzemeyi bir araya getirmek, birbirlerine uygun olan yerlere koymak, demektir. Buna telif denir. İnsanların gönüllerini telif etmek de onları mizaçlarına uygun bir şekilde birbirleriyle kaynaştırmaktır.

Kaynaşmanın öncelikle kalplerde başlaması, toplumdaki değişimin ancak psikolojik bir değişimle olacağını da öğretmektedir. Demek ki, değişimi öncelikle gönülden başlatmak gerekiyor.

Gönüldeki bu değişimin nimet olmasının bir sebebi de, insan gücünün dışında olmasıdır. Onun için Allahu Teala, bu değişim üzerinde düşünülmesini istemektedir. Allahu Teala'nın, birbirine düşman olan gönülleri birleştirmesi öyle büyük bir nimettir ki, yeryüzünde hiçbir güç bunu başaramaz. Çünkü Allah'tan başka kimse insanın gönlünde tasarruf kudretine sahip değildir. Hiçbir insanın, maddî hiçbir değerin meydan a getiremeyeceği bu değişim Allah'ın ﷻ nimetidir.
 

Birlik - Vahdet

Vahdet; Birlik, teklik, bir ve tek olma, parçalar arasındaki âhenkten doğan bütünlük demektir. Allah'ın ﷻ birliğine de vahdet denildiği gibi, aynı zamanda Allah'la bir olmaya da vahdet denilmiştir. “Vahdet”, “tevhid” ile aynı köktendir; aralarında kopmaz bir bağ vardır. Tevhid, birlemek; vahdet de birleşmektir. Allah’ı birlemeyen kimse, tevhide iman edenlerle birleşemez; vahdet anlayışından mahrum insan da gerçek muvahhid olamaz.
 

Vahdet zarûrîdir. Çünkü;

• Kur’an vahdeti emretmektedir.

“Hep birlikte Allah’ın ipine (İslâm’a, Kuran’a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın.” (Âl-i İmrân, 103)

“Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ihtilâf ederek ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte bunlar için pek büyük bir azap vardır.” (Âl-i İmrân, 105)

“Dinlerini parça parça edip gruplara ayrılanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi ancak Allah'a ﷻ kalmıştır, sonra Allah onlara yaptıklarını haber verecektir.” (En’âm, 159)

“Allah'a ﷻ ve Rasûlüne itaat edin; birbirinizle çekişmeyin. Sonra korkuya kapılırsınız da rüzgârınız (gücünüz, devletiniz) gider. Sabredin. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” (Enfâl, 46)

“...Müşriklerden olmayın; ki onlardan dinlerini parçalayanlar ve kendileri de bölük bölük olanlar vardır. (Bunlardan) her fırka/grup, kendi yanındakiyle böbürlenmektedir.” (Rûm, 31-32)

• Sünnet vahdeti emretmektedir.

“Allah’ın eli cemaatle beraberdir, Cemaat rahmet, tefrika azaptır, Bereket, cemaatle beraberdir, Cemaatten bir karış ayrılıp sonra ölen kimse câhiliyye ölümü ile (küfür üzere) ölmüş olur, Cemaatle kılınan namaz, bir insanın tek başına kıldığı namazdan yirmi yedi derece daha faziletlidir” hadisleri vahdetin gereğini bildirir.

• Akıl vahdeti emretmektedir.

Tek başımıza kaldıramadığımız bir yükü, elbirliğiyle birleşerek kaldırabiliriz. Birkaç kişinin kaldıramayacağı cihad yükü de ancak birleşerek yerine getirilebilir. Tek tek kolay kırılabilen çubuklar, büyük bir demet yapıldığında kırılamaz. Sürüden ayrılanı kurt yer. Bireysellik de cin ve insan şeytanlarının tuzaklarına kolay düşürür, vahdetten uzak insan, onların avı olur.

• Tarih vahdeti emretmektedir.

Başta Benî İsrâil olmak üzere, nice kavimler tefrika yüzünden acı mağlûbiyetler tatmışlar, niceleri tarihten silinmişlerdir. Beylikler dönemindeki durum ile Osmanlılar arasındaki fark, ırkçılık gibi vahdeti bozan fikirlerle, tek büyük devletten 87 küçük ülkeye ayrılması, ağırlığı olmayan günümüz müslüman dünyası, ibret için yeterlidir.

• Çağımızın konumu vahdeti emretmektedir.

Avrupa ülkeleri, sınırları kaldırıp Avrupa Birliği adıyla güçlerini birleştirmiştir. Birleşmiş Milletler, Nato gibi ittifakların ağırlığı, bugün ittifak yapanların yarınlara hâkim olacağını göstermiştir.

• Ekonomi vahdeti emretmektedir.

Müslümanların kalkınması, kapitalizm çarkından kurtuluşu, kendi ekonomik güçlerini birleştirip ortaklaşarak ticârî kuruluşlar, holdingler kurmalarını gerektirmektedir. Devir, bakkal devri olmaktan çıkıp hiper marketler devri olmuştur. Kapitalist vampirlerin mü’min kanı emip, azmaması için müslümanların birleşmesi gerekmektedir.

• Mevcut müslümanların konumu, din düşmanlarının tavrı vahdeti emretmektedir.

Çeçenistan’ın Ruslar, Bosna Hersek’in Sırplar, Filistin’in siyonistler, Afganistan ve Irak’ın Amerikalılar tarafından işgali ve kâfirlerin İslâm düşmanı yerli işbirlikçileri tarafından müslüman devletlerin işgali, onların yönlendirdiği medyanın, çevre şartlarının, câhilî eğitimin oluşturduğu fesadın müslümanların gönüllerini ve kafalarını işgali, mü’minlerin birleşmekten başka yollarının olmadığını haykırıyor. Bir ülke topraklarının işgalinden çok daha kötü olanı, kafaların işgalidir. Savaş, öncelikle, insanın içinde kazanılır veya kaybedilir. Müminler birleşip birer kova su dökseler, İsrâil’i sel alıp götürür. Kan içici İsrâil’in ve siyonizmin vahşeti, vahdetin hemen ve her yerde gerçekleşmesini farz-ı ayn kılıyor.

• Tecrübe vahdeti emretmektedir.

Yüzlerce senedir müslüman halkın ortak kültürü olan atasözleri, bunu dile getirir: “Nerde birlik, orda dirlik.” “Bir elin nesi var? İki elin sesi var.” “Tek el, kendini yumaz.”

• Matematik vahdeti emretmektedir.

Alt alta yazılan dört tane 1, en fazla 4 ederken; aynı safta dizilen, yan yana gelen dört tane 1ise, 1111 eder.

• Dünya huzuru vahdeti gerektirmektedir.

Fesat ve kargaşanın, tefrika ve sürtüşmenin, tartışma ve ihtilâfın, eleştiri bombardımanının olduğu, herkesin kendini düşündüğü yerde huzursuzluk; kardeşlik ve vahdetin olduğu yerde ise huzur olacaktır. • Âhiret saâdeti vahdeti gerektirmektedir.

Cennete ancak vahdetle ulaşılabilir. "Sizden biri, kendisi için sevdiği şeyi kardeşi için de istemedikçe mü’min olamaz." Hadis-i Şerif Vahdet, her konuda aynı olmak, hiç ihtilâf etmemek, standart bir tip, robot adamlar üretmek, devamlı baş eğmek değildir. Vahdet; mü’minlerin dinin esas meselelerinde, Kur’an ve sünnetin kesin olarak hükme bağladığı temel konularda birleşmesi ve bu doğrultuda işbirliği yapması, cemaat ve ümmet olmasıdır. Mü’minler arasında vahdete engel durumlar, iman ve ahlâk sorunundan kaynaklanır.

Vahdet, önce içimizde ve kendimizle olmalıdır. Kendisiyle barışık kişilik sergileyemeyenler, dışlarında vahdeti hiç oluşturamazlar.

Vahdet, yakından uzağa doğru oluşup adım adım genişler. Bütün mü’minlerin kardeş, dost bilinmesi gerekir. Mü’minlerin birbirlerini, farklı cemaat mensubu dâvâ adamlarını topa tutup, dine savaş açanları unutmaları büyük bir cinâyettir. Düşmanlık için, Kur’an’ın belirttiği İslâm'a savaş açan tâğut ve zâlimler yeterlidir.

Ya birleşeceksin, ya bir leşe döneceksin! Bir leş olmaktan kurtulmak için bir’leşmek, olmazsa olmaz şarttır. Bir Allah’a inanan tevhid eri müslüman, her şeyde tevhidi önde tutar. Tevhidin bir tanımı da, her şeyi birbiriyle irtibatlandırmak ve her şeyin bir olan Allah’la irtibatlı olduğunu kavramaktır. Müslümanlar önce kendi iç dinamikleriyle birleşmeli, fıtratla ve inançla kopan bağları yeniden sağlamlaştırmalıdır. Aynı dinin insanı olan tüm ümmetle birleşmek ideallerin başında gelmelidir. Bütün bunlar için de Rabbimiz’le irtibatı sağlamlaştırmak gerekir.

✧ Çokluk içinde birlik olabilmek, birlik içinde çokluğa düşmekten iyidir.

✧ Kıbleni birle. Bir yerde karar kılan her yerdedir. Menzilden menzile dolaşıp duranı hiçbir yerde bulamazsın. İmam-ı Rabbânî

✧ İnsanlar nefret ettikleri insanların söylediklerini anlamaz. Vatanlarını yaşanmaz bulanlar orayı yaşanmaz hale getirenlerdir. Cemil Meriç

✧ “Filan memleketten adam çıkmaz, falan mezhep bâtıldır, mensupları kâfirdir, ben falan cemaatle veya filanlarla bir araya gelmem, onun olduğu yerde ben yokum, şu kitabı (gazeteyi, dergiyi, yazarı) okuyanlar şucudur, bunları okuyanlarla işbirliği yapılamaz” gibi anlayışlar vahdet değil, ancak tefrika ve fitne üretir.

✧ Aynı dili konuşan değil, aynı duyguları paylaşanlar anlaşır. Mevlana
 

O'nun nimetiyle kardeşler oldunuz.

'Allah'ın ﷻ nimeti sayesinde kardeşler oldunuz' ifadesi, kardeş olmanın dinamiğinin Allah'ın ﷻ nimeti olduğuna işaret etmektedir. Bu noktadan hareketle diyebiliriz ki, nimet beraberinde başka bir nimeti getirmektedir.

Gönül kaynaşmasıyla meydana gelen kardeşlik, biyolojik kardeşliğin dışında bir de manevî kardeşliğin olduğunu göstermektedir.
 

Müminler ancak kardeştir. (Hucurat, 10)

✦ "Mü'minlerin biribirlerini sevip birbirlerine acıma durumları, bir organın rahatsız olması halinde bedendeki diğer organların da ateş ve uykusuzluk ile onun acısına katılmasına benzer. Hadis-i Şerif

✦ Mü’min olmadan cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olamazsınız. Hadis-i Şerif

Dinimiz, toplumun huzuru, âhengi ve sosyal gelişmenin gerçekleşebilmesi; bütün toplumun maddî refahı için mü'minlere, şahsi vazifeler yanında ictimaî ödevler de yükler. Cemiyeti oluşturan kişileri inançta, yaşayışta, gâyede, ıstırap ve refahta birleşmesi gereken kardeşler ilân eder.

İslâm dininde "cemâat" denilince; inançta olduğu gibi, dünya işlerinde de bir araya gelip yardımlaşan ihlâslı müslümanlar anlaşılır. Çünkü insan daima cemâat ve cemiyet halinde yaşayan "toplumcu, sosyal bir canlı"dır.
 

Çok zor şartlar altında devleti 33 yıl dâhice idare eden Abdülhamit Han'ın Osmanlı tahtından indirilmesinden sonra devletin başına Balkan gailesi açılır, Sırp, Yunan, Bulgar ve Karadağlıların İstanbul önlerine kadar gelmeleri üzerine, binlerce kilometre ötedeki Müslüman Hintlileri, İslamın son kalesi olan hilafet merkezi Osmanlıya yardım elini uzatmak için çırpınmaya başlarlar.

Genç kızların çeyizlerinden, ihtiyarların cenaze masrafları için bir köşeye ayrıldıkları paralara kadar neleri varsa ortaya dökerler. Bu yardım toplama kampanyası sırasında Peşaver'de çok fakir bir kadın, verecek bir şeyi olmaması üzerine kucağındaki mini mini yavrusunu halka gösterip satılığa çıkartır, karşılığında alacağı parayı Osmanlıya yardım için vereceğini ilan eder.
 

İnsanda beraber yaşama isteği, cemâat rûhu oluşmaya başlayınca, onu kibirden, bencillikten, dar görüşlülükten çıkarır ve sosyalleştirir. Kibirli ve dar bir vicdan yalnız kendini sever. Ümidi, korkusu kendisi içindir. Fakat yüce bir duyguyla bu sevgi ve korku biraz yükselip, başkasını da kendisine eşit değerde görmeye başlarsa, onda cemâat ruhu oluşmaya başlamış demektir.

İnsanın "toplum halinde yaşama" ihtiyacını en doyurucu bir şekilde din giderebilir. Cemâatler din sâyesinde ortaya çıkmıştır. Cemaat, bir peygamber etrafında ashabının kendisine şahsî bağlılıklarına dayanarak oluşur. Prensibi samîmiyet, sadakat ve ihlâs olan İslâm cemaatinin başarı sırrı, kardeşlik ışığındaki birlik-beraberlik şuurudur.

Cemaat; rastgele, tesadüfen, şartların bir araya getirdiği insanlar değildir. Cemaat üyeleri yaptıklarını bilmeyen, şuursuz, kuru kalabalık değildir. Kitle, şartların bir araya topladığı kalabalıktır. Yolu ve hedefi belli değildir. Asgarî müşterekleri yoktur. Bir çıkarın, bir rüzgârın topladığı insanlardır. Bir topluluğun cemaat olabilmesi için, bir fikir etrafında bir araya gelmesi, belli ilkelere bağlı olması ve cemaat ile özdeşleşmiş bir imamı olması gerekir.
 

Ateşten bir çukurun kenarındaydınız...

Bu âyette Allahu Teala, kâfirliği bir cehennem çukuruna, kâfirleri de o çuk urun kenarında bulunup oraya düşmeye mahkum olanlara benzetmiştir. İslamı ise o çukura düşmeye engel olan sebep olarak vasıflandırmıştır. Allah ﷻ, iman edenleri kurtaracak, kâfirler ise layık oldukları cezaya çarpılacaklardır.

Evs ve Hazreç kabileleri İslâm'dan önce bir ateş çukurunun kenarındaydılar. İslam iyet gelince onları bu ateş çukuruna düşmekten kurtardı. Araplar All ah'a eş koştukları ve puta taptıkları için ateş çukurunun kenarındaydılar. Onl arı bu çukura düşmekten ancak ölüm kurtarabilirdi. Allah onları İslâm ve tevhid sayesinde kurtardı.
 

Ateş çukuru: Küfür...

Kendini doğuşundan gelen bu tesir alanının dışında tutmaya çalışanlar, ya materyalist ve komünist, ya idealist, ya da spritüalist olmaktan kurtulamamıştır. Güneşten kaçan mutlaka gölgeye girer, yani bu izm kurtlarından birinin kurbanı olur.

Materyalistler, maddeyi tek ve mutlak varlık olarak seçmiş, insanı bir daha dirilmeyecek bir gübre yığını kabul etm işlerdir. Onlara göre, insan doğar, yer içer, büyür ve ölür, önünde hiçbir hayat ışığı yoktur. İkinciler, insan düşüncesini tek esas ve yar atıcı güç olarak kabul etmiş ve bunun savunucusu olmuşlardır.

Onlara göre de insanın önünde ne bir ebediyyet ışığı, ne de (haşa) onu yaratıp idare eden bir ilâh vardır. Spiritüalistler ise, ruhu tek ve mutlak varlık olarak seçm işlerdir. Bunlar hem birbirlerine karşı tavır almış, hem başta İslâm olm ak üzere bütün hak dinlere karşı koymuşlardır. Fakat hiç biri arzulanan dengeyi sağlayamamış, bedenle ruh arasında sağlam bir köprü kuramamıştır. İnsanı tek yönüyle değerlendirmeğe çalıştıkları için bütün gayretleri boşuna akıp gitmiştir.

İşte bu üç noktadan gelen inkâr ateşi insanlığa hiçbir devirde mutluluk ışığını getirememiş, girdiği her yeri, dokunduğu her şeyi yakmıştır. Dünyanın bugün içinde bulunduğu taşkınlık, tuğyan, isyan ve anarşinin tek nedeni bunlar değil midir? Bu uğurda harcanan milyarlar, dökülen kanlar, yıkılan ülkeler, imâl edilen kork unç silahlar, insanlığı yakıp kavuran bir ateştir. İnsan haklarından sözedenler, milyonlarca insan açlıktan ölürken; milyarları, öldürücü kahredici silâh yapımına sarfetmeleri ne ile yorumlan abilir?

Küfür, imanın zıddıdır; Allah'a ﷻ inanmamak, hakkı kabul etmemek ve inkâr ile Allah'ın ﷻ nimetlerini örtmek demektir. İmanın tadını alan bir insan küfürden tiksinir. Rasul-ü Ekrem şöyle buyurmuştur: "Şu üç haslet kimde bulunursa, o imanın tadını duyar: Allah'ı ve O'nun Rasûlü'nü her şeyden ve herkesten daha fazla sevmek; sevdiğini yalnız Allah rızası için sevmek ve Allah onu küfürden kurtardıktan sonra yeniden küfre düşmeyi ateşe atılmaktan daha kerih görmek."

Kafir dünyada ateşin kıyısındadır. Ölünce o ateşin içine düşer.

✧ Teessür ve ıstırap karşısında kalpten bir parça kopsa idi, ‘Bir genç dinsiz olmuş!’ haberi karşısında kalbin atom zerratı adedince paramparça olması gerekirdi. Zübeyr Gündüzalp

✧ İnançsızlık bütünüyle bir felâket ve anarşinin temel kaynağıdır.

✧ İnsanın asli vazifesi iman ve duadır. Said Nursi

✧ Bela ancak günah ve küfürdedir. Musibetler bela değildir. Gazali
 

Allah ayetlerini böyle açıklıyor ki, hidayete eresiniz.

Bu cümle, öncesindeki emirlerin amacını göstermekte, Allah'ın ﷻ beyanı olmadan insanların doğru yolu bulamayacağına da işaret etmektedir.

Allahu Teala doğru yolu bulmayı kullarına bırakmış olmakla birlikte, psikolojik ve sosyolojik değişimin kanunlarını beyan ederek, kullarını yönlendirmekte ve bilinçlendirmektedir.

'Umulur ki, doğru yolu bulursunuz' cümlesinde yer alan لَعَلَّ kelimesi, ihtimal ifade eder. Doğru yolu bulacak olan insanın kendisidir, insan iradesinin bulunduğu yerde de kesinlik değil, ihtimal söz konusudur.

Allah yolu gösterir, emir verir, bu emirlerin hangi amaçla verildiğini bildirir, fakat insanı zorlamaz. İnsana irade ve seçme hürriyeti vermiştir; kişi doğru veya yanlış yolu kendi seçer.

 

Te'vilâtı'n Necmiyye'den (102-103)

Ey iman edenler! Siz ancak müslümanlar olarak ölün. Vücud-u mecazinizden geçin, vücud-u hakikide fani olun.

'Allah'ın ﷻ ipine sarılın.' İ'tisam ehli iki kısımdır:

1- Suret ehli. Sebeplere sarılırlar, bunların meşrepleri ameldir.

2- Mana ehli. Sebeplerden kopanlardır. Meşrepleri hallerdir.

Birinci zümre, Allah'ın ﷻ ipine ikinci sınıf ise Allah'a ﷻ sarılır. Maksutları O'dur.

 

Belagat

 'Allah'ın ﷻ ipine sarılın' emri, istiare-i asliyedir. Kuran ve İslam, bir ipe benzetilmiştir. Geçmesi zor ve kaypak bir yola giren kimse kaymamak için yolun iki tarafına bağlanmış iplere tutunduğu zaman korkudan emin olur.

Askeri tatbikatlarda gecenin zifiri karanlığında bilinmeyen bir vadide bir bölüğü nehrin öbür tarafına geçirmek için yüzme bilenler karşı tarafa geçip bir ağaca ipi bağlarlar. İpin bir ucunu da diğer tarafa bağlarlar. Yüzme bilen-bilmeyen bu ipe sarılarak karşıya geçer. Okyanusta batan gemiden geride kalanlara ilk yetişen helikopter onlara ip uzatır. O ipe tutunan kurtulur.

İnsan nefsani sıfatların esfel-i safilininden melekler makamının üstündeki illiyyîn derecelerine çıkarılmak isteniyor, yüceliklere davet ediliyor. Bunun için de Allah'ın ﷻ gönderdiği Rasul, indirdiği kitap bu derin kuyulardan tutunup çıkmak için Allah'ın ﷻ ipi olarak uzatılıyor. Nefsin, şeytanın, şeytanlaşmış insanların zehirlemeye çalıştığı günah bataklığından, Allah'ın ﷻ ipi olan Kur'ana sarılarak kurtulmak mümkündür.

 جَمِيعاً haldir, müfred olduğu için hal vavı'na gerek kalmamıştır.

Hal yedi çeşittir:

  1- Hali daime (Devam eden hal)

  2- Hali muntekıle (Başkasına nakledilebilen, değişen hal)

  3- Hali müekkede (Tekitlenmiş hal)

  4- Hali mukaddere (Takdir-i ilahiye bağlı hal)

  5- Hali mütadahile (Manalar birbirine dahil olan hal)

  6- Hali muvattaa (Kuvvetlendiren hal)

  7- Hali müteradife (Manaları birbirine yakın hal) جَمِيعاً Topluca, hali müekkededir. Birlik olup hiç dağılmaması istendiğinden aynı zamanda hali daimedir.

 'Hep birlikte sarılın' ifadesi, tecessümdür, olayı gözler önünde canlandırarak heyecan uyandırır.

 ' جَمِيعاً Topluca' kelimesi ile ' لَا تَفَرَّقُوا ayrılmayın' nehy-i hazırı arasında muraat-ı nazır vardır.

 ' لَا تَفَرَّقُوا tefeul babındandır, azar azar, güçlükle yapıldığını ifade eder. Ayrılma bazen ufak ufak başlar, gönüller, bakışlar düşünceler, görüşler, ruhlar, kalpler ayrılır. Sonra bu bedene sirayet eder. Yollar, hedefler, işler, güçler ayrılır. Birlikte kırılmayan bir düzine çubuğun tek tek, çıtır çıtır kırılması gibi.

 'Allah'ın ﷻ üzerinizdeki nimetini hatırlayın' cümlesinden sonra 'Hani siz düşmandınız' cümlesi, o nimetin ne olduğunu açıklayan, ibhamdan sonra izah itnabıdır.

 Evs ve Hazrec kabilelerine malumu ilam kabilinden olduğu için, lazım-ı faide-i haberdir. Muktezay-ı zahirin hilafına kelamdan, bileni bilmeyen mevkiine tenzildir. Çünkü bildiğiyle amel etmeyen bilmiyor kabul edilir, ona tebliğ edilmesi gerekir.

 اَلَّفَ Sevdirmek ve birleştirmekten kinayedir. Tefil babının tadiyet özelliğini kazanmış, 'ülfet ettirdi' anlamına gelmiştir.

 اَصْبَحْتُمْ deki  اَصْبَحَ fiili normalde, sabah vaktine girdi, anlamındadır. Ancak burada صَارَ manasında kullanılmıştır. Sabah vakti manasında değil, bir halden diğer hale intikal etmek, sayruret ifade eder.

 اَعْدَاءً ile اِخْوَاناً arasında tibak-ı icab vardır.

 'Kalplerinizin arasını birleştirdi' ile 'Kardeş oldunuz' arasında muraat-ı nazır vardır.

 'Ateşten bir çukurun kenarındaydınız' ifadesi, istiare-i temsiliyedir. Cahiliyedeki durumları, oldukça derin bir çukurun kenarına gelmiş kimselerin durumuna benzetilmektedir. Helak olmaya yakınlığı anlatmak için verilen bir örnektir. Yani cehenn em ateşine düşmeniz için geriye kâfir olarak ölmenizden başka bir şey kalmamıştı, nerdeyse, küfrünüz sebebiyle cehennemin eşiğine gelmiştiniz, demektir.

 Cehennem, içinde ateşin bulunduğu bir çukura benzetilmiştir. Küfürleri sebebiyle cehenneme müstehak olmaları, nerdeyse cehennem çukuruna girmeleri gibi kabul edilmiştir. Kendisinden sonra ateşe düşmeleri beklenen o hayatları, çukurun tam kenarında oturmaya benzetilmiştir.

 Bu ifâde dal bil işaresiyle, ne kadar uzun olursa olsun, hayatın müddetinin pek önemli olmadığına dikkat çeker. Çünkü hayat ile, o çukura düşmeyi gerektiren ölüm arasında, bir kenarlık mesafe vardır.

 شَفَا حُفْرَةٍ müzekker muzafın izafetle muzafın ileyhten müenneslik kazanmasına örnektir. Bu kuralın şartı, muzafın müennes olmasının manayı bozmamasıdır.

 'Sizi ondan kurtardı' cümlesi ile de, istiare-i muraşşaha olmuştur. Gerçek bir ateş çukuru varmış gibi, teşbih-i tenasi vardır.

 'İşte Allah size ayetlerini böyle açıklıyor' iktidap ve hüsn-ü intihadır.

 كذلك her harfi ayrı mana ifade eden, mürekkep bir kelimedir:

    كَ Teşbih harfi ذاَ İsm-i işaret لِ Lam-ı buud كَ Kâf-ı hitab

Hepsi de ayrı mana kazandırır. Harika kelime, harika lisan, harika seçim, mucize kitap!

 'Size açıklıyor' cümlesinde لكُمْ ile tahsisi, müminlerin özelliği, şanı şerefini beyanla birlikte mesuliyetini de aynı anda bildiriyor. Bir taşla iki kuş vurma sanatı, idmaçtır. ل'ın tahsis, temellük, ait olma, sahip bulunma manalarıyla da Kitabullah'a, emr-i ilahiye sahip çıkıp sorumluluklarımızı müdrik olmayı öğütlüyor.

 Yine ل' ın talil, illet, sebep manasıyla bu beyanların, peygamber gönderilişinin, kitap indirilmesinin sebebi biz insanlar olduğunu beyan ediyor. Olur ki üstümüze alır, üzerimize düşen bu kudsi kulluk görevini yerine getiririz.

 'Umulur ki hidayet olursunuz' لَعَلَّ terecci, ummak anlamında iki isimde amil bir kelimedir. Cinas-ı kalptir. Bu kelimenin Cenâb-ı Hak için kullanımı hakiki değil, mecazidir. Burada 'Sizden bu beklenir' anlamında kullanılmıştır. Ayetlerin beyan edilme sebebi, kulların hidayet bulmasıdır.

 تَهْتَدُونَ iftial babından mutavaat anlamıyla, kullarda hidayet istidadının bulunduğuna ve bunun için gayret göstermeleri gerektiğine işarettir.

Âl-i İmrân Sûresi 104. Ayet

وَلْتَكُنْ مِنْكُمْ اُمَّةٌ يَدْعُونَ اِلَى الْخَيْرِ وَيَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِۜ وَاُولٰٓئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ

104-Aranızda iyiliğe çağıran, doğruyu emreden, kötülükten alıkoyan bir topluluk bulunsun; işte bunlar kurtuluşa erenlerdir.

 

Topluca Allah'ın ﷻ ipine yapışmak, madde çukurundan kurtulmak, ayrılmamak için hayra davet eden, önderlerin, tebliğcilerin oluşturulması gerekiyor. Bu mümtaz sınıfın yetişmesi için, bütün sınıfların gayret göstermesi, her türlü fedakarlıktan, yardımdan kaçınmaması lazım.

Bazı müminler evlatlarını din alimi, tebliğci yetiştirmek ve ondan maddi birşey beklememekle bu görevi yerine getirirken, bazıları da eğitim için gerekli mekanları tahsis etmesi, dini eğitim yaptıran okullar, medreseler, kurslar açılmasına maddi manevi destek vermesi gerekir.

Ayrıca iyi yetişmiş, güzel ahlaklı, takva sahibi, ehli sünnet vel cemaat üstatlar bulup kaliteli bir eğitimin yapılmasını sağlamalı. En azından kendilerine yetecek kadar maaş temin edilmeli. Ucuza mal edip kaliteyi düşürmemeli. Devlet bu konuda yardımcı olmuyorsa, milletler ve fertlerden sorumluluk kalkmaz. Çünkü bizzat Cenâb-ı Hak bunu ümmete farz bir görev olarak vermiş. İlle de bu tebliğ cemaatinin, dini öğreten, hayra çağıran, iyiliği emreden, kötülükten nehyeden bir grubun olması, yetiştirilmesi farz-ı kifayedir.

Eğer bu grup yetiştirilmezse farz-ı ayn olur. Her müslüman tek tek mesul olur. Bu din alimleri o kadar önemli bir görev icra etmektedirler ki, Cenâb-ı Hak bu alimlerin savaşa bile gönderilmesine izin vermemiştir ki, savaştan dönüp gelenler cahil kalmasın.

Din terbiyesi almayan, kitabullahı, sünnet-i Rasulullah'ı bilmeyen kimseler, nefislerin oluşturduğu bencillik duyguları ile baş başa kalır. Basit, dünyevi menfaatler uğruna tefrika çıkarır. Birlik beraberlik kaybolur. İç yıkım başlar, dış mihraklara da yol açılmış olur.

İnsan kalbi toprağa, va'z-u nasihat suya benzetilmiştir. İlim irfandan feyz almayan kalp çoraklaşır. Kuran ilmi uçsuz bucaksız deryadır, bitmez tükenmez. Herkes kabı kadar alabilir. Bu nedenle ilmi, cemaati, sohbetleri bırakmak, bir mümine asla yakışmaz. Araç ne kadar değerli olursa olsun daima yakıta muhtaçtır.

Dini ilimden uzaklaşmanın tek bir sebebi var, onu da Kuran bildiriyor: Kibir.

Efendimiz 'Ya alim ol, ya talebe ol, ya dinleyici ol, ya onları seven ol! Yoksa helak olursun' buyuruyor.
 

Sizden bir topluluk bulunsun.

" مِنْكُمْ Sizden" kelimesindeki مِنْ edatı teb'iz içindir, "bir kısmınız" demektir. Çünkü iyiliği emredip, kötülükten alıkoymak farz-ı kifâyedir. Toplumda kadınlar, hastalar ve âcizler gibi, tebliğ yapmaya, ma'rufu emredip münkerden nehye gücü yetmeyen kimseler bulunacaktır.

Ayrıca iyiliği emredip kötülükten nehyetmek, usulünü bilmeyen herk esin yapabileceği işlerden değildir. Böyle hassas vazifelerin ancak ehli olanlara tevdi edilmesi gerekir. Hayra davet, hayrın, ma'rufun ve münkerin ne olduğunu bilme şartına bağlıdır. Çünkü cahil kişi, çoğu kez insanları bâtıla davet eder, münkeri emreder, ma'rufu yasaklar. Yine çoğu kez, kendi mezhebindeki hükmü bilir, başkasının mezhebindeki hükmü bilmez, onun mezhebinde münker olmayan şeyden adamı men eder.

 اُمَّةٌ Ümmet; öne düşen, ayrılmış fırkaları toplayan tabi olunan cemaat demektir ki; hepsinin önünde de imam bulunur.

Bu görevi üstlen ecek kimseler mutlaka özel bir eğitimden geçirilmeli, maruf ve münker ile alâkalı ilimleri öğrenmelidir. Ayırca bu görevi nasıl ve ne şek ilde yapmaları hususunda da eğitim ve öğretim almaları icabeder.

Örneğin; önce işe basitten ve kolayından başlar, bu yoldan uyarılarını sıralar. Eğer bununla başarılı olamazsa hafif cezadan ağıra doğru basamak basamak gereken tedbirleri uygular. İşte bu da ehliyet işidir. Cahil adam bazen, yumuşak davranması gereken yerde sert, sert davranması gereken yerde yumuşak davranır, bazen günahını artıracak kimselere nehy-i münker yapar.

'Bir topluluk bulunsun' ifadesi, dal bil iktizası ile, toplumda bir eğitim ordusu oluşturulması gerektiğini bildirir. Bu eğitimcilerin yetiştirilmesi, milletlerin olmazsa olmazıdır. Bunlar tayin ve teşkil edildikten sonra onlara yardımcı olmak, ittika etmek vazifedir.

Ümmetin iflahı buna bağlıdır. Eğer herhangi bir dönemde, bu önemli vazifeleri ifa edecek bir topluluk bulunmazsa, bütün fertleri günahkâr olur. Tevhid nizamı bozulduğu zaman zuhur edecek şer ve belalar yalnız zalimlere isabet etmekle kalmaz, umuma sirayet eder.

"Sizden bir topluluk" cümlesi, zamirin çoğul gelişiyle, bu vazifeleri cemaa ta yüklemektedir. Çünkü cemaat, ferde oranla bu vazifeyi suistimal etmek, şahsi menfaatler için kullanmaktan uzaktır.

Ya da مِنْ edatı tebyin (açıklama) manasınadır. Dolayısıyla bunun manası, "Emreden bir ümmet olun" demek olur. Her mükellefe eli, dili ve kalbiyle iyiliği emredip kötülükten nehyetmesi vacibtir.

Bu ayet, toplumsal iyileşme ve ahlaki alanlarda tükenmek bilmeyen bir dinamizmin kaynağıdır.

Cenab-ı Allah; İslâm ümmetine açık bir emir üslubuyla hitap etmiştir: Ey müslümanlar! İçinizden tebliğci bir topluluk bulunsun. İnsanları ihtilaf ve ayrılıktan korumak için vaaz etsin. İmanı, tevhidi emretsin. Zulmü nehyetsin. Bu topluluğun belli bir düzeni ve yapısı olsun. Parçaları uyum içinde bulunsun. Amaçları aynı olsun. Kimseyi ürkütmesin. Hiç bir şeyden geri kalmasın. Temel ilkesi, zalim sultanın yanında da olsa doğruyu söylemek ve zulmü kaldırmak olsun. Allah yolunda bulundukça, kınayanların kınamasından korkmasın.

Ayette "ümmet" kelimesinin kullanılması, bu toplul uğun başı ve yasaları olan bir topluluk olduğunu gösterir. Çünkü ümmetle cemaat kelimeleri ayrı anlamlarda kullan ılır. "Ümmet" kelimesi, yeraldığı cümle ve konuya göre farklı mânalar taşırsa da aslında, millet ve cemaatin önüne düşüp onları sevk ve idare eden yetişkin bir kadro de mektir. Namazda cemaatin önüne geçene verilen 'İmam' adıyla bu kelime arasında kök ve mâna bakımından ortaklık vardır.

Ayet-i kerime, Müslüman bir ülkeyi idare edecek kadronun vasıflarını ve görevlerini özetlemiştir. İslam rastg ele, sıradan, seviyesiz insanların ülkeyi keyfine göre idare etmesine imkân vermez.

Öncelikle, Allah'a ﷻ kul olma şuuruna erişen ve bunun derin zevkini alan bir nesil yetiştirmek ger ekir. Kendini Allah'a ﷻ, O'nun dinine ve insanlığın hizmetine adamış eğitici bir kadroya ihtiyaç var.

Böyle bir topluluğu oluşturmak, bütün müslümanlar üzerine vaciptir. Bu topluluk iyiliğe çağırma, doğruyu emredip, kötülükten sakındırma, dinin sınırlarını kor uma, hak ve adaleti yükseltme gibi görevleri yerine getirmelidir. Müslümanların hizmetinde çalışır, hesap eder, yönl endirir, gerekli şart ve zemini hazırlar, kontrol eder. Bu grubun gerekli dini-dünyevi, sosyal bilgileri taşıması, takva sahibi olmaları, Peygamber ahlakıyla ahlâklanmaları gerekir.

Bu şartları taşıdıkları takdirde, yetkinlik ve olgunluk derecelerinde yük selen bu kimseler, dünya ve ahirette gerçek kurtuluşa ererler.

Bu vazifeler, ilahi emre muhatap olan bütün müslümanlara farz kılınmıştır. Müslüman bir kimse, fert olarak bu vazifeden muaf olduğunu zannetmemelidir. Her Müslümanın herhangi bir tehlike ya da kötü sonuca sebebiyet vermeksizin yapabileceği birçok vazife vardır.

"Sizden biri bir kötülük görürse eliyle onu değiştirsin, eğer buna gücü yetmezse diliyle değiştirsin, eğer buna da gücü yetmiyorsa kalbiyle buğzetsin. Bu ise imanın en zayıf noktasıdır!" Bir başka rivayette 'Bunun dışında hardal tanesi kadar iman yoktur' ibaresi nakledilmektedir. Hadis-i Şerif

Nefsim, kudretinde olan Allah'a ﷻ yemin ederim ki, iyiliği emredecek ve kötül üğü yasaklamaya çalışacaksınız veya Allah ﷻ, tarafından size bir azab gönderecektir, sonr a O'na dua edeceksiniz, fakat duanız kabul olunmayacaktır. Hadis-i Şerif
 

Hayra çağıran, iyiliği emreden...

Rasulullah ﷺ 'İçinizden hayra çağıran...' ayetini okuduktan sonra: 'Hayr, Kur'an'a ve sünnetime uymaktır' buyurdu.

Hayır; İslâm ve insana dünyada olsun ahirette olsun faydalı olan iman ve salih amel manasındadır.

Bu grubun görevi, iyiye çağırmaktır. Diğer ümmetler kendi nefislerine de başkalarına da marufu emredip, münkerden nehyetmezlerdi. Bu grup iyiyi bilen ve kendileri de tatbik eden insanlardan oluşmaktadır.

Hayra davetin en faziletlisi, Allah'ın ﷻ zâtını, sıfatlarını bildirip, varlıklara benzemekten münezzeh olduğuna inanmaya davettir.

Hayra davet edenler, sözleriyle değil, halleriyle çağıranlara işarettir. Te'vilâtı'n Necmiyye

İnsanları doğru yola çağıran kimseye kendisine uyanların sevabı gibi sevap verilir. Ona uyanların sevaplarından da hiçbir şey eksilmez. Başkalarını dalâlete/sapıklığa çağıran kimseye de kendisine uyanların günahı gibi günah yazılır, ona uyanların günahlarından da hiçbir şey eksilmez. Hadis-i Şerif

Herhangi bir çaba harcamayan topluma, iyilik kendiliğinden gelmez. 'İyiye çağırırlar' ifadesi, iyi'nin bir amaç olduğunu gösterir. İnsanlar beyinleriyle, gönülleriyle ve hareketleriyle ona doğru koşmaları ve gayret sarfetmelidir.

İyiye çağırma görevi, iyiyi öğretmeyi ve onu tanıtmaya da içine alan bir eğitim faaliyetidir. Hayra davet, ciddi bir eğitim ve öğretim sistemiyle; millî ve dinî kült ürün yaygın hale getirilmesiyle sağlanabilir. Bu eğitim toplumda dünya ile âhiret, beden ile ruh, madde ile mâ na arasında arzulanan dengenin kurulmasına imkân sağlar.

‘Ma’ruf’, ‘عرف’ fiilinden türemiştir ‘عرف’; herhangi bir şeyi görünümüne bakarak duyularla kavramak, eserini düşünerek onu demektir, ‘inkâr’ın karşıtıdır. Ma’rifet ve irfan, bir şeyi derinden derine düşünerek idrak etmek, anlamak; ‘ma’rûf’; derinlemesine düşünen aklın ve İslâm’ın güzel gördüğü, güzelliği anlaşılıp kabul edilen fiil, söz ve davranışlardır.

Ma'rûf kelimesi, Kur'ân-ı Kerim'de 39 yerde kullanılmıştır. Ve tamamına yakın bir kısmında harfi tarif almış olarak, "el-ma'rûf" şeklindedir. Yani sıradan örf olan şeyler değil, çerçevesi ve içeriği ile belli ve belirgin bir kavram kastedilmektedir.

Kur'an ve sünnete uygun düşen şeye ma’rûf; Allah'ın ﷻ râzı olmadığı, inkâr edilmiş, haram ve günah olan şeye de münker denilir.

Ma’rûfu emretmek, iman ve itaate çağırmak; münkerden nehyetmek de, küfür ve Allah'a ﷻ baş kaldırmaya karşı durmaktır.

Ma'rûfu emreden, kötülükten men edenler olmazsa, münkerler giderek kural haline, yaşama biçimi haline gelir. Şeytanlar hak ile bâtılı karıştırır, doğruyu bozarlar; insanlara Allah'ı unuttururlar. Efendimiz şöyle buyurmuştur:

"Sizde iki sarhoşluk ortaya çıkmadıkça Allah tarafından gelen hak din üzere devam edersiniz: Cehâlet sarhoşluğu ve dünyaya aşırı düşkünlük. Siz iyiliği emreder, kötülüğe engel olur ve Allah yolunda cihad ederken içinizde dünya sevgisi oluşuverince iyiliği emretmez, kötülüğe engel olmaz ve Allah yolunda cihadı bırakırsınız. O gün Kitap ve sünnetin emirlerini yaymaya çalışanlar Ensâr ve Muhâcirlerden İslâm'a ilk giren kimseler gibidirler.''

Her canlının kendini savunma mekanizmal arı vardır. Doğru olanı emretmek, yanlıştan alıkoymak toplumun savunma mekanizmalarındandır. Her fert, nemelazım cı olmayıp yanlışa müdahale ederse, toplum yaşamaya layık, canl ı olduğunu isbat etmiştir. Bu görev, halkın kendini frenlediği, bir sosyal kontroldür, bağışıklık sistemidir.

Bedenin bağışıklık sistemi, nasıl vücuda giren mikroba karşı mücadel e mekanizmalarını devreye sokarsa, bir toplum da içine giren tefrika ve düşm anlık mikrobuna karşı bağışıklık sistemi olan iyiliği emretme, kötülükten nehyetme mekanizmasını hemen devreye sokmalıdır.

Düşmanının saldırılarına tepki vermeyen bir canlı, gerçekte cansız dem ektir; yenilmeye mahkumdur. Yabancı ve zararlı olan kültürel ve fikrî saldırılara karşı iyiliği emredip kötülükten alıkoyarak kendini savunmayan bir toplum da, cansızdır; yok olmaya mahkumdur.

İyilikle emir, kötülükten menetme, çıkarılan âdil kanunlarla, bu ka nunları uygulayanların âdil tutumlarıyla ve liderlerin örnek hareketleriyle gerçekleşebilir.
 

Münkerden nehyeden...

Münker, ‘نكر’ kökünden türemiş bir kavramdır. ‘Nekr’ sözlükte, tanımamak, tanınmazlığa itmek demektir. Aslı; kalbin tasavvur edemediği, anlamadığı, hayal edemediği şeyi reddetmesi, dil ile inkâr etmesidir. Ya da kalp ile bir şeyin özelliği bilinir ama dil ile inkâr edilir, bilinmezlikten gelinir. Buna yalancılık da denilir. ‘Münker’, tanınmayan, inkâr edilen, çirkin, akla uymayan, reddedilen şey demektir.

İslâm literatüründe ‘münker’, iyi ve güzel olan şeyleri görmezlikten gelme, tanımama tutumudur. Bazı hareketlerin ‘münker’ diye nitelendirilmesi, onların din tarafından tanınmaması, kabul edilmemesi demektir. Kur'an-ı Kerim'de 18 yerde geçer.

Günahlar işleyen bir kavmin içinde o günahları yasaklayan güç ve kuvvette bulunan bir kimse varsa, buna rağmen yasaklamazsa, Cenab-ı Hakkın nezdinden gelen ve bütün onları kapsayan bir azabın gelmesi pek yakındır. Hadis-i Şerif

İsrâiloğullarının dindeki bozuklukları şöyle başlamıştır. Bir adam başka birine rastlar ve: 'Hey arkadaş, Allah’tan kork ve yapmakta olduğun şeyi terket, zira o işi yapmak sana helâl değildir' derdi. Ertesi gün aynı işi yaparken tekrar o adamla karşılaşır ve onu yaptığı kötülükten yasaklamadığı gibi onunla yiyip içmekten ve birlikte olmaktan da çekinmezdi. Onlar böyle yapınca Allah ﷻ, onların kalplerini birbirine benzetti. Hadis-i Şerif

Kötülüğe engel olmanın dereceleri:

1) Kötülüğü târif ve tanıtmak. Kişi bazan bilgisizlik yüzünden kötü şeyleri yapmaya yönelir. Halbuki o kötülüğün niteliğini bilse yapmayacaktı. Bu nedenle kötülüğü, azarlamadan iyilikle anlatmak gerekir. Çünkü kötülüğü anlatmakta, ayıbı açıklamak ve muhatabın kalbine eza vermek vardır. Bu aşamada uyarı şöyle olabilir: "İnsanoğlu dünyaya alim olarak gelmez. Şüphesiz hepimiz bilgisiz kimselerdik. Alimler bize doğruyu ve nasıl hareket edeceğimizi öğrettiler." Müslümanı incitmek câiz değildir. Bir kimse, kötülükten menediyorum diye, mü'minlere ezâ ederse, daha büyük kötülük yapmış olur.

2) İyilikle nasihat ve Allah'ın ﷻ azabıyla korkutmak. Bu şekilde öğüt verme, yasak olduğunu bildiği halde içki, kumar, zulüm, yalan, gıybet gibi kötü fiilleri işleyenlere yönelik olur. Burada da incitmeden ve iyilikle anlatım yoluna gidilir.

3) Ağır sözlerle uyarmaktır. Bu metot, irşad ve nasihatla alay eden ve kötülükte ısrarı görülen kimselere uygulanır. Hz. İbrâhim'in puta tapanlara "Yuh olsun size ve Allah'ı bırakıp taptığınız putlarınıza! Siz hiç düşünüp akletmez misiniz?" (Enbiyâ, 67) dediği gibi.

İrşad sırasında ağır söz kullanılması gerekirse iki husus gözetilir:

a) İyilikle muameleden sonuç alınamaması ve zarûret bulunması hallerinde sert üslûba başvurulur.

b) Doğru konuşmak, sözü uzatmamak ve ihtiyaç kadar konuşmak gereklidir.

4) Kötülükleri güç kullanarak engellemek. İçkinin dökülmesi ve haram şeyin telef edilmesi gibi. Ancak şarabı dökmek ve haramı telef etmek, dövmek ve hapsetmek gibi fiiller aslen yöneticiye aittir.

Bir şeyden korkarak kötülüğe engel olmamak, o kötülüğü kabul etmek ve ona katılmak demektir. Faydası olan korku; Allah'tan korkmaktır. İyiliği emretmek ve kötülüğü engellemek eceli yaklaştırmaz, rızkı kesmez; ancak göz göre göre belâya atılmak da câiz değildir.

Ma'rufu emretmek, bazen kalple, bazen dille, bazen de el ile olur. Bunların en kuvvetlisi el ile, yani savaşarak olandır. Çünkü bu, insanın kendisini ölüme atmasıdır. Ma'rufun en önemlisi, hak din ile Allah'ın ﷻ birliğini ve Hz. Peygamber'in nübüvvetini tasdik etmektir. Münkeratın en önemli olanı ise, Allah'ı inkâr etmektir. Bu sebeble din uğruna cihâd etmek; insanları en büyük ma'rufa ulaştırmak ve en büyük münkerden kurtarmak için, ölmeyi göze almaktır. Bundan dolayı cihâd, en büyük ibâdettir. Dinimizde cihâd, diğer şeriatlardaki cihâd meselesinden daha güçlü ve önemli olduğundan, bu, Ümmet-i Muhammed'in diğer ümmetlerden faziletli olmasını gerektirmiştir.

Enes b. Mâlik şöyle anlatır: "Biz Allah'ın ﷻ Rasûlune 'Ey Allah'ın ﷻ Rasûlü, biz iyiyi tamamen işlemedikçe emredemez miyiz? Kötülükten tamamen sakınmadıkça men edemez miyiz?' diye sorduk. Rasûlullah şöyle buyurdu: "Siz iyiliğin tamamını işlemeseniz dahi iyiliği emrediniz. Kötülüğün tamamından sakınmasanız dahi kötülükten sakındırınız."

102. ayetten buraya kadar zikredilenlerin hülasası şudur: Takva hem ferdin, hem de toplumun bağışıklık sistemidir, fert ve toplumun kötülüklere karşı kendini korumak için iyiliklerle donanmasıdır. Takvayı ayakta tutan eylemler; Allah'a ﷻ teslim olmak, Allah'ın ﷻ Kitabına sımsıkı sarılmak, tefrikaya düşmemek, düşmanlık duygusundan arınmak, kalpleri kaynaştırmak, kardeş olmak, doğru yola girmek, iyiliğe emretmek, kötülükt en nehyetmektir (Âl-i İmran, 102-104).
 

İslâm'a davet edenlerin özellikleri

Tebliğ, İslam'ın insanlara ulaştırılması demektir. Belli kurumlardan çok, belli prensiplere bağlıdır.

Peygamberlerin yaptığı bu hayatî görev, bugün için ilim adamlarına düşmektedir. Onlar, insanl arın beynine, gönlüne doğru bilgi ile hitap etmeli, kalpleri birleştirmeli, iman kardeşliğini inşa etmeli, tefrikay ı, düşmanlığı ortadan kaldırmalı, toplumu ateş çukuruna düşmekten kurt armalı ve parçalanmayı önlemelidirler.

Bir fikrin, dinin, bir hakkın yayılmasında hiç bir usul, insan'ın yerini tutamaz. İnsanları bir davaya bağlayan, öncelikle bu davaya inanmış, iman etmiş kimselerdir. Davet, davetçinin kişilik ve davranışlarında yorum bulur. Davetçi davetinin aynasıdır.

İnsanları hayra davet edenler; davet ettikleri hususları iyi bilen, farzları yerine getiren kimseler olmalıdır. Davetçi; uyulan güz el bir örnek ve tabi olunacak en iyi misal olmalıdır. Başkaları onu taklit eder, ondan etkilenirler. Şu özellikleri taşıyan insanlar, aynı zamanda irşad vazifesi yapabilecek, dine davet edebilecek kişilerdir:

• Kuran'ı, Sünneti ve raşid halifelerin yaşayışını bilmek.

• Davet ettikleri toplumun dilini bilmek. Rasulullah ﷺ bazı sahabilere İbraniceyi öğrenmelerini emretmiştir. Yabancı dil ile tebliğde bulunmuş hiçbir peygamber yoktur.

• Zamanın kültürünü, genel bilgiyi, toplumların hallerini, huylarını, tabiatlarını, önceki din ve mezheplerini, çeşitli akımların ortaya attıkları ihtilafları, ekonomik ve toplumsal ilkeleri, İslâm'ın bunlara karşı tavrını bilmek.

• Psikoloji, sosyoloji, pedagoji, kelam gibi hakkın duyurulmasına katkı sağlayan bütün ilimleri yeterince bilmek.

• Bütün bu ilimlere eşlik edecek amele, ameli yaparken de ihlasa sahip olmak.

İslam 'Mükemmel', insan 'mükerrem', usul 'değişken' ve tebliğ 'vazgeçilmez'dir. Tebliğ kemal ister. Kemal ise; ilim-amel-ihlas formülüyle elde edilen, dört mevsim taze ve olgun bir meyvedir.
 

    Gerek hücuma geçilsin, gerek münazaaya
    Müsellah olmalı mutlak giren münazaaya. M. Âkif

 

Hak davetçisinin çok ibadet etmesi, Allah'ı çok anması gerekmektedir. Hakka davet edenin ibadeti, davet edilenin ibadeti gibi olmamalıdır. O her zaman dışına taşacak ve muhataplarını aşacak kadar dolu olmalıdır.

Vaizlik edecek kimsenin yalnız hak yolu tanıması kâfi değildir. O caddeye çıkan yolların nerelerden sapma ihtimali olduğunu da iyice bilmelidir.

Hiçbir zaman tavsiye ve telkinden bıkmamalıdır. 'Tutulmuyor, dinlenilmiyor' gibi bahaneler ileri sürerek ümitsizliğe düşmemelidir. Kula düşen, gereken yerde hakkı söylemektir. Nasihat etmek, nasihatı terk etmekten yeğdir. Nasihatı bütün bütün bırakmakta hiçbir ümit yoktur. Fakat nasihata devamın hiç olmazsa biraz olsun sakındırmaya sebep olması umulur. Tebliğ hizmetinin görülmesi neticesinden önemlidir. Asıl sonuç, hizmeti hizmet olarak ilk fırsatta yerine getirmektir.

Hiçbir karşılık görmeyen fenalık, daha seri ve kolaylıkla meydan alır. Bir kötülüğün aslı olmasa da sürat ve şiddetini olsun hafifletmeye çalışmaktan vazgeçmemelidir.

Efendimiz şöyle buyurmuştur: Birinizin elinde bir hurma fidanı varken kıyamet kopacak olsa derhal onu diksin!

Rasulullah ﷺ uzun süre bakıma ihtiyacı olan fidanın dikimini kıyametin kopmasına rağmen tavsiye ederken, dikilecek fidanın beklenen ürünü verecek zaman ve imkanı bulamayacağını elbette biliyordu. Buna rağmen böyle bir tavsiyede bulunduğuna göre ümitsizliğe kapılarak hizmeti ertelememe ve imkan varsa hemen yerine getirmeye işaret etmiştir.

Ayrıca ağaç dikimi kamuyu ilgilendiren bir hizmettir. Hadis bu yönüyle toplumu ilgilendiren hizmetlerde hele hiç tembelliğe ve ümitsizliğe düşülmemesi gerektiğini ortaya koymuştur. Müminler hayırlı işlerde zaman kaybına razı olmaz, hizmeti ertelemezler.

Davetçi hiçbir oyalayıcı fikre kapılmadan tembelliğe kucak açmadan, hizmetinin sonucunu görme peşinciliğinin ardına takılmadan, ilk fırsatta hizmetini yapabilecek pratiklikte olmalıdır. Kıyamet şartlarında bile eğitim, tebliğ, davet hizmetleri aksatılmadan yürütülmelidir. Dünyaya hizmet fideleyenler, mutlaka bu gayretlerinin sonucunu göreceklerdir.

Tebliğci, hastayı şifaya kavuşturmak için samimiyetle çalışan uzman doktor gibi, cerrahi müdahaleye gerek duymamak için elinden gelen fedakarlığı göstermelidir. 'Hastadır' diye herkese aynı reçeteyi uygulamayacak, doğru teşhise uygun tedaviye yönelecektir. Ancak hastayı her zaman ilaçla tedavi mümkün değildir. Bazen ameliyat zaruridir. Tebliğde silah, tıptaki ameliyat hükmündedir. Ameliyata ise ehliyetli kimselerin girmesi gerekir, aksi halde hayati hatalara yol açabilir.
 

İnsan yüz kapılı saraya benzer. Bu kapılardan doksan dokuzu kapalı olsa yine de tek açık kapıdan o saraya girmek mümkündür. Kavl-i leyyin, insan sarayına girmek hususunda çok kapıları açabilen, iyi bir anahtardır.

Bir kısım vaizlerimiz, sadece bayram namazlarına gelenleri, doğrudan tenkit ederler. Halbuki doğrudan tenkit, çoğu kere zarar verir. Bir berber bile, sakalı doğrudan traş etmez. Önce sabunlar sonra keser. İşte bu sırrı yakalamış vaizlerimizden biri, bir bayram vaazında şunları anlatır:

"Efendim, evvelki bayram namazından sonra, camide bir ceketin unutulduğunu fark ettik. 'Herhalde, vakit namazına gelir, ceketini alır' diye düşündük, Vakit namazlarına gelmeyince 'Herhalde cuma namazına gelir' diye bekledik.

Aradan aylar geçtiği halde ceketi soran olmayınca, zayi olmasın diye muhtaç birisine verdik. Ancak diğer bayram namazında sahibi yanımıza geldi ve 'Ben geçen seneki bayram namazında ceketimi burada unutmuşum. Sizdeyse almaya geldim' dedi.

Biz de durumu kendisine anlattık, geç kaldığını söyledik. Siz de şayet ceketinizi unutursanız, sakın diğer bayrama kadar beklemeyin, hemen gelin ceketinizi alın.


Tebliğ

Bütün peygamberlerin asli vazifesi tek bir görevdir: Tebliğ... Hz. Adem'den bu yana bütün dinler hep anlatılma suretiyle kabul ettirilmiştir. Çünkü insana verilen akıl, hislere, şeytana ve nefse mağlup olmayıp, inat ve gurura sapmadıkça; gerçeği ve hayrı idrak edebilir.

Ne mutlu Allah’ın dinini yayanlara. Kitap ile, ilim ile dini yaymanın sevabı, dövüşerek şehit olanın sevabından daha çoktur.

Tebliğ için iyi kullanılan bir dil, düzgün bir konuşma önemlidir. İnsan sesinin gazete veya herhangi bir basılı beyanda bulunmayan inandırıcı bir kuvvete sahip olduğu tespit edilmiştir. Bundan daha önemlisi, görevin benimsenmesi ve samimiyetle yerine getirilmesidir. Çünkü gönülden gelen sözler, kulaktan izinsiz geçer. Samimiyetten uzak ve gönülden kaynaklanmayan konuşmalar, hitabet açısından kusursuz olsa da, dinleyicileri ya hiç etkilemez ya da sadece konuşma olarak dikkat çeker. Olumlu netice vermez. 'Güzel konuşma' bugün için bir sanattır ama onun asıl kalitesi taşıdığı özdür.

Tebliğ dili; bilgi-gönül-üslub üçlüsünün ahenkli bir şekilde kullanıldığı dildir. Ne sadece bilgi, ne yalnızca duygu yüklü, ne de sırf doğru seçilmiş kelimelerden oluşan bir üslup yeterli olmaz. Gönül dili, her zaman ifade ve üslubun önüne geçer.

Tebliğ dilinde hesabilik değil, hasbilik esastır. Muhataplara karşıduyarlı olmakla, çıkarcılık arasında fark vardır. Tebliğ dili, gösteriyi, şovu kaldırmaz.

Mücadeledeki usul, adab, gayenin yüceliğini gösterir. Kur'an-ı Kerim; müminler arasında sedîd (doğru), münafıklara beliğ (etkili), kafirlere de leyyin (yumuşak) sözle yaklaşılmasını emreder. İnsan özü değişmez, zaman ve zemin ne olursa olsun tebliğde bu üsluba dikkat etmek gerekir.

Tebliğin tesiri için dikkat edilmesi gereken hususlar vardır. Bunlardan biri; zamanı kollamaktır. Yapılan bir araştırmada, yapılan konuşmalardan toplumun en çok etkilendiği saatin, akşam saatleri olduğu belirlenmiştir. İbadetlerin de belirli vakitlere tahsis edilmesi, tebliğde zaman seçiminin önemini gösterir.

Abdullah b. Mesud, şöyle demiştir: Rasulullah ﷺ vaaz ve nasihat konusunda bize bıkkınlık vermemek için halimize bakıp, ona göre uygun gün ve saat kollardı.

Tebliğde en önemli vakit, muhatabın öğüde ihtiyacı olduğunu söyleyerek nasihat istediği zamandır. Böyle zamanlarda tavsiyede bulunmak, vazife olmaktan çıkar, hak haline gelir. Efendimiz müslümanın müslüman üzerindeki altı hakkını sayarken; şunu da

eklemiştir: '...Senden nasihat isterse, nasihat et.'

Yine ölüm yıl dönümleri, millet için önemli anların sene-i devriyesi gibi toplantı zamanları da hitabın etkili olacağı zamanlardır.

Zaman ve mekan aramakla vakit geçirmek aslında tebliğin zararına olmakla beraber, yerinde ve deminde yapılan bir tavsiye, rastgele yapılacak nasihattan çok daha etkili ve faydalı olacaktır. Günümüzde reklam ve propaganda afişleri bile rastgele yerlere asılmamaktadır. 'Gittiğin yerdekiler topalsa sek, körse gözünü kırp' atasözü körü körüne -kaba tabirle- araziye uymayı değil, gerçekleri söyleyebilmek için çevredekiler gibi davranmanın önemini vurgulamaktadır.

Tebliğde önemli hususlardan biri de; muhatabı ve çevreyi tanımaktır. Rasulullah ﷺ hicretin dokuzuncu yılında Muaz b. Cebel'i Yemen'e vali tayin etmişti. Onu yolcu ederken kendisine şöyle buyurdu:

- Ey Muaz! Şimdi sen ehl-i kitap bir topluluğa görevli olarak gidiyorsun. Onları Allah'tan başka hiçbir ilah olmadığına, benim de Allah'ın ﷻ elçisi olduğuma şehadet getirmeye davet et. Eğer bunu kabul ederlerse Allah'ın ﷻ onlara günde beş vakit namazı farz ettiğini bildir. Bunu da kabul ederlerse Allah'ın ﷻ kendilerine zenginlerinden alınıp fakirlerine verilecek zekatı farz kıldığını bildir. Buna da itaat ederlerse sakın mallarının en kıymetlilerini alma. Mazlumun bedduasını almaktan sakın. Çünkü bu dua ile Allah arasında perde yoktur.

Efendimizin bu tavsiyesi, tebliğde muhatabın inancına göreöncelikler tespit edilmesi gerektiğini göstermektedir. Çünkü ehl-i kitap olan Yahudi ve hıristiyanlar hakiki tevhid inancından sapmışlardı. Bu nedenle Efendimiz 'Onları davet edeceğin ilk esas Allah'ı birlemeleri olsun' buyurmuştur. Sonra kendisinin risaletini, ardından beş vakit namazı, onu da kabullenmeleri halinde zekatın farz olduğunu duyurmasını emretmesi, tebliğde bir sıra yani öncelik uygulamasının önemine işarettir.

Hadiste İslam esaslarının tamamının sayılmaması onların tebliğde yer almayacağı anlamına gelmez. Efendimiz Hz. Muaz'a bu esasları sıralayarak, aralarında bir öncelik sırası olduğu fikrini hatırlatmıştır. Zaten Hz. Peygamberin uygulaması hep bu yönde idi. Muhataplar için öncelik arzeden konuları onlara duyururdu.

Unutulmamalı ki; öncelikli tebliğ bizzat ve başlı başına bir tebliğdir. Tebliğci kendi önceliklerini değil, muhatapların önceliklerini esas almalıdır. Öncelikleri olmayan bir tebliğ faaliyeti, etkisiz kalacaktır. Alimler buna 'tertib' derken, atasözleri 'farzdan önce farz var' diyerek ifade eder.

İnsanlara emri bil mâruf yaparken onlara sanki başlarının üzerinde güvercin varmış gibi yaklaşınız. O kuş imanlarıdır.

Tebliğ esnasında, sadece anlatmak yetmez, karşıdakini dinlemk de önemlidir. Ancak ince nokta şu: Karşınızdakini dinliyor musunuz, yoksa konuşmak için sıra mı bekliyorsunuz?

Kelam devaya benzer, az söylersen fayda verir. Abdullah b. Ömer

Dinleyen susamış ve arayan biri olursa, vaaz eden ölü bile olsa ona ders verir. Mevlânâ

 

İşte bunlar kurtuluşa erenlerdir.

Allah'ın ﷻ dinine, kitabına, ahdine sarılmayan, emr-i bil maruf, nehyi anil münker yapmayan kurtuluşa eremez.

Cümledeki zamirlerin çoğul olması, bu kurtuluşun toplumsal olacağına işarettir.

'Kurtuluşa erenler- مُفْلِحُونَ' kelimesinin türediği, 'Felaha' fiili, ziraat için yeri sürmek, arzusuna nail olmak; istediğini elde etmek; korktuğu şeyden, gam ve zorluktan kurtulm ak, nimet ve rahata kavuşup onda daim olmak, cennete girmek, çiftçilik yapmak manalarına gelmektedir.

Marufu emretmek ve münkerden nehyetmek, bir eğitim faaliyeti olması hasebiyle, insanların beyin ve gönüllerini tarla sürer gibi sürmeyi ifade eder. Bu manaya göre ayetin son kısmı "İşte onlar toplumu eğitenlerin ta kendileridir" manasındadır. Onlar, insanların beyinlerini, gönüllerini, nefislerini tarla sürer gibi sürer, iyinin ve doğrunun tohumlarını eker, toplumun umduğuna nail olmasını, kötülüklerle savaşmasını ve zafere ulaşmasını sağlarlar.

Lider kadro bu ölçüde seçilir; ahlâkî sistem belirlenen esaslara göre kurulur ve fazîletli bir nesil yetiştirmek değişmeyen hedef kabul edilirse, o ülkenin kurtuluş yolları açılmış olur. Bu düzeye kendini getiren bir İslâm ülkesinin ömrü uzun, ikbali açık, yükselmesi süreklidir.

Bu eğitim faaliyetini yerine getiren grup, gönüllere sevgi aşılayarak onları kaynaştırır, kardeşliği tesis ederek tefrika ve düşmanlıkla mücadelede hedefe ulaşmasına yardımcı olur. İşte bu, onların kurtuluşudur.

İyilik, kötüden, doğruluk yanlıştan felah bulmuştur. Bu kurtuluş, iyinin kötüyü kontrol altına almasıdır. Akıl ile gönlün nefsin baskısından kurtulması, insanların Allah'ın ﷻ ipine sımsıkı sarılarak ateş çukurundan kurtulmalarıdır. Bu zafer, ilmin cehalete galip gelmesi ve onu ortadan kaldırmasıdır.

 

Belagat

 'Sizden bir topluluk bulunsun' cümlesinde اُمَّةٌ kelimesi nekre olduğundan müzari fiil olan يَدْعُونَ fiili ona sıfat olmuştur. Sıfat gelişi; keşif ve izah içindir.

 وَلْتَكُنْ emr-i gaib olarak geldi, katiyet içindir.

 مِنْكُمْ اُمَّةٌ 'Sizden bir ümmet' tecriddir, sanki ümmetin içinden bu vasfı taşıyan ayrı bir topluluk bulunacak, onlar da başlı başlarına bir ümmetin yerini tutacak kadar değer taşıyacaklardır.

 Önceki ayetlerde imandan sıyrılıp müminleri hak yoldan sapıtmaya çalışan ehl-i kitaba mukabil 'hayra çağıran ümmet' mukabele sanatı olarak gelmiştir. Bu üç görev muraat-ı nazır ve vasıldan tenasüptür.

 Def'i mazarrat celb-i menafiiden önce olmasına rağmen, burada iyiliği emir takdim edildi ki, kötülük şüyû bulmasın. İyilikler, doğru olan maruf öğretilirse münkerin kötülüğü ortaya çıkar. Bu nedenle hayra davet ve marufu emir, takdim sanatı ile gelmiştir.

 Bu görevlerin hepsi de teceddüd-ü istimrar (yenilenerek devam) manası taşıyan müzari fiille ifade edilmiş ki; tebliğin, zaman, muktezay-ı hale uygun ve etkileyici deliller araştırarak yapılması gerektiğine işaret olsun.

 "İşte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir" cümlesinde, mübteda ile haber arasına giren fasıl zamiri, müsnedin müsnedin ileyhe tahsisini ifade eder, kasrı mevsuf alessıfat vardır. Kurtuluşun yalnızca onlara münhasır olduğu belirtilmiştir.

 Tebliğ cemaatinin, hayra davet, marufu emir, münkerden nehiy olarak sıralanan üç görevi ifası, 'Felah bulmak'ta cem edildi, cem mea taksimdir.

Âl-i İmrân Sûresi 105. Ayet

وَلَا تَكُونُوا كَالَّذٖينَ تَفَرَّقُوا وَاخْتَلَفُوا مِنْ بَعْدِ مَا جَٓاءَهُمُ الْبَيِّنَاتُۜ وَاُولٰٓئِكَ لَهُمْ عَذَابٌ عَظٖيمٌۙ

105- Sakın kendilerine deliller geldikten sonra görüş ayrılığına düşüp parçalanan kimselerden olmayın, onlara büyük azap vardır.

 

Tebliğcisini yetiştirmeyen ya da cemaatten uzaklaşan kimselerin akıbeti ayrılmak ve arkadan ihtilafa düşmek, şeytanın ve şeytan görevi yapan insan şeytanlarının 'Böl, parçala, yut' tuzağına düşmektir.

Bunun için ayet-i kerime uyarıyor. Bu ayrılıkların uzak ve yakın tarihte örnekleri çok. Hangi millet yıkıldıysa, hangi birlik bozulduysa mutlaka içlerinde ayrılık ve ihtilaf çıkaran biri vardır. Nice sağlam kaleler içten yıkılmış, nice uygarlıklar tarihe karışmıştır. Bir ailede bile eşler birbiriyle aynı fikirde değilse, aralarında sevgi ve muhabbet bağı yoksa çocuklara isyan için hodri meydan olmuyor mu?

Daha ileri derecede ailedeki ilişki bozuklukları ihtilafa boşanmaya sebep oluyor. Ve çocuklar sahipsizlik, ilgisizlik neticesinde zararlı tipler oluşturuyor. Tabi ki istisnaları vardır.

Allah'ın ﷻ hidayet ettiğini kimse sapıtamaz. Bugün savaşları, kargaşaları göz önünde bulundurursak yine içerden hainler tesbit edilip onlar sayesinde işgaller yapılıp katliamlar başgösteriyor. Hep inceldiği yerden kopuyor. Rabbimiz 'onlar gibi olmayın' diye ümmete ikazda bulunuyor.
 

Deliller geldikten sonra ihtilaf edenler gibi olmayın.

Cenâb-ı Hak önceki ayette, emr-i bil ma'ruf ve nehy-i ani'l münker yapmayı emretti. Bunu başarabilmek ise, iyiliği emredenin zalimlere ve azgınlara karşı bunu yerine getirebilecek güçte olmasıyla mümkündür. Bu güç de din mensupları arasındaki ülfet ve muhabbetle kazanılır. Emr-i bil maruf ve nehyi anil münker görevinden âciz kalmamaları için, Allah mü'minleri ihtilaftan kesin olarak menetmiştir.

'Kendilerine deliller geldikten sonra ayrılıp ihtilaf edenler' yahudi ve hıristiyanlardır. 'Peygamberlerden bir kısmını tasdik ederken, diğerlerini tasdik etmeyen, böylece düşmanlık ve tefrika içine düşen kimseler gibi olmayın' demektir.

Bununla, ümmet -i Muhammed'in bid'atçilerinin veya sadece Hâricîlerin kastedildiği de söylenmiştir.

كَالَّذٖينَ تَفَرَّقُوا وَاخْتَلَفُوا ifadesinde birbirine atfedilen 'İhtilaf ve tefrika' kelimeleri aynı manadadırlar. Birbirini tekit için getirilmişlerdir.

Ancak farklı anlamda ise, şu manaları taşır:

♦ Sizler, düşmanlık yapmak suretiyle parçalanmayın ve dinî konularda ihtilaf etmeyin.

♦ Nasslardan yanlış manalar çıkararak parçalanıp, her biriniz kendi görüş ve mezhebinin te'yidi için çaba sarfederek ihtilaf etmeyin.

♦ Âlimlerin her biri bir beldede reis olup sözü dinlendiği için, her biri kendisinin hak, diğerlerinin bâtıl olduğunu iddia etmeleri sebebiyle ihtilafa düşmeyin.
 

Tefrika-Bölünme

“Tefrika” فرق fiilinden gelmektedir. Fark, iki şey arasını ayırmak, farklı olmak, ayrılmak, yol çatallı olmak anlamlarına gelir. Tefrika ise, eşyayı birbirinden ayırmak, insanlar arasına düşmanlık sokmak, parçalara, bölüklere ayırmak, parçalamak demektir. Aynı kökten gelen ‘fırka’ insanlardan ayrılan topluluk demektir. İslâm tarihinde mezheplere ve siyasî partilere de ‘fırka’ denilmiştir. Tefrika, bölüklere, fırkalara, partilere, parçalara ayrılmayı ve böylece bir bütünü parçalamayı ifade eder. Bu; İslâm’ın izin vermeyeceği bir şeydir.

Allah'ın ﷻ hükümlerini bilip tanımak, tefrika ve ayrılık sebebi olmamalıdır. Bu hükümler birlik ve birleşme vasıtasıdır. Dinlerin özelliklerinden biri ve belki en önemlisi, kopup dağıl an, vuruşup bozuşan ve birbirine haksızlıkta bulunan kabile ve milletleri bir olan Allah inancında toplamak ve gönüllerini âhiret kavramının verdiği sorumluluk duygusuyla geliştirmektir.

Nitekim kabile halinde yaşayan, birbirini ezip talancılıkla geçinen Araplar ancak İslâmiyetin ilâhî disiplini altında toplanıp birleşebilmiş ve kısa zamanda en güçlü ve hatırı sayılır bir devlet haline gelebilmiştir. Dinî disiplinin zaafa uğradığı ve yeniden kabile ruhunun sahneye çıktığı devirler, kardeş kavgalarına sahne olmuş ve bu olaylar İslâm âlemini asırlarca geriletmiştir.

Kim Allah'ın ﷻ razı olmayacağı, izin vermediği şekilde dinde bir takım değişiklikler yapar yahut bidatler ortaya koyarsa, Havz'ın etra fından kovulup uzaklaştırılan, yüzleri kararacak kimselerden olacaktır. En çok uzaklaştırılıp kovulacak olanlar da müslümanların cemaatin e muhalefet edip onların yolundan ayrılanlardır. Çeşitli fırkalarıyla Haricîl er, farklı sapıklıklarıyla Râfizîler, türlü hevâ ve hevesleriyle Mutezilîler gibi. Bütün bunlar bid'at çıkarmış kimselerdir.

Aynı şekilde haksızlık, zulüm, hakkı gizlemek, hak ehlini öldürmek, hak ehlini zelil etmek suretiyle aşırıya kaçan zalimler, masıyetleri hafife alıp büy ük günahları açıkça işleyenler, çeşitli sapıklık, hevâ ve bîd'at sahibi kimseler de böyledir. Bununla beraber cehennemde ebediyyen kalacak olanlar, ancak kalbinde hardal tanesi ağırlığı kadar dahi iman namın a bir şey bulunmayan inkarcılardır.
 

Onlara büyük azap vardır.

Kur'ân, kendilerine apaçık belgeler (ilâhî âyetler) geldikten sonra bö lünüp parçalananlar üzerine nasıl bir felâketin ve azap bulutunun çökeceğini daha önce haber vererek çağımızdaki Müslümanları da aynı şekilde uyarmakta, yaklaşan fırtınaya dikkatlerini çekmektedir.

Müminler ibret alıp ihtilafa ve tefrikaya düşmesinler diye, onlara kitab ehlinden ihtilaf edenlerin cezası bild irildi: Onlar için miktarı takdir edilemeyecek, niceliği tanınamayacak kad ar büyük bir azab vardır...

Dünyada gelen azâb, iç çekişmeden dolayı huzur ve güvenin kalkması, fena ahlâkın yaygınlaşması, otorite yokluğundan anarşinin baş kaldırması ve bunların sonucu olarak din ve dünya hürriyetinin elden gitmesidir. Anlayan bir millet için bundan daha büyük bir azâb düşünülemez. Mevlâna Celâleddin buna değinerek şöyle demiştir:

«İlâhî nimete karşı nankörlük etmenin biri dünyada, diğeri âhirette olmak üzere iki türlü azabı vardır: Dünyadaki azabı, o nîmetin elden gitmesidir» Kur'ân buna «Azâb-ı Azîm» diyor.

Geçmişten günümüze İslâm ülkelerinin çoğu, Kurân'ın çağrısı dışına çıkıp, liderleri de post kavgasına tutuştukları için dünyadaki azabı yud um yudum tattılar, tatmaktalar. İlâhî hükümler, Allah'ın ﷻ hayat kanunları sırası gelince hükmünü yürütür, kimsenin gözyaşına bakmaz.

Âhiretteki azabı ise, Kur'ân gönüllere neşter vururcasına işlemektedir. O kadar ki başka bir kelimeyle açıklamasını yapmaya, diğer bir yorumda bulunmaya gerek yoktur.

Her iki azabı da insanların kendisi hazırlar. Toplum ve milletler, aile ve fertler kendi tutumları, inanç ve davranışlarıyla ya cennetlerini, ya da cehennemlerini düny ada iken hazırlarlar. Çünkü "Allah âlemlere herhangi bir haksızlıkta bulunmayı dileyecek değildir."

✦ Zakkumun bir katresi yer ehline düşse, yiyeceklerini zehre dönüştürür. Devamlı taamı zakkum olanın hali nasıl olur? Hadis-i Şerif


İhtilaf

✦ Her kim itaatten ayrılır ve cemaati terkeder de ölürse cahiliye ölümüyle ölmüştür. Asabiyet bayrağı altında öldürülen ve asabiyet için savaşan ümmetimden değ ildir. Hadis-i Şerif

✦ Felaketler olacak felaketler! Her kim bu ümmetin davasından ayrılmak isterse, kim olursa olsun boynunu vurun! Hadis-i Şerif

✧ İki kişi bir araya gelir ve bozuşurlarsa, şeytan her birinin kalbine bir düğüm atar. Birbirleriyle karşılaşıp selamlaşırlarsa düğüm çözülür. Selamlaşmazlarsa düğüm olduğu gibi kalır. Avn bin Abdullah (r.a.)

✧ Belaların gelişi çeşitlidir. Bunlardan biri ihtilaftır. İhtilaf düşmanlığa sebep olur. Düşmanlık da ortalığı bela ve afetlere boğar.

✧ Sizden cennetin ortasına ulaşmak isteyen kimse cemaatten ayrılmasın. Zira şeytan tek olanla birliktedir. Cemaatten uzaktır. Hz. Ömer

✧ Kuş sürüsüyle uçar. İyilerle berâber olmak hem ibâdeti kolaylaştırır, hem de haramlardan kaçmakta en iyi usuldür.

✧ Biribirimizin kusurunu aramaz, musamaha edersek ihtilaf çıkmaz.

✧ Sevgiyi yok eden iki şey: Münakaşa ve ihtilaftır.

 

Belagat

 ' وَلَا تَكُونُوا Ayrılanlar gibi olmayın' buradaki nehiy sadece tebliğ cemaatine ait olmayıp bütün müslümanları içerisine almaktadır. Çünkü cümle cemi ve muhatap sigasıyla gelmiştir.

 كَالَّذٖينَ 'Ayrılanlar gibi' ism-i mevsul zem içindir. Ehl-i kitap ve müşriklere tariz ve telmihtir. Ayrıca idmaç sanatıdır.

 'Kendilerine beyyinat gelmesinden sonra ihtilafa düşüp, ayrılanlar' deliller geldikten sonra tefrika ve ihtilaf etmenin direkt azap vesilesi olduğu da açıkça ifade edilmiştir. Ayet tazammuni olarak; bu iki vasfın cehaletten, delilsizlikten olmayıp, haset, kibir, inat, taassup ve dünya sevgisinden kaynaklanan heva, şan, şöhret sevgisine dayandığını bildirir.

Âl-i İmrân Sûresi 106. Ayet

يَوْمَ تَبْيَضُّ وُجُوهٌ وَتَسْوَدُّ وُجُوهٌۚ فَاَمَّا الَّذٖينَ اسْوَدَّتْ وُجُوهُهُمْ۠ اَكَفَرْتُمْ بَعْدَ اٖيمَانِكُمْ فَذُوقُوا الْعَذَابَ بِمَا كُنْتُمْ تَكْفُرُونَ

106- Kimi yüzlerin beyaz, kimi yüzlerin de kapkara olacağı günde; yüzleri kapkara olanlara; ‘İmanınızdan sonra inkar ettiniz öyle mi? Küfrünüz yüzünden azabı tadın!’ denilecek.

 

Yüzlerin ağarıp-kararacağı gün

"Ey Muhammed ﷺ yüzlerinin ağaracağı o günü hatırla!" takdirindedir. Ya da önceki ayetin sonundaki "İşte onlar için büyük bir azap vardır" cümlesi ile ilgilidir, "Onlar için bir takım yüzlerin ağaracağı o günde büyük bir azap söz konusu olacaktır" demektir.

Yüzlerin ağarması, nimetlerle aydınlanıp parıldaması, kararması ise, can yakıcı azabın kendilerini yorup bitirmesidir.

"Nice yüzlerin ağarıp, nice yüzlerin kararacağı gün" Kıyamet günüdür, insanlar kabirlerinden diriltilecekleri vakit, mü'minlerin yüzleri ağaracak, kâfirlerin yüzleri de kararacaktır.

Bu ağarıp kararmanın ne zaman olacağına dair farklı açıklamalar da vardır:

• Herkesin kendi amel defterini okuyacağı vakit olacaktır. Mümin, kitabını okuyup da, hasenatının yazılı olduğunu görünce buna sevinir ve yüzü ağarır. Kâfir ile münafık da kitabını okuyup orada günahlarını göreceği vakit, yüzü simsiyah kesilir.

• Bu husus amellerin tartılacağı sırada olacaktır. İyil ikleri ağır basarsa yüzü ağarır, kötülükleri ağır basarsa yüzü kararır.

Mahşer halkı, bir insanın yüzünün ak olduğunu gördüklerinde, onun cennetliklerden olduğunu anlar ve ona daha fazla saygı duyarlar. Said (cennetlik) kimse, kendisinin saadet ehli olduğunu kavminin bilmesi ile sevinir. Böylece yüzünde aklığın meydana gelmesi, âhirette daha fazla sevinmesine sebep olur. Yüzünde siyahlık bizzat bulunduğu zaman da bu, daha fazla kederlenmesine sebep olur.

Âhiretteki aklığın ve karalığın hikmeti budur. Dünyadaki hikmetine gelince, mükellef dünyada iken, âhirette böyle bir şeyin olacağını bilirse, âhirette yüzleri ağaranlardan olup, kara çıkanlardan olmamak için taatlara daha fazla rağbet gösterip, haramları bırakır.

• Bu husus, "Ey günahkârlar! Bugün siz ayrılın" (Yasin, 59) denileceği vakit sözkonusu olacaktır.

• Kıyamet günü herkese kendi mabudunun etrafında toplanması emrolunacaktır. Onlar batıl mabutlarına gidecekler i vakit üzülecekler, yüzleri simsiyah kesilecektir. Mü'minler, ehli kitab ve münafıklar ise yerlerinde kalacaklardır. Yüce Allah mü'minlere: "Rabbiniz kim?" der, onlar; 'Rabbimiz aziz ve celil Allah'tır' derler. Bu sefer, "Onu görürseniz tanır mısınız"? diye sorar, onlar; 'Biz onu tenzih ede riz. Ancak O bize kendisini tanıtırsa O'nu tanırız' derler. Onlar da yü ce Allah'ı dileyeceği şekilde görecekler. Bunun üzerine mü'minler yü ce Allah'a ﷻ secde ederek yere kapanırlar. Yüzleri kar gibi bembeyaz kesil ecektir, münafıklarla kitap ehli ise, secde edemeyecek halde kalacaklar, bund an dolayı üzülecek ve yüzleri simsiyah kesilecektir.

Rasûlullah Allah'ın ﷻ: "O gün nice yüzler ağarır, nice yüzler kararır" buyruğu hakkında şöyle buyurmuştur: "Yani, sünnet ehlinin yüzleri ağaracak, bid'at ehlinin yüzleri kararacaktır."

Peygamber 'Bu; Hariciler hakkındadır" demiştir. Bir başka hadiste de Efendimiz "Bu, kaderiye hakkındadır" buyurmuştur.

✦ Ebû Umâme, Dimaşk kapısı üzerinde dikilmiş kesik bir takım başlar gördü. Bunun üzerine şöyle dedi: "Bunlar ateşin köpekleridir. Gökyüzü altında öldürülmüşlerin en kötüleridir. Bunların öldürdükleri ise, en hayırlı maktullerdir." Sonra; "O gün nice yüzler ağarır, nice yüzler kararır..." âyetini okudu. Ebu Gaib, Ebû Umâme'ye 'Bunu Rasûlullah'tan bizzat dinledin mi?' diye sorunca, şöyle dedi: Eğer bunu Rasûlullah'tan bir, iki, üç -diyerek yediye kadar saydı- defa duymasam, size nakletmezdim. Tirmizi

✦ Hz. Ali Haricilerle karşılaşınca onlara şöyle dedi: "Rasulullah'ı şöyle derken işittim: Ümmetimden bir topluluk çıkacak, Kuran'ı okuyacaklar ama sizin okuduğunuz gibi değil. Namazları sizin namazınız gibi değil. Oruçları da oruçlarınıza benzemez. Kur'an'ı kendi lehine okurlar. Halbuki Kur'an aleyhlerindedir. Namazları gırtlaklarından aşağı inmez. Okun yaydan çıktığı gibi İslam'dan çıkarlar. Nerede görürseniz onları öldürün. Kıyamet gününde onları öldürenlere Allah katından ecir verilir."

✦ Bir kimsenin sabahında mü'min olduğu günün akşamında kâfir olduğu, akşamında mü'min olduğu gece kâfir olarak sabahladığı ve dinini dünya metaına sattığı karanlık gecenin parçaları gibi fitneleri, salih ameller aracılığıyla gidermekte acele edin." Hadis-i Şerif, Ebu Hureyre
 

Yüzleri kararanlara 'İnkar mı ettiniz?' denilir.

Allahu Teala, 'O gün bazı yüzler ağarır, bazı yüzler kararır' buyurarak ayetin girişinde yüzlerin aklığını, karalığından önce zikretti. Sonra bu iki kısım insandan, önce yüzleri kapkara kesilenlerle ilgili hükmü zikretti.

Sözün başının ve sonunun, gönle sürür, kalbe ferah verecek bir şekilde olması gerekir. Rahmeti murad edişinin, gazabı murad edişinden daha fazla olduğuna dikkat çekmek için yüzleri ak olanları önce zikretmiştir. Çünkü yaratmaktan maksad; azabı değil, rahmeti ulaştırmaktır. Cenâb-ı Hakk şöyle buyurmuştur: "Ben insanları, benden kâr elde etsinler diye yarattım, ben onlardan kâr elde edeyim diye değil..."

Sevaba nail olmuş yüzleri ak kimseler önce zikredildi. Çünkü şerefli olanı, kıymetsiz olandan önce zikretmek uygundur.

"O zaman yüzleri kara olanlara..." ifadesinde "Şöyle den ilecektir" kelimesi hazf edilmiştir.

Kalpleri küfür ile kararan, tefrikaya düşenlerin yüzleri kalplerinin rengiyle kararır.

Kelamullahta vaki olan istifham asıl anlamda kullanılmayıp mecazidir. Allahu Teala herşeyi bildiğinden soru sormaya ihtiyacı yoktur. Ancak şu altı anlam ifadesi için soru sorar: Tevbih, taaccüp, tesviye, icap, emir, takrir.

• İmandan sonra küfür; misak günündeki tasdiki inkar edenlerin küfrüdür. Çünkü onlar; "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye sorulduğu vakit; evet dedikleri o misak gününde iman etmişlerdi.

• Bu sözlerin muhatabının yahudiler olduğu da söylenmiştir. Çünkü onlar, Hz. Muhammed ﷺ peygamber olarak gönderilmeden önce ona iman ediyorlardı, fakat peygamber gönderilince onu inkâr ettiler.

• Bu soru münafıklara, dilleriyle iman kelimesini söyleyip kalpleriyle inkar edenlere sorulacaktır. Onlara "Açıktan açığa imanınızı ikrar ettikten sonra, gizliden kâfir mi oldunuz?" denilecektir.

Arapça alimleri اَمَّا şart edatının cevabında "ف" harfinin mutlaka gelm esi gerektiğini icma ile kabul etmişlerdir. Çünkü اَمَّا edatının özelliği; ardından gelen cevap cümlesinin, ne olursa olsun gerçekleşeceğini ifade eder.

Hz. Ali şöyle dedi: "Bir kimse evinden çıkar ve cennete girmesini gerektirecek bir iş yapmış olarak döner. Bir kimse de evinden çıkar ve cehenneme girmesini gerektirecek bir iş yapmış olarak dön er." Daha sonra "O gün bazı yüzler ağarır, bazıları ise kararır..." ayetini okudu.

"İmânınızdan sonra küfre girdiniz öyle mi?" ifâdesi, küfrün Allah'tan değil, kuldan olduğuna delâlet eder.

İnanç ve amelleri insan bedeni kaydetmektedir. Maddeler; sesleri, duygu ve amelleri saklar. Disket veya CD'nin ses ve hareketleri kaydedip saklaması gibi, bedenimiz de konuşmalarımızı, duygularımızı ve amellerimizi kaydedip saklamakta ve ahir ete taşımaktadır.

Bu ayet de, irtidadın, insan yüzüne siyahlık olarak yansıyacağını söylerken buna işaret etmektedir.

İnsanoğlu bu dünyâ hayâtında sürekli bir kitap yazmaktadır. Yazdığı şeyler onun davranışlarını anlatan yazılardır. İnsanın huzûr-u ilâhîde ilk yüzleşeceği bir ömür kaydettiği bu amel defteridir. İnsanoğlu Rabb’ine kavuştuğu ve hesap için yeniden yaratıldığı zaman açılan amel defteri ya da hayât cd’sinde büyük sürprizlerle karşılaşacaktır.

Amelim sandığı, amel-i sâlih yapıyorum diye gerçekleştirdiği pek çok davranışın riyâ ile mâlul olduğunu görecek, yüzünü ağartacak davranışların azlığına şâhid olarak hüsrâna uğrayacaktır. Arkasına, sağına ve soluna bakınmasının, çevresinden meded ummasının o anda kendisine bir faydası olmayacaktır. Çünkü herkesin kendi derdine düştüğü, kendi günahının yüz kızartıcı hâliyle yüzleştiği bir sırada kapkara bir yüzle ne Rabb’ına varabilecek bir hâlde, ne de başkalarına bakabilecek bir durumdadır.

O sırada başkasının yüzüne bakamayacak kadar mahcûbiyet ve tükeniş içindedir. Kendisini gören kardeşlerinin ve evlâtlarının: “Sen bunları bunları da mı işledin? Bu günahlara da mı bulaştın? Bunları ummazdık senden, doğrusu biz seni daha iyi bir konumda sanıyorduk. Sen bizden de betermişsin” demelerinden korkar.

Ya da işlediği günahlar sebebiyle o kadar çâresizdir ki bir başkasının kendisinden meded ummasından, yanına sokulup bir talepte bulunmasından endişe ederek onlardan kaçar.

On grup insan huzûr-i ilâhîde hüsrâna uğrayacaktır:

   1- Kendisini Allah’ın yarattığını bilen, fakat kulluk etmeyen

   2- Allah’ın Rezzâk olduğuna inanan, ama rızık konusunda O’na güvenmeyen,

   3- Dünyânın geçici olduğunu bilen, bununla birlikte ona aldanıp peşinden koşan,

   4- Vârislerinin kendisine düşman olacağını bilen, yine de onlar için mal toplayan,

   5- Ölümün yaklaşmakta olduğunu gördüğü hâlde hazırlık yapmayan,

   6- Kabre gireceğine inanan, fakat onun îmârına çalışmayan,

   7- Hak sâhibinin kendisini hesâba çekeceğini bilen, fakat ona delîl hazırlamayan,

   8- Sırâttan geçeceğini bildiği hâlde günah yükünü hafifletmeyen,

   9- Cehennemin günahkârların yeri olduğunu bildiği hâlde günahtan sakınmayan,

   10- Cennetin takvâ ehlinin yurdu olduğunu bildiği hâlde takvâ azığı hazırlamayan.
 

Küfrünüze mukabil, azabı tadın!

Cenâb-ı Hak şayet bu kısmı getirmeseydi, bu ilâhî va'îd iman ettikten sonra kâfir olanlara has olurdu. Fakat bu tabir kullanılınca, va'îdin hem imân ettikten sonra kâfir olanlar, hem de aslî kâfirler (hiç imân etmemiş olanlar) için olduğu anlaşılır.

Bedbahtlık iki kısımdır:

Bedbaht olanlar: Tevhid ehlinden olup da günah sebebiyle bedbaht, iman sebebiyle mesud olanlar vardır. Günahlar onu cehenneme sokar, tevhid ise oradan çıkarır.

Daha bedbaht olanlar: Bidat ve küfür ehli ise daha da bedbahttır ki küfrü ve yalanlaması onu cehenneme sokar, orada ebedi kalır.

O’nu tanıyan ve itaat eden zindanda da olsa bahtiyardır. O’nu unutan saraylarda da olsa zindandadır, bedbahttır.

Cehennem, sanıldığı gibi yalnızca "dev bir fırın" değildir. Cehennemde ateş vardır, ama orada olan tek azap ateş değildir. Orada insanı hem fiziksel hem de psikolojik yönden azaplandıracak çok çeşitli yöntemler vardır.

Dünyadaki işkence yöntemleri, cehennemdekilere oranla karşılaştırılamayacak kadar hafiftir. Cehennemde çok farklı, çok gelişmiş işkence yöntemleri kullanılacaktır. Dünyada elektrik verilerek işkenceye uğratılan bir insanı da, verilen elektriği de, insanın elektriğe olan acı duyarlılığını da Allah yaratmıştır. Daha insana acı verecek birçok bilinmeyen kaynak ve insanın bilinmeyen birçok zaafı vardır. Allah yarattığı kullarının zaaflarını en iyi bilendir. Bu zaaflar doğrultusunda en çok acıyı da yine Allah verecektir. Bu, "Muazzip" (azap edici) ve "Kahhar" (kahredici) olan Allah'ın ﷻ kanunudur.

Cehennemde ne bir son vardır ne de umut. Pis, yakıcı, havasız, karanlık, dumanlı bir atmosferde, elleri boynuna bağlanan ve daracık, sıkışık bir yere sokulan kafir, suda boğulan bir insan gibi, tarifsiz bir eziyet çeker. Debelenir, çırpınır, kurtulmaya çalışır, ama kımıldayamaz. Sonunda ölüp yok olmayı ister. Ancak bu mümkün değildir. Sokulduğu o daracık yerde, dünya ölçüsüyle aylar, yıllar, belki yüzyıllar boyu kalacak, giderek artan bir sıkıntı içinde binlerce kez yok oluşu çağıracaktır. Oradan çıkarıldığında ise, kurtuluşa değil, cehennemin bir başka azabına götürülür.

Allahu Teala'nın gazab etmesi, cehennem ateşinden şiddetlidir.

✦ Allah’tan kendisini cehennem ateşinden korumasını isteyen kimse, müminlere karşı çok merhametli ve ince davransın. Hz. Ebubekir

✦ Namaz kılmayanlar kıyamet günü Allah u Teala yı kızgın olarak bulacaklardır. Hadis-i Şerif

✦ Allahu Teâlâ’ya muhtaç olduğun kadar itaat et, cehenneme dayanabileceğin kadar günah işle. Hadis-i Şerif

✦ Emanete hıyanet edenlerin gideceği yer cehennemdir. Hadis-i Şerif

✦ Çocuklarına İslamiyet’i öğretmeyenler cehenneme gideceklerdir. Hadis-i Şerif

✧ Dört şeyi bilmeyen cehennemi hak kazanır:

    1- Allah’ı

    2- Allah’ın buyruklarını

    3- Kendi nefsini

    4- Allah’ın ve kendinin düşmanını. Ebu Hasan Şâzelî
 

 

Belagat

 Ayette اَمَّا tafsil edatının, iki şekil açıklaması olduğundan tevşi sanatı vardır. Birinci اَمَّا 'da haber ف ile beraber icaz-ı hazıf vardır.

 "Ağaracak" ve "kapkara olacak" kelimeleri arasında tıbâk vardır. Tetbih ve tezyin tibakıdır. Çünkü beyazlık ve siyahlık burada insanların hak ve batıl olan iki fırkasından kinayedir.

 Bu ifade istiare-i vefakiyedir. Beyazlık; ferah ve sürurdan; siyahlık da gam ve kederden mecazdır. Arzusuna ulaşan ve gayesini elde eden kimse hakkında 'Yüzü ağardı' denir. Sevinme ve neşelenme manasındadır. Bir sürûr tebrik edilirken "Yüzünü ağartan Allah'a ﷻ hamdolsun" denilir. Başına bir kötülük gelen kimseye de "Yüzü tozlandı, rengi kaçtı ve şekli değişti" denilir.

 Âyetin manası şöyledir: "Mü'minler Kıyamet gününde, yaptıkları amellerinin üzerine gelir. Eğer amelleri, hasenat ise, yüzü ağarır, Allah'ın ﷻ nimetlerine ve fazlına sevinir. Eğer amelleri bunun aksine olursa, o kâfir kötü amellerinin tek tek tesbit edilmiş olduğunu görünce yüzü kararır, alabildiğine hüzün ve keder duyar.

 Bu aklık ve karalık, mü'min ve kâfirlerin yüzlerinde ahirette hakikaten de bulunacaktır.

 'Yüzlerin ak ve kara olması' aynı zamanda tağlib ve cüz-kül alakasıdır. Sadece yüz değil, tüm bedenleri kararıp ağaracaktır.

 ' اَكَفَرْتُمْ  İnkar mı ettiniz?' kelimesinin başındaki hemze tevbih- azarlama ve onların durumlarından ötürü şaşkınlık ve hayret bildirme manasınadır. Zemde mübalağa için tecahül-ü ariftir.

 'Azabı tadın' İstiare-i inadiyenin tahakkümiye kısmındandır. Cehennemle alay edenlere istihzalarının cezası istihza olarak dönüyor. Azab, acı bir yiyeceğe benzetildi. Müstearun minh hazfedildi. Onun levazımından 'tatmak' zikredilerek istiare-i bil kinaye oldu. Camisi, acıyı hissetmektir.

Âl-i İmrân Sûresi 107. Ayet

وَاَمَّا الَّذٖينَ ابْيَضَّتْ وُجُوهُهُمْ فَفٖي رَحْمَةِ اللّٰهِۜ هُمْ فٖيهَا خَالِدُونَ

107- Yüzleri ak olanlar ise Allah’ın rahmeti içinde olacaklar; hem de sonsuza dek orada kalacaklar.

 

(106-107. ayetler)
İnsanlar dünya ve ahirette kendini rezil rüsvay edecek veya gözünü aydın edecek, yüzünü ak edecek işleri bizzat işlerler. Bugün yapar yarın bulur. Bugün zalim yarın mazlum olur. Bugün gücünü zorbalığa, tahakküme kullanır, yarın kendi tahakküm altında ezilir. Bugün nankörlük cimrilik yapar, yarın muhtaç olur. Bugün kıymet bilmez, yarın kıymetten düşer.

İnsanoğlu gittiği yolla, tuttuğu işle kendi akıbetini hazırlar. Dünyada küçük azaplarla uyarılar yapılır. Aldırmaz, tevbe etmez, dönüş yapmazsa ötede büyük azaplar, bitimsiz hasretler, pişmanlıklar asla yakasını bırakmaz. Yaptığı karanlık işlerin, zulmet saçan günahların karalıkları, zillet ve yüz karası olarak karşısına çıkar.

Hele de inanmışken, öğrenmişken, imanın gereklerini yapmayıp, pervasızca küfür sözler söyleyen, hezeyanlar koparan kimselerin hal-i perişanlığını düşünmek gerek. O halde bugünden yarın yüzümüzü ak eden, bizi ebedi mutlu, bahtiyar edecek salih amellere yapışıp, imanımızı iman-ı hakikiye, ahlakımızı ahlak-ı Muhammediye'ye ulaştırmaya çalışmalıyız.
 

Yüzleri ak olanlar...

Yüzlerin siyahlığı korkunun siyahlığı halinden, ağarması da yüzde beliren sevinç ve parlaklıktan kinayedir. İnsan ameli kadar nurlu veya nursuz olacaktır.

Yüzleri ağaranlar; Allah'a ﷻ itaat edenler, vefa ehli olanlar, imanda istikamet üzere olan, dinde amelde halis olanlardır.

✦ İyilik güzel elbise, kılık kıyafet değildir. İyilik ancak sükunet ve vakardadır. Hadis-i Şerif

✦ Ölen mümin kabre konduğunda, münker nekir meleği ona gelip der ki:

- Rabbin kimdir? Mümin cevap verir

- Allah'tır, der.

- Dinin nedir?

- İslamdır.

- Peygamberin kimdir?

- Muhammed ﷺ ‘dir.

- Sana bunu bildiren ne idi?

- Ben Allah'ın ﷻ kitabını okudum. İman edip, tasdik ettim.

Bu şiddetli imtihandan sonra semadan bir ses gelir. "Kulum doğru söyledi, ona Cennet sergilerini serin, Cennet elbiselerini giydirin temiz kokusunu sürün ve kabrini genişletin. Baş ucunda Cennete bir kapı açın!"

Sonra rahmet melekleri ölüye, "Kabir azabını tatmadan; hareminde zifafa giren çiftlerin uykuları gibi uykuya dal" derler. Ölü, durmadan "Yâ Rabb kıyameti kopar, ehlimle görüşeyim. Cennetteki nasibime kavuşayım" der. O, kıyamette yüzü ak olarak haşre kalkar.

✧ Yüzün nuraniyeti tüm gece boyunca uyuyarak elde edilmez. Hz. Ali

Yani nuranî bir yüzünün olmasını isterse gecenin bir kısmında kalkmalı ve ibadet etmelidir.

✧ Ben yüz nuraniyetini talep ettim ve onu gece namazında buldum. İmam Sadık

✧ Namaz yüzün nuraniyetine ve müminin izzetine neden olur.

✧ Zahid Allah’ın ikram ettiğine şükreden, belaya düçar olduğunda sabredendir.

✧ Salihler için çokluğun, sıddıklar için de azlığın bir önemi yoktur. Maruf-u Kerhi

✧ Allah’tan razı olan ezeli emir neyse onu dinler, uyar. Hayat ve ölüm onun yanında bir olur. Yaşarsa Allah için yaşar. Malı, mülk ve hazine için değil, ölürse Allah için ölür, korkudan, hastalıktan değil. Mevlana
 

Allah'ın ﷻ rahmeti içindedirler.

Kulun taati ne kadar çok olsa da, cennete ancak Allah’ın rahmetiyle gireceğine işarettir.

Hayrı getiren sadece Allah’ın rahmetidir. İyilik hazinelerinin tamamı Allah’ındır. Bu hazinelerin kapısı ise, rahmettir. Kapı, kendi anahtarından başka anahtarla nasıl açılabilir ki? Allah’ın rahmet kapısının anahtarı ise, kulluk etmek ve yakarmaktır. Kim bu anahtarı korur ve onunla gelirse, kapılar açılır ve hazinelere girer. Kim de o hazinelere girerse, orada gönüllerin arzuladığı ve gözlerin lezzet duyduğu sayısız nimetler bulur.

✦ Eğer mümin, Allah katındaki cezâ miktarını bir bilse hiç Cenneti ummaz. Eğer kâfir, Allah’ın rahmetinin bolluğunu bir bilse rahmet ümidini hiç yitirmez. Hadis-i Şerif

✧ Fazilet ve keramet sahibi;

    1- İslami emirlere uymakta hassastır

    2- Ahlak-ı Muhammediye ile ahlaklanmıştır.

    3- Hakiki İslam alimlerine muhabbetli ve bağlıdır. Beyazıd-ı Bestami
 

İçinde ebedi kalıcıdırlar.

Mü'minler cennette ebedî kalacakları gibi, kâfirler de cehennemde ebedîdirler. Allahu Teala cennetliklerin orada ebedî kalacaklarını açıkça belirttiği halde, cehennemliklerin cehennemde ebedî kalacağını belirtmemiştir. Çünkü Allahu Teâlâ'nın rahmeti gazabından daha fazladır.

Allahu Teala bu iki gruptan bahsederken rahmetine nail olanlardan başlamış, yine onlardan bahsederek sona erdirmiştir. "Allah'ın ﷻ rahmeti içindedirler" buyurarak, rahmeti kendisine nisbet ettiği halde, azabı kendisine nisbet etmemiş, onlara "tadın azabı..." buyurmuştur.

İbâdeti sanat, dervişliği nimet bilenlere müjdeler olsun. Onlar için itikaf başedilmez bir arzu, âhiret gaye, ölüm öğüttür. Onlar, kimseler yokken Rab Teâlâ’ya tevbe eder, günahlarını hatırlarlar. Onlar yabancılıklarını sadece Allah’a duyururlar. Gariptirler, Allah’ın rahmetini talep ederler. Gece gündüz Allah’ı ananlara, seherlerde ağlayanlara müjdeler olsun.

Kıyamet günü cehennemden dağ gibi bir ateş kütlesi çıkar. Ümmet-i Mıuhammed'in üzerine hücum eder. Efendimiz ümmetinden o ateşi def etmeye çalışır. Bir türlü ateş sönmez. "Ey Cebrail, yetiş! Yetiş! Ateş ümmetimi yakmak istiyor!" der. Cebrail aleyhisselam bir bardak suyla gelir. O bardak suyu Efendimize uzatır ve şöyle der:

- Bunu al, ateşin üzerine dök!

Efendimiz o bir bardak suyu alır, dağlar gibi yükselip ümmetin üzerine gelen ateşe döker, ateş hemen o anda sönüverir. Sonra hayretle sorar:

- Ey Cebrail, bu ne suyuydu?

- Bu senin ümmetinin gözyaşlarıdır. Yalnız kaldıklarında sırf Allah korkusundan ağlayıp akıttıkları bu yaşları toplamamı Allahu Teala bana emretti. Sen ona ihtiyaç duyana kadar sakladım. Onunla cehennem ateşini söndürmen için şu ana kadar muhafaza ettim.


Belagat

 "Allah'ın ﷻ rahmetindedirler" mecâz-ı mürseldir. Hal olan 'Allah'ın ﷻ rahmeti' zikredilmiş, mahal olan cennet kastedilmiştir.

 Veya 'Allah'ın ﷻ rahmeti' sebep olarak zikredilmiş, müsebbep olan Allah'ın ﷻ rahmetiyle vereceği sevap kastedilmiştir.

 Aynı zamanda فِي harf-i cerinin رَحْمَة 'in üzerine gelmesi, istiare-i tebaiyedir. Rahmetin, ikramın, nimetin onları kaplayıp kuşattığını bildirir.

 هُمْ فٖيهَا خَالِدُونَ 'İçinde ebedi kalıcıdırlar' cümlesi istinafen fasıldır, mukadder sualin cevabıdır.

 Cümlede, cennetin devamlı olmasının cennetten daha büyük bir nimet olduğu vurgulanıyor.

Âl-i İmrân Sûresi 108. Ayet

تِلْكَ اٰيَاتُ اللّٰهِ نَتْلُوهَا عَلَيْكَ بِالْحَقِّۜ وَمَا اللّٰهُ يُرٖيدُ ظُلْماً لِلْعَالَمٖينَ

108-İşte bunlar Allah’ın ayetleridir, onları sana gerçekten okuyoruz, Allah ﷻ alemlere zulmü murad etmez.

 

Cenâb-ı Hak zulmü gayrıya haram kıldığı gibi kendi zatına da haram kıldı. Eğer bize bu gerçekleri söylememiş olsaydı, elçi göndermeseydi, biz ne yapmamız gerektiğini bilmeden direkt cehenneme sürüklensek bu zulüm olurdu.

Oysa Rabbimiz 'Allah alemlere zulmetmez' buyruğuyla değil insana, hiçbir varlığa zulmetmediğini ilan ediyor. 'Ben bir Rasul göndermedikçe kimseye azab etmem' diye bu gerçeği pekiştiriyor.

O halde geriye kalan, bizim kendimize zulmetmememiz. Allah'ın ﷻ bize çizdiği hayat programını uygulamadan nefsu hevaya, dünyanın ziynetlerine, şeytanın iğvasına kanarak raydan çıkınca olan oluyor. O halde kulluk görevimizi bir daha gözden geçirelim.

Allah'ın ﷻ tekvini ve tedvini ayetlerini okuyalım, görevlerimizi müdrik olalım. Kendimize çeki düzen verelim, geçmişlerden ibret alalım. Başkalarına ibret olacak elim akıbetlere düçar olmayalım.
 

Bunlar Allah'ın ﷻ ayetleridir, onları hak ile okuyoruz.

"Bunlar Allah'ın ﷻ âyetleridir" cümlesi, mübtedâ ve haberdir. Bu ayetlerden maksat Kur'ân-ı Kerîm'dir. Yani zikrolunan bu buyruklar, Allah'ın ﷻ hüccet ve delilleridir.

تِلْكَ "Şunlar" aslında "هذِه bunlar" manasınadır. Çünkü âyet-i kerimelerin indirilmesi sona erdiğinde, adeta uzaklaşmış gibi olduğundan, uzaklığa işaret edilen تِلْكَ işaret zamiri getirilmiştir.

Veya bu ism-i işaret daha önce Allah’ın, Hz. Muhammed'e ﷺ indirmeyi vaad ettiği, İslam dini hususunda gerekli olan her şeyi içine alan kitaba aittir. Allahu Teâlâ, bu âyetleri indirince, "vaad edilen o âyetler, hak olarak sana okuya geldiğimiz bu âyetlerdir" demiştir.

'Okuyoruz' yani; 'Biz sana Cebrail'i indiriyoruz, Cebrail de onları sana okumaktadır'

'Hak olarak' yani, doğrulukla okuyoruz, sana okunan şeylerin manaları hak ve gerçektir.

'İyilikte ve kötülükte bulunana müstehak oldukları karşılığı verme hususunda, hak ve adaletle iç içe olduğu halde' manasına da gelir.
 

Allah'ın ﷻ ayetleri; Kitabullah

✦ Kuran benden üstündür. Ben mahluk olduğum halde Kuran Cenab-ı Hakk'la daim ve kaimdir. Hadis-i Şerif

✦ Kim evvelkilerin ve sonrakilerin ilmini öğrenmek isterse, Kuran'ın manalarını iyice araştırsın. Hadis-i Şerif

✦ Vay! Şu ümmetimden olup da çocuklarına Kuran'ın edep ve ahlakını öğretmeyen ana babalara. Veyl olsun, azap olsun onlara. Ben onlardan uzağım, onlar da benden uzak. Hadis-i Şerif

✧ Kuran, ışıkları her köşeye yayılıp saçılan bir güneştir. İmam Gazali

✧ Allah’ın kitabının, peygamberinin sünnetinin gölgesinde yürü, kurtuluşa erersin. Abdülkadir-i Geylani

✧ Yol kesenler, Kuran’ı okuyup öğrenince yol gösterici olurlar.  Muhammed İkbal

✧ Kişi Allah rızası için Kuran okudukça melek onun alnından öper.  Süfyan-ı Sevri

✧ Kuran'ı huşuyla, tedebbürle ve fehimle okuyana sevap 700 kat katlanır.
 

Allah alemlere zulüm murad etmez.

Allah kullar hakkında zulüm istemez; O zalim değildir. Aksine asla haksızlık yapmayan mutlak âdildir. Çünkü O her şeye kadir olan , her şeyi bilendir.

Zulüm; düzende, şeriat ve hukuk düzeni ihdas etme hususunda hikmet ve mükemmellik ile çatışan uygulamadır. Zalim, nüfuzunu artırmak, iktidarını sağlamlaştımak ve mülkün e mülk katmak için zulmeder. Allahu Teala'nın bunları yapmaya ihtiyacı yoktur. Bu bakımdan Allah'ın ﷻ, yarattıklarından herhangi bir kimseye zulmetmeye ihtiyacı yoktur. O (cc) emredip yasakladıkları ile, insanı en doğru yola hidayet etmek istemektedir. İtaat sınırları dışına çıkıp fasıklık ettikleri takdirde kendilerine zulmedenler bizzat onlar olur. Zulmeden kimse ise bizzat kendisinin ceza görmesine sebep teşkil eder.

Kötülük yapan; cahilliğinden, aczinden ya da hacetinden bu kötülüğü yapar. Bunlar Cenab-ı Hak için muhaldir. O yerlerin, göklerin sahibidir. Allah kendi mülkünde kimseye zulmetmezken, insan kendinin olmayan mülkte zulmeder.

Her şeyi yerli yerinde yaratan Yüce Allah ﷻ, hiç bir şekilde hiç bir yarattığına zulmetmez. Görünüşte olanları anlayamadığımız, kısır bilgilere sahip olduğumuz için; dıştan haksızlık ve acımasızlık gibi görünen şeylerde yanlış düşünebiliriz. Çevremize ve dünyâya baktığımızda; zahiren adaletsizlik, eşitsizlik var gibidir. Kimi çok zengin, kimi çok fakir; kimi birkaç aylıkken ölür, kimi hiç hasta olmadan çok uzun ömür sürer; kimi âdeta cennet gibi yerlerde yaşar, kimi sonsuz sefilliklerin içindedir. Oysa Allah âdil-i mutlaktır; bize eksiklik gibi gelen her şeyde ince bir hikmet ve nükte vardır.
 

1509 yılındaki müthiş depremden sonra padişah 2. Bayezid devlet yöneticilerine şöyle hitap etti:

“Ey vezirlerim, kadılarım, subaşılarım, ağalarım, beylerim!...

Şu felâketi görüyorsunuz, Ben; bunda, siz kulların zalimlikle zulüm yaptığınız intibaını alıyorum… Ayağınızı denk alın! Vazifenizi adaletle yapın! Kimseye zulmetmeyin!

Bu Cenab-ı Hakk’ın bize bir ikâzıdır. Size bildiriyorum ki, zulüm irtikap edeni vazifeden alırım”


 

Belagat

 تِلْكَ ism-i işareti ile isim cümlesi sübut ve devam ifade eder.

 'Allah'ın ﷻ ayetleridir' buyruğunda açık isim, gaib hükmündedir.

 'Okuyoruz نَتْلُو ' fiili mütekellim olarak gelmiştir, gaibten mütekellime iltifat vardır.

 'Allah' lafzı tecriddir.

 بِالْحَقِّ  'Hak ile' tekittir. Zaten Allah'ın ﷻ okuması haktır.

 بِ harf-i ceri burada sebebiye içindir. 'Hak sebebi ile' demektir. Diğer anlamları ile;

Hakka ulaştırarak, yakınlaştırarak, haktan yardım almak, hakka sebep olmak, hakkı zaman ve mekanlara ulaştırmak, hakkı geçerlikılmak, hakkı bir bedel kılmak, küfrün, şirkin, tam karşıtını göstermek, hakkı dikkate sunmak, hakkı kuşatmak, hakkı pekiştirmek üzere sana okuyoruz.

 'Sana hak ile okuyoruz' cümlesinin sonra, Allah alemlere zulmü murad etmez, cümlesi vasıtası az olan kinayedir. Allah ayetlerle gerçekleri bildirmemiş olsa insanlar batılda kalırlar, bu da zulüm olurdu. Oysa Allah gerçekleri bildirerek alemlere zulüm değil, rahmet ve adalet murad etmiştir.

Âl-i İmrân Sûresi 109. Ayet

وَلِلّٰهِ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِؕ وَاِلَى اللّٰهِ تُرْجَعُ الْاُمُورُࣖ

109- Göklerde ve yerde ne varsa Allah’ındır; bütün işler Allah’a döndürülür.

 

Şu fani dünyada bize verilen emanet can ile emaneten yaşıyoruz. 'Benim' dediğimiz hiçbir şey bizim değil. Her şeyin yerin göğün ve içinde olanların sahibi, mirasçısı Cenâb-ı Hak. Cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım, buyurarak görevimizi tayin etmiş.

Kulluk bütün emir ve yasaklarında O'na itaat etmek, verdiği her şeyi O'nun yolunda sarf etmektir. Bütün hareket ve sükunlarımızı rızasına uygun, son nefese kadar sadık, halis bir mümin olarak yaşamaktır. Bu görevi en güzel yerine getiren en iyi örnek Efendimiz'i rehber edinip onun izinden sırat-ı müstakimde yürümektir.

Her an, her zaman ve mekanda, imtihanda olduğumuzu, Rabbimizin daima bizi seyrettiğini, kalbimizden geçenleri bildiğini, kiramen katibinin her şeyi filme aldığını, bizi aldatan dünyevi her şeyin asıl sahibi Allah olduğunu bilmek yeterli olmuyor. İnancımızı yakine ulaştırıp hesaplı hareket etmemiz gerekir.
 

Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ın ﷻdır.

 Bu buyruğun kendisinden önceki buyruklarla ilgisi şudur: Allahu Teala müminlerle kâfirlerin durumunu söz konusu edip de, kendisinin âlemlere zulmetmek istemediğini belirttikten sonra kudretinin genişliğini ve zulme ihtiyacı olmadığını söz konusu etti. Çünkü, göklerde ve yerde bul unan herşey O'nun mülk ve tasarrufundadır.

وَلِلّٰهِ  ifadesinde yer alan ل harfi, hem mülkiyeti, sahipliği; hem de mutlak egemenliği ifade eder. Mutlak egemenliği elinde bulunduran Allah ﷻ, kullarına zulmetmeyi asla istemez. Hakimiyetleri noksan olan idareciler ancak zulmeder. Ama Yüce Allah mutlak egemenliğe sahip olduğundan kullarına zulmetmez.

مَا ism-i mevsulü; akıl sahibi olmayanları akıl sahiplerine tağliptir. Allah'ın ﷻ azametini beyan makamında onların hakirliğini izhar içindir. Göklerin-yerlerin mülkiyeti, salatanat, kudret, hikmet, kaza, kader, tasarruf, icad, yaratma, öldürme, diriltme, sevap verme, azab etme Allah'a ﷻ hasredilmiştir.

Yü ce Allah ﷻ, göklerde ve yerde bulunan herşeyin kendisinin olduğunu beyan etmektedir ki, kulları yalnız O'ndan dilekte bulunsun, yalnız O'na ibadet etsinler, başka hiçbir kimseye ibadet etmesinler.
 

Göklerdekiler ve yerdekiler

Gökyüzü; bu dünya sarayının, yıldızlarla yaldızlanmış bir kubbesi, milyonlarca uzay gemisinin içinde büyük bir hızla seyahat ettiği bir “uzay denizi”, insan yapımı uçaklardan milyarlarca defa büyük ve hızlı uçakların bulunduğu muhteşem bir “uçak filosu”dur.

2003 yılında, Avustralya Ulusal Üniversitesi’ndeki bir grup araştırmacı, en son teknolojik aletleri kullanarak bir tahmin yapmışlar. Buldukları rakam şöyle: 70.000.000.000.000.000.000.000 (yetmiş seksilyon).

Aynı bilim adamlarına göre, gökyüzündeki yıldızların sayısı yerdeki kum tanelerinden on kat fazla. Sonuçta, bütün dünyanın hakimi dahi olsak, elde edeceğimiz bir kumun onda biri kadar bile değildir.

Gökyüzüne dikkatle bakan biri, Arapça “La ilahe illallah” yazısından daha parlak bir şekilde Allah’ı bildirdiğini görür. Çünkü, eğer dünya bir saraya benzetilirse, ay gece lambamız; güneş, sobamız ve çok parlak elektrik lambamız; diğer yıldızlar ise gök kubbemizi süsleyen yaldızlı, süslü lambacıklarımızdır.
 

Bütün işler Allah'a ﷻ döndürülür.

İki cümlenin başında da "Allah" lafzı tekrarlanmıştır. Bundan gaye, Cenâb-ı Hakk'ın azametini te'kiddir. Mahlûkatın başlangıcının kendisinden olduğu gibi, sonunun da kendisine döneceğini bildirmektir.

"Göklerde ve yerde ne varsa, hepsi Allah'ın ﷻdır" buyruğu Allah'ın ﷻ el-Evvel olduğuna; "Bütün işler, ancak Allah'a ﷻ döndürülür" buyruğu ise, O'nun el-Âhir olduğuna işarettir. Bu da, O'nun hüküm, tasarruf ve tedbirinin, insanların başlangıcını ve sonunu ihata ettiğine ve, bütün sebeplerin kendisine nisbet edilip, bütün ihtiyaçların O'nun katında sona erdiğine delalet eder.

Dünyada bazıları bazı mahlukata tedbire malik olabilir. Ama ahirette işlerin hepsi Allah'ın ﷻ olur.

Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Allah ﷻ, kendinden evvel hiçbir şey olmayan evvel ve kendinden sonra hiçb ir şey olmayan âhirdir (sondur).

اِلَى edatı varlıkların, ancak O'nun hükmünün nafiz olduğu ve sadece O'nun yargısının hükümran olacağı bir yere varacağını bildirir.

Bir varlıktan önce var olmayan; ondan sonraya da kalmayan varlık ona sahip ve hakim olamaz. Hiçbir iş, yerdeki ve gökteki hiçbir oluşum kaybolmaz; onların da kendilerine has bir varlıkları vardır ve bu varlıklarıyla Allah'a ﷻ döneceklerdir. Düşünceler, inançlar, duygular ve eylemler kaybolmayıp Allah'a ﷻ dönecektir. Bütün mahlukatın salih-talih (zalim, hayırsız), muhsin-mu'si (kötü) bütün işleri O'na döner. Hepsine istihkakına göre karşılık verir, kimseye zulmetmez.

'Bilemek' İnsan unutan, şaşıran, gaflet eden, cahilliğinin sınırı olmayan, zayıf ve eksik bir varlıktır. Bu nedenle daima ilimle, irfanla yenilenmesine, şeriat bıçağıyla bilenmesine işarettir.

'Vaad' Allah vaad ve vaidinden caymayacağını bildirdiğinden, mükafat veya ceza huzur-u ilahide tecelli edecektir.

'Vakit' Efendimiz 'Zamana sövmeyin çünkü zaman Allah'tır' buyurarak bu hakikate işaret etmiştir. Geçmiş, gelecek ve şu an, bütün zamanlar O'na yöneliktir. Zamanın kıymetini bilmek gerektiğine de işarettir.

'Hal, durum, hadise' Yer, gök ve arasında olan herşey halden hale döner. Bu değişim, bu yenilenme mukaddes bir gaye için Cenab-ı Hakk'ın takdir-i ilahisidir. Bu nedenle her iş Allah'a ﷻ ait olduğundan olaylar hakkında ileri-geri konuşmak müdebbiru'l ümûra hakarettir.

'Kalp' Bütün kalpler, düşünceler, sevgiler, nefretler, marifetler, muabbetler yerden-gökten geniş olan kalbi ruhaninin bütün halleri Basir olan Allah tarafından görülmektedir.

'Kongre, toplantı' Bütün canlılar, kendi aralarında dayanışma, yardımlaşma, korunma, ihtiyaçlarını karşılama gibi sebeplerden dolayı sosyal faaliyetler içindedir. İnsanın gayesi, himmeti yüce olduğundan sosyal dayanışma ve cemaat şuuru ve buna ihtiyaç daha fazladır. Cenâb-ı Hak 'Câmi' ism-i şerifiyle birçok toplulukları birçok gayelerle biraraya getirmiştir, mahşerde de yine bir araya getirecektir. Şimdi kainatta hak ve batıl nice toplantılar, kongreler, kulisler, mafyalar, derin devletler, daha neler neler... Kongre yapmakta, kendilerince ya birilerini nizam, intizama koyma çabasında, ya da parsayı götürme gayesine devam etmektedir. Oysa Cenâb-ı Hak büyük toplantı gününde, yevm-i Cem'de, yevm-i Teğabün'de bütün sırları meydana çıkaracaktır. Bazen o güne kalmadan da hikmete binaen, onları faş etmektedir.

 

Belagat

 وَلِلّٰهِ deki atıf harfi, önceki ayetle tezayuf manası taşır. Allah alemlere zulüm murad etmez. Çünkü yerlerin, göklerin, bütün mükevvenatın yaratıcısı, sahibidir. Hiç kimse sahip olduğu şeye zulmetmezken, Cenâb-ı Hak elbette bundan münezzehtir.

 Önceki ayette 'alemler' zikredilmişti, bu ayette yerle gök zikredilerek umumdan hususa geçiş yapıldı. Çünkü bizim aklımız, anlayışımız yerle göğün sınırını aşacak kabiliyette değildir.

 'Allah'ın ﷻ ahlakıyla ahlaklanın' sırrınca, bizim de mecazen de olsa sahip olduğumuz varlığımız, nefsimiz, neslimiz, dinimiz, namusumuz, malımızı, mukaddesatımızı korumamız ve bu konuda adil olmamız gerekmektedir. Üstelik biz, bu adalete muhtaç ve mecburuz.

 مَا ism-i mevsulü مَنْ üzerine tağlib edildi. Mahlukat kendi içlerinde akıllı olsa bile Allah indinde gayr-ı makul sayılır.

 'Bütün işler Allah'a ﷻ döndürülür' Vasıtalı kinayedir. Yerler, gökler, mükevvenat imtihan gayesiyle yaratılmıştır. Rabbimiz bir ömür kullarını gözleyip, murakabe ediyor. Sonra bizi huzuruna çağırıp, imtihanın neticesini bildireceğini haber vererek 'Bütün işler O'na döndürülür' buyuruyor.

 Yapılan işler, iyi veya kötü, samimi veya yapmacık, güzel veya çirkin, ne olursa olsun, hesap gününde zamanlarıyla, mekanlarıyla heyetleriyle ortaya çıkıp sahibini vezir veya rezil edecektir.

 Sebep; Allah'a ﷻ döndürülür, müsebbep Allah'ın ﷻ hesabına, cezalandırmasına, sevap vermesine döndürülür.

 Hem 'Allah' ismi hem de تُرْجَعُ 'Döndürülür' fiili meçhul geldi. Gaybubetin saygıyı gerektirdiğine işaret.

 'Döndürülür' lafzında kadere imanımızın eksikliğine işaret vardır. Çünkü biz bazı şeyleri Allah'tan, bazı şeyleri nefsimizden, bazı şeyleri de kendimizden biliyoruz.

 اِلَى intiha-i gaye bildirir. Bir şeyin sonunun nereye gideceği, nereden başladığına bağlıdır. Bütün herşey Allah'tan, Allah'ın ﷻ emri, iradesi ve hikmeti, ilmi ile başlamış ve aynı güzergahta O'na varmış ve varacaktır.

Âl-i İmrân Sûresi 110. Ayet

كُنْتُمْ خَيْرَ اُمَّةٍ اُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ تَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَتَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَتُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِؕ وَلَوْ اٰمَنَ اَهْلُ الْكِتَابِ لَكَانَ خَيْراً لَهُمْؕ مِنْهُمُ الْمُؤْمِنُونَ وَاَكْثَرُهُمُ الْفَاسِقُونَ

110- Siz insanlar için çıkarılan ümmetlerin en hayırlısısınız; iyiliği emreder, kötülükten vazgeçirirsiniz ve Allah’a inanırsınız. Kitap ehli inansalardı, haklarında daha iyi olurdu. İçlerinde inananlar varsa da çoğu fasıktır (iman çizgisinin dışındadır).

 

Ayette Ümmet-i Muhammed'i diğer ümmetlerden ayıran vasıf tebliğ ve iman olarak nitelendirilmiştir. O halde öncelikle taklidi imanımızı, akli-nakli delillendirerek istidlali imana ulaşmaya çalışalım. Bizi ıslah edip itidale getirecek salih ameller işleyelim. Kendimizi de denetlemeyi elden bırakmadan diğer insanları da din-i mübine davet edelim. İyilikleri emredip, kötülüklerden alıkoyarken Efendimizin tebliğ metotlarını örnek alıp, günahsız hayatını göz önünde bulunduralım.

Biz hayırlı olalım ki, başkalarına hayrımız dokunsun. Lisanımızdan önce beden dilimiz dini temsil etsin. Nefsaniliği, bencilliği, kabalığı, kibir, gurur, riya, haset, dünya sevgisi gibi dinimizi, imanımızı tehdit eden canavar duygulardan sıyrılalım.

Herkese karşı kibar, sevecen, hoşgörülü, sempatik olalım. Bunu da sadece dinimiz için yapalım. Dalkavukluktan dini hükümleri çarpıtmaktan, azaltmaktan, çoğaltmaktan, her türlü ifrat tefritten uzak duralım. Sevilmek, sayılmak, çevre edinmek, menfaatlenmek gibi süfli duygular tebliğ hayatımıza asla girmemeli. 'Kim Allah'ın ﷻ dinine yardım ederse Allah da ona yardım eder' müjdesiyle kalbimiz mutmain olsun. Allah bize yeter, o ne güzel vekildir!
 

Siz; ümmetlerin en hayırlılarısınız.

• İbn-i Abbas, 'Bu hayırlı ümmet, Mekke'den Medine'ye hicret edip, Bedir ve Hudeybiye'de hazır bulunan kimselerdir' demiştir.

Hz. Ömer şöyle der: Onların yaptıklarını yapan, onlar gibi olur.

• Bu hayırlı ümmet, Rasul-ü Ekremin ashabıdır.

✦ Rasûlullah "Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz" buyruğu ile ilgili olarak şöyle buyurmuştur: "Siz yetmiş ümmetin tamamlayıcısısınız. Allah nezdinde bunların en hayırlıları ve en değerlileri de sizlersiniz." Tirmizi

✦ İnsanların en hayırlısı benim (aralarında peygamber olarak gönderilmiş olduğum) bu neslimdir. Hadis-i Şerif

✦ İnsanların hayırlısı Mekke'den Medine'ye hicret eden sahabilerdir. Hadis-i Şerif

Ebû Hureyre (ra) şöyle demiştir: Biz, insanlar arasında, insanlara en hayırlı olan kimseleriz. Zincirlerle onları İslam'a sürükleriz.

İlim adamlarının icması da bu yöndedir. Hz. Peygamber'in sohbetinde bulunup, ömründe bir defa dahi olsa, onu gören kimseler, kendilerinden sonra gelenlerden daha faziletliir. Hz. Peygamber'in sohbetinde bulunma faziletine denk hiçbir amel yoktur.

• Bu hayırlı ümmet, Ümmet-i Muhammed'in salih kimseleri, itaat edilmesi gereken alimleri ile, fazilet ehli olan fırka-i naciyedir. 'Sizler, iman ettiğiniz sürece, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmet olursunuz' demektir. Kıyamet gününde diğer insanlara karşı şahidlik edecekler de -Bakara 143. âyette geçtiği gibi- onlar olacaklardır.

Şöyle de denmiştir: Ümmet-i Muhammed'in en hayırlı bir ümmet oluşu, onun tebliğine muhatap olan ümmetin arasında müslümanlığın daha çok oluşu, iyiliği emredip, münkerden alıkoymanın onlar arasında daha bir yaygın oluşundan dolayıdır.

✦ Cennet ehli 120 saftır, 80 saf sizdendir. Hadis-i Şerif

• "Sizler en hayırlı bir ümmetsiniz, buyruğu" "yüzleri ağaracaklara gelince..." buyruğu ile ilgilidir. Ayetin takdiri "Onlara, cennete girdiklerinde, sizler dünya hayatınızda, en hayırlı ümmet oldunuz. Bu sebeple, içinde bulunduğunuz merhamete ve yüzlerinizin ak çıkmasına müstehak ve lâyık oldunuz.." denilir. Kıssanın başı ile sonu arasına fasılaların girmesi hali, Kur'ân'ın üslubunda mevcuttur.

• İnsanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmet olmak, âyet-i kerimede sözü geçen şartların gerçekleştirilmesine bağlıdır.

• 'İnsanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz' ifadesi, 'Levh-i Mahfuzda siz böyle seçkinsiniz' anlamındadır.

• Bu ifadenin, 'Siz iman ettiğinizden bu yana en hayırlı bir ümmetsiniz' anlamına geldiği de söylenmiştir. Bu, onların var olduklarından bu yana bu sıfat ile vasıflandıklarına dikkat çekmek içindir.

• Sizler, Allah'ın ﷻ ilminde en hayırlı ümmettiniz, demektir.

• Sizler, geçmiş ümmetler içinde, en hayırlı ümmet olarak anılıyordunuz, manasındadır.

• Veya 'Seçkin ümmet olacaksınız' anlamındadır. Peygamberin ve ümmetinin geleceği önceden müjdelenmiştir.

✦ Hayırlı ümmet, Kuran'a ve sünnete sarılanlardır. Hadis-i Şerif

✦ Beni görüp de bana iman edene ne mutlu. Beni görmediği halde bana iman eden kişiye de yedi defa ne mutlu! Hadis-i Şerif

Hz. Ömer anlatır: Rasûlullah'ın yanında oturuyordum. Şöyle buyurdu: "Yaratıklar arasında imanı en üstün olanların kimler olduğunu bilir misiniz?" Biz: Meleklerdir, dedik. O: "Onların iman etmeleri elbette gerekir. Ama onlardan başkaları. (Onlardan iman bakımından daha üstündür)." Biz, 'Peygamberlerdir' dedik. Bu sefer: "Onların zaten iman etmeleri gerekir, Hayır, onlardan başkalarıdır." Daha sonra Rasûlullah şöyle buyurdu: "Yaratıklar arasında iman bakımından en üstün kimseler, henüz atalarının sulblerinde bulunan, beni görmedikleri halde bana iman eden, yazılı bir takım kâğıtlar görüp de onlarda bulunanlar gereğince amel eden bir takım insanlardır. İşte bular bütün yaratıklar arasında imanları en üstün kimselerdir."

"Şüphesiz önünüzde öyle bir takım günler vardır ki, o günlerde dini üzere sabır ve sebat gösterecek bir kimse, tıpkı kor ateşi avucunda tutan kimse gibi olacaktır. İşte o günlerde amel eden kimseye onun gibi amelde bulunan elli adamın ecri kadar ecir verilecektir." "Ey Allah'ın ﷻ Rasûlü, onlardan birisinin ecri kadar mı?" diye sorunca Rasul-ü Ekrem : "Hayır, sizden birisinin ecri kadar" diye buyurdu.

Hz. Peygamber'in çağdaşı olan nesilin üstün kılınması, kâfirlerin çokluğu dolayısıyla imanları bakımından garip olmaları, eziyetlere katlanmaları, dinlerine sımsıkı sarılmaları sebebiyledir. Ümmetin daha sonra gelecek olanları da, kötülüğün, haksızca kan dökmelerin, masiyetlerin ve büyük günahların açıktan açığa işlendiği zamanlarda, dine sımsıkı sarılıp Rablerine itaat üzere sabır ve sebat gösterecek olurlarsa, onlar da böyle seçkinlerden olurlar.

✦ Hz. Peygamber "İslâm garip olarak başladı ve başlangıçtaki haline dönecektir. O halde gariplere ne mutlu" buyurmuştur.

✦ Ümmetimin misali yağmura benzer. Onun öncesi mi hayırlıdır, yoksa sonrası mı bilinmez. Tirmizî

✦ Ben girmeden cennet diğer nebilere, ümmetim girmeden diğer ümmetlere haramdır. Hadis-i Şerif

Ömer b. Abdulaziz halife olunca, Salim b. Abdullah'a şöyle bir mektup yazdı: Sen, bana Ömer b. el-Hattab'ın yaşayış ve davranışını yaz ki, ben de ona göre amel edeyim. Salim ona şunu yazdı:

Eğer sen, Ömer'in uygulamasını yapacak olursan, Ömer'den daha faziletli olursun. Çünkü senin zamanın, Ömer'in zamanı gibi değildir. Senin etrafında bulunan adamların da Ömer'in etrafındaki adamlar gibi değildir. Ömer b. Abdulaziz, çağının fukahasına da bu şekilde soran mektuplar yazdı, hepsi de ona Salim'in dediğine benzer şeyler yazdılar.

Cenab-ı Hak Hz. İsa'ya şöyle buyurdu:

- Ey İsa! Senden sonra bir ümmet göndereceğim. Onlara sevdikleri isabet ederse, Allah'a ﷻ hamd ve nimetine şükrederler. Onlara hoşlarına gitmeyen bir şey isabet ederse, onu Allah'tan sayarlar ve sabrederler. Ben kendi hilmimden ve ilmimden onlara veririm.

İmam Ahmed, Ebubekir Sıddik tarikiyla Rasulü Ekrem'den rivayet ediyor:

"Cenab-ı Hak, ümmetimden bana yetmiş bin kişiyi bahşetti. Onlar hesapsız cennete gireceklerdir. Yüzleri dolunay gibi pırıl pırıl parlayacaktır. Kalbleri bir tek kişinin kalbi üzerinde olacaktır. Rabbimden daha fazlasını vermesini diledim. Onların her birisiyle yetmiş bin kişinin daha hesapsız cennete gitmesini bana verdi."

Hadisin ilk ravisi Hz. Ebubekr:

"Ben düşündüm, bu sayı, bütün köylüleri ve köylerin kenarlarında oturanların (bedevilerin) hepsini kapsayacaktır" dedi.

• 'En hayırlı ümmet'ten kasıt, en hayırlı din mensubu sizlersiniz" demektir. Buna göre buyruğun anlamı şöyledir: Sizler, sizden önce gelen kitap ehline göre, en hayırlı bir ümmetsiniz.

Nakıs fiil olan كَانَ herhangi bir şeyin mübhem (kapalı), anlaşılamaz veya zor anlaşılır olması itibariyle geçmişte var olmasının söz konusu olmasını gerektirir. Onunla ilgili olarak daha önce geçen bir örnek sergilenmediği gibi, önceden beri devam edegelen bir şeyin de artık kesilmiş olduğunu bildirmez.

 Yani; “كُنْتُمْ” fiili, "Bu ümmet daha önce hayırlı bir ümmet değildi de, şimdi öyle bir ümmet oldu" gibi bir manaya delâlet etmez veya "Bu hayırlılık onlardan kesildi, oldu bitti" anlamına da gelmez. Mana şöyledir:

“كُنْتُمْ” fiilinin nakıs olmayıp وَقَعَ - vaki oldu, حَدَثَ - meydana geldi manasında tam fiil olduğu da söylenmiştir. 'Siz, en hayırlı bir ümmet olarak meydana geldiniz, ortaya çıktınız, yaratıldınız ve var edildiniz' anlamındadır. Buna göre “خَيْرَ اُمَّةٍ” haldir.

كَانَ fiili zaiddir. Gelmesi durumu tekit eder. O işin mutlaka meydana gelebileceğini belirtir. (bu görüşü kabul etmeyenler de var)

كَانَ fiili, صَارَ “oldu, dönüştü, haline geldi..” manasında da olabilir. Ayetin takdiri, “Marufu emredip, münkerden nehyeden ve Allah'a ﷻ iman edenler olmanız hasebiyle siz, en hayırlı ümmet haline geldiniz, dönüştünüz" demektir.

اُخْرِجَتْ fiili, aslında 'çıkarılmış' anlamındadır, burada 'yetiştirilmiş' manasında kullanılmıştır. Kuran'ın gönderilip, hayata geçirilmesi için de Hz. Peygamber'in görevlendirilmesinin sebeplerinden biri, 'li'nnâs=insanlık için' ifadesiyle belirlenmiştir. 'İnsanlar' kelimesi amacın evrenselliğini gösterir, ل harfi de için manasına gelir, Yani 'insanların sorunlarını çözmek için' demektir.

Bir ümmetin hayırlı olması için ekserisinin salih olması gerekir. 'Hayırlı ümmet' problem yaratmayan, düşünce ve eylemleriyle insanlığa faydalı olan, iyilik saçan, sorunları çözen ümmettir. 'Hayırlı' kelimesiyle, 'çıkartılmış, yetiştirilmiş' kelimeleri bir arada olunca, hayırlı topluluk olabilmek için eğitimin şart olduğuna işaret edilmiştir. İnsanlar eğitimden geçmeden hayırlı topluluk olamaz, insanlığın sorunlarını çözemezler.

İnsanlık için çıkarılmış hayırlı ümmet olmanın alt yapısı, 103 ve 104. ayetlerde zikredilmişti: Ancak Allah'ın ﷻ kitabına sımsıkı sarılan, tefrikaya düşmeyen, düşmanlık duygusu taşımayan, birbirini seven ve kardeş olan, iyiyi, doğruyu ve yanlışı bilen bir topluluk, insanlık adına problemleri çözebilecek hayırlı bir topluluktur.

Ümmetimin en hayırlıları:

1- Rabbimin rahmetinin genişliği karşısında açıktan gülen, azabının şiddetinin korkusundan gizliden gizliye ağlayandır.

2- Onlar; sabah-akşam Allah'ı anar, korku ve ümitle duada bulunur, kalpleriyle O'nu arzularlar.

3- İnsanlara verdikleri zahmet hafif, kendilerine verdikleri ise pek ağırdır.
 

İyiliği emreder, kötülüğü nehyedersiniz.

'Sizler; Allah'a ﷻ ve Rasulüne imanı, şeriata göre (Şartlarına uygun) amel etmeyi, Allah yolunda savaşmayı, şehadeti emreder, Allah'a ﷻ şirki, Rasulü tekzibi, yasaklanan amelleri nehyedersiniz.'

Maruf; uygun olan, demektir, münkerin; örfün zıddıdır. Örf, arife, maruf hepsi birdir. İnsanlar arasında hayır olarak bilinen herşey maruftur.

Kur'an-ı Kerim zorluk olmaması için maruf'u sınırlamamıştır, Çünkü günümüzde maruf sayılan birşey gelecek zamanda geçerli olmayabilir. Maruf; ıslah çeşitlerinin hepsine ve doğru yola şamildir. Adaletin yerine getirilmesi, faziletin yayılması, iyiliğin her çeşidi, ümmetin felahına olan herşey maruf cümlesindendir.

Bu kelime yirmi üç ayet-i kerimede geçer. Hadislerde de çok zikredilmektedir. Allahu Teala'ya itaat, insanlara ihsan ve dinin tanıdığı, bildirip teşvik ettiği, bireye ya da topluma faydasından dolayı emrettiği her şey maruftur.

Anlatılacak konu genellikle iki durumda olur:

1- Toplumca bilinir.

2- Toplumun bilmediği yeni bir konudur.

Birinci halde tavsiye, herhangi bir tepkiyle karşılaşmaz. Karşılaşsa da geçici ve zayıf bir tepkidir. Bu nedenle Allahu Teala 'Marufu emredersiniz' buyurmuştur.

Bir emir veya tavsiyenin maruf olması için, esasen bir hüsnü tazammun etmesi gerekir. Emredilen iş ne kadar maruf olursa o emir, zahir ve batında o derece nafiz olur. Umumi emirler de genel bilgi seviyesine göre olmalıdır ki su-i telakkiye uğramasın, kolayca kabul edilip, redde, inkara, şiddetle tazyik gösterilmesine yol açmasın.

Münker; kötü olan. marufun (iyiliğin) zıddı, bireye veya topluma zararından ve bozuculuğundan dolayı dinin yasakladığı şeylerdir.

Bu cümleyle Muhammed ﷺ ümmetinin hayırlı oluş sebebi açıklanmıştır: Allah'a ﷻ iman, cihad, iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak.

Âyette geçen el-ma'rûf ve el-münker kelimelerinin başındaki elif-lam istiğrak ifâde etmektedir. Bu da onların, ma'rûf olan herşeyi emredip münker olan her şeyden sakındırmalarını gerektirir. Bu şekilde oldukları müddetçe, onların icmâları da hak ve gerçek olur.

Onlar insanlığın kurtuluşu, saadeti, huzuru için seçilmiş, çıkarılmış en hayırlı bir ümmettir. Ondan daha hayırlısı ve üstünü yoktur. Çünkü onlar ilâhi iltifata mazhar olmuştur. Onların görevi, gittiği yerde mârufu emretmek, münkerden nehyetmek ve yaratanına îman etmektir. O, bunun için çok hayırlıdır. Müslüman ilâhî iltifata mazhar olduğunu bilecek, değerini anlayacak ve ona göre hareket edecektir. Müslüman, Allah'ın ﷻ nizamını hâkim kılmak için savaşacaktır. Tâ ki İslâm'ı hâkim kılana kadar.

✦ İbn-i Abbas hazretleri Efendimiz'e sordu:

- İçinde iyi insanlar olduğu halde bir belde halkı helak edilir mi?

Efendimiz 'Evet' buyurdu.

- Niçin ya Rasulallah?

- Allah'a ﷻ isyan olan hususlara karşı zillet gösterip sustukları için.

✦ Allahu Teala'nın koyduğu sınırlara uymayan kimse, gemiye binmiş şu topluluğa benzer ki; bunlar gemideki yerlerini kura ile paylaştılar. Bir kısmı geminin üst kısmına, diğer kısmı da alt kısmına yerleştiler. Kura ile aşağıya yerleşenler, su almak için çıktıkları vakit üst kattakilerin yanından geçerlerdi. Bunun üzerine 'Hissemize düşen yerden bir delik açsak da yukarıdakileri rahatsız etmesek' dediler. Şimdi üst kattakiler, bunları istediklerini yapmakta serbest bıraksalar hepsi helak olurlar. Eğer onları bu tehlikeli işten men ederlerse kendileri de kurtulur, onları da kurtarmış olurlar. Hadis-i Şerif

✦ Efendimiz yolun yolcu üzerindeki hakkını soranlara verdiği cevapta, emr-i bi'l maruf nehy-i anil münker yapmayı da zikretmiştir.

✦ İnsanlar zalimleri görür de onların zulmetmesine mani olmazlarsa Allahu Teala'nın bütün insanları azaba uğratması pek yakındır. Hadis-i Şerif

Huzeyfe radıyallahu anh'a 'Canlı cenaze ne demektir?' diye sordular. O da şu cevabı verdi:

- Bir kötülüğü görüp, eliyle veya diliyle veya kalbiyle düzeltmeye çalışmayan kişidir.
 

Müslüman ve tebliğ vazifesi

Emr-i bil maruf ve nehy-i anil münker, İslam'a has bir ilkedir. Hıristiyanlıkta 'Allah'ın ﷻ hakkını Allah'a ﷻ, Kayser'in hakkını Kayser'e ver' esası varken, İslam'da; 'Allah'a ﷻ isyan olan yerde kula itaat yoktur' ilkesi temeldir.

Annesinden doğan her müslüman büyük bir görev ve sorumluluk yüklenerek gözlerini hayata açar. Aile, çevre ve okulda bu sorumluluğunu Kur'ân ışığında öğrenir, bilgi ve görgüsünü artırıp kül türünü genişlettikten sonra yol gösterici, Hakka dâvetçi olarak sahneye çıkar. O artık ölünceye kadar metbu' (kendisine uyulan ve güvenilen bir kişi)dir; hiçbir zaman uydu değildir ve olamaz da.

O her zaman ve her yerde örnek alınacak, önderlik edecek bir ruh taşımaktadır. Ashab-ı Kirâm'ın yaşayışı bu ölçüler içinde idi. Her biri büyük bir mürşit, örnek alınacak bir mü'min idi.

Bu konuda her müslüman kendi bilgi, görgü, kültür ve imkânları nisbetinde hizmet edebilir. Hepsinden aynı ölçüde hizmet beklenemez. Önemli olan bu hizmet aşkını taşıması, yükendiği sorumluluğun ölçü ve anlamını bilmesi, kendi imkânları ve yetenekleri oranında hareket halinde bulunmasıdır. Asıl büyük hizmet, lider durumunda olan kadroya, din âlimlerine ve İslâm kültürünü yeterince al mış aydınlara düşmektedir.
 

Muhtesiblik

Millet idaresinde hayır ve iyilik tavsiyesini zorlaştıran davranışlar görülmesi, o toplumda çöküşün başladığını gösterir. Böyle hallerde birbirine hakkı tavsiye etmekten çekinmek caiz değildir. İyilerin tembelliği kötülerin faaliyetidir.

Emr-i bi'l maruf ve nehy-i anil münker'i ihmal eden müslümanlar temel niteliklerini kaybeder. Bu vazifenin lüzumu neticesinde İslam idaresinde 'muhtesiblik' kurumu tesis edilmiştir.

Muhtesiblik, kötülükten alıkoyma ve iyiliği emretme vazifesidir. Amme örf ve adetlerinin müfettişi konumundaki muhtesib, hakimliğe en yakın vazifelerdendir. Müslümanların idaresi başında bulunan zat, ehliyetli olanı bu göreve tayin eder.

Muhtesib, halkı maslahatlarına uygun hareket etmeye sevk eder. Yollardaki kalabalık ve sıkışıklıklara engel olur. Hamalların ve gemicilerin fazla yük yüklemelerine men olur. Yıkılma telikesi gösteren yapıların sahiplerine yıkılmasını emreder. Yollarda gelip geçenlere zarar verebilecek şeyleri kaldırır. Okuldaki öğrencileri haddinden aşırı döven öğretmenlerin ellerine vurur, onları engeller. Çalgıcılar, sarhoşlar, meyhaneciler muhtesiblerden korkar.

Muhtesiblerin hükümleri hakim ve kadılarınki gibi mahkemeye bağlı değildir. Muhtesib fark ettiği her işe ve kendisine sorulan işlere bakar, hükmeder. Aldatmalara, gıda maddelerinde hile yapanlara, yüksek fiyatla satanlara, ölçülere müdahale eder. Suçluları cezalandırır. Borcunu zamanında ödemeyenleri insafa mecbur eder.

Muhtesiblik, emr-i bil marufun belli bir gruba ait olduğu fikrini vermemelidir. Her müslüman bu vazife ile yükümlüdür. Özellikle günümüzde bu görev tamamen müslümanların üzerinedir. Kurtuluş, fertlerin her birinin diğerinden hakkı taleb etmesi ile gerçekleşir. Aksi halde ümmetin çoğu haktan gafil demektir. Böyle bir ümmeti ise batıl istila eder.

Efendimiz ;

- İçinde amelleri nebilerin amelleri gibi olan 18 bin kişilik bir belde ahalisi azaba uğramıştır, buyurdu. Sahabeler sordu:

- Nasıl olur?

- Onlar, Allah için buğzetmiyorlardı. Marufu emretmiyor, münkeri de nehyetmiyorlardı.

"İyilikten yana olacağız. Her yerde tarafsız olmak iyi değildir. Hak ile batılın mücadelesinde tarafsız kalamazsınız; haktan yana olacaksınız, şerrin karşısına çıkacaksınız! Taraf olacaksınız. Arkadaş ben tarafgirim, taraf tutarım. Hangi tarafı tutarım?.. Hak tarafı tutarım, güzel tarafı tutarım, tatlı tarafı tutarım, faydalı tarafı tutarım… Merhametli tarafı tutarım… Vatanıma milletime faydalı tarafı tutarım. Onları kötü yollara sevketmemeye çalışırım." M. Esad Coşan
 

Kitap ehli iman etseler kendileri için hayırlı olurdu.

Kitap Ehli Allah'a ﷻ imanları ile birlikte, iman edilmesi gereken her şeye iman etmiş olsalardı, kendileri için daha hayırlı olurdu. Çünkü Peygamber, Kitap, öldükten sonra dirilmek, hesap, ceza, sevap yahut buna benzer inanılması gereken şeylerin bir kısmına iman eden, diğerlerini inkâr eden kimsenin imanının hiç bir değeri yoktur. O adeta Allah'a ﷻ da iman etmemiş gibidir.

Şüphesiz böyle bir iman, üzerinde bulundukları halden onlar için daha hayırlı olacaktı. Çünkü onlar başkanlık sevgisi, avamın kendilerine tabi olmalarını istemeleri dolayısıyla dinlerini İslâm dinine tercih etmişlerdi. Eğer iman etmiş olsalardı, iman karşılığında batıl dini tercih etmelerine sebep olan başkanlıktan, halkın onlara tabi olmalarından hayırlı olarak dünyadan nasiplenmekle birlikte, ecirleri iki defa verilir, kendilerine yapılan vaadleri de elde etmiş olurlardı.

'Kitap ehli iman etseydi ifadesi'nden, iman etmenin insanın iradesi dahilinde olduğu anlaşılmaktadır.

Eğer Allah dileseydi insanların tümünü iman etmeye zorlardı ve hiç kimse de buna karşı koyamazdı. Ancak Rabbimiz insanları serbest bırakarak kendi iradeleriyle iman etmelerini istemiştir.

'Onlar için daha iyi olurdu' cümlesindeki 'hayr' kavramı, imanın bir değer olduğunu, insana erdem kazandırdığını ifade etmektedir. İman, sahibini mutluluğa, saadete, kurtuluşa götürür. İmandan nasibi olmayanların, huzurdan da nasibi olmaz.

Hayır; imandır, iman da hayırdır. Bu ayette, iki tane 'hayr' üç tane de 'iman' kelimesi geçmektedir. Dolayısıyla "hayırlı ümmet", "inanan ümmet" ifadesiyle tefsir edilmiştir.

Ebu Bekir Verrak'a 'Afiyet nedir?' diye sordular. Cevaben şöylededi: 'Kulun imanla ölmesi, evliya zümresinde haşrolması, sıratı geçip cennete girmesidir.'

Doğu, bakışlarını Allah'a ﷻ çevirdi; fakat dünyayı görmedi. Batı, maddi aleme nüfuz etti ve Allah'tan kaçtı. Gözlerini Allah'a ﷻ açmak, işte budur iman. Perde kullanmadan kendisine bakıp görmek, hayat da budur işte. Muhammed İkbal
 

Ama onların çoğu fasıktır.

Kitap ehlinin çoğunluğu fasıktırlar; kendi dinlerinin ve kitaplarının sınırlarının dışına çıkan kimselerdir. Küfürde aşırıya kaçmışlardır. Aralarından Allah'a ﷻ, müminlere indirilenlere, kendi kitaplarına iman edenler gerçekten azdır. Çoğ u ise sapıklık, küfür, fısk ve isyan üzeredirler.

Yüce Allah ehli kitap için kimi zaman burada olduğu gibi "pek çoğu اَكْثَرُهُمُ " tabirini kullanmaktadır. Kimi zaman da İsrailoğulları ile ilgili, "Onların pek azı müstesna, iman etmezler" (Nisa, 46) ifadesi kullanılm aktadır. Kimi zaman da onların çoğunlukla görülen halleri söz konusu edili r. "Onlardan itidal üzre olan bir topluluk vardır. Onların bir çoğun un yapmakta oldukları ise ne kadar da kötüdür!" (Maide, 66)

Bu yergi onların hepsini kapsıyor değildir. Kitap Ehli'nden Abdullah b. Selâm, onun ark adaşları, Necaşî ve onunla birlikte olanlar gibi gerçekten iman etmiş kimseler de vardır.

Fasıklık âdeten dinin ortaya çıkışı üzerinden uzun bir süre geçtikten sonr a çoğalır. "İman edenlerin kalplerinin Allah'ın ﷻ zikrine ve haktan inene huşu ve yumuşama zamanı gelmedi mi? Kendilerine önceden Kitap verilip de kendileri üzerinden uzun bir zaman geçti diye kalplerine katılık gelmiş bulunanlar gibi olmasınlar, ki onların pek çoğu fasıklardı." (Hadîd, 16)

✦ Fasık övülünce Allah ﷻ gadap eder. Hadis-i Şerif

✦ Şu üç kişinin gıybeti haram değildir:

    1- Fasık,

    2- Zâlim idareci,

    3- Bid’at ehli. Hadis-i Şerif, İ. Ebi'ddünya

✦ 'Siccîn' yerin altında veya cehennemin dibinde büyük bir taştır ki kafir ve fasıkların ruhu oraya götürülür.

✧ Allah’ın bize en büyük nimeti imanı sevdirip tasdik nuru vermesi, fıskı ve küfrü çirkin göstermesidir.

 

Sebebi Nüzulü

Bu ayet-i kerime İbn Mes'ûd, Übeyy ibn Ka'b, Muâz ibn Cebel ve Ebu Huzeyfe'nin kölesi Salim hakkında nazil olmuştur. Yahudi Mâlik ibn-i Dayf ve Vehb ibn Yahûzâ onlara: "Bizim dinimiz, sizin bizi çağırmakta olduğunuz dinden daha hayırlı, biz de sizden hayırlıyız" demişlerdi. Bunun üzerine Allah Tealâ bu âyet-i kerimeyi inzal etti. Bir başka tefsire göre ise müslüman olan bu yahudilerin isimleri Abdullah ibn Selâm, kardeşi Sa'lebe İbn Selâm, Şa'ye, Mubeşşir ve Ka'b'in oğullan Esed ve Useyd'dir.

 

Belagat

 كُنْتُمْ ezeliyet bildiren nakıs fiildir. Ümmet-i Muhammedin hayırlı ümmet olduğu, ezeliyette ilan edilmiş olması, ümmete medih ve teşviktir.

 ' اُخْرِجَتْ Çıkarılmış' fiili, gönderilmiş, kılınmış, hazırlanmış anlamında istiaredir. Ümmet-i Muhammed, insanlık toprağından emekle, gayretle, rahmetle ortaya çıkan güzel bir bitkiye benzetilmiştir. Fetih Suresi'nin sonundaki filiz benzetmesi bunu teyid eder.

 Fiilin meçhul gelmesi Cenâb-ı Hakk'ın ezeli iradesini bildirirken, tebliğ grubunun bütün müslümanlarca yetiştirilip, içlerinden nebat-ı hasen gibi çıkarılmasına işarettir.

 Ayet cem mea taksimdir. 'İnsanlar için çıkarılan hayırlı ümmet oldunuz' cem edilmiş, özellikleri anlatılarak taksim yapılmıştır.

 "İyiliği emreder, kötülükten alıkoyarsınız" arasında ikili mukabele vardır. Bu cümle, hayırlı ümmetin nasıl olduğunu açıklayan ibhamdan sonra izah itnabıdır.

 Ayet-i kerime tazammuni olarak, hayriyyetin, şerefin ve en büyük payenin irşad olduğunu bildirir.

 تُؤْمِنُونَ تَنْهَوْنَ تَأْمُرُونَ fiilleri, emir anlamında haber olarak gelmiştir, kesinlik ifade eder. Ayrıca müzarinin devam ve yenilenme manasını bildirir.

 Mümin zaten iman etmiştir. 'Allah'a ﷻ inanırsınız' itnabdan iygaldir, imanın değerine, ayrıcalığına dikkat çekme nüktesi taşır. Tebliğcinin imanının kuvvetine işaret ettiği gibi, bu görevi sırf Allah için yaptığına bir tenbihtir. Aksi halde zulüm ve hıyanet olur.

 İman-tebliğ arasında muraat-ı nazır vardır.

 'Ehl-i kitap iman etseler, kendileri için hayırlı olurdu' cümlesi mantık yollu kelam ile onların kafir olduğunu bildirir. Onlar iman ettiklerini iddia ediyorlardı. Hz. Muhammed'e iman etmedikleri için Allahu Teala onları imandan kadro dışı bırakıyor. Onların imanını iman saymıyor.

 لَوْ mazide tendim (pişmanlık uyandırma), müzaride teşvik için kullanıldığından, bu imansızlıklarına pişman olacaklarına işaret eder.

 'Onlar' ile 'ekserisi' ve 'Müminler' ile 'Fasıklar' arasında ikili mukabele vardır.

 اَكْثَرُهُمُ ism-i tafdilin izafetle kullanılışıdır. Muzaf ve muzafın ileyhin tahkirini bildirir.

 Mümin ve fasık kelimeleri arasında îhamı tezat vardır.

 Fasık; lugat itibarı ile kabuklu bir şeyin kabuğundan çıkması, yuvasından çıkmak, günahkar, isyankar, fıskiye anlamlarındadır. Bu kelime tam manasıyla yahudilerin aslî halini ifade etmektedir. İsrailoğulları da peygamber sulbünden çıkmalarına rağmen, haset ve azgınlıkları sebebi ile asli hüviyetlerini kaybetmişlerdir.

Âl-i İmrân Sûresi 111. Ayet

لَنْ يَضُرُّوكُمْ اِلَّٓا اَذًىؕ وَاِنْ يُقَاتِلُوكُمْ يُوَلُّوكُمُ الْاَدْبَارَࣞ ثُمَّ لَا يُنْصَرُونَ

111- Onlar eziyetten (rahatsız etmek, hakaret etmek) başka size asla zarar veremezler; sizinle savaşırlarsa arkalarını dönüp kaçarlar, sonra da kendilerine yardım olunmaz.

 

Sırf Allah için çalışan, taviz vermeyen, çevresine tebliğ kurallarına göre tebliğ yapan, sırasıyla girdiği bütün mücadele türlerinde Allah'ın ﷻ yardımına mazhar olacağından, karşı cephenin eziyetten başka zarara malik olamayacağını Rabbimiz müjdeliyor. Tıpkı Bedir'de az sayıda ve techizatta savaşan ashaba üç bin melekle, Hendek'te rüzgarla yardım ettiği gibi.

Düşman cephesi tarumar olup arkalarını dönüp kaçmak zorunda kalmışlardı. Onca silahları sayıca çoklukları fayda sağlamamıştı. Çünkü onlar yardımın, kuvvetin asıl kaynağı olan Rabbü'l alemin'den yardım alamamışlardı. Ve onlar Allah'ın ﷻ peygamberi ile dini aleyhine savaşıyorlardı. Yardımı putlardan bekliyorlardı.

Bütün bunlardan dersimizi alıp, din gayretimizi, Allah'a ﷻ olan iman ve tevekkülümüzü artırıp ufak tefek eziyetlere, sözlere aldırış etmeden dinimiz, mukaddesatımız, iki cihan saadetimiz ve gelecek nesle iyi bir dünya bırakmamız için son derece gayret etmeliyiz.
 

Onlar size eziyetten başka bir zarar veremezler.

اَذًى lugatta incinme, zarar görme, küçük zarar, eksiklik manasındadır.

ضَرَّ lugatta; zarara maruz kalmak, fakirlik, hastalık, kötü hal gibi nahoş şey, sıkıntı, haset, kuma, ihtiyaç, meşakkat, kör demektir. "İncitmekten başka size herhangi bir zarar veremezler" buyruğundaki 'İncitme'den kasıt, onların verecekleri zararın, yalan, tahrif ve iftiralarından ibaret olduğunu anlatmaktır. Bu incitici sözler, kelime-i küfrü izhar, şüphe bırakan fikirler, Üzeyir ve Mesih aleyhisselamla ilgili şirk koşmak gibi şeylerdir. Yoksa, onların galip gelecekleri anlamında değildir. İstisna muttasıldır. 'Eza' kelimesi masdar olarak kullanılmıştır. Mana şöyledir: "Onlar size ancak az miktarda bir zarar verebilirler."

Bu âyeti kerime, müminler için, mü'min kaldıkları müddetçe, ilahi bir teminattır. Müslümanların daima zafer kazanacağını müjdeliyor. Onlar kitap ehline karşı zafer kazanacaklar ve kitap ehlinin mü'minlere, kökten imha gibi bir zarar vermeleri söz konusu olmayacaktır. Onlardan iftira, tahrif ve eziyetten başka bir zarar görmeyeceklerdir. Sonunda güzel akibet ise mü'minlerin olacaktır.

Âyet-i kerime, mü'minlerin, ehli kitabın zararlarından emin olmaları; mü'minlerle savaşmaları halinde bozguna uğrayacakları, sonrasında kuvvet ve saltanatlarının kalmayacağı gibi birçok gaybî haber ihtiva eder. Bütün bunlar, Allah'ın ﷻ haber verdiği şekilde olmuş, Yahudiler, yaptıkları her savaşta bozguna uğramış, savaş ve başkanlık elde etmeye her uğraşmalarında, başarısız kalmışlardır.

Cümledeki istisna munkatı olursa anlam şöyle olur: Onlar size asla zarar veremeyeceklerdir. Ancak size işittirecekleri sözlerle rahatsızlık vereceklerdir. Herhangi bir etkisi olmayan tehdit ve incitmeye pek aldırış edilmez.

Kafirlerin, münafıkların dil uzatmaları ve haksız tenkitlerinden peygamberlerin, evliyanın bile hiçbiri kurtulamamışken, biz neyiz ki kurtulabilelim?
 

Sizinle savaşırlarsa, arkalarını dönüp kaçarlar.

Bu âyet-i kerime Hz. Peygamber'in bir mucizesidir. Çünkü, ona karşı savaşan yahudiler ona arkalarını dönüp kaçmışlardır.

' يُوَلُّوكُمُ الْاَدْبَارَ Size sırt çevirirler' cümlesi, yenilginin üstü kapalı bir ifadesidir. Yenilen kimse, düşmanına sırtını döner.

Kafirler elbette kaçarlar. Çünkü mü'min Allah'a ﷻ inanmış, O'nun hükümlerine boyun eğmiştir. O "Allah yolunda ölürsem şehidim, kalırsam gaziyim" inancıyla savaşmıştır. Onun yardımcısı Allah'tır. Mü'min Allah'ın ﷻ nizamını yer yüzünde hâkim kılmak için savaşır. Kâfir ise küfür peşinde koşar, onu yaymak için çalışır.

110. ayetin sonunda ehl-i kitabın çoğunun fasık olduğu bildirilmişti. Bu ayet de onların vasıflarını sıralamıştır: Kitap ehlinin fasıkları, mü'minlere eziyet verirler. Onlar, iman edenlere tavır koyan ve onları inciten yırtıcı hayvan kişiliğine sahiptirler. Demek ki fasıklık, incitmekle eş anlamlıdır.

Fasıklar, korkak olduğu için savaştan kaçarlar. Onun için de iman edenlere zarar veremez, sadece incitebilirler. Dolayısıyla fasığın en önemli özelliği, korkaklıktır. Fasık, kavgayı başlatır, ardından sırtını dönüp kaçar.

İşte fasıkların insanlara zarar verme, onları incitme istekleri ve korkaklık psikolojileri, iman etmelerini engellemektedir.

110. ayette zikredilen iman eden hayırlı toplum, bu grubun tam tersi özellikler taşır. İnsanlara zarar vermez, onları incitmez; korkak olmadığından er meydanından kaçmaz; vatanını, milletini, bayrağını ve değerlerini korumaktan çekinmez.
 

Sonra yardım da olunmazlar.

Ayet-i kerime onları üç vasıfla niteledi:
1- Zarar verememek.
2- Savaştan kaçmak.
3- Allah'tan yardım görememek.

Onlar yardıma uğramaksızın ve yenik düşmüşler olarak yüz çevirdikten sonra, artık bir daha güç sahibi olamayacaklar, işlerini yoluna koyamayacaklardır. Nitekim Medine'deki Kurayzaoğulları, Kaynukaoğulları, Nadiroğulları ile Hayber Yahudilerinin bozguna uğratılması ile Allah'ın ﷻ verdiği bu haber tahhakkuk etmiştir.

' ثُمَّ - Sonra' edatı, terahi manasınadır. Yani; aralıklarla, zaman içinde serpiştirilerek peyderpey olabilecek durumları bildirir. Yahudilere hep rezillik ve aşağılanma gibi durumlarının olacağını bildirmek, onlara arkalarını dönüp kaçacaklarını haber vermekten daha büyük bir olaydır.

Şart ve ceza cümlesine atfedilmiştir. Ceza cümlesinden, haber cümlesine dönülerek, sanki "Size, onların yardım olunmayacaklarını haber veriyorum" denilmek istenmiştir. Bu ifâde şartın cevabı olarak meczum gelseydi, yardım olunmama hali, onların “dönüp kaçmaları” gibi, Müslümanlara karşı savaşmaları şartına bağlı olurdu. Fakat cezm edilmeyince, yardım olunmamaları mutlak bir vaîd olur.

Sanki şöyle denilmek istenmiştir: "Size, onların sizinle savaşmaları halinde bozguna uğrayacaklarını haber veriyorum. Sonra size, onların yardım olunmayacaklarını da haber veriyorum."İnananlara, incitme dışında bir zarar veremeyen, savaş ateşini yakıp er meydanından kaçan fasıklar, yardıma layık değillerdir. Bu yardımla hem maddî, hem de manevî yardım kastedilmiştir. Önceki ayette geçen, 'Kitap ehli iman etseydi onlar için daha iyi olurdu' ifadesindeki 'Hayr' kavramıyla, bu ayetteki yardım kasdedilmiş olabilir. Başka bir ifadeyle, iman kendiliğinden yardımı getirir.

 

Sebeb-i Nüzulü

Yahudilerin elebaşları olan Ka'b, Adiy, Nu'man, Ebû Rafı, Ebû Yâsir, Kinane ve İbn-i Suriyâ, kendi kavimlerinden olan Abdullah b. Selâm ve arkadaşlarına müslüman olmaları sebebiyle eziyet ediyorlardı. Bunun üzerine "İncitmekten başka size herhangi bir zarar veremezler" yani onlar, ancak dilleriyle sizi rahatsız edebilirler, ayeti nazil oldu.

 

Belagat

 اَذًى 'in nekre gelişi taklil içindir.

 'Hiçbir zarar veremezler, eziyetten başka' kasır cümlesi, kasrı sıfat alel mevsuftur.

 لَنْ يَضُرُّوكُمْ  fiili, Cenâb-ı Hakk'ın ed-Dârr, en-Nâfii isimlerini hatırlatır. Çünkü zarar ve fayda vermek Allah'a ﷻ aittir.

 Eziyet, insanın şahsiyetini rencide eden, bazı söz ve davranışlardır. Bu ahiretini tehdit etmediği için ciddi bir zarar sayılmaz. Bu da müminlerin bu tip eziyetlere karşı, sabırlı, tahammüllü olup mazeret olarak sunmamalarını tenbih eder.

 'Sizinle birlikte savaşırlarsa' fiilin şartla takyidi, fısktan kurtulmayan kişiden ciddiyet beklenmeyeceğine işaret eder.

 'Size arka dönerler' Bedenlerinin ve kalplerinin döndüğünü gösteren bir tecessüm sanatıdır.

 "Sonra onlara yardım da edilmez" cümlesi, ceza cümlesine atfedildiği halde cezm edilmemiştir. Çünkü burada cezanın hükmünden yeniden haber verme hükmüne geçilmiştir. Sanki şöyle denmiş gibidir:

 "Sonra da ben size onlara yardım olunmayacağını haber veriyorum. Yani kimse onlara yardımcı olmayacaktır ve kimse size karşı onları korumayacaktır." Meczum gelmesi ile merfu gelmesi arasındaki fark da şudur: Eğer meczum olsaydı, yardımın olmayacağı, onlarla savaşılması kaydına bağlı olurdu. Fakat merfu olunca asla yardım görmeyecekleri mutlak bir vaad oldu, tekit ifade etti.

 Mefhum-u muhalifi, cihadı ciddiye alan kimseler yardım olunurlar. Bedir'deki meleklerin yardımı gibi.

 ثُمَّ 'Sonra' edatı, cezalarının suçlarının üstünden zaman geçtikten sonra da olsa verileceğini bildirir. Ama bu mühletin onları aldatmaması gerekir. Geç de olsa cezaları verilecektir.

Âl-i İmrân Sûresi 112. Ayet

ضُرِبَتْ عَلَيْهِمُ الذِّلَّةُ اَيْنَ مَا ثُقِفُٓوا اِلَّا بِحَبْلٍ مِنَ اللّٰهِ وَحَبْلٍ مِنَ النَّاسِ وَبَٓاؤُ بِغَضَبٍ مِنَ اللّٰهِ وَضُرِبَتْ عَلَيْهِمُ الْمَسْكَنَةُؕ ذٰلِكَ بِاَنَّهُمْ كَانُوا يَكْفُرُونَ بِاٰيَاتِ اللّٰهِ وَيَقْتُلُونَ الْاَنْبِيَٓاءَ بِغَيْرِ حَقٍّؕ ذٰلِكَ بِمَا عَصَوْا وَكَانُوا يَعْتَدُونَࣞ

112- Nerede bulunurlarsa onlara zillet damgası vurulmuştur. Meğer ki Allah’ın ve müminlerin himayesine sığınmış olalar; Allah’ın gazabına uğramış ve miskinliğe mahkum edilmişlerdir; bu onların Allah’ın ayetlerini inkar edip peygamberleri haksız yere öldürmüş olmaları yüzündendir. Bunun sebebi isyan edip aşırı gitmeleri idi.

 

Güneşten kopmuş bir parça, görünüşte ne kadar parlak gözükse de sonunda sönüp yok olduğu gibi, Allah'ı ve Rasulünü inkar eden bir fert veya toplum zelildir, zillete meskenete düçar olacaktır.

Nerede olursa mekanı, makamı, yeri, ideali, kültürü, maddi gücü, silahı, siyaseti ne olursa olsun, sonuç değişmez. Allah'ın ﷻ 'zelil edeceğim' dediğini hiçbir güç hiçbir kimse, aziz edemez.

Allah sabırlıdır. Mühlet verir, ama ihmal etmez. Hele de bu kimseler Allah'ın ﷻ ayetlerini inkar ediyor, elçilerini öldürüyor, fonksiyonlarını yok ediyor, asi olup hudud-u ilahiyi aşıyorlar ise bu sonuç kaçınılmaz.

Tarih boyu bu vasıfları taşıyan milletler, semavi, arzi felaketlerle yok olup gitmişler. Kimi yere batmış, kimi denizde boğulmuş, kiminin üzerine taş yağmış, kimi bir sayha ile yok olup gitmişler. Yaşarken de zillete düşmüş, suları kana dönüşmüş, suretleri değişmiş, kıtlıklar olmuş, sel felaketlerine uğramış, akla hayale gelmedik azaplara düçar olmuşlar. Bu uyarılar inananların gücünü arttırırken, inanmayanların aleyhine delil olmakta devam edecektir.
 

Onlara zillet damgası vurulmuştur.

Zillet; insanların ruhunda otoritenin kaybolmasından meydana gelen duygudur. Üzerlerine zillet vurulanlar, Yahudilerdir.

• Zillet, kubbeye hapsedilmiş kimse gibi, onları kuşatacak bir duruma getirilmiştir.

• Veya zillet, duvar üzerine yapıştırılıp ondan ayrılmayan çamur gibi, onlardan silinmeyecek bir damga gibi onlara yapışmıştır.

 Damganın parada iz bıraktığı, gibi düşüklük ve aşağılık damgası onlarda iz bırakmıştır. Sikke üzerindeki resim ve süslerin vurulduktan sonra izinin görülmesi gibi, zilletin etkisi onlardan ayrılmaz şekilde üzerlerinde açıkça görülmektedir. Onlar aşağılıktan ebediyyen kurtulamayacaklardır. Yeryüzünde yaşayan Yahudiler çoğu zaman fakirdir veya fakirlik karakter ini taşırlar.

Yahudilere vurulan Zillet'ten maksat;

• Onlarla savaşılması, öldürülmeleri, mallarının ganimet olar ak alınıp, çoluk çocuklarının esir edilmesi, topraklarına el konmasıdır.

• Zillet, Allah'ın ﷻ müminler karşısında onları zelil kılmasıdır. Müslümanlar karşısında canlarından emin olabilmek için zilllete katlanarak onlara cizye vermek zorundadırlar. Onları cizye vermeye mecbur etmek, hakareti ve değersizliği ifade eder.

• Onların içinde, güçlü bir hükümdar ve değer verilen bir başkan görülmeyecektir. Onlar, her yerde küçümsenen, zelil ve değersiz kimselerdir.

Yahudiler mi dediniz? Onlar, yumurtalarını pişirmek için, dünyayı ateşe vermekten çekinmeyen lanetlilerdir. Necip Fazıl
 

'Zillet' kelimesinin Kur'an'daki Manaları:

1) Alçalıp gözden düşmek (Taha, 134)

2) Emrine vermek (Yasin, 72)

3) Sarkıtmak (İnsan, 14)

4) Alçak gönüllülük (İsra, 24)

5) Acizlik (İsra, 111)

6) Zavallılık (Şura, 45)

7) Horluk (Yunus, 26)

8) Zayıflık (Âl-i İmran, 123)

9) Küçük düşürmek (Neml, 37)

10) Sefil (Mücadele, 20)

11) Boyunduruk altına almak (Bakara, 71)

12) Boyun eğdirme (Mülk, 15)

13) Kolaylaştırmak (Nahl, 69)

14) Alçalmak (A'raf, 152)
 

Zillet

Zillet, silinmeyen psikolojik, sosyolojik ve siyasî bir damgadır. Şahsiyet açısından aşağılığı ifade ettiği için psikolojik; toplumlar arasında değersizliği ifade ettiği için sosyal; güçlü devlet adamı çıkaramamak gibi değer kaybını ifade ettiği için de siyasî aşağılık damgası olmaktadır.

İslâm'ın yasakladığı, haram kapsamına aldığı her iş, her fiil ve her yaşantı insanı zillete, meskenete, acizliğe, beceriksizliğe, madden ve manen fakirliğe sürükler. Alçalmak ve meskenet ile zillete duçar olmak Müslüman’a yaraşmaz.

✧ Kulun malayani, boş ve faydasız konuşması, Allah'ın ﷻ onu zelil, yalnız bırakmasının delilidir. Maruf-u Kerhi

✧ Zillet; yaratılanlardan korkmaktır.

✧ Bir kimse amel etmek ihtiyacı duymadığı bir bilgiyi sinesine alırsa sonunda elde edeceği şey sadece zillettir. Süfyan-ı Sevri

✧ Zulüm zilletten doğar. İbrahim olan Nemrut’tan korkmaz.

✧ Bengisuyunu yüz suyuna karşılık satsalar, bilen kişi onu almaz. Çünkü zilletle yaşamaktansa, izzetle ölmek yeğdir. Alçaklardan minnet altında istediğin şeyle, vücutça artar, ruhça eksilirsin. Sadi-i Şirâzi

✧ Hiç kimse, sizin izniniz olmadan kendinizi değersiz hissettiremez.

✧ Gerçek zillet; Allah'tan uzak düşmek, ayrılık, gerçek meskenet de hırs, Allah'ın ﷻ gadabı buğzu ve kapısından kovmasıdır. Te'vilâtı'n Necmiyye

✧ Kim vaktinden evvel baş olmayı isterse zillet içinde yaşar.

✧ Bazı ilahi kitaplarda Allahu Teala şöyle buyurmuştur: Celal ve izzetim hakkı için, bela ve musibetlerde benden gayrıdan ümit edenin, ümidini keserim. İnsanlar arasında ona zillet elbisesi giydiririm. Onu yakınlığımdan, vuslatımdan uzaklaştırırım. Onu şaşkın şaşkın düşündürür, şiddetlerde Benden gayrıya ümitlendiririm. Oysa bütün şiddetler benim elimdedir. Ben Hayyu Kayyumum. Fikri benden gayrı kapılara gider. Oysa bütün kapıların anahtarı benim elimdedir ve kitlidir. O anahtarları dua edenler için tutarım.
 

Allah'tan ve insanlardan bir barış olması müstesna...

"Ancak Allah'ın ﷻ ipine ve insanların ahdine güvenerek canlarını ve mallarını güvenlik altına alabilirler. Allah'tan bir ahde bağlı olarak korunmaları müstesna; başka türlü korumaya alınmalarına imkân yoktur. İster emanı kabul etmeyip savaşsınlar, ister zimmet ehli olsunlar, zillet onlar üzerinde devam edip gidecektir."

'Habl' kelimesi burada ahit mânâsındadır. Emniyet verdiği ve korkuyu giderdiği için ahd'e "habl" denmiştir.

"Allah'tan bir ahde ve insanların ahdine sığınmış olmaları müstesna" cümlesi, önceki cümleden munkatı istisnadır. Yani 'Fakat onlar Allah'tan gelen bir ahde sığınırlar' demektir.

Bir diğer tefsire göre muttasıl istisnadır. Zilletin onlarda sabit olduğuna işarettir.

"İnsanlar"la kastedilenler, Hz. Muhammed ﷺ ile müminlerdir. İnsanların ahdi'nden kasıt, onlara verdikleri zimmet ahdidir. Onlar mü'minlere haraç verir, müminler de onlara eman verirler.

Bu ahid; şeriatın kendilerine tanımış olduğu hukuk, yargı önünde eşitlik, onlara eziyette bulunmanın haramlığıdır.

Allah'ın ﷻ ipi, Allah'ın ﷻ ahdi, koruması ve Allah ile mü'minlerden olan bir teminattır. Böyle bir durumda hükümler ortadan kalkar. Öldürülmez, malları ganimet olmaz, çoluk-çocukları esir edilmez.

İnsanların yaptıkları ahidler de; yurt edinme ve ihtiyaçta ortaklık, sanat ve ticaretten yararlanmadır. Ya da kendilerini koruyacak bir anlaşmayı insanlarla imzalamalarıdır.

♦ Allah'ın ﷻ ipi, muhabbet ve onu talebe yapışmaktır. İnsanlardan bir ip de, nebiye ve siretine uymaktır. Te'vilâtı'n Necmiyye

♦ Allah'ın ﷻ ipi iman; insanl arın ipi de himayedir.

♦ Allah'ın ﷻ ipi Kuran, insanların ipi akıldır.


Zımmilere verilen eman iki kısımdır:

♦ Allah'ın ﷻ hakkında nass getirmiş olduğu emân yani, cizyedir.

♦ Halifenin re'yine bırakılan emân. Halife, içtihada dayanarak bu emânı ağırlaştırabilir, hafifletebilir.

Fasıklar, mü'minleri incitenler, savaştan kaçanlar ve Allah'ın ﷻ yardımından mahrum kalanlar zillete düşecektir. Bu gerçeği değiştirecek olan ise, yine kendileridir. Vahye sarılmaları, zillet damg asını silecektir.
 

Allah'ın ﷻ gadabına uğradılar.

"Allah'ın ﷻ hışmına uğradılar" buyruğundaki " بَٓاؤُ " fiili, "Döndüler, yüklenip taşıdılar, yerleştiler" demektir. 'Allah'ın ﷻ gadabı onlardan ayrılmaz bir şeydir. Onlar gazaba konakladılar, yerleştiler" anlamını ifade etmektedir.

Gazap, kızmak, öfkelenmek anlamına gelir. Rızâ ve hilim kavramlarının karşıtı olarak kullanılır. Kurân’da ve hadis-i şeriflerde gazap kavramı hem Allah’a, hem de Peygamberimize ve diğer insanlara nispet edilmiştir. Kur’ân-ı Kerimde ilahi gazap ile ilgili yaklaşık yirmi beş ayet-i kerime vardır. Bu ayet-i kerimelere bakıldığı zaman inkâr edenlere, imandan sonra küfre düşenlere ve Allah'ın ﷻ verdiği nimetlere nankörlük edenlere Rabbimizin gazaplandığı görülmektedir.

Efendimiz "Yahudiler, gazaba uğramışlar ve hristiyanlar da sa pıklardır" buyurmuştur. Yahudilerin küfrü, bildiklerini uygulamamalarındandır. Hristiyanların küfrü de, ilme dayalı olmayan amelleri yüzündendir. Çünkü onlar, Allah katından gelen bir şeriatın kılavuzluğuna bağlı olmaksızın bir çok ibadetler yapar ve Allah ile ilgili aslını bilmedikleri çeşitli iddialar ileri sürerler. Bu yüzden Süfyan b. Uyeyne ve diğer bazı büyükler şöyle demiştir:

"Alimlerimiz arasında kim yoldan çıkarsa yahudilere benzemiş, abidlerimiz arasında yoldan çıkanlar da hristiyanlara benzem iştir."

Önceki ümmetlerin nasıl ve ne şekilde dünyada Allah’ın gazabını, ahirette de azaba duçar oldukları ayetlerde açık açık ifade edilmiştir. Mümin feraset sahibi olup, aynı hatalara düşmemeli, Rabbinin gazabını çekecek davranışlardan uzak durmalıdır. Çünkü dünyevileşmek gazabı celbeder. Başarıları kendinden bilmek, ben yaptım, ben olmazsam olmazdı duygusunu taşımak felaketi celbeder. Nefsin hevası cehennem çukuru gibi insanları içine çekerken, onlara bigâne kalmak, İslam’ı kendi konforuna uydurarak yaşamak, kendini kurtarıcı bilmek, İslam’ın sahibi gibi görmek, nasihatleri başkasına yapıp, kendi payına düşeni alamamak gazabı celbeder.

Allah ise kendisinden bir şey talep etmeyenlere gadap eder.

Allah kullarına yumuşaklıkla lütfetmeyi sever. Katı kalbli olan kullarına rıfkla muamele etmez. Onlara gadap eder.

Kim kibirili olur, kendini büyük görürse Allah ona gadap eder.
 

Üzerlerine horluk damgası vuruldu.

Miskinlik, aşağılanmayı ve bu aşağılanma içinde devamlı kalmayı ifade etmektedir. Aslında 'Mesâkin' kelimesi 'yoksullar' anlam ına gelmektedir, 'Meskenet' de yoksulluğun ve fakirliğin yerleşik hale gelmesidir.

Buradaki meskenet, fakirlik manasına gelebileceği gibi; psikolojik yoksulluk manasına da gelebilir. Yahudiler zeng in olsalar bile, daima fakirlik duygusu içinde olacaklar; zengin olmaları bu duyguyu ortadan kaldıramayacaktır. Miskinlik, yani daima kendini fakir hissetme duygusu onların üzerine, bir damga olarak vurulmuştur.

Aşağılık ve miskinlik, evin içindekilerini kuşatması gibi onları sarıp kuşatmıştır, ebediyete kadar ihtiyaç içerisinde olacaklardır.

Bu cümle, gelecekte Allahu Teâlâ'nın, yahudilerin mallarını müslümanlara rızık kılacağı; yahudilerin yoksul ve miskin hale geleceklerini haber veren bir cümledir.

İtalyan kökenli Dominik papazı 13. yüzyılda çıktığı seferde rastladığı Türkler ve Yunanlılar hakkında bilgi verirken şöyle yazmıştır:

“Güvenilir kaynaklardan öğrendiğimize göre, Yunanlılar, Türklerden öyle çekinirlermiş ki, tohum ekmeye, ormanda çalışmaya veya bir iş yapmaya giderken birbirlerini bağlayabilecekleri at koşumları olmaksızın kentlerinden ve surlarından dışarı adım atmazlarmış.”

Yahudiler, sayıca az olmalarına rağmen yeryüzünün dört bir tarafında darmadağındırlar. Onların içinde, güçlü bir hükümdar ve değer verilen bir başkan görülmez. Her yerde küçümsenen, değersiz kimselerdir. İşgal ettikleri Filistin topraklarını vatan edinmek, yerleşmek için bütün gayretlerine rağmen, zenginliklerine, servet toplayıp dünya ekonomisine egemen olmalarına rağmen bu durumları böyle devam edip gidecektir. Bugün 'devletçikleriyle çölü yeşerttiler' dense de, Amerika bir sene para yardımı yapmasa yeşeren o çöl kavrulur.

Bekçilik ücreti alıyorlar. Orası dolarla sulanıyor.

Varlıklı ve zengin de olsalar onlar kıyamete kadar bu halde kalacaklardır. Çünkü onlar, kişilik zaafı, malıyla üstünlük taslama gibi sıfatları atalarından miras almışlardır. Malı tanrı edinmişlerdir. Devamlı zillet içindedirler.
 

Bunun sebebi; inkâr ve Peygamberleri katletmeleridir.

Bu horluğun sebebi, Allah'ın ﷻ âyetlerini inkâr etmeleri ve haksız olarak Peygamberleri öldürmeleridir. Buna da isyankârlıkları ve Allah'ın ﷻ haram sınırlarını aşmaları yol açmıştır. Çünkü küçük günahlara devam etmek büyük günahlara götürür. Büyük günahlara devam etmekse kâfirliğe götürür. İsyan eden, Allah'ın ﷻ yasaklarını çiğnemeye alışan kimseye hayatta her türlü haramı işlemek oldukça basitleşir.

Onların zillete düşmeleri veya üzerlerine zillet damgası vurulması, kendi eylemlerinin, inanç ve davranışlarının doğal bir sonucudur. Yüce Allah bunl arı, dünya ve ahirette üzerlerine zillet damgası vurulmaması ve insanları bunlardan alıkoymak için beyan etmiştir.

Ayet-i kerime geçmişteki İsrailoğullarından bahsettiği kadar, Rasulullah ﷺ devrindeki Yahudilere de hitab etmektedir. Hz. Peygamber zamanındaki Yahudiler, peygamberleri öldürmemiş, ancak atalarının yaptıklarını tasvip edip razı olmuşlardır. Bu sebeble öldürme işi onlara nisbet edilmiştir. Zaten -emellerine nail olamasalar da- Rasulullah'ı öldürmeye çalışmışlar, müşrikleri kışkırtmış, onunla savaşmaya teşvik etmişlerdi. Bedir gazasında, hicretin beşinci yılında Hendek gazasında görülen durum bu olmuş, buna benzer daha başka çeşitli isyanl arı ve saldırganlıkları da görülmüştür. Ebediyyen de Müslümanların kökünü kazımaya gayret edeceklerdir.

Bir devl etin elçisini öldüren devlet, devletler arasında savaş çıkmasına sebep olur. Peygamberler de Allah'ın ﷻ beşerî alemdeki elçilerdir. İnsanların onları öldürmesi, Allah'a ﷻ savaş açmaktan başka bir şey değildir. Bu savaşın galibi Allah olacağına göre, mağlubiyetin doğal sonucu olan zillete, gazap ve meskenete duçar olacaklardır. 'Elçiye zeval olmaz' teamülünü hiçe sayanlar zillete, gazaba ve meskenete uğrar.

İnkar, pey gamberleri öldürmek, isyan ve haddi aşmak; zilleti, ilahî gazabı ve meskeneti getirir ve bu cezalar yaptıklarına denktir. Böylece Yüce Allah ﷻ, modern hukuka, suça denk bir ceza verilmesi gerektiğini ve suçlulara kendil erini düzeltme fırsatı tanınması gerektiğini öğretmektedir.

Ayette zikredilen suçlar ferdî değil, toplumsaldır. Bu nedenle verilen zillet, gazap ve meskenet cezaları da toplumsal boyutludur.
 

Bu; isyanları ve haddi aşmaları sebebi iledir.

Zillet, gazab ve meskenete yol açan; inkârları ve peygamberleri öldürmeleridir. İnkâra ve peygamberleri öldürmeye ise, masiyet yol açmıştır. Onlar günahlara dalınca, zulmetleri derece derece artmaya, çoğalmaya; iman nuru da derece derece azalmaya başlamıştır. Bu durum, iman nuru sönüp, küfür zulmeti kendilerini kaplayana kadar devam etmiştir.

Mendûbu terketme hastalığına tutulan kimseler, sünnetleri terketme; sünnetleri terketme hastalığına tutulan kimseler, farzları terketme; farzları terketme hastalığına tutulan kimseler, şeriatı hakir görme hastalığına; şeriatı hakir görme hastalığına tutulan kimseler de, küfre düşerler.

"Bu, Allah 'ın âyetlerini inkâr etmeleri... sebebiyledir" cümlesi önceki yahudilere; "Bu, isyan etmeleri sebebiyledir" buyruğu Hz. Muhammed ﷺ zamanındaki yahudilere yönelik olabilir. Allahu Teala, sanki öncekilerin cezasının sebebini açıklamış, akabinde, sonradan gelenler öncekilere uydukları için, cezanın aynısının gerektiğini bildirmiştir.

17 Ekim 1996'da müslüman olan bir yahudinin kaleminden...

Ey Yahudi! Seni çok iyi tanırım; seninle yaşadım. Yeryüzünde başka hiçbir mahluka benzemiyorsun Ey Yahudi! Zillet ruhunda senin; Yusuf'a ettiğinin cezasını fazlasıyla çektin. Acıdı Hak Teala sana, Musa'yı gönderdi.. O gayretli yüce peygamber, seni döven, sana hakaret eden Mısırlıyı vurdu, öldürdü; sen ne yaptın, Musa'yı ihbar ettin. O kadar nankörsün ki...

Evet Musa seni affetti. Aldı Arz- ı Mev’uda götürmek istedi. Savaşmaktan korktun; “Sen git Allah'ın ﷻla birlikte savaş biz burada oturalım” dedin. Hep hazıra konarsın, hiç gayret etmezsin.. Sina'da Hak Teala “men ve selva” nimetlerini verdi. Ama sen bu iki cennet meyvelerini hazmedemedin. Soğanı, sarmısağı, baklayı aradın. Mısır'a dönmeyi düşündün. O kadar süflisin ki Musa'yı Karun'a değiştin. Kadını zina ettirdin; -haşa- 'Musa yaptı' diye şahitler takdim ettin. O kadar iftira ve kötülüğe meyyalsin ki!

O kadar maddecisin ki... Allah'ı terkettin ve altın buzağıya secde ettin. Karun'u malıyla yer yuttu, Samiri helak oldu; akıllanmadın. Senelerce Sahra'da dolaştın uslanmadın. Davud'u savaş meydanında yalnız bıraktın. Canın ne kadar da tatlı! Dirlik, düzen bilmezsin. Mukaddes toprağı fesada boğdun. Tevrat'ı tahrif ettin. Emeline hizmet eden tağuta taptın. Ne kadar da sahtekarsın! Zekeriya'ya eziyet ettin, Meryem'e iftira ettin. Beşiğinde konuşan çoçuğa da inanmadın. Ne kadar da imansızsın!

İsa'yı mağlup edemedin, öldürmeye kalktın, çarmıhlar kurdun. Başkasının canı senin nazarında ne kadar da ucuz! Yahya'yı bir kadın işvesi için öldürdün. Yahya'nın mukaddes kanı kaynadı, taştı, seni sardı seni boğdu.

O gün bugün; sefil, perişan, hakir ve vatansızsın. İslam doğdu ve ehl-i kitapsın diye seni himaye etti. Sen hep ihanet ettin. Casusluk ettin, başkası hesabına masumu canavara boğdurmak istedin. Senin için ne söylense azdır! Nihayet yalanlar, vaadler, tehditler üzerine bir vatan kurdun. Ne zaman şerefli yaşadın ki şimdi şerefli olasın. Yine zelilsin! Yıkılacak ve vatansız kalacaksın. Zilletini, ahlaksızlığını, canavarlığını görmeyecek kadar körsün! Ve körler, mutlaka cehennem çukuruna düşer ey Yahudi!

 

Belagat

 'Üzerlerine zillet vurulmuştur' istiare-i mekniyedir. Burada zillet, çadıra benzetilmiştir. Miskinlik, küçüklük, tıpkı bir mekânın, çadırın içinde bulunanları kuşatması gibi onları kuşatmıştır. Daha sonra müstearun minh hazfedilip onun gereklerinden birisi olan vurmak ضرب (çadırın vurulması tabirinden) kullanılmıştır.

Aynı kelime damga için de kullanıldığı için, müstearun minh damga da olabilir. Camisi, fasıklıktan vazgeçmeyenler için damganın kalıcılığı gibi, kalıcı olmasıdır. (Eğer vazgeçerlerse, çadırın insanın üstünden kalkması gibi bu fısk onlardan kalkacaktır.)

 'Nerede yakalanırlarsa' cümlesindeki ثقف fiilinin lugattaki anlamları şöyledir: Yakalanmak, bulmak, sirke keskinleşmek, ilim ve sanatta maharet kazanmak, maharetli ve zeki olmak. Fiilin bu manalarını göz önünde bulundurursak; Allah'tan uzak kafir, münafık, müşrik nerede bulunursa bulunsun, mesleğinde, sanatında ne kadar ilerlemiş ve mahir olursa olsun, kendisine vurulan zilletten asla kurtulamayacaktır. Cümlenin mazi gelmesi de hükmün kesinliğini ifade eder.

• ' اِلَّا بِحَبْلٍ مِنَ اللّٰهِ Ancak Allah'tan bir ahid olması müstesna'

 حبل ip anlamında olup, burada Allah'tan veya kullarından ahdu eman anlamında istiare olarak kullanılmıştır. Camisi; bağlantı kurmak, imdada yetişmek, kurtarmak, aşağıdan yukarı çıkmaya vesile olmak, düşmeyi engellemek, sağlamlaştırmak, menzile ulaştırmak, irtibat sağlamaktır. Allah'ın ﷻ ahdi, müminlerin emanı da insanlar için bir kurtarıcı, ölümden, sürgünden kurtulmalarını sağlayan bir fırsattır.

 بِحَبْلٍ 'deki ب harficeri مَعَ manasındadır.

 'Allah'ın ﷻ gazabıyla döndüler' cümlesinde غَضَبٍ kelimesinin nekra olması, olayın dehşet ve korkunçluğunu gösterir.

Âl-i İmrân Sûresi 113. Ayet

لَيْسُوا سَوَٓاءًؕ مِنْ اَهْلِ الْكِتَابِ اُمَّةٌ قَٓائِمَةٌ يَتْلُونَ اٰيَاتِ اللّٰهِ اٰنَٓاءَ الَّيْلِ وَهُمْ يَسْجُدُونَࣞ

113- Onların hepsi bir değildir. Kitap ehlinden gece vakitlerinde Allah’ın ayetlerini okuyan, secdeye kapananlar vardır.

 

Cenab-ı Hak bu ayette bize insaflı ve adaletli olmayı talim ediyor. Ehli kitabın kötülükleri, inkarları, isyanları ayyuka çıkmışken içlerinde çok az da olsa Efendimizin vasıflarını Tevrat'ta okuyarak inanıp müslüman olan bazı yahudi alimleri Cenâb-ı Hak bu muameleden tenzih edip özelliklerini sayıyor.

Buradan da anlaşılıyor ki; tek ayrım iman ve takva, onun dışında şu soydan, bu ırktan olması bir eksiklik, bir fazilet değildir.

'Sizin en keremliniz en takva sahibi olanınızdır' diye, Rabbimiz fazileti takvaya tahsis etmiştir. Biz de insanlara insaflı davranıp çevresinde bulunan kötüler yüzünden iyileri tahkir etmeyip, Allah'a ﷻ yakın olan her kulu yakın bilmeli, insanlara takvalarına göre değer vermeliyiz.

İnsafı elden bırakmamalı. İslam'la yeni tanışan veya yeni barışan kimseleri hoş tutup ürkütmemeli. Kalplerini İslam'la ülfet ettirmeye çalışmalı. Eski yaptıklarını asla hatırlatmamalı.
 

Hepsi bir değillerdir.

♦ Önceki ayette Ehl-i kitabın vasıfları anlatıldıktan, özellikle Yahudilerin şimdiki ve gelecekteki halleri açıklandıktan sonra, az da olsalar, içlerinden mü'min olanların durumlarını açıklamak, Cenâb-ı Hakk'ın adaletinin bir gereğidir. Yani; daha önce zemmedilen ehli kitab ile müslüman olan ehli kitab bir olmaz.

♦ 'Ehl-i kitap' bütün din mensuplarından, kendilerine kitap verilmiş olan herkestir. Müslümanlar da bu ifadeye girer.

♦ Hz. Muhammed'e ﷺ inanan herkestir. Allahu Teâlâ onları "ehl-i kitap" diye adlandırmıştır.

Onlardan kaim bir grup vardır.

'Allah'ın ﷻ dini üzerinde hak ve adaletle kaim, sabit, hidayet üzere bir cemaat de vardır. Allah'a ﷻ itaat eder, kitabın hududuna, farzlara riayetle sımsıkı yapışırlar, hayır sebeplerine tutunur, Resûlullah'a yardımcı olur, gece ibâdete dalar, çokça teheccüd kılar, namazd a Kur'an okurlar. Marufu emreder, münkeri yasaklar. Hayırlarda yarışırlar. İşte bunlar salihlerdendir. Diğerleri ise böyle değildir.'

Veya cümlede hazif vardır, "Ehl-i Kitabın içinde, kâim bir ümmet vardır" deyince, sözün tamamlanması için, "İçlerinde böyle olmayan, kınanmış, mezmum ümmetler de vardır" denilmesi gerekirdi. 'Birbirine zıt iki cümlenin birini zikretmek diğerini zikretmekten müstağni kılar' kaidesine riayetle, ötekini söz konusu edilmedi. Arapçada, iki zıddan biri söylendiği zaman, diğerine ihtiyaç hissedilmez. İki zıddan biri zikredilince, o tek başına ikisi hakkında bir bilgi verir.
 

Gece yarıları secdelere kapanarak, ayetleri okurlar.

"Tilâvet" okumak demektir. Kelimenin aslı: " تَلَى Peşinden getirmek" anlamındadır. Buna göre tilâvet, bir lafzı başka bir lafza eklemek, bitiştirmektir.

"Allah'ın ﷻ âyetleri" tabiriyle bazen, Kurân'ın âyetleri; bazen de Cenâb-ı Hakk'ın zâtına ve sıfatlarına delâlet eden çeşitli varlıklar murad edilir. Burada birinci mâna kastedilmiştir.

• Yani, "Kitab ehli ile Ümmet-i Muhammed bir olamazlar. Ümmeti Muhammed Allah'ın ﷻ âyetlerini gece saatlerinde veya gecenin ortasında okurlar. Yani yatsı namazını kılar, namazda Allah için hudû ile, Allah'ın ﷻ rahmet ve fazlını arzu ederler. Onlardan başka ehli kitab olanlar bu namazı kılmazlar."

Hasan el-Basrî "Onlar ayaklarıyla (kıyamda durarak) başlarını, başlarıyla secde ederek ayaklarını dinlendirirler" demiştir.

'Secdeye kapanarak Allah'ın ﷻ âyetlerini gece saatlerinde okurlar' cümlesi, namaz kıldıklarını anlatmaktadır. Çünkü Kur'ân okumak, rükû ve secde halinde söz konusu değildir.

• Bu namazdan kasıt yatsı namazıdır. Ümmeti Muhammed bu namazı kılar, başka ümmetler kılmaz.

Bir gece, Resûl-ü Ekrem yatsıyı tehir etti. Hatta Rasulü Ekrem'in tek başına namazını kıldığını zannettiler. Geç saatlerden sonra Cenab-ı Peygamber çıkageldi ve şöyle buyurdu:

- Bu namazı (yatsıyı kasdediyor) biraz geciktiriniz. Çünkü siz bu namaz sayesinde diğer milletlerden üstün kılındınız. Sizden evvel hiç bir ümmet bu namazı kılmamıştır.

• Veya "Kitap ehli günahlarda eşit değildirler. Onlardan bir cemaat vard ır ki, secde ettikleri halde gecenin saatlerinde Allah'ın ﷻ âyetlerini okurlar" demektir. Bu cemaatten maksat, İslama girmiş kitap ehlidir. Okunmakta olan âyetler, Kur'an âyetleri, gece saatlerinde yapılmakta olan secdeden maksat, teheccüt namazıdır.

• Burada söz konusu edilen, akşam ile yatsı namazı arasındaki namazdır.

• "اٰنَاءَ -saatler" demektir. Gecenin âna'ı, gece saatleri, demektir. İbn-i Abbas (ra), Gecenin âna'ı, gecenin ortasıdır, demiştir.

• Bu vasıf, "Onlar, Allah için huşu ve hudû duyuyorlardı" manasında da olabilir. Çünkü "huşu" "secde" kelimesi ile de ifâde edilir.
 

Tilavet; ayetleri okumak

Tilavet; kitab-ı ilahiye bağlanmak, ciddiye almak, takip etmek demektir. (el Müfredat)

Taş taşımak, münafığa Kuran okumaktan daha hafiftir. Evs b. Abdullah

Bazı kimseler Kuran okumaya başlar, bitirinceye kadar melekler onlara rahmet okur. Buna mukabil bazı kimseler Kuran okumaya başlar, bitirinceye kadar melekler onlara lânet eder. Bunun sebebi, helalini helâl ve haramını haram tanımamasıdır.

Ademoğlu Kuran-ı Kerim’i okurken başka bir şey karıştırır, sonra tekrar okumaya döner ve böylece karıştırır durursa, Allah tarafından kendisine ‘Ne oluyorsun? Neden benim kelamımı lüzumsuz sözlerle karıştırıyorsun?’ denir. İbni Mesud

Hafızlara yakışan insanlar uykuya daldıkları zaman gecesini, lafa daldıkları zaman gündüzünü bilmeli (bu sırada Kuran okumalı). İnsanlar neşelendikleri zaman Kuran’ın hüzün ayetlerini, güldükleri zaman da ağlatıcı ayetlerini, lafa daldıkları zaman sükut ve tefekkürü emreden ayetlerini, kibirlenip kendilerini beğendikleri zaman tevazuu emreden ayetlerini hatırlamalıdırlar. Yine hafızlara yakışan vakur ve halim olmaktır. Kötü huylu, kavgacı, bağırıp çağırıcı ve hiddet sahibi olmamaktır.

İbni Ömer ve Cündüb’den naklen: Uzun zaman yaşadık, bazılarımız Kuran tamamen nazil olmadan iman etti. Hz. Muhammed’e ﷺ her sure nazil oldukça, helâl ve haramını, emir ve nehyini öğretir, hepsini tatbik eder ve öğretir, herkes Kuran’dan kendini ilgilendirecek olan kısmını bilirdi. Şimdi bir takım insanlar var ki Kuran-ı Kerim nazil olduktan sonra iman ettiler, Kuran-ı Kerim’i başından sonuna kadar okudukları halde ne emrini bilir, ne yasağını ve ne de kendi indinde kalacak olanı. Hurmanın yaramayanı gibi onu etrafa saçar.

Kuran okumanın üç derecesi vardır:

1- En aşağı derecesi yalnız tecvid ile okumaktır.

2- Orta derecesi tecvidle ve manasını anlayarak okumaktır.

3- En üstün derecesi tecvidle ve manasını anlayarak tadını kalbinde duyarak okumaktır. Ebu'l Hay Faruki
 

Namaz ve secdenin fazileti

Secde sözlükte eğilme ve boyun büküş demektir. Bu anlamda secde Allah’ın önünde eğilme ve O’na karşı kulluk etmek demektir ki insanları, hayvanları ve cansızları kuşatır.

Secde; üstün bir varlığın önünde, onu büyüklemek ve kendini o varlığın karşısında küçük görmek üzere, saygıyla eğilmek, yere kapanmaktır.

Secde son derece tevazu ile alçalıp baş eğmektir, kibrin karşıtıdır. İslâmi manada alnı yere koymak şeklindeki Allah’ı tazimin ve Allah’a itaat etmenin en yüksek göstergesidir.

Secde; kibir ve gururunu ayaklar altına alarak en değerli azan olan alnını Alemlerin Rabbi'nin huzurunda yere koyarak ubudiyetini ifade etmendir.

Secde; Şeytan'ın kaybettiği imtihanı kazanmaktır.

Secde; dualara icabet anıdır.

Secde; huzura ermenin ve kalbi itminanı elde etmenin kapısıdır.

Secde; sadece secde edenlerin hissedebileceği müthiş bir tattır. İhlaslı bir kalple, bu manaların tamamının bilincinde olarak Allah için secdeye kapanmak, kişiye kulluğunu, Allah karşısında ne kadar aciz ve zayıf olduğunu, O'na olan ihtiyacını ve beşeri yetersizliğini fark ettirir; Onu sufIi alemden alarak ulvi alemlere sevk eder.

Secdenin diğer ibadetlere nazaran kıymeti daha fazladır:

♦ Secdeyi ulvi ve süfli alemdeki tüm mahlukat yapmaktadır.

♦ Secde ancak ibadet olarak yapılır ve niyete gerek duyulmaz. Oysa kıyam, ancak niyet edildiğinde ibadete dönüşür.

♦ Secde, namaz dışında da başlı başına ibadettir.

♦ Cehennem Ademoğlunun bedeninin hepsini yakar, ancak secde yerlerine dokunmaz.

♦ Kıyamet sahasında insanlar başka bir ibadetle değil, sadece secdeyle emrolunurlar.

♦ Rasulullah ﷺ şefaatten önce secde edecektir.

✦ Herhangi bir kul Allah için bir secde yaparsa Allah onun makamını bir derece yükseltir, bir hatasını da silip affeder. Hadis-i Şerif

✦ Kul, gizli secdeden daha üstün bir ibadetle Allah'a ﷻ yaklaşamaz. Hadis-i Şerif

✦ Âdemoğlu, secdeyi emreden ayetlerden birini okuyup da secde ettiğinde, şeytan kendisinden uzaklaşır ve ağlayarak şöyle der: 'Yazıklar olsun bana! Şu adam, secde ile emrolundu ve bu emre uydu. Böylece cenneti kazandı. Secde emrine isyan ettiğim için bana da ateş vardır.' Hadis-i Şerif

✦ Kul namaza kalktığında, nefsi, kalbi ve kalıbı Allah'a ﷻ yönelmişse anasından doğduğu gün gibi günahlarından ayrılmış olduğu halde namazdan çıkar. Hadis-i Şerif

✦ Kim iki rekât namaz kılar ve bu esnada içinden başka bir şey geçirmezse, geçmiş günahları affolunur. Hadis-i Şerif

✧ Namaz, müminin istirahatidir. Hz. Ali

✧ Namaz şükrün, kulluğun en yüksek belirtisidir. İbadetlerin hepsini kendinde toplayan ve Allah'a ﷻ en çok yaklaştıran ibadet namazdır.

✧ Namaz yalnız Allah'tan korkanlara kolay gelir.             

✧ Sana ağır gelen o bir secde var ya, binlerce secdeden alıp kurtarır seni. Muhammed İkbal

✧ Bütün laifelerinle, kalbin ve ruhunla secde etmelisin. Cesetle secde edip nefsin dimdik ayakta durduktan sonra ne kıymeti var?                        

✧ Namaz, mekanik hayattan hürriyete kaçıştır. M.İkbal

✧ Bir namazın suretinin şartı, suyla temizliktir; namazın ruhunun şartı ise ruhi temizliktir. Mevlâna

✧ Her vakte bin bahane bulur, bînamaz olan.

✧ Bir kul yeryüzünün herhangi bir noktasında Allah'a ﷻ secde ettiğinde kıyamet günü o yer, o adam lehine şahitlik eder ve öldüğünde üzerine ağlar.
 

   Güneş dağın ardında, ateş kanıma düştü,

   Gölgeler duvarlara, elim yanıma düştü,

   Secdelerdeymiş Allah, bulmak alnıma düştü. Behçet Necatigil
 

Gece ibadeti

Allahu Teala gece namazının ehemmiyetini onyedi Mekkî, onüç Medenî ayetle bildirmiştir.

İnsan gece namaz kılarken Rabbine karşı daha ihlaslı ve samimi olur. Çünkü bu; kimsenin görmediği sırlı bir zamandır. Gece kalkmak nefse ağır gelir. Meşakkati çok olduğu için kıymeti de fazladır. Gece sessizliğinde dünyevi meşguliyetlerden uzak olan kalp, zikreden diline daha çok uyum sağlar.

Gece; rahmetlerin indiği, yerin ve göklerin Rabbinin nüzul ettiği vakittir. O yüzden bu vakitte yapılan ibadetin büyük etkileri vardır.

Gece namazı kalbi temizlemede etkin bir ibadettir. Geceyi uykusuz geçirmenin, nefsin hayvani duygularını öldürmede ilaç gibi bir tesiri vardır.

Hikmet pınarları gönüllere gece karanlığında akar. Allah'ın ﷻ kalplere hediyeleri ve fütuhatı, kişinin yeni fikirler bulup, anlayışının artması yine gece karanlığında gerçekleşir. Kişi anlamadığı, çözemediği mevzuları geceleyin çözer.

✧ Gece namazı kılanın bedeni sağlıklı olur. Allah onun yüzüne nur ve parlaklık verir. Hoş simalı biri yapar.

✧ Gerçek iman, gece ortasında Rahman'la başbaşa kalarak öğrenilir.

✧ Münafık gece namazı kılmaz.

✧ Kabrini, gece karanlıklarında namaz kılmak suretiyle nurlandır. Hz. Ali

✧ Sabah olup gün ışıyınca, halk gece yol alanları över. Hz. Ali

Mükafat, amel cinsinden olacağından, teheccüd ehline Allah'ın ﷻ vereceği mükafatlardan biri de; çokça huridir. Çünkü teheccüd ehli geceleyin ailesini bırakmış, Allah'ın ﷻ mükafatına talip olmuştur.
 

Seleften bir zat geceleri teheccüd kılardı. Ancak bir gece gaflet bastı, kalkamadı. Rüyasında biri ona gelip; 'Ey filan, dünür gelmeyi her gece adet edinmiştin. Bu gece seni bundan alıkoyan nedir?' dedi. O zat şaşırarak; 'Bu ne demek?' deyince, rüyasındaki kişi şöyle dedi: 'Bilmiyor musun; teheccüd ehli gece namazına durduğunda melekler; 'İşte dünürcü kız istemeye geldi' derler.

 

Sebeb-i Nüzulü

113 ila 115. ayeti kerimelerin sebeb-i nüzulü hakkında birkaç rivayet vardır.

• Abdullah bin Selâm, Sa'lebe bin Şu'be, Esid bin Şu'be, Esed bin Ubeyd ve diğer bazı yahudiler müslüman olunca, Yahudi hahamları "Muhammed'e ancak bizim en düşüklerimiz iman ettiler. Eğer onlar bizim hayırlılarımızdan olsalardı atalarının dinini terkedip başka dine gitmezlerdi" deyip onlara hitaben: "Dininizi başka bir dinle değiştirmekle ihanet ettiniz, hâinler oldunuz, kâfir olup hüsrana düştünüz" dediler.

Cenab-ı Hak, onlara cevab olarak bu âyetleri (113, 114, 115.ayetleri) indirdi.

• Hz. İsa'nın dini üzere iken Hz. Muhammed'i ﷺ tasdik eden 40 Necranlı, 32 Habeşli ve 3 (veya 8) Rum hakkında nazil olmuştur. Bu kimseler sûrenin 199. âyetinin de nüzul sebebidir.

• Rasûlullâh Medine'ye gelmeden önce Ensar arasında Es'ad bin Zürâre, Berâ bin Ma'rûr, Muhammed bin Mesleme ve Ebu Kays bin Sırme bin Enes gibi muvahhidler vardı. Bunlar cünüblükten gusleder ve hanîflikle amel ederlerdi. Rasûlullah Medine'ye gelince hemen iman ettiler. Ayet-i kerime onlar hakkındadır.

• Bu âyet-i kerimeler müslümanların kıldığı, diğer ehl-i kitabın kılmadığı yatsı namazı hakkında nazil olmuştur.

Bir gece Hz. Peygamber yatsı namazını geciktirmiş, sonra mescide gelmişti. Ashabın mescidde namazı beklediklerini görünce "Bu dinlere mensup olanlardan sizin dışınızda kimse bu saatte Allah'ı zikretmiyor" buyurdu ve "Onlar ne hayır işlerlerse elbette ondan mahrum bırakılmayacaklardır. Allah takvaya erenleri en iyi bilendir" cümlesine kadar olmak üzere bu ayetler nazil oldu.

 

Belagat

 لَيْسَ camid, nakıs bir fiildir. İsmini ötre, haberini üstün yapar. Olumsuzluğu şimdiki zaman içindir. Haberi cümle olarak gelince ismi şan zamiri olarak gelir. İstisna edatı yerinde de kullanılır. Bu durumda kendinden sonra müstesna haber olduğundan devamlı mensubtur, isim devamlı gizli zamirdir.

 سَوَاءٌ cemisi اَسْوَاءٌ 'dür. Eşit, orta, düz, benzer, denk anlamlarında kullanılan bir isimdir. Bulunduğu cümledeki fiili masdar manasına getirir.

 "Kitap Ehli'nden bir zümre vardır ki..." devamlılığı ifade etmek üzere cümle bir isim cümlesidir. Abdullah b. Selam gibi Efendimizin ashabına dahil olan, ihtida etmiş ehl-i kitab için sıfatlı kinayedir.

 Ümmet-i kaime denen, hakşinas, doğru Allah için kaim, mustakim, adil kimseler de yok değil.

 "Gecenin saatlerinde secde ederek Allah'ın ﷻ ayetlerini okurlar" cümlesi ise bu işin yenilenerek devam ettiğini (teceddüd) ifade eden bir fiil cümlesidir.

 Gece ibadetinin faziletini de idmaç sanatıyla bildiriyor. Tazammuni olarak, kaim ümmetin yani emr-i bil maruf yapan kimselerin gece ibadet yapmaları ve ayetleri mutlaka çalışıp hazırlık yapmaları, gündüz deşarj gece şarj olmaları gerektiğini bildiriyor.

 "İşte onlar salihlerdendir." Uzaklık ifade eden ism-i işaretin gelmesi, derecelerinin yüksekliğini, mevkilerinin yüceliğini anlatmak içindir.

 Özellikle medihler peşpeşe sayılmış tefri sanatıdır. Aralarında atıf-tezayuf vardır. Önceki ümmetlerin seçkinlerinin özelliğini sayarak bu ümmeti teşvik etmektedir. Salih olmanın özellikleri de cem mea taksim olarak anlatılıyor.

Âl-i İmrân Sûresi 114. Ayet

يُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِ وَيَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَيُسَارِعُونَ فِي الْخَيْرَاتِؕ وَاُولٰٓئِكَ مِنَ الصَّالِحٖينَ

114- ...Allah’a ve âhiret gününe inanırlar, iyiliği emreder, kötülükten men ederler ve hayırlara koşarlar. İşte bunlar salihlerdendir.

 

Ehli kitaptan İslam'ı seçen bahtiyarlar Efendimizin müjdesiyle iki kat ecir alıyor: Bir kendi kitaplarına, Rasullerine inanma bir de son peygambere ve Kuran'a inandıkları içindir.

Bu ayetlerde de bu mübarek insanlar salih vasfını cem eden bütün güzel ameller, hak itikat, tebliğ, hayırlarda yarış ile methediliyor. Bu özellikleri taşıyan toplumu Cenâb-ı Hak 'Ümmetün kaimetün' diye vasfediyor. Yani hakperest, sadık Allah için kıyam eden, eğrilikleri, eğrileri doğrultan, ifrat tefritten uzak, mutedil, sırat-ı müstakimin mümtaz yolcuları adil, fadıl kimseler demektir.

Bu vasıflar aynı zamanda bütün müminlerde olması gereken vasıflar olduğuna ayette tariz yapılmıştır.

'Hayırlarda yarışırlar' cümlesinde istiare-i tebaiye manasıyla hayırlıların içerisine gark olmuşcasına yoğunlaşmış ve bu yorgunlukla yarışa devam ettikleri vurgulanıyor. Bunlar yaşayışlarıyla da tebliğde bulunuyorlar, demektir.
 

Allah'a ﷻ ve ahiret gününe iman ederler.

Allahu Teala'nın burada zikrettiği vasıflar; özellikle Yahudilerde bulunmayan vasıflardır. Çünkü onlar geceleyin secdeye kapanarak, namaz kılarak Allah'ın ﷻ ayetlerini okumadıkları gibi, mü'minler gibi de iman etmemişlerdir. Onların imanları Hz. Üzeyir'i Allah'a ﷻ ortak koşan bir inançtır. Aynı zamanda onlar Allah'ın ﷻ bazı kitapları ile peygamberlerini de inkâr ederler.

Ahirete imanları da yine farklıdır. Çünkü; Yahudiler Allah'ı, vasfedilmemesi gereken niteliklerle tanıtıyorlar. Aynı şekilde Allah'ın ﷻ istediği doğrultuda emretmek ve nehyetmek konusunda da nakıstırlar, hep yalakalık yaparlar. Hayırda yarışta da müminlerden ayrılırlar. Çünkü; bu konudaki işleri hep ağırdan alırlar.

En faziletli amel, namaz; en faziletli zikir, Allah'ı zikir, en faziletli bilgi ise, mebde' ve me'âdı bilmektir. Allahu Teala’nın, "Gece saatlerinde secdeye kapanarak, Allah'ın ﷻ âyetlerini okurlar" buyruğu onların yaptıkları sâlih amellere; "Allah'a ﷻ ve âhiret gününe imân ederler" buyruğu ise, onlardaki bilgilerin faziletine işarettir.


Allah'a ﷻ iman

İnsan bu aleme, ilim ve dua vasıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir. Bütün ilimlerin esası, madeni, ruhu ve nuru; Marifetullah'tır. Onun esası da; iman-ı billah'tır.

Allahu Teala Ezeli'dir. Üzerinden yokluk geçmemiştir. Evveli yoktur. Nasıl ki bir trenin vagonları birbirini çeker, tüm vagonları da en nihayetinde lokomotif çeker. 'Lokomotifi kim çekiyor?' denemez. Asker onbaşıdan, onbaşı yüzbaşıdan, yüzbaşı padişahtan emir alır. 'Padişah kimden emir alıyor?' denilemez. Tüm mahlukatı da sebepler silsilesi içinde yaratan tek bir zat vardır: Allahu Teala...

Allahu Teala Var'dır. Bir iğne, bir resim, bir heykel daima ustasını gösterir. Rabbimiz de tüm kainatı yaratandır.

Dünya lezzetleri, zevkleri, süsleri Malikimizi bilmediğimiz takdirde, cennet olsa bile cehennemdir.

Maddi aşklarda, vuslat olunca aşk biter, merak diner. Ama Allahu Teala'yı tanımamız arttıkça iştiyak artar, sevda ziyadeleşir.

Allah'ı tanıyanlar diri, onların dışındakiler ise ölü gibidir.

Onun birliğine tam inanınca hevesler, meyiller azalır. Tüm yönelişler Allah'a ﷻ doğru olur. İşimiz, planımız, programımız önce O'nun emrine yönelik olur. Başka teselliler, destekler arama ihtiyacı hissetmeyiz.

Allah'ın ﷻ birliğine inanan O'ndan başkasının önünde eğilmez. O'ndan başka kimseden beklemez, kimseden korkmaz.

İnsanı Allah yaratmadıysa, neden insan yalnızca Allah’a teslim olunca mutlu oluyor?
 

    Anladım işi, sanat Allah'ı aramakmış

    Marifet bu, gerisi yalnız çelik-çomakmış. N. Fazıl
 

Ahiret gününe iman

Ahiret günü, öldükten sonraki hayatımızın başlama anıdır. Tüm ölüler kabirde bir berzah hayatı yaşar. Bu berzahın ardından kıyamet kopar. İsrafil aleyhisselamın sura üfürmesiyle tüm insanlar ölür. Güneşin batıdan doğması, Deccalin çıkması, Dabbetü'l arz'ın çıkması gibi olaylar kıyametin alametidir.

Bu kıyamet gününden sonra Sur'a ikinci üfürüşle diriliş gerçekleşir. Bu dirilişten sonra tüm insanlar Arasat'ta toplanır. Herkese amel defteri verilir, ameller tartılır, herkes hesaba çekilir. Sırat köprüsü geçilir, ardından Cennet veya Cehennem ebedi yurt olur. Bunların birini bile inkar etmek, ahirete imanda eksikliktir.

Aklını gereği gibi kullanan insanın ahirete iman etmesi, çok kolaydır. Yeryüzü her kış ölüyor, her bahar diriliyor. Vücudumuzda binlerce hücre ölüyor. Aynı gün yine binlerce hücre yaratılıyor. Her gece uykumuzda küçük ölümü, her sabah dirilişi yaşıyoruz.

Bir matbaada bir kitap basılmış, o kitabı dağıtsalar sayfaları yanlış karışmış diye geri birleştiremezler mi? Veya marangoz Hasan Usta bu masayı yapmış, 'Bir daha yenisini yapamaz' diyebilir miyiz? Yapar, hatta çok daha kolay yapar.

Ahiret; Allahu Teala'nın er-Rahmân ve el-Adl isimlerinin tecellisidir. Çünkü bu kısa dünya hayatında öyle zulümler yapılıyor ki; cezasına bu dünya hayatı yetmez. Rahmân olan Allahu Teala kimsenin haksızlığa uğramasına müsaade etmeyecek, adil bir mahkeme-i kübra kuracaktır.

Ahirete inanan, ölümü kabullenir. Yakınlarını kaybedince isyan etmez. 'Hepimiz oraya varacağız' der, içi rahatlar. Yaşlıysa, üzüntüsü endişesi azalır. 'Dostlarıma kavuşmama az kaldı' der. Gençse, günahlardan kendini tutar, ben de öleceğim, huzura varıp hesap vereceğim, diye düşünür. Çocuksa, kaybettiği yakınının cennette, nimetler içinde zevk ettiğini düşünür, mutlu olur.

Ahirete iman eden bir saniyesini boşa harcamaz. Bilir ki bu dünya aşağı bir hayat, ahiret daha yüce bir hayattır. Bu dünyada ne kadar yükselirse, ahirette o kadar rahat edecektir. Bu yüzden çalışır, ahlâken ilerler. 'Cennette küçük bir yerimolsun, razıyım' demek iman azlığındandır. Bu dünyada hiç razı olmadığımız aşağılığa, ahirette neden razı olalım?

Ahirete inanan, 'Şehit olacağım' der, cihaddan kaçmaz. Helale harama dikkat eder. En ufak hareketten, sözden hesaba çekileceği için dikkatle yaşar. Çalmaz, çırpmaz, eziyet etmez.
 

İyiliği emreder, kötülükten nehyederler.

İbn Abbas, ehl-i kitabın marufu emretmelerine "Allah'ın ﷻ birliğini ve Hz. Muhammed'in ﷺ peygamberliğini kabul etmeyi emrederler" nehyettikleri münkere de "Allah'a ﷻ şirk koşmaktan ve Hz. Muhammed'in nübüvvetini inkâr etmekten nehyederler" manasını vermiştir.

İnsanın kemâli hem amelî hem nazarî kuvveler bakımından mükemmel olmasıdır. Kemalattaki bir ileri derece, insanların noksanlarını tamamlama hususunda gösterilen say-ü gayrettir.

✦ Beş şey var ki, kim onları yapıp gelirse, cennet ona kapanmaz. Şunlardır: Allah için, Rasûlûllah için, Allah’ın kitabı için, müslümanların halifesi için, bütün müslümanlar için nasihat. Hadis-i Şerif

Allah için nasihat nasıl olur? 
Allah’a iman edip, bütün müslümanları da bu imana dâvet etmendir.

Rasûlûllah için nasihat nasıl olur?
Rasûlûllah’ın Allah tarafından geldiğini tasdik edip, sünneti ile amel etmendir. Ayrıca insanları, o sünnetleri yapmaya dâvet edip, önder olmandır.

Allah’ın kitabı için nasihat: Onu okuyup içindeki hükümleri uygulamandır. Bir de, insanların onu okuyup, gereğini uygulamalarını temin etmendir.

Müslümanların halifeleri için nasihat: Emrettikleri şeyi yapmandır. Yasak ettiklerini yapmamandır. Yeri geldiği zaman, onlara iyiliği hatırlatman, onları kötülükten almandır. Onlara isyan etmemendir.

Müslümanlar için nasihat: Kendin için sevdiğini, onlar için de sevmendir. Kendin için kötü gördüğünü, onlar için de kötü görmendir. Bir de, aralarında barışın, sevgi bağının devamını istemendir.

✦ Hakkın zayi olduğunu görüp de susan dilsiz şeytandır. Hadis-i Şerif

✦ Bir kimse birinin kötülük işlediğini işitir de ondan men etmezse kıyamet günü sağır ve kulakları kesilmiş olarak gelir. Hadis-i Şerif

✦ Kendinden küçük olanlara şefkat et, onlara nasihat et, onları terbiye et. Bunlar edep kurallarıdır. Ahmed Rufai
 

Hayırlarda koşuşurlar.

Ölüm sebebiyle fırsatı kaçırma endişesiyle hayırlara koşarlar. Vakit geçmeden amel işlemekte ellerini çabuk tutarlar. Hiç ağırlık hissetmeden, hayırları seve seve yaparlar. İşledikleri hayırl ara, sür'atle ve herhangi bir şekilde ağırdan almaksızın yönelirler. Çünkü onlar, bu hayırların sevaplarının ne kadar çok olduğunu bilirler.

Hayırda yarış yapmak, o işe istekle girişmek demektir. Çünkü; bir işe rağbet eden ya da ona istekli olan kimse onu yerine getirmek için de hemen ara vermeden, derhal gereğini yapar. Aceleyi yavaşa tercih etmek, rağbetin kemal derecesidir. Yavaşlık ve gevşeklik imansızlığın veya iman zaafının alametidir.

Acele etme ile sürat (yarış) arasındaki fark: "Sür'at, bir an önce yapılması gereken şeyi yapmak manasında kullanılır. Acele bir an önce yapılması gerekmeyen şeyi yapmaktır.
 

Kadisiye Savaşı gün ortasında başlamıştı. Savaş bittiğinde namaz vakti girmişti. Fakat müezzin şehit olmuştu. Herkes ezanı kendisi okumak istedi. Bu yüzden neredeyse kılıçlarla birbirlerine gireceklerdi. Bunun üzerine Sad b. Ubade kura çekti ve kura kime çıktıysa ezanı o okudu.
 

Hayırda yarış

Esmaül Hüsna'nın her birinin ayrı tecellisi vardır. Her bir isim bir hazine anahtarı mesabesindedir. el-Evvel isminin tecellisine mazhar kullar Allah'a ﷻ karşı yapacakları kulluk görevinde melekler gibi seri ve atiktirler. Hep ön safta olurlar.

Her işte erken davranmak karlıdır. Hele güne erken başlamak, seherleri değerlendirmek hem Rasulullah'ın ﷺ bereket duasına mazhar olmayı, hem de bir hac bir umre sevabını kazandırır.

Fıkıhta 'Emir fevr içindir' diye bir kural vardır. Verilen emri hemen yapmak, derin bir saygının ve sevginin eseridir. Ertelemek ya o işi, ya da işi vereni önemsememekten ileri gelir.

✦ Teenni ile hareket, her şeyden hayırlıdır. Ahiret ameli ise bundan müstesnadır. Hadis-i Şerif

✦ Vakti çıkmadan namaza, ölüm gelmeden tevbeye acele ediniz. Hadis-i Şerif

✦ Sadaka vermekte acele ediniz. Çünkü bela sadakanın üstünden atlayıp gidemez. Hadis-i Şerif

✧ Hakikatin, hayrın, iyiliğin peşinde koşun.

✧ Her şeyin bir şerefi vardır. İyiliğin şerefi de süratle yapılmasıdır. Hz. Ömer

✧ Dünya gayreti kalbe zulmet, ahiret gayreti gönle bir nurdur. Hz. Osman

✧ Hayat hareket, hareketsizlik ölümdür. İnsan ancak hareketle mutmain olur.

✧ İnandığı şeyi yapan insanın enerjisi asla tükenmez.

✧ Allah insanın mahiyetine Cebrail’i geçme istidadı koymuştur. İnsan himmetini ali tutup yüksek hedeflere doğru yol almalıdır.

✧ Çalışkan, nefsini kiraya veren kimsedir.
 

İşte onlar, sâlihlerdendir.

Salihler Hz. Muhammed'in ﷺ ashabı olup, cennettedirler. Onlar da salihlerle birlikte olanlardır.

Salih; doğru yolda olan, fesat içinde olmayan, faydalı ve yarayışlı demektir. Salih amel; elverişli, faydalı, sağlam, fesat unsuru taşımayan iş, eylem ve aksiyon demektir.

Kur’an-ı Kerim, müminlerin yaptığı doğru, faydalı ve düzgün işlere salih amel adı vermektedir. Bunun tam zıddı olan; yanlış, zararlı ve düzgün olmayan işlere de fasit amel denir.

Salih amel, hem Allah’ın rızasına uygun ameldir. Hem de insanın faydalı, barışa hizmet eden her türlü düşünce, faaliyet ve ibadettir.

Salih kimse kendinden yüksekte olanlara ibret gözüyle bakar, onlara imrenmez. Yoksullara, düşkünlere şefkat gözüyle bakar, kibir gözüyle bakmaz. Müslümanların çoluk çocuklarına sıyanet gözüyle bakar, şehvet gözüyle bakmaz.

Salih kimseler şöhreti, şehveti, dünyayı sevmeyenlerdir.

✧ Beş türlü huy mevcut olmasaydı insanların hepsi salih olurdu: Cehle kanaat getirmek, dünya üzerine haris olmak, artık mal ile cimrilik etmek, amelde riyakarlık, kendi re'yini beğenmek. Hz. Ali

✧ Salihlerin himmeti: Allah'a ﷻ isyan etmeden O’nun razı olduğu işleri yapmaktır.

✧ Bir kul yeryüzünde iyiliği nedeniyle övülürse, gökyüzünde de övülür.

✧ İyi iş nedir? Yaparken ölmekten korkuyor musun, korkmuyor musun? İyi işin ölçüsü budur.

✧ Evliya Vasıfları: Letafetli lisan, güzel ahlak, güler yüz, cömertlik, sehavet-i nefis (itiraz etmemek), mazereti kabul, amme-i mahlukata şefkat.

 

Belagat

 'Allah'a ﷻ ve ahiret gününe iman' cüz, diğer iman esasları kül'dür. (Mecaz-ı Mürsel'den cüz-kül alakası)

 يُؤْمِنُونَ ile يَأْمُرُونَ arasında cinası müzari vardır.

 'İyiliği emreder, kötülükten nehyederler' ikili mukabeledir.

 'Hayırlarda yarışırlar' istiare-i tebaiyedir. Hayır işleri, koşu yapılan bir müsabaka sahasına benzetilmiştir. Hedefe ilk varanın birinci, diğerlerinin de derece sahibi olması gibi, Allah için yapılan amellerde de önce yapmak her zaman daha fazla mükafat kazandırır.

 Delalet-i iltizamiyesi ile, müminin her zaman bir yarıştaki gibi teyakkuzda olması gerektiğini bildirir. Kimse beni geçmesin diye hep gayret içinde olmalıdır.

Yarış için sağlıklı olmak, beslenmeye, uyumaya dikkat etmek gerekir. Mümin de gecesine gündüzüne, yeme içme düzenine dikkat etmelidir. Çok uyuyan veya uykusuz kalan, çok yiyen veya az yiyip güçten düşen iyi bir yarışçı olamaz. Mümin de kendine dikkat etmezse hayır yapma yarışına katılamaz.

 الْاٰخِر ile الْخَيْرَ kelimesi arasında cinas-ı müzariye lahık vardır.

 'İşte onlar salihlerdendir' cümlesinde uzağı gösteren ism-i işaret; faziletlerinin ve derecelerinin yüksekliğini ifade eder.

Âl-i İmrân Sûresi 115. Ayet

وَمَا يَفْعَلُوا مِنْ خَيْرٍ فَلَنْ يُكْفَرُوهُؕ وَاللّٰهُ عَلٖيمٌ بِالْمُتَّقٖينَ

115- Ne hayır işlerse mükafatı verilmeden bırakılmaz. Allah kendisinden korkanları çok iyi bilir.

 

Yüce Mevla'ya kullukta ilerlemenin, ödüllemenin sonu sınırı yoktur. Ne yapılırsa mükafat verilir. Bu ödüllendirme sadece Zü'l celali ve'l ikram olan Allah'a ﷻ mahsustur.

Bu da büluğ güneşinin doğmasından hayat güneşi batıncaya kadar gayretin kesilmemesini, yarışın devam ettiğini ahiretteki derecelerin sınırsızlığını ortaya koyar.

Kulun yaptığı bütün sevaplı işler hiç eksiltilmeden tesbit edilip iki cihanda karşılığı verilir. Hiçbir kesintiye uğramaz. Yeter ki amel ihlaslı ve kul hakkından beri olsun.

Bu ayeti gerçekten anlayabilsek, içimize sindirebilsek Âdiyat Sıuresi'nde tarif edilen, üzerlerine yemin edilen savaş atlarından daha hızlı koşar, yarışı durmadan, dinlenmeden bütün hızıyla son nefese kadar devamettirir, takva yarışında hem koşar, hem de din kardeşlerimizin koşmasına sebep oluruz. Maksat, kendimizi aşmak ve Hakk'a ulaşmaktır.
 

Ne hayır yapsalar, karşılıksız bırakılmayacaktır.

Mü'minler işledikleri iyiliklerin sevabından yoksun bırakılmazlar. Allah yapılan iyiliğin karşılığını verir, takva sahiplerini tanır. Unutmaz, ihmal etmez. Amellerin karşılığını vermeyi bilmeyenlerden değildir. O, her şeye gücü yetendir. Yapılan her işi görendir.

Allahu Teala karşılık vermemeyi “ كَفَرَ ” ile ifade etti. Çünkü başka ayet-i kerimelerde mükafat vermeyi “şükür” kelimesiyle bildirmiştir; “فَاِنَّ اللهَ شَاكِرٌ عَلِيمٌ Şüphesiz Allah hayırların karşılığını veren, alîm'dir”

Cenâb-ı Hak, mükâfaat vermeyi şükür olarak adlandırınca, vermemeyi de küfür olarak isimlendirmiştir. Ayrıca "küfür" kelimesi, örtmek, gizlemek anlamına gelir. Mükâfaat vermemek, iyiliğin sevabını örtmek olduğu için, 'küfür' kelimesi ile ifade edilmiştir.
 

Allah müttakileri bilir.

Mükâfaat ve karşılık vermeme ya unutmadan dolayı olur; böyle bir şey, Allah hakkında mümkün değildir. Çünkü O, her türlü malumatı bilendir. Ya da böyle bir şey aczden, cimrilikten ve kendisinin ona ihtiyacı olmasından ileri gelir ki, böyle bir şey de imkânsızdır.

"Allah" lafzı, O'nun hakkında acziyyetin, cimriliğin ve muhtaç olma halinin bulunamayacağını, “Âlîm” vasfı da, O'nun hakkında cehaletin söz konusu olamayacağını ifade eder.
 

Müttaki

Takva; davranışlarda dikkatli titiz olmak, sürekli kendini kontrol edebilmek, Allah ﷻ ile daima barışık olabilmektir.

 Takva, sevgi, umut ve korkunun insan ruhunda meydana getirdiği hâlettir. Sevgi, umut ve korku, üçü birlikte yalnızca Allah için duyulur. Bunların üçünü birden Allah’dan başkasına tahsis etmek, tahsis edilen o şeyi “ilah” edinmektir. Bunları tümüyle Allah’a tahsis etmek, kişiyi övgüye en lâyık makama ulaştırarak “müttaki” yapar.

Kul, Allahu Teâla'nın sevgisini, Allahu Teâla'nın sevmediklerine düşman olmakla kazanır. Allahu Teâla'nın sevmedikleri ise, insanı Allah'tan uzaklaştıran şeylerin hepsidir.

Kul, zarara düşme korkusuyla zararsız şeyleri dahi terk etmedikçe müttakilerden olamaz. Hadis-i Şerif

Hz. İsa şöyle demiştir: "İki kere doğmayan kişi, semavat ile yeryüzünün melekutuna giremez, yüksek derecelere eremez."

İkinci doğuş, nefsin hayvani sıfatlardan tezkiyesi, hayvaniyetten sıyrılmasıdır. Melekûta ermek ise, ruhani sıfatlarla tezyin iledir.

Takva sahibi, nefsinin isteklerine uymayan, Allah’ın emirlerine tam uyan, yakin ile huzur bulan, tevekkül direğine dayanan kimsedir. Ebû Bekir Kettani

İlim insanı fenalıklardan en iyi koruyan bir babadır. Takva da kendisine sığınanı bağrına basıp saklayan bir ana.

İçinde oturup yaşanılan ülkenin en hayırlısı, seni takvaya sevk edendir.
 

el-Alîm

Allah ﷻ alimdir. Her şeyi bilir. Olmuşları bildiği gibi olacakları da olmuşlar kadar açık bilir. Zamanın başladığı tarihten sonuna kadar olmuş olacak her şey Allah’ın ilminde her lahza hazırdır. Hiçbir hadise Allah’ın ilminden bir lahza dışarıda kalamaz. Hiçbir şey O’na karşı kendini gizleyemez.

Çöllerdeki kumların sayısını, ağaçların yapraklarının sayısını, kalplerdeki düşünceleri, havadaki zerreleri, atomların sayısını, yedi kat gökleri ilm-i ezelisi ile bilir.

Tüm matematik hesaplar Allah'ın ﷻ ilmine bir delildir. Su 100 derecede kaynar, 0 derecede donar. Çocuk, dünyanın her yerinde dokuz ayda doğar. Kanımızda şeker, tansiyon, demir seviyleri hep belli miktarda olmak zorundadır. Bu ölçüler hep O'nun ilminin delilleridir.

Efendimiz sabahladığında, akşamladığında ve yatağına girdiğinde Hz. Ebubekir’e şu duayı okumasını tavsiye etmiştir:‘Ey görüneni ve görünmeyeni bilen Allah’ım! Ey göklerin, yerin ve her şeyin maliki! Senden başka ilah olmadığına şehadet ederim. Nefsimin şerrinden, şeytanın şerrinden ve şirkinden Sana sığınırım. Nefislerimize bir kötülük yapmaktan veya onu bir Müslümana zarara sürüklemekten Sana sığınırız.’

 

Belagat

 'Kim ne hayır işlerse karşılıksız bırakılmaz' şart cümlesinde ceza فَلَنْ يُكْفَرُوهُ fiiliyle geldi, tariz ifade eder. Biz insanlar bize iyilik edenlerin iyiliğini çoğu kere görmezden gelerek inkarvari nankörlükler yaparız. Oysa Cenâb-ı Hak rızası için yapılan hiçbir hayrı karşılıksız bırakmaz, görmezden gelmez. En muhtaç olduğumuz zamanda karşımıza çıkarır.

 Bu ayet Cenâb-ı Hakk'ın Şekûr vasfını anlatırken bizi de bu ahlaka davet edip kadirbilmezlik, iyilikleri, faziletleri unutma hallerimizden de sıyrılmamızı tenbih ediyor.

 'Allah müttakileri bilir' cümlesi de bu manayı teyit ediyor. Allah herşeyi bildiği halde özellikle 'müttakileri bilir' buyurması takvaya teşvik eden tağlibdir. Cüz söylenip kül murad edilen mecaz-ı mürseldir.

 Ayrıca عَلٖيمٌ vasfı lazım melzum alakasıyla müttakilere karşılığını fazlasıyla verir, anlamı taşır. Yeter ki takva vasfı devam etsin.

 اللّٰهُ lafz-ı celali tekit bildiren tecriddir.

Âl-i İmrân Sûresi 116. Ayet

اِنَّ الَّذٖينَ كَفَرُوا لَنْ تُغْنِيَ عَنْهُمْ اَمْوَالُهُمْ وَلَٓا اَوْلَادُهُمْ مِنَ اللّٰهِ شَيْـٔاًؕ وَاُولٰٓئِكَ اَصْحَابُ النَّارِۚ هُمْ فٖيهَا خَالِدُونَ

116- Küfredenleri Allah’tan ne malları ne de evlatları koruyamayacaktır, onlar ateşin arkadaşlarıdır. Daima orada kalacaklardır.

 

İnsanları küfre sokan, dünya hırsı, mal sevgisi, evlat kaygısı, daha fazla elde etme arzusu... Oysa dünyayı ve bütün mükevvenatı yaratan, rızıklandıran, idare eden Yüce Allah'tır. Herkesin rızkı, nasibi, ömrü, hayat bilançosu ezelden takdir ettiği şekilde olagelmektedir. O'nun verdiğine kimse engel olamaz. O'nun vermediğini kimse veremez.

Bunu böyle bilen, inanan kimse mal için, evlat için haddi aşıp günaha girmez. Ve bunlardan ne dünyada, ne ahirette medet ummaz. Dünyada malı Allah için sarf etmediyse, evladı Allah'ın ﷻ istediği gibi yetiştirmediyse bu konuda azami gayret göstermediyse bunlardan asla hayır gelmez.

'Benim malım, evladım çok, onlar beni öbür dünyada kurtarır' diyen kimseye ayet cevap veriyor: Asla o kafirlere malları, evlatları fayda vermez. Onlar ebedi cehennem ashabıdır. Hem nasipten fazlası olmaz, hem Allah dilemedikçe ne malın, ne evladın ne de başka şey fayda vermez. Cenâb-ı Hakk'ı gücendirenle kimse barışık olamaz.
 

Malları ve çocukları kafirleri koruyamayacaktır.

Kafirlerin mallarının ve çocuklarının çok olmasının Allah'ın ﷻ azabına karşı kendilerine hiçbir faydası olmayacaktır. Ayet-i kerime kafirlerin yaptıkları iyiliklerden, hayırlardan ileride faydalanacakları düşüncesini de def eder.

Özellikle mal ve çocukların söz konusu edildi. Çünkü insan kendisini kimi zaman malını feda ederek, kimi zaman da çocuklarının yardımını alarak savunmaya çalışır. Diğer akrabalar arasından çocukların özellikle anılmaları, neseb itibariyle kend ilerine en yakın olanların çocukları olmalarından dolayıdır. Camidatın (cansızların) en faydalısı mal, canlıların en faydalısı evlattır.

Ayet-i kerime kafirlerin mal ve evladın faydasını göremeyince, bu ikisi dışındaki eşyaların hiç birinden bir fayda göremeyeceklerini evleviyetle delalet eder.

Dünya hayatını; evlat sahibi olmak, mal biriktirip gününü gün etmek şeklinde değerlendirenler için, dünyevi metalar birinci planda yer alır. O nedenle uzun bir çalışma hayatının ardından, biriken malın takibi ve güçlüklerle yetiştirilen evlatlar, insanı yorgun düşürür. Bu yorgunluk, yaşlılık sebebiyle gücün bittiği, toprağı ekebilecek dermanın kalmadığında daha da hissedilir. Ömür sermayesi gereksiz gailelerle harcanmıştır, sonsuz bir hazine zannedilen zamanın sonuna gelindiğinde artık geriye dönüş yoktur. Mal ve evlatların ona fayda vermediği günde, kayıplarına üzülmek faydasızdır.

Efendimiz kendini sevmeyenler ve ihlasla sevenler hakkında şöyle dua etmiştir: "Allahım! Kim beni severse onu iffet ve yeterli rızık ile rızıklandır. Kim bana buğzeder (ve bana karşı kin beslerse) ona çok mal ve evlat ver!"

✧ Allahu Teala bir kulunu severse ona fazla mal ve evlat vermez. Böylece Allah'a ﷻ olan muhabbetine bir ortak bulunmamış olur. Çünkü Allahu Teala Gayûr'dur. İbadetine ortak kabul etmediği gibi, muhabbette de ortak kabul etmez. Abdülkadir-i Geylâni

✧ Hayatta en iyi şeyler parayla alınamayanlardır. Mesela onur, temiz vicdan, namus, dostluk, sevgi, sağlık, iştah, mutlu yuva, kültür parayla alınmaz.

İşte onlar cehennem ashabıdır.

Kafirlerin mallarının kendilerine hiç bir fayda vermeyeceği beyan edildikten sonra "belki kafirler mallarını hayır yollarına infak etmişlerdir, ve belki bu harcamalarının faydasını görebilirler" diye insanın aklına bir düşünce gelebilir. Bu cümle ile bu şüphe giderilmiştir.

Kafirler bu infaklardan menfaat göremeyeceklerdir. Her ne kadar Allah'ın ﷻ rızasını kastetseler bile, ahirette malları onlara fayda vermeyecektir.

✧ Ey insan! Aynadaki son nakşa bak! Bir güzelin ihtiyarlığındaki halini ve bir binanın günün birinde harabe haline geleceğini düşün de aynadaki yalana aldanma!.. Mevlâna
 

Cehennem ashabı

Kıyamet gününde ehl-i küfre ve ehl-ı nifaka cennet gösterilir ve kendilerine denilir ki "Eğer Allah'a ﷻ itaat etmiş olsaydınız işte şuralar sizindi." Onlar cennetten zayi ettikleri yerlerini görünce hasret ve nedametle dövünmeğe başlarlar. Fakat ne kadar pişman olurlarsa olsunlar ateşten çıkacak değillerdir.

Hadis-i şeriflerde cehennemin özellikleri ayrıntıları ile bildirilmiştir. Cehennem simsiyah ve karanlıktır, ışığı ve alevi yoktur.

Yedi kapısı vardır. Her kapının üzerinde yetmiş bin dağ, her dağın üzerinde yetmiş bin ateşten tepe vardır, her ateşli tepe üzerinde yetmiş bin ateş çukuru vardır. Her ateş çukurunda yetmiş bin ateş vadisi bulunur.

Her vadide yetmiş bin ateşten köşk, her köşkte yetmiş bin ateş evi, her evde yetmiş bin yılan ile yetmiş bin akrep, her akrebin yetmiş bin kuyruğu vardır. Her kuyrukta yetmiş bin boğum, her boğumda da yetmiş bin testi dolusu zehir bulunur.

Kıyamet günü olunca cehennemin örtüsü açılır ve ondan insanlarla cinlerin sağından solundan, önünden, arkasından ve tepeleri üzerinden uçuşan bir takım çadırlar çıkar. Bu çadırların duvar kalınlığı kırk yıllık yol mesafesindedir. İnsanlar ile cinler bu manzarayı görünce diz üstü çökerek hep birlikte "Allah'ım, bizi kurtar" diye çığlık atarlar.

Kıyamet Günü cehennem her birinden yetmiş bin meleğin tuttuğu yetmiş bin yedek ile çekilerek getirilir.

Cehennem meleklerinin her birinin iki omuz başı bir yıllık yol mesafesi kadardır. Her birinin öyle bir kuvveti var ki, elindeki demir topuz ile bir dağa vursa onu paramparça eder. Her darbesi ile yetmiş bin kişiyi cehennemin derinliklerine atar.

Her cehennem zebanisinin kulak memesi ile ensesinin arası yetmiş yıllık yol mesafesindedir, cehennemde kan ve irin irmakları akar.

Sizin şu ateşiniz, cehennem ateşinin yetmişte biri şiddetindedir. Sahâbiler "Ya tam olsaydı nasıl olacaktı?" diye sordular. Peygamberimiz "Bu ateşin ısısı altmış dokuz kat arttırılmıştır. Her katın sıcaklığı dünya ateşi kadardır" diye cevap verdi.

Cehennemliklerden biri avucunu dünyalılara uzatsa hararetinden bütün dünya yanardı. Cehennem zebanilerinden biri dışarı çıksa da insanlar onu görse, Allah'ın ﷻ onun üzerinde beliren gazabı yüzünden bütün insanlar derhal öleceklerdi.

Peygamberimiz "Bile bile bana yalan söz isnad eden kimse, cehennemin iki gözü arasında kendisine yer ayırsın" buyurunca sahabeler "Yâ Rasûlallah ﷻ, cehennemin gözleri mi var?" diye sordular. Peygamberimiz "Yoksa kendilerini uzaktan gördüğü zaman (cehennemlikler) onun uğultu ve homurtusunu duyarlar" (Furkan, 12) âyetini duymadınız mı?" buyurdu.

Cehennemde susayan su isteyecek, fakat kendisine kaynar su verilecek, içmek üzere ağzına yaklaştırdığı vakit yüzünün etleri yanıp dökülecek. Güçlükle birkaç yudum aldıktan sonra dişleri düşecek. Sonra boğazı pişecek, bağırsakları parçalanacak, sonra tekrar derisi yanıp dökülecek. Ateş içinde bu şekilde azabları devam edecek. Ölemeyecekler, tekrar eski hayatlarına kavuşamayacak ve oradan çıkarılmayacaklar.
 

    Cehennem ne kötü barınak, ne kötü karar

    Mücrim kul dadanmış sanki onu arar

    Zifiri karanlık duman her yeri sarar
  
    Her şeye kadirsin ya Cebbâr!

    Ve kınâ azâbe'nnâr...
 

İçinde ebedi kalıcıdırlar.

Kâfirin küfür ile ilgili günahı, kısa bir zamanı işgal etse de, ebedî ve sonsuz bir ceza ile cezalandırılması ilâhi adalete aynen muvafıktır. Çünkü kısa bir zamanda irtikâp edilen küfür, aslında sonsuz bir cinayettir.

♦ Küfür üzerine ölen bir kâfir, ebedî bir ömürle yaşayacak olsa, o sonsuz ömrünü küfürle geçireceği şüphesizdir. Çünkü kâfirin cevher-i ruhu bozulmuştur. Bu bozulmuş kalbin sınırsız bir cinayete istidadı vardır. Ebedî cezası, adalete muhalif değildir.

♦ Kâfirin günahı sınırlı bir zamanda ise de, sonsuz derecede büyük kâinatın, vahdaniyete şehadetlerine karşı sonsuz bir cinayettir.

♦ Küfür, Allah'ın ﷻ bahşettiği sonsuz nimetlere hakarettir, sonsuz bir cezayı hak eder.

♦ Küfür, Ebedi olan zat ve sıfât-ı İlâhiyeye karşı cüretkar bir cinayettir.

♦ Zıt, zıddına ters ise de, çok hususlarda aynı özellik taşır. İman, ebedi lezzetleri meyve olarak verdiği gibi, küfür de ahirette elim ve sonsuz elemleri intaç eder.

♦ Bir dakikalık cinayete, senelik üçyüz altmış beş günden hesaplanarak; yedi milyon sekiz yüz seksen dört bin dakika (yirmi yıl) hapis cezası verilmesi, bir adalet kanunudur. Bir dakika küfür, bin katl hükmünde olduğundan, yirmi sene ömrünü küfürle geçirip, küfürle ölen bir adam, beşerin kanun-u adaletiyle elli yedi trilyon iki yüz bir milyar iki yüz milyon sene hapse müstehak olur.

Katl ve küfür, tahrib ve tecavüzdür, tesiri başkasınadır. Bir dakikada katl, maktulün hayatını en az on beş sene selbeder, katil onun yerine hapse girer. Bir dakika küfür de, binbir esma-i İlahîyi inkâr ve nukuşlarını tezyif, kemalâtını inkâr, hadsiz delail-i vahdaniyeti tekzib ve şehadetlerini reddetmek olduğundan kâfiri, binler seneden ziyade esfel-i safilîne atar, Halidine'de hapseder.

✧ Her işi kendisini cehenneme sürükleyen bir kimse ondan nasıl kurtulabilir? Yahya b. Muaz

✧ Bir kimsenin haksızlığa uğraması nasıl bir zulüm ise insanın kendini azaba müstehak bir hale getirip cehennem ateşine atması da zulümlerin en büyüğüdür. Abdülhakim el Hüseyni

✧ Cehennemde bir dal odun yoktur. herkes ateşini kendi götürür.

 

Sebeb-i Nüzulü

• Bu âyet Bedir ve Uhud'da Hz. Peygamber'e düşmanlık yolunda çok mal harcayan Ebu Süfyân ve Ebû Cehil hakkında nazil olmuştur. Onlar 'Biz malca, evlatça da çok fazlayız, bize azap edilmez' diye övünür, fakirleri ayıplarlardı.

• Ayet-i kerime Kureyza ve Nadir yahudileri hakkndadır. Yahudiler, mallarının çokluğu nedeniyle, müslümanlara karşı savaşacak güçte olduklarını söylüyor, övünüyorlardı. Müslümanlarsa onların mallarını hesaba katıyor, bu iddialara kulak veriyorlardı. Ayet-i kerime de, mallarının değeri olmadığını beyan etmek üzere nazil oldu.

• Ayet, bütün kâfirler hakkındadır. Çünkü hepsi, malları ile üstünlük taslıyor, Hz. Peygamber ve ashabını fakirlikleri için ayıplıyorlardı. Ortaya attıkları şüphe de "Eğer Muhammed hak üzere olsaydı, Rabbi onu böyle fakirlik ve sıkıntı içinde bırakmazdı" demeleriydi.

 

Belagat

 اِنَّ 'nin haberinin fiil olarak gelmesi hükmü takviye eder.

 Malları, evlatları onlara fayda vermeyecek, isnad-ı mecaziden mefule isnaddır. Aslı: 'Onlar mal ve evlatlarından faydalanamayacaklar' şeklindedir.

 Malın evlada takdimi, özellikle ehli küfür için mal, evlattan önce olduğundandır. Onlar nefislerini, hevalarını Cenâb-ı Hakk'ın önüne geçirip inkarı tercih ettiklerine göre hevalarının malzemesi olan malı elbette evlat üzerine tercih ederler. Büluğdan sonra çocuklarını başlarından savmaları, ilgisiz başıboş bırakmaları, kanunları, tüzüklerini böyle tâmim etmeleri de bunu gösterir.

 شَيْءً kelimesinin nekresi taklil içindir. Mal ve evlat, Allah'tan gelecek en ufak bir azaba karşı dahi kafirleri koruyamaz.

 Mefhum-u muhalifi, müminlere malları, evlatları hem dünyada hem ahirette fayda verecektir. Çünkü o Cenâb-ı Hakk'ın istediği gibi malını kullanır, evlatlarını da O'nun rızasına uygun yetiştirir.

 اَمْوَالُهُمْ ve  اَوْلَادُهُمْ arasında muvazene vardır. Kalıpları aynıdır.

 'İşte onlar cehennem ashabıdır' cümlesinde, fiil cümlesinden isim cümlesine dönülmesi, sübut ve devam ifadesi içindir.

 'Cehennem ashabı' istiare-i tahakkümiyedir. Onların cehennemdeki kalışları, bir arkadaşın beraberliğine benzetilmiştir. Arkadaşlar birbirinin karakterini taşıdığı gibi, kafirler de ateş karakteri taşırlar. Yakmak, yıkmak, yok etmek onların ayrılmaz vasfıdır.

 'Orada ebedi kalıcıdırlar' itnabdan iygaldir. Cehennemin kafirler için ebediliğini tekitle bildirir.

Âl-i İmrân Sûresi 117. Ayet

مَثَلُ مَا يُنْفِقُونَ فٖي هٰذِهِ الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا كَمَثَلِ رٖيحٍ فٖيهَا صِرٌّ اَصَابَتْ حَرْثَ قَوْمٍ ظَلَمُٓوا اَنْفُسَهُمْ فَاَهْلَكَتْهُؕ وَمَا ظَلَمَهُمُ اللّٰهُ وَلٰكِنْ اَنْفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ

117- Bu dünya hayatında harcadıkları, kendilerine zulmeden bir kavmin ekinlerine isabet edip mahveden soğuk rüzgara benzer; Allah ﷻ onlara haksızlık etmiyor, onlar kendilerine zulmediyorlar.

 

Dünya hayatına dalıp giden, gaflet, dalalet, hevay-ı nefs vadilerinde başıboş dolaşan kimselerin nasıl harcandıklarını nasıl harcadıklarını Cenab-ı Hak dehşetli bir misalle akıllara resmediyor.

İçinde ateş olan bir rüzgarın zalim bir kavmin tarlasına isabet edip helak etmesi gibi, ehl-i dünyanın harcaması da helak olup gider. Bunların en başında bir kadın uğrunda yapılan harcamalar gelir. Mal, para, namus, şeref, aile, akraba-i taallukat, iş, kulluk, dostluk herşey heba olur. Yuvalar yıkılır, analar ağlar, mazlumlar beddua eder, dostlar üzülür, düşmanlar sevinir. Elalem kınar, yavrular perişan olur. Bir nefsin keyfi için bunca elem, bunca ızdırap reva mı?

Cenâb-ı Hak mühlet verir, ama ihmal etmez. Bir zalimi, bir zalimle terbiye eder. O bel bağladığı, gönül verdiği,uğruna herşeyini feda ettiği kimse öyle bir hile yapar ki neye uğradığını anlamaz. Artık yanma sırası ona gelir. İçi ateş dolu sam yeli yakar, kavurur, eser savurur. Bütün haram harcamalar böyle sonuçlanır.
 

Bu dünyada yaptıkları infakın misali

Allahu Teâlâ önceki ayette kâfirlere mallarının fayda vermeyeceğini bildirince, onlar mallarını bazen hayır yollarında harcadıkları için, akla bu gibi infaklardan faydalanabilecekleri gelebilir. Cenâb-ı Hak, bu şüpheyi izale edip, 'onlar bu infâklarla Allah'ın ﷻ rızasını kastetmiş olsalar bile, bundan faydalanamazlar' buyurdu.

"Bu dünya hayatında onların harcadıkları şeylerin misali" cümlesindeki مَا edatı, masdar edatı da olabilir, aidi hazf edilmiş bir ismi mevsul de olabilir. 'Onların o harcadıklarının misali..' anlamındadır.

İnfak; ya dünya ya da âhiret menfaati için yapılır. Eğer bunlar dünya menfaati için yapmışsa, kâfir şöyle dursun, müslüman hakkında da bir faydası yoktur. Eğer âhiret menfaati için yapılmışsa, bundan âhirette de istifade edemez. Çünkü küfrü istifade etmesine mânidir.

Mallarını, imarethaneler, ribatlar, köprüler yapmak, fakir, yetim ve dullara iyilik etmek gibi hayır yollarında infâk etmiş olabilirler. Bu şekilde infâk yapanlar, büyük sevaplar umar. Fakat âhirete vardığında, küfrünün bütün bu hayırları silip götürdüğünü görür.

Münafıklar da "takiyye" yoluyla ve müslümanlardan korktukları için mallarını Allah yolunda harcar görünüyor, Müslümanlara, dost gibi görünmek istiyorlardı. Âyet, onları da kapsamaktadır.

Yahudilerin en adi ve sefil tabakası da tahrifte bulunmaları için kendi âlimlerine infakta bulunuyorlardı, ayet onlara da işaret eder.
 

    Allah’ın on pulunu, Bekleye dursun on kul

    Bir kişiye tam dokuz, Dokuz kişiye bir pul

    Bu taksimi kurt yapmaz, Kuzulara şah olsa

    Yaşasın kefenimin, Kefili karaborsa.  N.Fazıl

 

Kavurucu soğuk rüzgara benzer

Yani 'Kavurucu soğuk bir rüzgârın esişine benzer' anlamındadır.

Veya sebep-müsebbep alakasıyla 'rüzgarın helak ettiği ekin gibidir' demektir. Yani 'yaptıkları harcamalarının helak olma hali, adeta bir rüzgârın ekini helak etmesi gibidir.'

• صِرٌّ ileri derecede soğuk demektir.

• Kelimenin aslı 'ses' demektir. O takdirde âyet-i kerimede bu kelime, 'Şiddetle esen rüzgârın sesi' demek olur.

• O rüzgârda bulunan ateşin alevinin çıkardığı sestir.

Bu örnek, Kur'an-ı Kerim'de anlatılan örneklerin en parlak ve en göz alanıdır. Teşbihin anlamı şöyledir: Kâfirlerin harcamalarının geçersizliğinin, boşa gitmesinin ve fayda sağlamamasının örneği, oldukça soğuk, kavurucu bir rüzgârın yahut da bir ateşin isabet edip yaktığı ve helak ettiği bir ekine benzer. O ekin sahipleri, ekinden faydalanacaklarını umarken, artık ondan hiçbir fayda sağlayamazlar.

Kafirler de şeytan için mallarını sarfedip ondan yarar ve ödül beklerler. Sonra ahiret gününde, ekin ekip de ondan iyilik ve çıkar uman kişinin, kavurucu bir soğuğun isabet ederek ekinini yaktığını görünce duyduğu hasret ve pişmanlık içine düşerler.

Soğuk rüzgar ekin için özellikle Mayıs ayında çok tehlikelidir. Bu ayda ekinler çiçek açar, rüzgârlar yoluyla tozlaşma ve döllenme gerçekleşir. İşte bu dönemde havalar çok soğuk giderse ekini soğuk vurur. Çiçekler soğuktan kavrulur. Döllenme gerçekleşmez, başak boş kalır ve boş başak dik durur.

Ekin için en önemli üç unsur; sırayla yağış, serin hava ve kuzeyden esen poyrazdır. Yağışların arkasından havalar çok sıcak olmaz, serin giderse, bir de poyraz eserse, ekinin gidişatı iyi olur. Poyrazla ekinler bir o yana, bir bu yana sallanır, sağa-sola eğilir ama her seferinde doğrulur. Bu sırada, bu mücadele esnasında başaklar tane tutar. Yavaş yavaş yeşilliği giderken, ekin sararır, başaklar baş aşağı durur.

Başağın eğik olması doluluğu ve tevazûyu, dik duruşu ise boşluğu ve kibri temsil eder. Rüzgârla savrulmalar ise açıktır ki, mücadele, çaba, gayret demektir.

Başağın dolarak olgunlaşması zaman isteyen bir süreçtir. Bazen kuraklık, bazen soğuk, bazen sıcak, bazen de rüzgârla eğilip doğrulmak mücadeleyi temsil eder. Mücadele etmeden, çalışıp yorulmadan, uğraşıp didinmeden hiçbir olgunluğa erişilemez.

Teşbih bu açıdan düşünülünce, ayrı bir mana çıkar. Şöyle ki; ekinin soğuk rüzgarla mahvolması, olgunlaşmadan boşa gitmesine yol açar. Demek ki, kafir ve münafıkların harcamaları erkenden kavrulmuş ekin gibi, olgunlaşmamış harcamalardır. Alt yapısızdır. Dimdik dursa da, büyük boylu görünse de aslında hiç bir işe yaramaz, sadece görüntüsü ve havası vardır. Hayvan yemi olmaya mahkum ekin sapı gibi, münafıkların ve kafirlerin yaptığı harcamalar da iyi insanların işine yaramaz, ancak sefihlerin, aklı olgunlaşmamış kişilerin hoşuna gider. Topluma faydası olmaz.
 

Allah zulmetmedi, onlar kendilerine zulmediyorlar.

"Allah böyle yapmakla onlara zulmetmedi. Ama, onlar küfre sapmak, isyan etmek, yüce Allah'ın ﷻ hakkını vermemek suretiyle kendilerine zulmediyorlar."

Onlar, ziraat zamanı dışında, yahut uygun olmayan yerlerde ekin ekmek suretiyle kendilerine zulmettiler. Zulüm, bir şeyi uygun olmadığı yere koymaktır. Ekini yerinde ve zamanında yapmayan kimse, mutlaka ziyan eder. Sonra bu ekine soğuk rüzgâr da isabet edince, onu eken hayli haydi ziyana uğrar. Kâfirler infâkı yerinde ve zamanında yapmayıp, ayrıca da buna küfürlerinin uğursuzluğu isabet edince o da zâyi olur. Şanı yüce Allah da bir şeyi olması gereken yerden başka bir yere koydukları için onları te'dip etti.

Allah ﷻ kâfirlerin harcamalarını kabul etmeyerek onlara zulmetmedi. Fakat onlar kendi kendilerine yazık ettiler. Çünkü, yaptıkları infak ile kabul olunabilir liyâkatte bir şey getirip sunmadılar.

Kafirlerin harcamaları; Efendimize eziyet etmek, müminleri öldürmek, Müslüman memleketlerini tahrib etmek İslam dininin yayılmasına mâni olmak sonucuna yol açar. İnsanlara yaklaşmak, övünmek, sum'â (insanlara duyurmak), insanların arasında güzel bir şekilde anılmayı istemek, İslam ehline düşmanlık içindir.
 

Kendi nefsine zulmetmek

Kur'an-ı Kerim hangi davranışların “kendi kendine zulmetmek” olduğunu örneklerle bildirmektedir.

1- Allah'ın ﷻ sınırlarını aşmak, kendine zulmetmektir.

“Bunlar Allah’ın sınırlarıdır. Kim Allah’ın sınırlarını aşarsa, şüphesiz kendine zulmetmiş olur.” (Talak, 1)

2- Bir insanı kazayla, haksız yere öldürmek.

“Mûsâ, “Rabbim! Şüphesiz ben nefsime zulmettim. Beni affet” dedi. Allah da onu affetti.” (Kasas 16)

3- Haram kılınmış bir yasağı çiğnemek.

“(Adem ile eşi) dediler ki: Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz.” (Araf, 23)

4- Allah'tan başkasına tapmak.

“Mûsâ, kavmine dedi ki: “Ey kavmim! Sizler, buzağıyı ilâh edinmekle kendinize zulmettiniz...” (Bakara 54)

5- Haram aylarda savaşmak.

“Şüphesiz Allah’ın gökleri ve yeri yarattığı günkü yazısında, Allah katında ayların sayısı on ikidir. Bunlardan dördü haram aylardır. İşte bu, Allah’ın dosdoğru kanunudur. Öyleyse o aylarda kendinize zulmetmeyin...” (Tevbe 36)

6- Boşanma durumunda kadının hakkına riayet etmemek

“Kadınları boşadığınız ve onlar da bekleme sürelerini bitirdikleri zaman, ya onları iyilikle tutun yahut iyilikle bırakın. Haklarına tecavüz edip zarar vermek için onları tutmayın. Bunu kim yaparsa kendine zulmetmiş olur...” (Bakara 231)

Buradaki “zulüm”den, insan bedenine yönelik fiziki bir zorlamanın kastedilmediği açıktır. Burada anlatılmak istenen “Kendi kendine zulüm”, aç-susuz kalmak, uykusuz durmak, diken üstünde yatmak, uzun süre ayakta durmak, bedenini yaralamak, kanını akıtmak, intihar etmek değildir.

Burada zikredilen “zulüm” insanın kendi kendisine manevi bir bedel ödetmesidir. İnsanın kendi kendisini, yaratılış hukuku dışında bir işe zorlamasıdır.

Allah Teala, nefsin zevk algıladığı böyle bir zorlamaya 'zulüm' demektedir.

Hazreti Adem, Havva ve Hazreti Musa gibi kalp hassasiyeti derin olan kullar, bu davranışların zulüm olduğunu idrak etmiş ve Allah'tan mağfiret dilemişlerdir.

“Zulüm” sözkonusu olduğunda, ortada zulmeden ve zulmedilen olmak üzere iki taraf vardır. İnsan kendi kendine zulmettiğinde, zulme maruz kalan ruhu, ona zulmeden de şeytana uyan nefsidir.

İnsan kendi kendine, bilerek zulüm yapmaz. İnsanın eli ile gözünü çıkarmaya kalkışması, vücuduna bıçak saplaması, herhangi bir uzvu ile diğer uzvu üzerinde zulüm icra etmesi düşünülemez.

“Kendi kendine zulmetmek” kendi bünyesindeki bir tahribatı değil, başkasının hukukunu çiğnemeyi ifade etmektedir. İnsan el, ayak ya da herhangi bir azasıyla, Allah Teala'nın ya da yaratılmış herhangi bir varlığın hukukunu ihlal edince, eline, ayağına, diline ya da tüm bunların açtığı tahribat sebebiyle kalbine, yaratılış maksadı dışında kullanması sebebiyle zulmetmiş olur.
 

Vaktiyle bir hac kafilesi, çölleri aşıp vahaları geçerek Hicaza doğru yol alırken, eşkıyalar birden etraflarını çevirir. Hacılarda ne var ne yok hepsini alırlar. Ancak kafilede bulunan kadınlara dokunmazlar. Hacı adaylarından yaşlı bir zat:

- Eyvah, eşkiyalar paramızı alıp gidecekler. Hacca gitmek şöyle dursun, evimize dönecek paramız bile kalmayacak, diye sızlanır.

Tam o esnada eşkiyalardan biri arkadaşlarına seslenir:

- Hey, kadınları aramayı unuttuk. Asıl altın onlardadır.

Bu söz üzerine hep birlikte dönerek, kadınların üzerindeki elbiseleri yırtıp, örtülerini atmaya başlarlar. Bu defa yaşlı zat fikrini değiştirir. 'Paramızı götüremezler artık, korkmayın' der.

Eşkıyalar kadınlara hücum ettikleri anda müthiş bir gök gürültüsüyle birlikte şimşekler çakar, eşkıya reisinin başına ansızın korkunç bir yıldırım düşer. Paniğe kapılan soyguncular ne yapacaklarını bilemezler. Nihayet yakalanırlar, paraları da iade etmeye mecbur olurlar.

Ortalık sükûnete erdikten sonra o yaşlı zata sorarlar:

- Önce paramızı götüreceklerini söylediniz; sonra da sanki olacakları biliyormuşçasına, ‘Artık götüremezler’ dediniz. Gerçekten dediğiniz gibi oldu. Paramızı götüremediler. Bunu nasıl bildiniz?” Yaşlı zat şöyle cevap verir:

- Onlar paramızı almakla bize zulmettiler. Ama zulüm vasat derecedeydi; gayretullaha dokunacak seviyeye ulaşmamıştı. Ne zaman ki kadınlara dönüp eziyet ettiler, o zaman zulüm gayretullaha dokunacak dereceye vardı. Zulüm bu dereceye ulaşınca devam etmez. İlahî bir silleyle son bulur. Nitekim öyle de oldu, cezalarını buldular. Elebaşıları öldü, ötekiler yakalandı. Biz de kurtulmuş olduk.

 

Belagat

 "Onların infakı, içinde kavurucu soğuk olan rüzgara benzer" teşbihinde vech-i şebe, faydasızlıktır. Anadolu'da ayaz vurdu denir. Yani kaysılar çiçek açarlar, mahsule dönüşecekken, bir şafak vaktinde veya geceleyin, dondurucu bir poyraz eser. Ağaçlar ve dallarında çiçekler sabah güneş doğuncaya kadar dayanırlar. Güneş doğup ısındığı vakit kuruyuverirler. Yani şiddetli soğuk bir rüzgar zirai mahsullere estiğinde nasıl zarar veriyorsa, onların da dünyada infak ettikleri mal öyledir. Çiçek açar gibidir. İmansızlıkları yolunda yaptıkları tasarruf, yani verdikleri mallar onlara çiçek açar gibi görünür. Gece verecek gibi görünür ama sonu hüsrandır.

 Bu teşbih, teşbih-i mürekkebdir. Teşbih-i mürekkeb, iki cümlenin cüzleri arasında benzerlik bulunması ile, iki cümlenin maksatları arasında bir benzerliğin bulunmasıdır.

♦ "Küfürlerinin, infâk ettikleri şeyi yok etmede misali, ekini helak eden rüzgâr gibidir."

Küfür rüzgara benzetilmiştir, vech-i şebesi geçiciliktir, rüzgar esip gittiği gibi, onların infakı da kalıcı eser bırakmaz. İnfak ekine benzetilmiştir, vech-i şebesi üretim, berekettir. Küfrün infakın sevabını iptali, rüzgarın ekini helak etmesine benzetilmiştir, vech-i şebesi yok olması, emeklerin boşa gitmesidir.

♦ "Onların infaklarının misâli, rüzgârın helak ettiği ekin gibidir."

 فٖيهَا صِرٌّ itnabdan tetmimdir. Tetmim; mütekellimin kelamından çıkarıldığında, zatında veya sıfatında noksanlığa yol açacak bir kelime eklemesidir. Bu kelime aynı zamanda tecsid ve teşhis (şahıslaştırma) ifade eder.

 "İnfak ettikleri şey..." ifâdesi, Hz. Muhammed'e karşı asker toplamak ve O'na eziyet vermek için yaptıkları harcamalara işarettir. مَا ism-i mevsulü tahkir içindir.

 Burada infaktan murad, onların âhirette istifâde etmeyi umdukları bütün amelleridir. Allahu Teala bunu infâk diye isimlendirmiştir, tağlibdir.

 Kafirlerin hayırlarından fayda olmadığı söylenerek, şer için yaptıklarının cezasının büyüklüğüne de tariz yapılmıştır.

 'Nefislerine zulmeden kavim' sıfatlı kinayedir. Yani Allah'a ﷻ isyan ederek cezalandırılan, neticede kendilerine zulmeden bir kavim.

 'Nefislerine zulmeden kavmin ekinine isabet eden rüzgar' buyruğu bir telmihtir. Tarihte Allah'a ﷻ isyan edip, nankörlük eden, ceza olarak ellerindeki mahsulleri helak edilen kavme bir telmih yapılmıştır. (Kalem Suresi'nde bu kavimden bahsedilmiştir.)

 Ayet-i kerime, memlekette söz sahibi olan zorbaların kötü niyetle yaptıkları haksız harcamalara da işaret eder. Meselâ; salih bir insanı memleketinden sürgün etmek, öldürmek, ona ve ailesine eziyet etmek, herhangi bir Müslümana haksızlık etmek, ve bunlara benzer şeyler için yapmış olduğu harcamalar gibi.

 Ayet-i kerimede irsad vardır. وَمَا ظَلَمَهُمُ اللّٰهُ وَلٰكِنْ اَنْفُسَهُمْ denilip durulunca, cümlenin devamının يَظْلِمُونَ şeklinde geleceği anlaşılmaktadır.

 'Fakat onlar kendilerine zulmediyorlar' cümlesinde mefulün takdimi fasılaya riayet içindir; tahsis için değildir.

 İnsan kendine zulmetmez fakat yaptığı zulmün sonucunda nefsine azap edilmesine yol açar. Bu nedenle isnadı mecaziden sebebe isnaddır.

 "Allah onlara zulmetmedi" ile "Zulmediyorlar" kelimeleri arasında tibak-ı selb ve iştikak cinası vardır.

Âl-i İmrân Sûresi 118. Ayet

يَٓا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُوا لَا تَتَّخِذُوا بِطَانَةً مِنْ دُونِكُمْ لَا يَأْلُونَكُمْ خَبَالاًؕ وَدُّوا مَا عَنِتُّمْۚ قَدْ بَدَتِ الْبَغْضَٓاءُ مِنْ اَفْوَاهِهِمْۚ وَمَا تُخْفٖي صُدُورُهُمْ اَكْـبَرُؕ قَدْ بَيَّنَّا لَكُمُ الْاٰيَاتِ اِنْ كُنْتُمْ تَعْقِلُونَ

118- Ey iman edenler, sizden olmayanları dost edinmeyin; onlar size zarar vermekte kusur etmezler; sıkıntıya düşmenizi arzu ederler, ağızları kin saçar, kalplerinde gizledikleri daha büyüktür. Eğer düşünür de anlarsanız, ayetlerimizi size açıklamış oluyoruz.

 

Yüce Rabbimiz iman edenleri uyarıyor: Sizden olanlardan, mümin olanlardan başkalarını dost, sırdaş edinmeyin. Onların dinleri yok ki imanlarına zarar gelsin! Onlar daima sizin zararlarınızı, kendi menfaatlerini düşünürler. Dost gibi gözükür, düşmanlıklarını sürdürürler. Hile ve desise kurar, hep aldatma, kandırma ve tongaya düşürme peşindedirler.

'Bitâne' lugat itibarı ile içine nüfuz etmek anlamına gelir. Buna göre onların iç alemlerini bilmek, yaptıkları kötülükleri kanıksamaya sebep olur. Milletimizin bütünüyle onlara benzemesi, ilimleriyle, flimleriyle, reklamlarıyla onların içine nüfuz etmenin neticesidir. Onların diyarlarında çalışma, okuma, gezme, onlarla evlenme, ortak iş yapma gibi beraberlikler buna sebep olmaktadır.

Onlara ne kadar yakın olursa olsunlar, Müslümanları asla sevmeyecek, kin, nefret, buğz, hile, zulmü asla bırakmayacaklardır.
 

Sizden olmayanları dost edinmeyin.

«بطَانةَ» kelimesi sandık ve eşya sepeti demektir. Fakat burada sırlarını teslim ettiği kişi anlamındadır. Kişinin bitâne'si, onun iç işlerine ve gizli sırlarına muttali olan özel adamları ve yakınlarıdır. Kelimenin aslı, hem sırt, hem de elbise ve benzerlerinin yüzü anlamına gelen zahr'ın zıddı olan 'batn; karın ve astar' kelimesidir.

Bir kimsenin, bir diğer kimsenin özel adamı ve yakını olmasını anlatmak için kullanılır. Astar bedene elbisenin kendisinden daha yakın olduğu için, sırdaşlar buna benzetilmiştir. Astar elbiseye ne kadar yakınsa, sırdaşlar da kişiye o kadar yakındırlar.

"Sizden olmayanlar" yaşayış, güzel davranış ve itikada bağlılık noktasında müminlerden başka olan herkestir.

♦ Yahudilerdir. Medine'li müslümanlar, yahudilerle kendileri arasında süt kardeşliği ve çeşitli antlaşmalar bulunduğu için, din konusunda muhalefet etseler bile, geçim meselelerinde kendilerinin iyiliklerini isterler zannıyla, onlarla müşaverede bulunuyor ve onlara yakınlık duyuyorlardı.

♦ Münafıklardır. Mü'minler, münafıkların sözlerinin zahirine aldanıyor, onların doğru söylediklerini zannederek, onlara kendi sırlarını ifşa ediyorlardı.

♦ Bütün kafirlerdir.

Âyet-i kerime Müslümanın müslümandan başka sırdaş edinmesini yasaklamaktadır. Mü'min, bu ilâhî buyruğa uymadıkça yeryüzünde huzur bulamaz. Onlarla dost olmak demek, haktan ayrılmak ve maddî-manevî sıkıntıya düşmek demektir. Çünkü din düşmanı, müslümanın hakkında elinden gel en kötülüğü geride bırakmaz. Müslümanın zarar görmesine sevinir. Ağızlarından çıkan kinden daha büyüğü içlerinde saklıdır.

Kâfire sevgi beslemek yasaklanmıştır. Fakat iyi geçinmek ve müdârâ etmek lâzımdır.
 

Arkadaş seçmenin önemi

Ayet-i kerime kâfirlerden, yahudilerden ve hevalarının arkasından giden sapık fırkalardan olanlarla içli dışlı olmayı, onları yakın kimseler edinmeyi, görüşlerini almayı ve işleri onlara havale etmeyi yasaklamaktadır. Hatta, kişinin itikat ve dinine muhalif olan hiçbir kimse ile karşılıklı konuşmaması gerektiği söylenmiştir. Şair der ki:

"Sen kişiye dair sorma. Onun arkadaşını sor. Çünkü her bir arkadaş beraber olduğu kimseye uyar."

Kişinin sırrını taşıyan kimsenin, kendi cinsinden, güvenilen biri olması gerekir. Aksi halde sırrının ifşa edilmesi, insanlar arasında rezil rüsva olmasına sebep olur.

✦ Kişi, arkadaşının dini üzeredir. O bakımdan sizden herhangi bir kimse kiminle arkadaşlık ettiğine bir baksın. Hadis-i Şerif

✦ Hakiki müminle ancak ahiret ehli dost olur. Hadis-i Şerif

✧ Allah’ı tanıyan bir yabancı için, O’na yabancı olan bin akraba feda! Sadi-i Şirâzî

✧ Yalnız kendi nefsini düşünerek dost arayan, hizmetçi arıyor demektir. Cenap Şehabettin

✧ Her işte kendinden üstününü ara, bunu fırsat bil; kendin gibisiyle, vaktini yok edersin. Sadi-i Şirâzî

✧ Dostlarının, arkadaşlarının hukukunu gözetmeyen, onunla sohbetin, beraber bulunmanın bereketini bulamaz.

✧ Samimi ve dua eden arkadaş, her karşılaştığında avucuna lira koyandan hayırlıdır.

✧ Siz Allah’tan konuşurken başka şeylerden bahsedenlerle arkadaşlık etmeyin.

✧ Dostları hafife alanın mürüvveti yıkılır. Abdullah b. Mübarek

✧ Yastık diye başını ateşe dayayan, yatak diye yılanların üzerine yatan bir adam, emniyet ettiği bir dostundan, düşmanlık sezen bir adamdan daha rahat uyur.

✧ Acele yürüyen, yol arkadaşı değildir. Gönlü sana bağlı olmayana gönül bağlama. Sadi-i Şirâzî

✧ Yanında değilken arkadaşına seni nasıl anmasını istersen sen de ona öyle davran.

✧ Belki de Allah ﷻ, uygun kişiyi tanımandan önce yanlış kişilerle tanışmanı, uygun kişiyi tanıdığında minnettar olman için istedi.

✧ Siz, insanları kardeş edindikleri kimselerle değerlendirin. İbn Mes'ud
 

Onlar size zarar vermekte kusur etmezler.

"Onlar, sizin halinizin bozulması için ellerinden gelen herşeyi yaparlar. Zahiren sizinle savaşmıyor olsal ar dahi, size, hileler, tuzaklar kurmakta, sizi aldatmak uğrunda ellerinden gelen hiçbir gayreti esirgemezler." خَبَالاً "Kötülük" kelimesi ikinci meful olarak mansub gelmiştir. Çünkü "geri kalmamak" anlamındaki لَا يَأْلُونَ fiili iki mefule teaddi eder. Mastar olarak (mef'ul-i mutlak) olarak da mansub gelmiş olabilir. Yani 'Onlar size, sizi bozacak şekilde kötülük yaparlar' demek olur. Harfi cerin hazfı ile nasb edilmiş olması da mümkündür.

Resûlullah "Ey iman edenler! Sizden başkasını kendinize sırdaş edinmeyin. Onlar size kötülük yapmaktan geri kalmazlar" buyruğu hakkında "Onlar Haricîlerdir" buyurmuştur.

'Müşriklerin ateşiyle aydınlanmayınız ve mühürlerinizi de Arapça Hz. Muhammed'in mührü gibi kazımayınız." Hz. Peygamber bununla şunu kastetmektedir: Sizler, herh angi bir işiniz hakkında müşriklere danışmayınız ve mühürlerinize yüzükl erinize de "Muhammedun Rasûlullah" diye kazımayınız.

Ebû Mûsâ el-Eşarî zımmi bir kimseyi kâtip olarak göreve aldı. Hz. Ömer (ra) ona bundan dolayı sitem eden bir mektup yazdı ve bu âyet-i kerimeyi hatırlattı. Bir süre sonra Ebû Mûsâ el-Eş'arî, kâtibin yaptığı bir hesabı getirip Hz. Ömer'e sundu. Hz. Ömer, yapılan bu hesabı beğendi.

Daha sonra Hz, Ömer'e bir mektup geldi. Ebu Musa'ya: Senin kâtibin nerede? Gelsin de insanlara bu mektubu okusun, deyince, Ebu Musa; O mescid'e giremez, dedi. Hz. Ömer; Neden, cünüp mü? diye sorunca, Ebu Mûsâ, Hayır o bir hıristiyandır, dedi. Hz. Ömer onu azarladı ve şöyle dedi:

- Allah onları uzaklaştırmışken sen onları yakınlaştırma. Allah onları hakir düşürmüşken sen onları tebcil etme. Allah onların hain olduklarını söylemişken sen onlara güvenme.

Yine Hz. Ömer şöyle demiştir: Siz, kitap ehlini görevlerinizde kullanmayın. Çünkü onlar, rüşveti helâl bilir. İşlerinize ve yönettiğiniz raiyenizin işlerine yüce Allah'tan korkan kimseler i görevlendirerek yardım alınız.
 

Sizin zarara uğramanızı isterler.

Önceki 'Size zarar vermekte kusur etmezler' cümlesinden sonra bu cümlenin gelmesi şu manayı ifade eder: Onlar din ve dünya işlerinizde size zarar vermekten geri durmazlar. Zarar vermekten aciz kaldıklarında ise bunu ister ve size zarar gelmesini temenni ederler. Hep kalblerinde bu temenni vardır, bu asla kalblerinden çıkmaz.

Zimmet ehlini kâtipliğe getirmek, onların alış verişteki tasarrufları, vekâletleri caiz değildir.

Hz. Ömer'e; Burada Hireli bir hıristiyan vardır. Ondan daha iyi kâtiplik edec ek, daha güzel kalemle yazı yazacak kimse yok. Senin yazı işl erini yürütsün mü? denilince şu cevabı verdi: Ben, mü'minleri bırakıp baş kalarını sırdaş edinemem.

Nifâk ehli, inananlar arasında fitne ve fesat çıkarmak için her çareye başvururlar. Hattâ içlerinden bazıları, bir zaman Müslüman görünüp daha sonra (güya) İslâm'dan ayrılır. Böylece İslâm'da aradıklarını bulamadığını imâ ederek kendileriyle birlikte daha başka bazı kişileri de İslâm cemaatinden koparmaya çalışırlar. Münafıklar, bazen de dindarlık şemsiyesi altında ifsad faaliyetlerine yeni mecralar ararlar. İbadethane yaptırarak kendilerini gizlemeyi ve düşmanlıklarını sürdürmeyi düşünürler.

Münafıklar kendilerine bir yetki verildiğinde yahut fırsat tanındığında yeryüzünde fesat çıkarır, toplumların ve milletlerin gelir kaynaklarını tahrip eder, nesilleri bozmak için çalışır ve akrabalık bağlarını kesmeye, âile kurumunu ifsada yeltenirler.
 

Kinleri ağızlarından çıkmıştır.

♦ "Münafıkların öfkeleri ağızlarından taşmaktadır, size olan düşmanlıkları ve yalanlamaları, ağızlarıyla ortaya çıkmaktadır."

Çünkü münafıklar her ne kadar kendilerini açığa vurmamak için konuşmamak ve bir şey söylem emek maksadıyla kendilerini zorlasalar da yine de kendilerine hakim olamayarak bir şeyler ağızlarından kaçırırlar. Müslümanlara olan kinler ini ve salyalarını istemeyerek de olsa bazen kusmak zorunda kalırlar. Münafığın sözünde nifakına, sevgi ve nasihat hususunda samimiyetten uzak olduklarına delâlet eden bir şey mutlaka bulunur. "Andolsun ki sen onları, sözlerindeki üslûbundan tanırsın..." (Muhammed 30)

Münafıkları ele veren önemli özelliklerden birisi de, Müslümanlara kin ve düşmanlık beslemeleri, özeleştiriden uzak, ötekini karalama tavrı içinde her türlü hakaret ve fenalığı onlara revâ görmeleridir. Nifak ehli, Müslümanlara, değişik dil oyunları ve mecazî anlatımlar ile hakaret etmekten geri durmaz, dillerini bir kılıç gibi kullanarak kalp kırıp inananlara saygısızlık yaparlar.

♦ "Birbirlerini bu durumdan haberdâr ettikleri için, münafık ve kâfir dostlarınızın buğzu, dışa vurur."

♦ "Yahudiler, peygamberinizi ve kitabınızı yalanladıklarını açıkça gösterir, sizi cahillik ve ahmaklıkla nitelerler. Birisinin cehalet ve ahmaklıkta ısrar ettiğine inanan kimsenin onu sevmesi imkânsız olur ve ona her durumda kesin buğzeder."

Öfke-buğz, sevginin zıddıdır. Âyet-i kerimedeki الْبَغْضَٓاءُ müennes bir mastardır.

Allahu Teala'nın, diller yerine özellikle ağızları söz konusu etmesi, gelişi güzel konuşmalarında bile bunu ortaya koyduklarına işaret içindir. Onlar, öfkesi gözlerinden belli olan ve bunu gizlemeye çalışan bir kimseden daha da ileri derecededirler. Hz. Peygamber'in; kişinin kardeşinin ırzına (şeref ve haysiyetine) gelişi güzel dil uzatmasını yasaklaması da bu anlamdadır.

İnsanın konuşma tarzı, onun kişiliğini ele verdiği gibi, bir yönüyle de maksadını gizlemesini sağlayan bir maske görevi verir. Düzgün ve net bir söz kulağa ağırbaşlı ve heybetli bir insanı, sanatlı bir söz de kibar ve yumuşak huylu bir kişiliği çağrıştırır. Kulağı tırmalayan, kaba ve sert bir konuşma ise insana itici gelir. Münafıklar, iletişim esnasında kendilerini ifade ederken hem konuşma üsluplarına, hem de jest, mimik ve giyim kuşama önem verirler.

Bazı münafıklar, çok fasih, akıcı ve tatlı bir üslûba sahiptirler, kendilerini çok iyi ifade ederler. Konuştuklarında insanları etkiler ve kendilerini dinlettirir, hattâ imrendirirler. Ancak onlara bir şey söylendiğinde, karşısındakini dinler gibi görünse de kulaklarına bir şey girmez, idrak ve anlayıştan yoksundurlar. Kalplerinde düşmanlık beslediklerinden her türlü çağrıyı ve hareketi kendilerine yönelmiş bir saldırı olarak algılar, hattâ kendilerine faydalı söz ve davranışlara bile kuşkuyla yaklaşırlar. Bu hal onlarda bir seciye halini alır; zamanla mahiyetlerinin bir çukuru şekline dönüşür.

Yahudiler Medine döneminde Hz. Peygamber ile karşılaşınca "Sana ölüm olsun" anlamına gelen "Es-sâmu aleyke" şeklinde selam veriyorlardı. Hz. Peygamber onların bu kaba selamlarına "aleyküm- size olsun" diye cevap vermekle yetinir, edepli ve yumuşak tavrını değiştirmezdi.

Yine Medine'de İslam'la alay edip, hakaret eden şairlerin çoğu Yahudi idiler. İslam düşmanı olan bu azgın şairlerin başında Yahudi şair, Ka'b ibnu'l-Eşref geliyordu. Ka'b ibnu'l-Eşref düşmanlıkta o kadar ileri gitti ki Peygamber aleyhisselam Allah'a ﷻ şöyle dua etti:

"Ya Rabbi, beni Ka'b ibnu'l-Eşref'ten ve onun şiirinden kurtar."

Daha sonra da sahabi Muhammed b. Mesleme'ye emrederek bu müfsid Yahudi şairi öldürme emrini verdi.

Benzer tavır, sadece yahudilere ait değildi. Mekke müşrikleri de ellerinden geleni yapmalarına rağmen Hz. Peygamber'in mesajının yayılmasını engelleyemeyince Nadir bin Haris adında bir kafir Irak'a gitti ve oradan İran kisraları, Rüstem ve İsfendiyar'la ilgili masalları, hikâyeleri derleyip halkın dikkatini Kur'an'dan ayırmak ve onları masallar içinde uyutmak için büyük bir çadır kurdurarak masal anlatma partileri düzenlemeye başladı. Nadir bin Haris bu amaçla şarkıcı kızlar da getirmişti. Bu adam, Müslüman olan birini duyunca şarkıcı kızlara şu talimatı verirdi: "Onu yedir, içir, şarkınla öyle ağırla ki dininden dönsün ve seninle hemhâl olsun."

Günümüz medyası Nadir bin Haris'in çadırına çok benzemektedir. TV programlarında dinî konularda yapılan tartışmalar, tam bir fesat ortamı... Medyada gençlere ve çocuklara yönelik hazırlanan programlar, dizi ve filmlere bakınca toplumun neden bu duruma geldiğini anlamak çok da zor olmuyor.

İnsanları bunlarla meşgul edip onları Kur'an ve Sünnet'e gitmekten alıkoymaya çalışmak... Tıpkı Nadir bin Haris gibi insanların beyinlerini, kulaklarını bu tür boş şeylerle doldurarak orada kitap ve Sünnet'e yer bırakmamak...

Bütün bunlar, dünün devamıdır. Bu kirli ve hain planı devam ettiren, şehveti tahrik eden, ibadetten alıkoyan, kadın-erkek ayrımı yapmaksızın hepsini aynı çatı altında toplayıp Allah yolundan çeviren her fiil ve davranış eskiye dönüştür, gericiliktir. Dün, bu tür faaliyetlerde bulunanlar nasıl masallarla şarkılarla, asılsız hikâyelerle halkı cezbedip oyalayarak Kur'an'dan uzaklaştırmak istemişlerse bugünküler de aynısını yapmaktadırlar.
 

Kalplerinin gizlediği daha büyüktür.

Müslümanlara besledikleri bilinen buğz ve kinleri her ne kadar dillerinde az olsa da içlerinde çok şiddetlidir. Sizi şaşırtmakta kusur etmezler, sarpa sarmanızı arzu ederler.

Kafir veya münafıkların kalplerindeki kin o kadar büyüktür ki, bunu gösterecek kelime bulamamaktadırlar. Ağızlarından dökülen kin dolu kelim eler, kalplerindeki kinin büyüklüğünü göstermekten acizdir. Kalplerindeki kin, ağızlarından dökülenden çok daha büyüktür. Dillerinde tezahür eden kin ve buğz alâmetleri, kalplerindeki nefretten daha azdır.
 

İslâm Düşmanlarının Başlıca Belirtileri

• Dost gibi görünmeye çalışır, ama hiçbir zaman dürüst ve samimi değildirler.

• Mü'minleri sanat, kültür ve benzeri yollardan şaşırtıp bozmak için çeşitli entrikalar çevirirler.

• İslâm ülkelerinin ekonomik yönden sıkıntıya düşmesini gönülden ister, bunun için bütün zekâ ve yeteneklerini kullanırlar.

• Mü'minler onları ne kadar severlerse sevsinler, onları yumuşatıp kalblerindeki kin ve düşmanlığı gidermek mümkün olmaz.

• İslâm âleminin ekonomik güç kazanması, ilim ve teknik alanlarında ileri gitmesi onları tasalandırır.

• İslâm ülkelerinde bir bölünme, iç savaş, kargaşalık ve felâket başgösterirse buna ancak sevinirler; fırsat buldukları takdirde bun un devamını sağlama yollarını arayıp bulmaya çalışırlar.

• Bazen de dıştan dost görünüp sırları öğrenmeyi planlar ve gereken tuzakları hazırlamakta gecikmezler.
 

Size ayetleri açıkladık, eğer aklederseniz.

"Size dinde ihlâsın, Allah dostlarına sevgi göstermenin ve Allah düşmanlarına düşmanlık beslemenin gerekliliğini gösteren ayetleri açıkladık. Bu açıklananlar üzerinde akıl yorarsanız gerçeği bulup, anlayabilirsiniz."

Bu şart cümlesi, nefisleri harekete geçirmek ve teşvik içindir. 'Eğer aklınız başınızda ise, dost, düşman kim, düşmanın gücü, taktiği nedir, ağzındaki, gönlündeki nedir, bunları size bildirdik. İki üç satırlık ayette anlattık ama aklınız varsa anlarsınız' manasındadır. 'Eğer aklederseniz' cümlesi, Allah'ın ﷻ emir ve nehiylerini yerine getirirseniz, manasına da gelir.

Lütfu ve keremiyle bütün eşyayı düzene koyup herşeye kendisi için en uygun vaziyeti veren Allah’ın yolu, dini, zihinlerimize aklın kabul ve tasdik ettiği delillerle, kalblerimize ise inayetiyle adım adım yerleştirmektir. Dini kalblere ve zihinlere kuvvet ve tehdit yoluyla yerleştirme teşebbüsü ise, esasında adım adım dini değil, terörü yerleştirmek anlamına gelir.

Herşeyi aklın eline bırakmaya kalkarsak, dinimizin gizemli ve olağanüstü hiçbir tarafı da kalmayacaktır. Öte yandan aklın prensiplerini ihlal etmeye kalkışırsak, o zaman da dinimiz saçma ve gülünç olacaktır.

 

Sebeb-i Nüzulü

Bazı müminler, aralarında akrabalık, arkadaşlık, câhiliye devrinde yapılmış yemin, dost olacaklarına dair verilmiş söz, komşuluk ve süt emme gibi alâkalardan dolayı bazı münafıklara, yahudîlere dostluk besliyorlardı. Ayet-i kerime onlar hakkında nazil olmuştur. Mü'minlere gelebilecek fitnelerinden dolayı Allah Tealâ bu dostluk ve sevgiden onları men etmek üzere bu âyet-i kerimeyi indirdi.

 

Belagat

 'Sizden olmayanları dost edinmeyin' mefhum-u muhalifiyle müminleri dost edinin, manasındadır.

 "Dost, بِطَانةَ lafzıyla getirildi, kişinin yakın arkadaşları elbise astarına benzetilmiştir. Çünkü dostlar, onun iç yüzünü bilirler, iç elbisenin vücuda yakınlığı kadar ona yakındırlar. Burada istiare-i asliyye vardır.

 Bu istiare dal bil işaresiyle de şunu bildirir: Astar elbisenin yardımcı unsurudur, ön planda değildir. Gerçek dost da kişinin hep arkasında yardımcısıdır. Diğer tanıdıklar kadar göz önünde değildir ama onu içerden korur, kollar.

 'Size zarar vermekte kusur etmezler' cümlesi, kafirleri dost edinmekten nehyin illet ve sebebini beyan eden istinaf cümlesidir. İbhamdan sonra izah itnabıdır.

 Ayet-i kerimede tefri vardır, 'Size kötülük etmekte kusur etmezler, zarara uğramanızı isterler, kinleri ağızlarından çıkmıştır, kalplerinin gizlediği daha büyüktür' cümleleri, kafirler hakkında ayrıntılı bilgi vermektedir.

 'Kinleri ağızlarından döküldü' lazım-melzum alakasıyla mecazı mürseldir. Ayrıca 'Ağızlarından' kavlinde infisal sanatı vardır. İnfisal; mütekellimin, bahsettiği şeye malum, zahir tevehhümü vererek konuşmasıdır.

  'Sinelerinin gizlediği' sıfatlı kinayedir. 'Sinelerinin gizlediği' halmahal alakasıyla mecaz-ı mürseldir. Sinelerindeki kalplerinde gizledikleri, demektir. تُخْفٖي ile بَدَتْ fiilleri arasında muraat-ı nazır vardır.

 'Size ayetleri açıkladık, eğer aklederseniz' cümlesinde şartın maziye gelmesi, tariz ve şartın vukuuna rağbet içindir. Aklınızı kullanın, sizde elbette akıl var, manasındadır.

 Mefhum-u şartı; akletmezseniz, ayetleri anlamayacaksınız, kafirlerle safiyane dostluğa devam edeceksiniz, demektir.

Âl-i İmrân Sûresi 119. Ayet

هَٓا اَنْتُمْ اُو۬لَٓاءِ تُحِبُّونَهُمْ وَلَا يُحِبُّونَكُمْ وَتُؤْمِنُونَ بِالْكِتَابِ كُلِّهٖۚ وَاِذَا لَقُوكُمْ قَالُٓوا اٰمَنَّاࣗ وَاِذَا خَلَوْا عَضُّوا عَلَيْكُمُ الْاَنَامِلَ مِنَ الْغَيْظِؕ قُلْ مُوتُوا بِغَيْظِكُمْؕ اِنَّ اللّٰهَ عَلٖيمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ

119- Siz öyle kimselersiniz ki, onları seviyorsunuz, ama onlar sizi sevmiyorlar ve siz kitaba bütünüyle inanıyorsunuz. Onlarsa sizinle buluştukları vakit; ‘İnanıyoruz’ diyorlar. Tenhada kaldılar mı size olan kinlerinden parmaklarını ısırırlar. De ki: ‘Kininizle geberin!’ muhakkak Allah herkesin ne düşündüğünü çok iyi bilir.

 

Siz onları sevip bütün kitaplara inandığınız halde onlar sizi sevmez, size öfke kusarken, içleri size karşı kin ve nefretle dolmuşken, nasıl olur da geçici dünya menfaati için onları seversiniz? Bu ne saflık? Aklınızı başınıza alın. Dostunuzu düşmanınızı bilin. Onurlu olun, kendinizi küçük düşürmeyin.
 

    Sev seni seveni, yer ile yeksan ise,
    Sevme seni sevmeyeni, Mısır'a sultan ise...

 

Bazılarının kafirliği aşikardır. Bazıları da menfaati gereği kafirliğini gizlerler. Sizinle karşılaştığı zaman 'inandık' derler. Başbaşa kalınca size olan kinlerinden parmaklarını ısırırlar. Onlar size öfkelidir ve sizi çekemezler.

Siz Rabbinize güvenin, onlardan menfaat ve fayda ummayın, onların hatırına günaha girmeyin. Rabbinizden korkun, halinize şükredin, bazı sıkıntılara sabredin. Allah kalplerinizin künhünü bilir. Onlara buğzedin. Onlara 'Kininizden ölün' deyin. Yani tavır alın, uyanık olun.
 

Siz onları seviyorsunuz.

"İşte siz öyle kimselersiniz ki, onları seversiniz" buyruğunda kastedilenler münafıklardır. Burada "sevgi" temiz duygular beslemek, kötülük düşünmemek anlamındadır. Yani;

Siz ey müslümanlar, o münafıklara karşı temiz duygular beslersiniz. Siz onlar hakkında en hayırlı şey olan İslam’a girmelerini istersiniz. Onlarsa münafıklıkları dolayısıyla size karşı temiz duygular beslemezler.

• Aranızdaki süt kardeşliği ve akrabalıktan dolayı onları seversiniz. Onlar, müslüman olduğunuz için sizi sevmezler.

• "İnandık" deyip, Peygamber'i sevdiklerini söylemeleri sebebiyle onları seversiniz. Halbuki onlar, içlerinde küfürleri iyice yerleştiği için Peygamber'e buğz ettikleri için sizi sevmezler.

• Siz onların başına, âfet ve sıkıntılar gelmesin, diye düşünerek seversiniz. Onlar ise sizi çeşitli belâ ve sıkıntılara düşürmek, başınıza her türlü musibetin gelmesini beklemek suretiyle sizi sevmezler.

• Siz onları sever, içlerine karışır, dinî sırlarınızı onlara açarsınız. Halbuki onlar, size aynı şekilde davranmazlar.

İnsanoğlunun fikriyatı düz bir seyir takip edebilir. Yaşı ve ilmî müktesebâtı ile orantılı olarak gelişebilir. Halbuki duygu ve hissiyatı değişken ve sârîdir. İnkarcılara benzemekten şiddetle sakınması gereken bir müslüman için, benzeşme ve yakınlaşmanın en tehlikelisi ise kalbî yakınlıktır.
 

Onlar ise sizi sevmezler.

Kafirlerin veya münafıkların derdi, müslümanların neye ve nasıl inandıkları değil, nasıl yaşadıklarıdır.

Onlar adeta şöyle derler: Dünyaya bizim gibi bakar, bizim hayat tarzımızı benimserseniz, inancınız farklı da olsa sizi sevebiliriz. Bizim kitabımıza ve peygamberimize inanmanız sizi sevmemiz için yeterli değildir.

Sevgiyi harekete geçiren güçler farklıdır. Bir doğuştan gelen ve doğal olarak insanın gönlünden çevresine yönelen sevgi vardır; bir de sosyal hayattaki birlikteliklerin, benzer hayat tarzının tesiriyle oluşan sevgi vardır. Aynı ideolojiyi paylaşan ve aynı müesseselerde buluşan insanların arasındaki sevgi gibi. Farklı inanca mensup olsalar bile, aynı partide olmaları, aynı görüşe sahip olmaları insanları birbirini sevmeye iter. Hatta bu sevgi bazen inancın da önüne geçer.

Onun için Allahu Teala 'Bütün kitaplara inansanız bile onlar sizi sevmezler' buyurarak onların ruh yapısını beyan etmektedir.

Dinin ruhunda sevgi vardır. Çünkü, kâinat bir sevgi şiiri olarak yaratılmış, yeryüzü de bu şiirin kâfiyesi yapılmıştır. Mahlukâtı kuşatan bu sevgi, insanî münasebetlere de kendi boyasını çalar. Özüne yerleştirilen muhabbet çekirdeklerini fark eden insan, diğer insanları da Allah'ın ﷻ sanatı olarak görür, herkesi sever, bütün varlığı şefkatle kucaklar.

İman nuruyla aydınlanamamış bir talihsizin gönlünü ise, kin, nefret ve düşmanlık istila eder. Üstad'ın ifadesiyle, küfür karanlığındaki insan, kâinatı umumî matemhâne, mevcûdatı da birbirine yabancı ve düşman varlıklar olarak görür. O, her şeyi birbirine hasım zannettiğinden dolayı, kendisi için de çeşit çeşit düşmanlar icad eder; bir savaş meydanında ve hasımlar arasındaymışçasına tedirgin yaşar ve hemen her şeye karşı teyakkuza geçer.
 

Siz kitabın tamamına inanırsınız.

Bu kısımda bir hazif vardır. "(Onlar kitaba inanmadıkları halde) siz kitabın tamamına inanırsınız" demektir. İki zıddın biri zikredilince, diğerinin zikredilmesine gerek kalmamıştır.

Veya hazfın takdiri şöyledir: "Siz, bütün kitaplara imân edersiniz. Onlar buna rağmen size buğzederler. Öyle ise, onlar sizin kitabınızın hiçbir şeyine imân etmezlerken, daha ne diye onları seviyorsunuz?"

“Kitap” kelimesinin müfret gelmesinin sebebi:

a- Cins manasındadır. "Kitap" dan kasıt, ilâhî kitapların tümüdür. "Siz kitapların tümüne inanırsınız" demektir. Yahudiler ise kitabın bir bölümüne inanırlar.

b- Masdar ancak, tevil edilerek cemi sayılır. “Kitap” yerine “kütüb” denilmez.

Bu ifade "Onlar, sizin hak dâvanızda sebatınızdan, kendi batıl davalarında daha katıdırlar" anlamında, şiddetli bir tevbihtir.
 

Sizinle karşılaştıklarında 'İman ettik' derler.

Yani, hakkı gizleyerek ve sizden çekinerek "Muhammed'e geleni tasdik ettik, onun Allah'ın ﷻ Rasûlü olduğuna iman ederiz, derler. Onların çirkinliklerinden biri de budur. Münafıklık ederek sizin yanınızda mü'min görünürler.

Küfrün en kötüsü, dinde nifâk yapmaktır. Kalbinde küfür olan kimsenin mü'min olduğunu söylemesi, dinde nifâktır. Nifak ehli, bunu menfaat veya gizli bir fesat için yapar. Bir plân gereği müslüman gözükmesi gerekiyordur. Namazda ön safı kimseye vermez, hayır ve ıslahtan bahseder, sık sık müslüman olduğunu söyler, hizmetlerde başı çeker ama içindeki niyet başkadır. Hep fitne, şüphe ve ayrılık sebebi olacak şeyleri arar, ilk fırsatta oyununu oynar.

Kalbinde düşmanlık olup, dostluk göstermek ise dünyâ nifâkıdır. Böyle bir nifak insanı ebedi cehennemde bırakmaz. Ancak, terkedilmezse, sahibinin azap görmesine sebeptir, insanın manevi derecesini düşürür, sıddîklerden olmasını engeller.

Nifak kansere benzer, ikisinin de ortak özelliği şudur: Kanser, ilk aşamada insana acı vermez, gizlice yayılır. İlk anda farkedilip müdahele edilmezse insanı pençesine alır, kurtuluşu olmaz. Nifak da böyledir: münafığı dıştan gören, ‘bu ne güzel müslüman, ne hayır ehli bir adam!’ diyebilir. Bilmez ki karşısındaki evliya kılığında bir şeytan, dost görünümlü düşmandır. Bunun için nifakı tanımak ve zamanında önlem almak gerekir.

Ayetlerde münafıkların kalplerindekini ifşâ etmiştir. İsimlerini tasrih etmemekle birlikte, onları tanıyabileceğimiz ve kendi adımıza dikkatli olmamız için münafıkları ve nifakı bütün özellikleriyle ortaya koymuştur. Her mümin, nifakın vasıflarından hareketle kendi dindarlığının bir iç kritiğine ve muhasebesine ulaşabilmelidir.
 

Başbaşa kalınca, kinlerinden parmak uçlarını ısırırlar.

Ancak yalnız başlarına (kendilerinden olanlarla birlikte) kaldıkları vakit de kendi aralarında size karşı öfkeden parmaklarını ısırırlar. Size besledikleri kinden dolayı parmak uçlarını ağızlarına götürürler. Biri diğerine: Şunları görmüyor musunuz? Güçlendiler ve çoğaldılar, derler.

Onların öfke sebebi, müminlerin ülfet, muhabbet ve sevgiyle birbirleriyle kaynaşmalarıdır. Müminlerin hak üzerinde birleştiklerini ve aralarının iyi olduğunu gördükçe öfkeye kapılırlar.

Münafıklar kinleri sebebiyle akrebe dönüşerek kendi kendilerini zehirlemektedirler. Kalplerindeki kin, parmaklarını ısırmalarına neden olmaktadır.

"Parmak uçlarını ısırmak" tekrar geri getirmeye güç yetiremediği bir şeyi elinden kaçırmaktan ötürü, gereğini yerine getirememekle birlikte ileri derecede öfke ve kin duymayı anlatan bir tabirdir. Yahut da değiştirmeye güç yetiremediği, başından savamayacağı musibetlerle karşı karşıya gelen öfkeli kişinin yaptığı bir harekettir.

Henüz geçip gitmiş, elden kaçırılan bir şey dolayısıyla eli ısırmak, dişleri pişmanlıktan dolayı gıcırdatmak ve kederlenen kimsenin çakıl taşlarını sayması, yere çizgiler çizmesi gibi davranışlar da bu kabildendir.

Nifak ehli, insanlara iyilik etmek şöyle dursun, müminleri önce fakirleştirmeyi daha sonra da ekonomik sıkıntılarını istismar ederek İslam'dan vazgeçirmeyi bile tasarlayıp, inkârda kendileriyle bir olmalarını isterler.
 

De ki; kininizle ölün, gidin!

"Ölünceye kadar Allah sizin kin ve öfkenizi devam ettirsin; asla sizi sevindirecek bir şey göremeyeceksiniz."

• 'Allah ﷻ, kinleriyle öfkelerini ölümlerine kadar devam ettirsin' anlamında bir beddua cümlesidir. Yüzlerine karşı bu sözlerle onlara beddua etmesi -yüzlerine karşı onlara lanet etmekten farklı olarak- uygun olduğu için, Allahu Teala Rasulüne böyle demesini emretti.

• Bu onlar için bir uyarıdır. "Sen onlara arzuladıklarını ele geçiremeyeceklerini bildir. Ehl-i kitab, özellikle Yahudiler, emellerine kavuşamayacaklardır. Ölüm bu arzularına kavuşmalarını engelleyecektir" demektir.

Bu açıklamaya göre, beddua anlamı yoktur, azarlama ve öfkelendirme manasındadır. Kinlerinin artmasından murad; İslâm'ın daha fazla kuvvet buluşu, müslümanların izzet sahibi olmaları, kendilerinin de zillete düşmeleridir. Bu emir icab vechi üzere olsaydı o saatte hemen ölürlerdi.

• Bu cümlenin, İslâm'ı aziz, kafirleri zelil kılarak onları kin ve hasetlerinden helak olacaklarına dair, Allah'ın ﷻ peygamberine olan va'adini gerçekleştirmek, onun nefsini hoş tutmak, ümit ve beşaretini güçlendirmek gayesiyle Hz. Peygamber'e bir emir olması da muhtemeldir. Sanki, Hz. Peygamber'e "Bunu nefsine söyle" denilmiştir.
 

Şüphesiz Allah sinelerin özünü bilir.

"Allahu Teâlâ, sizin kalbinizde bulunan, iyi niyetleri, ard niyetleri ve maksatları bilir."

Kalpte bulunan düşünceler, orada yer eden niyet ve maksatlardır. Bunlar da, bir hal oldukları için ona izafet edilmiştir. O hal, kalbin adetâ sahibi olmuştur.

Eğer insan, gönlündeki fırtınaların Allah tarafından bilindiğine inansa, ikili şekilde davranmaz. Kalbindekileri Allah'tan gizleyemeyeceğine inanmak, müslüman olmanın olmazsa olmazlarındandır.

 

Belagat

 'Siz onları seversiniz, onlar ise sizi sevmezler' reddül aciz alessadri ve tibak-ı selbtir.

 'Siz kitabın hepsine inanırsınız' cümlesinde ال cins ifade eder, kitap cinsine iman edersiniz, demektir.

 Bu cümle, onlar sizin kitabınıza inanmazlar, manasında tarizdir. Müminleri kınama ve hak üzere sebat etmelerini beyan eder.

 'Sizinle karşılaştıklarında 'İman etik' derler' ile 'Başbaşa kaldıklarında parmaklarını ısırılar' cümleleri arasında ikili mukabele vardır.

 'İman ettik' derler'in zıddı; 'İnkar ederler' olacakken, 'Kinlerinden parmaklarını ısırırlar' ifadesi geldi. Tibaka mülhak îhâm-ı tezattır. Sebep-müsebbep alakasıyla inkarın neticesi olan parmak ısırma zikredildi.

 'İman ettik' derler, kizb-i haberdir.

 "Kinden" ile "kininizle" kelimeleri ve "inanırsınız" ile "iman ettik" kelimeleri arasında iştikak cinası vardır.

 'Öfkeden parmaklarını ısırırlar' öfkenin şiddetinden kinaye ve tecessümdür.

 Arapça'da bir kelimede orta harf ع ,son harf ض olursa şiddet ve eza manası ifade eder. عضد pazu kuvvetlenmek, عضل güç iş, çözülmesi zor problem, gibi.

 'Kininizle ölün' cümlesinden murat, onlara lanet ve onları tard etmektir. Vasıtalı kinaye ve kevn-i lahıktır.

 'Allah sinelerin özünü bilir' mesel tarikına câri tezyil itnabıdır.

 Tağlibdir, Allahu Teala her şeyi bilir. Özellikle sinelerin özünü bilir, buyrulması kalpteki duyguların insanın hareketlerinde temel teşkil etmesindendir.

 Lazım; Allah sinelerin özünü bilir. Melzumu; Allah içinizdekilerini bilir ve bu fikirlerin tersine davranmanızdan dolayı sizi hesaba çeker.

Âl-i İmrân Sûresi 120. Ayet

اِنْ تَمْسَسْكُمْ حَسَنَةٌ تَسُؤْهُمْؗ وَاِنْ تُصِبْكُمْ سَيِّئَةٌ يَفْرَحُوا بِهَاؕ وَاِنْ تَصْبِرُوا وَتَتَّقُوا لَا يَضُرُّكُمْ كَيْدُهُمْ شَيْـٔاًؕ اِنَّ اللّٰهَ بِمَا يَعْمَلُونَ مُحٖيطٌࣖ

120- Size bir iyilik gelirse onları üzer, başınıza bir kötülük gelince de buna sevinirler. Eğer sabreder, yasaklardan sakınırsanız, onların hileciliği size asla zarar vermeyecektir. Muhakkak Allah ﷻ onların bütün yaptıklarını ilmi ile kuşatmıştır.

 

İman etmeyenlerin düşmanlığını Cenâb-ı Hak anlatmaya, izah etmeye devam ediyor. Size bir bolluk, bir sevgi, bir dünya menfaatı sıhhat afiyet, zafer, ganimet gibi bir hasene geldiğinde bu düşman güruh üzülür. Bir kötülük isabet edince ferahlanırlar. Tam bir düşman tarifi. Bunlar soğuk savaş fırsatını bulunca da sıcak savaşa girişirler. Bir sonraki ayette bahsedildiği gibi.

Bunların en büyük korku ve üzüntüleri insanların bölük bölük müslüman olmalarıdır. Sevinçleri sizin bölünüp parçalanmanız, müslümanlık şartlarından uzak durmanızdır. Onlara uyup zillete düşmemek gerekir. Siz onlara karşı her tedbiri alıp sabır ve takva ile kurtuluş yoluna girin. Bu sayede Allah'ın ﷻ himayesinde olursunuz. O zaman hileleri boşa çıkar. Allah onların yaptıklarını kuşatır. Etkisiz hale getirir.
 

Size bir iyilik dokunursa onları üzer.

"Eğer size bir iyilik dokunursa, zafer ve ganimet gibi bir nimet isabet ederse onları tasaya düşürür."

مَسَّ’ fiilinin asıl manası, el ile dokunmaktır. Daha sonra teşbih yoluyla, kişiye dokunan, isabet eden her şey için 'dokundu' denmiştir.

İyilik (hasene), maddî ya da manevî dünya menfaatidir. Beden sıhhati, ganimet elde etmek, bolluk, bereket, İslâm'ın yayılması, düşmanlara hükümran olmak, Müslümanların birbiriyle kaynaşması, dostlar arasında sevgi ve yakınlığın, ülfetin bulunması gibi.
 

Size bir kötülük isabet ederse sevinirler.

"Eğer size bozgun ve kuraklık gibi bir fenalık isabet ederse onunla da sevinirler."

"Kötülük isabet ederse" cümlesindeki " تُصِبْكُمْ " fiili, ne kadar küçük ve büyük olursa olsun müminlere dokunan her kötülüğün düşmanları sevindireceğine işaret eder.

Seyyie; fakirlik, düşman karşısında bozguna uğramak ve tefrikaya düşmek, hastalık, dostlar arasında ayrılıkların bulunması, öldürülmek, yağmaya, baskına uğramak vb. şeylerdir.

Dokunma ve isabet etme fiillerinin failleri 'iyilik' ve 'kötülük'tür. Yani, iyilik dokunur, kötülük isabet eder. İyilik ve kötülük burada, sanki canlı ve hareketli birer varlık gibi tasvir edilmiştir.

Hastalıkları meydana getiren mikrop ile ona karşı savaşan mikrop nasıl bünyeyi etkilerse, sosyal mikrop olan kötülük ile onun düşmanı olan iyilik de sosyal hayatı etkiler. İnsan hareketlerinin kötü veya iyi olarak nitelendirilmesi, insanın manevî yapısında ve sosyal hayatta meydana getirdikleri zarar veya faydadan dolayıdır.

Birilerine dokunan iyilik diğerlerini üzüyor; birilerine isabet eden kötülük diğerlerini sevindiriyorsa, ortada nifak var demektir. Birinin başına gelen iyiliğe üzülmek, kötülüğe sevinmek, münafıklık alametidir.
 

Eğer sabreder, sakınırsanız...

Onların şerrinden emin olmak için Cenab-ı Hak iki şartı ortaya koyuyor: Sabretmek ve onları sırdaş etmek gibi Allah'ın ﷻ yasaklarından sakınmaktır. Yegane kurtarıcı ilâç, Kur'an'ın önerdiği sabır ve takva ilacıdır. Bu ikisi, hayatta cihad donanımıdır.

Her halükârda sabreder, Allah'a ﷻ karşı gelmekten sakınır ve düşmanlarınızın hilelerine karşı korunma önlemleri alırsanız, size hiçbir zarar veremeyeceklerini Allah garanti etmiştir. Çünkü şeref ve üstünlük takvaya sarılmaktır. Sabır, hasma karşı cesaret ve atılganlıktır. Allah'ın ﷻ emirlerini yerine getirme konusunda sabırlı olan ve nehyettiği hususlarda ittika eden herkes, Allah'ın ﷻ muhafazasında olur.

Kim fasit itirazlara, kendisine gelen kötülüklere sabrederse nezd-i ilahide ecr-i mesubata kavuşur.

Müslüman çatışmadan değil; barıştan, sorunları çözmeden yanadır. Münafıkların baskı ve eziyetleri, müslümanların çözülmesine, cesaretlerinin kırılmasına sebep olmamalı, meselelere bilinçli bir şekilde yaklaşmalarına zarar vermemelidir.

'Eğer sabrederseniz ve sakınırsanız' fiilleri, çoğul gelmiştir. Sabır; toplumsal sebata, takva da toplumsal bilinç ve basirete işarettir.

Toplumsal sabır ile toplumsal takva, psikolojik ve grupsal çatışmaya karşı; münafıkların hilelerini engellemekte, onlara karşı kalkan vazifesi görmektedirler.

Şerliler her zaman hayırlı insanlara musallat olur, onlara dil uzatır, kınar ve zarar vermek isterler. Lakin takva sahibi kimse Melik ve Cebbar olan Allah'ın ﷻ kalesindedir, Allah'ın ﷻ korumasındadır.

Ahmak kişi kendisine yüz vermemek gibi, hiçbir şeyle engellenmemiştir. Kendisine karşılık verilmek gibi, hiçbir şeyle de dizgini salınmamıştır.
 

Savaşta sebat

Savaşta sebatın tarihteki en önemli örneklerinden biri; 1828'de yaşanmıştır. 40 bin kişilik Rus ordusu Silistre'yi kuşattı. Kalede 10 bin asker vardı. Rusların ilk saldırısı püskürtüldü, ama Rusya bunu hazmedemedi. 50 bin kişilik orduyla, 152 topla tekrar Silistre'yi kuşattılar. Bu defa kalede 8 bin asker vardı. Rusların topları kaleyi harabeye çevirmişti. Halk bıkmış, komutan Sert Mehmet Paşa'ya başvurarak teslim olunmasını istiyorlardı. Paşa ise şöyle diyordu:

- Sabredin, sizin kılınıza bile zarar gelmeyecek. Dedelerimizin kan ve can pahasına aldığı bu güzel kaleyi ellerimizle nasıl düşmana veririz? Ben Allah'tan korkarım, kaleyi düşmana veremem!

Çatışmalar korkunç şekilde ilerliyordu. Askerlerin barutu tükendi, yiyecek sıkıntısı başgösterdi. Bu arada paşaya, sadrazamın mektubu geldi:

- Biz burada savaşı kaybettik. Silistre'yi önce Allah'a ﷻ sonra sana emanet ediyorum.

Vali Ahmet Paşa, Komutan Sert Mehmet Paşa'ya şöyle dedi:

- Paşa kardeş, teslim olmaktan başka çaremiz yok.

- Asla!

- İyi ama nasıl savaşacağız? Hiç barutumuz kalmadı ki!

- Eskiden top mu vardı? Kılıçlarımız, süngülerimiz ne güne duruyor? Böyle zamanda canın ne önemi var?

Kalan 5-6 bin askeri toplayıp onlara seslendi:

- Gazi kardeşlerim, aslan evlatlarım! Bu gece topa karşı tüfekle, bombaya karşı kılıç ve süngüyle çıkacağız. Benimle gelmek istemeyenler geri dursun. Ben bu gece şehid olmaya gideceğim.

Askerler de subaylar da gözyaşlarını tutamayıp ağlamaya başladılar. İhtiyar paşa kılıcını çekti, açılan kale kapısından ok gibi fırladı. Bir asker on Rus'a karşı savaşıyordu. Düşen bir neferin tüfeğini bir subay kapıyor, bir bölük bir alaya saldırıyordu.

Ruslar neye uğradıklarını şaşırdılar. Büyük bir takviye kuvvet geldiğini sandılar, mevzilerini terk edip kaçtılar. Sabaha kadar devam eden muharebede ellerinde cephane olmayan bir avuç vatan evladı kendilerinden on kat kalabalık Ruslara karşı zafer kazanmışlardı.

İbadetlere devam etmek için sabır... Günahlardan uzak durmak için sabır... Allah’a ulaşan yolu kesmek isteyenlere karşı cihadı devam ettirmek için sabır...

Türlü düşman tuzaklarına, komplolara karşı sabır... Zafer ve başarının gecikmesi karşısında sabır... Aşılması gereken mesafenin uzunluğuna, yolun dikenlerine sabır... Bâtılın yayılıp güçlenmesi karşısında sabır... Dostun, destekçinin azlığına sabır... Vicdanların kaypaklığına sabır... Kalplerin şaşkınlığına, sapmalarına karşı sabır... İnatçılığın baskısına, dönekliğin, kalleşliğin acılığına karşı sabır...
 

Onların hileleri size hiçbir zarar veremez.

كَيْد kelimesi, aldatmak, hile yapmak, kötülük düşünmek, biriyle savaşmak, kusmak, nefisle beraber kullanılınca; can çekişmek, öfke, entrika, manalarına gelmektedir.

Hile; bir insanın başkasını istenmeyen bir durumla yüz yüze getirmek için yollar, çareler araştırmasıdır.

İbn Abbas'a göre burada 'keyd' 'düşmanlık' anlamındadır.

Bu kelimenin 'kusmak' anlamı manidardır. İnsanın midesi rahatsızlanınca istifra eder, içindekileri boşaltır. Toplumsal ilişkilerin de bir midesi vardır. Kin gütmek, toplumun midesi olan iç yapıyı bozar, cemiyet entrikalarla hastalanır ve meydana gelen çatışmalar toplumsal istifraya sebep olur. Grupların birbirine karşı entrika yapmaları, toplumsal hastalığın kusma hali olduğundan 'keyd' denmiştir.

'Keyd' kelimesi nefisle beraber kullanılınca 'can çekişmek' anlamını ifade eder. Entrika, hile ve düşmanlığın meydana getirdiği çatışmalar, toplumdaki değerlerin, birlik ve beraberliğin can çekişmesine sebep olur. Kin, düşmanlık, haset, toplumun bütün erdemlerini boğazladığı ve toplum boğazlanmış hayvanın çırpınışı gibi çırpındığı için buna 'keyd' denmiştir.
 

Allah onların yaptıklarını kuşatmıştır.

مُحِيط 'İhata etme' fiilinin ism-i failidir. İhata etmek, bir şeyi tam ve mükemmel olarak idrak etmek demektir.

Bu kelimenin Allah hakkında kullanılışı mecazidir. Bir şeyi ihata edip kuşatan, onu her tarafından sarar. Bu da cisimlere ait bir sıfattır.

Onların yapmakta olduklarını Allah ﷻ, ilmiyle kuşatmıştır. Bütün gizlediklerinden ve hilelerinden haberdardır. Bu tuzaklarını başlarına geçirecektir. Sabredip kendisine karşı gelmekten sakınmanız koşuluyla, bütün yaptıklarından dolayı onları cezalandıracaktır.
 

 el-Muhît (cc)

Kuşatmak, himaye etmek, korumak, görüp gözetmek anlamlarındaki "h-v-t" kökünden türeyen "ehata" fiilinin ism-i faili olan muhît; kuşatan, bir işi bütün yönleriyle bilen, men eden ve helak eden demektir.

Kur'ân'da sekiz âyette Allah'ın ﷻ, iki âyette cehennemin, bir âyette de azabın sıfatı olarak kullanılmıştır.

el-Muhît ismi, cemalden çok celale yakın bir sıfattır. Bu nedenle, çoğunlukla ayetlerde Allah’ın azabı ve gazabı anlamında gelir.

İnsanların en çok gaflet ettikleri hakikat 'Allah vardır' deyip, Allah (haşa) yokmuş gibi yaşamalarıdır. Sözlü olarak Allah vardır diyen insanlar sanki Allah onların yaptıklarını kuşatan değilmiş gibi hayat sürerler. Bu gafletin en büyük sebebi; hakikate değil başka şeylere kulak verip, kulak verdikleri şeyle gündem oluşturmalarıdır.

 

Belagat

 "Size bir iyilik dokunursa, bu onları tasalandırır; başınıza bir musibet gelse buna da sevinirler" cümlesinde mukabele sanatı vardır. 'İyilik' kelimesinin mukabilinde 'seyyie', 'Üzülürler' kelimesinin mukabilinde de 'Sevinirler' kelimesi gelmiştir.

 Yine bu cümlede melzum olan üzülmeleri söylenmiş, lazımı olan düşmanlık beslemeleri kast edilmiştir, mecaz-ı mürseldir.

 "İyilik dokunursa" cümlesindeki مَسَّ fiili, isterse en basit şekliyle olsun; müminlere dokunan iyiliğin asla düşmanları hoşlandırmadığını ifade eder. حَسَنَةٌ kelimesindeki tenvinin taklil (azlık) manasıyla bu anlam pekiştirilmiş, tekit edilmiştir. Yani çok az bir iyilik bile size dokunsa üzülürler.

 İstiare-i mekniyedir. Hasene için mess fiili kullanılmıştır. Hasene isabet eden bir oka benzetilmiştir.

 'Eğer sabrederseniz' cümlesi, 'kafirlerin düşmanlıklarına karşı ve teklifin ağırlığına, zorluğuna sabrederseniz' demektir. Mefulün hazfı faideyi çoğaltmak içindir.

 'Sabrederseniz' ile 'Sakınırsanız' arasında vasıldan tezayuf ve muraat-ı nazır vardır. Sabır da takva da rızay-ı ilahiyi, kurb-u ilahiyi celb edicidir.

 ' كَيْدُ hile' kelimesi ile ' يَضُرُّ zarar verir' fiilleri arasında da muraat-ı nazır vardır.

 Önceki ayette kafirleri dost edinmek yasaklanmıştı, bu ayetle aralarında lazım melzum alakası ile mecaz-ı mürsel vardır. Onları dost edinmememiz gerekir. Çünkü onlar size bu düşmanca hareketi reva görürler.

 'Allah yaptıklarını kuşatıcıdır' cümlesi mesel tarikına cari olmayan tezyil cümlesidir. Ve vasıtalı kinayedir,

 'Kuşatıcıdır' lazım, 'Cezalandırıcıdır' melzumudur.

Âl-i İmrân Sûresi 121. Ayet

وَاِذْ غَدَوْتَ مِنْ اَهْلِكَ تُبَوِّئُ الْمُؤْمِنٖينَ مَقَاعِدَ لِلْقِتَالِؕ وَاللّٰهُ سَمٖيعٌ عَلٖيمٌۙ

121- Hani sabahtan erkenden ailenden ayrılmıştın, savaşa elverişli yerlere müminleri yerleştirmek üzere… Allah işitendir, bilendir.

 

'Bir cumartesi sabah erkenden Uhud Savaşı için evden çıkmıştın. Müminleri savaş için yerlerine yerleştiriyordun.' cümleleri, o günü hatıralarda canlandırıyor.

Hz. Peygambere itaat edilmediği için Allah'ın ﷻ yardımı kesilip, müminler hezimete uğradı. Sabır ve takva cihat için en büyük donanımdır. Bunlar terk edilirse galibiyet mümkün olmaz. İlahi nusret yetişmez.

O gün, bugün her zaman kıyamete kadar Rasulullah'a ﷺ ﷺ itaat edilip sünnet-i seniyesine uyulup, ehl-i sünnet ve'l cemaat yolu tutulursa insanlık her işte, her konuda mansur, muzaffer olacak, iki cihan saadetini bulacaktır.

Her ne zaman taviz verilir, sünnet-i seniyeden uzaklaşılır. Menfaat duyguları, dünya hırsı galebe çalarsa, insan ve insanlık derbeder olur, perişan olur, pişman olur. Yara alır, haddi aşar, düz yolda şaşar, kendiyle beraber içinde bulunduğu toplumun iyilerine de zarar verir.
 

Ayetin öncesiyle münasebeti

Bu âyet-i kerimeler, öncesinde geçen âyet-i kerime ile bağlantılıdır. "Ey müminler, eğer bana itaatte ve Peygamberimin emirlerine uymada sabreder ve yasakladığım şeylerden korkup kaçınacak olursanız, Yahudilerin tuzakları size hiçbir zarar vermez, Allah size yardım eder. Nitekim Bedir Savaşı’nda, zelil halde iken sabretmeniz ve Allah'tan korkmanız sebebiyle Allah size yardım etmiş ve sizi, düşmanınıza galip getirmiştir. Şayet emrime karşı gelir, yükümlü kıldığım vazifeleri yerine getirmekte sabretmez ve yasakladığım şeylerden kaçınmazsanız, sizin başınıza, Uhud'da gelen olaylar gelir."

Bir diğer bağlantı da, 'Sizden olmayanları dost edinmeyin' yasağıyla ilgilidir. Uhud günü mü'minlerin kırılmaları münafık Abdullah İbn Übeyy'in ordudan ayrılmasıyla gerçekleşmiştir. Bu da münafıkları sırdaş edinmenin caiz olmayacağına delildir.
 

Uhud Savaşı

Uhud Savaşı, Bedir Savaşı'ndan sonra hicretin üçüncü senesinde meydana geldi.

Kureyşliler, Bedir Savaşı'ndan sonra Mekke'ye döndüklerinde, kendilerini toparlamaya çalıştılar. Bedir savaşından sonra müşriklerin Müslümanlara karşı olan öfkesi daha da artmıştı. Bir avuç Müslümandan yedikleri ağır darbeyle izzet-i nefisleri kırılmıştı. Civar kabileler nezdindeki prestijleri de haliyle sarsılm ıştı.

Ayrıca sahilden giden Şam ticaret yollarının Resûl-i Ekrem tarafından devamlı kontrol altında tutulması da ticarî hayatlarına oldukça ağır darbe vuruyor, onların askerî ve iktisadî mukavemetlerini kırıyordu. Kureyş müşrikleri bu sefer Irak yoluyla Şam’a ticaret kervanlarını göndermeye başlamışlardı; ama burası da Peyg amberimiz tarafından kısa zamanda haber alınmış, gönderdiği seriyye ile bu yoldan giden ticaret kervanları kıstırılarak, mallarına el konulmuştu. Haliyle, bu durumlar, zaten Bedir hezimetinin acısıyla yanıp tutuşan Kureyş müşriklerinin Müslümanlara karşı kin ve husumetlerini artırıyor, intikam alma duygularını harekete getiriyordu. İlk fırsatta bu intikam hislerini tatmin için adeta can atıyorlardı. Bedir’den sonra giriştikleri bir iki küçük baskın hareketinde de bozguna uğrayınca, kinleri daha da kabarmıştı.

Daha önce, Ebû Süfyan idaresinde Şam’a gönderilmiş olan büyük ticaret kervanı, Resûl-i Ekrem’in kumandasındaki Müslüman kuvvetlerin eline düşmekten kıl payı kurtulup Mekke’ye zor gelebilmişti. Hemen arkasından Bedir Harbi’nin patlak vermesi, kervandaki malların taksimini geciktirmişti. Mallar olduğu gibi “Dâr u’nNedve”de muhafaza edilmekteydi.

Bedir Savaşı’nda oğullarını, yakınlarını kaybeden Kur eyş’in ileri gelenleri, Ebû Süfyan’a şu teklifte bulundular:

“Muhammed, büyüklerimizi öldürerek bizi perişan etti. Onlardan intikam alma zamanı artık gelmiştir. Kervandaki malların sermayesini sahiplerine verelim, kârıyla da Müslümanlara karşı harp hazırlığı yapalım!” Teklif oy birliğiyle kabul edildi.

Mallar satılarak altına çevrildi, toplam yüz bin altın etmişti. Hisse sahiplerine sermayeleri olan elli bin altın verildi. Kârıyla da süratle harp hazırlığına başlandı.

Bedir’den gözleri korkmuştu. Sadece mahallî gönüllü askerlerle, devamlı müttefikleri bulunan Ahabiş kabilesi askerleriyle de iktifa etmiyorlardı. Arabistan Yarımadası’ndaki diğer kabileleri de yanlarına almak istiyorlardı. Bunun için hususî bir heyeti görevlendirdiler. Ayırdıkları fonla diğer kabilelerden paralı askerler kiralayacaklardı.

Kendileri Mekke’de süratle harp hazırlıklarını sürdürürken, içlerinde birçok ünlü kişinin, şâirin, hatibin de bulunduğu propaganda heyeti bütün Arabistan Yarımadası’nı karış karış dolaşıyor, anlaşabileceklerini tahmin ettikleri kabilelerde halkı Peygamberimize karşı ayaklandırmaya uğraşıyorlardı. Bir şâirin tek bir sözü, bir hatibin tek bir hitabesi için icabında kabilelerin birbirlerine girdiklerini, kanlar akıttıklarını düşünürsek, şâir ve hatiblerin bu teşvikte ne kadar etkili olduklarını anlayabiliriz.

Ebu Süfyan, topladığı paralı askerlerden bir ordu meydana getirdi. Yaklaşık üç bin savaşçısı bulunan ordunun yedi yüz kişisi zırhlı, iki yüz kişisi atlı idi. Başlarında da Safvan b. Umeyye vardı. Şevval ayının on ikisinde, Çarşamba günü Uhud'un eteklerine geldiler.

Rasûlullah bu haberi alınca "Medine'de durup müdafaa savaşı mı yapalım, yoksa Uhud'a mı gidelim?" diye ashabıyla istişare etti. Daha önce hiç istişareye çağırmadığı münafık başı Ubey oğlu Abdullah'ı da bu kez çağırmıştı.

Abdullah ve Ensarın yaşlılarından çokları,

- Ey Allah'ın ﷻ Rasûlü Medine'den çıkma, burada dur. Yemin ederiz ne zaman ki, Medine'den çıkıp düşmanı karşılamış isek düşman bizi mağlûp etmiştir. Ne zaman ki, düşman Medine'yi basıp şehirde karşılamış isek galip gelmişizdir. Niye çıkacaksın? Sen bizim aramızdasın. Müşrikleri bırak. Eğer Uhud'da dururlarsa kötü bir şekilde duracaklardır ve beriye çekileceklerdir. Eğer Medine'ye girmek isterlerse, erkekler şehri korur, cadde ve sokaklarda onlarla savaşırlar. Kadınlar ve çocuklar da evlerin damlarından ve tepelerden onları taşlarlar. Eğer dönerlerse mahrum olarak döneceklerdir, dediler.

Gençler ve Bedir Savaşına katılma şerefini elde edememiş bazı sahabeler savaş için meydana çıkmak istediler. Bunlar, Bedir'de kazandıkları zafer sayesinde büyük bir dinamizme sahiplerdi. İçlerinde Bedir Savaşı'nda bulunmayanlar da cihaddan nasib almak ve Bedir'de kazanılan zafer gibi bir galibiyete tanık olmak istiyorlardı. Rasûlü Ekrem ashabı dinledikten sonra şöyle dedi:

- Rüyamda etrafımda kesilmiş bir sığır gördüm, ashabımdan bazılarının ölümüyle tevil ettim. Sığırın yanında bir koç gördüm, müşriklerin liderlerinden birinin ölümüne yordum. Kılıcımın ucunda kırıklık gördüm onu da savaş bozgunuyla ve benim için değerli birinin ölümüyle tevil ettim. Gördüm ki; sanki elimi kuvvetli bir zırha sokuyordum. Onu da Medine şehri ile tevil ettim. Eğer Medine'de durup düşmanı kendi haline bırakırsanız daha sağlam olur.

Bunun üzerine meydana çıkmak isteyen Sahabeler -bunların çoğu Uhud savaşında şehid düşecektir- adeta yalvararak, "Bizi düşmanlarımızla savaşmak için bulundukları yere götür" dediler, sonuna kadar ısrar ettiler.

Resûl-i Kibriya ekseriyetin düşmanı Medine dışında karşılama görüşünde olduğunu anlayınca, muharebeyi açık arazide yapmaya karar verdi. İnsanları savaşa çıkmaya çağırdı ancak yüzünde bir ikrah belirmişti. Ashabına hitaben de şöyle buyurdu:

“Sabır ve sebat ederseniz bu kere dahi Cenab-ı Hak size yardımını ihsan eder. Bize düşen, azm ve gayret göstermektir!”

Günlerden Cuma idi. Resûl-i Ekrem Cuma namazını kıldırdıktan sonra, Müslümanlara cihadın faziletinden, cihada nasıl hazırlanılacağından bahsetti ve “Cihatta geri durmak, gecikmek âcizliktir. Sabır ve sebat gösterildiği zaman Allah’ın yardımı gelir. Sabır ve sebat ediniz! Sabır ve sebat ettiğiniz takdirde, Allah’ın yardımı sizinledir” buyurdu.

Resûl-i Ekrem vakti giren ikindi namazını da cemaate kıldırdıktan sonra, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’le birlikte hâne-i saadetine girdi. Bu iki sahabe hazırlanmasına yardımcı olacaklardı.

Efendimiz içeride zırhını, kılıcını kuşanmakla meşgulken, Sa’d b. Muaz ile Üseyd b. Hudayr, dışarıda toplanan Müslümanları, “Medine’den çıkmak istemediği halde, siz çıkması için Rasûlullah’a ısrar edip durdunuz. Hâlbuki, ona emir gökten iner. Siz bu işi ona bırakın, onun istediğini yapın” diyerek ikaz ettiler. Ashab zaten Nebi'nin yüzündeki ikrah ifadesini hissetmişlerdi, 'Biz ne kötü yaptık! Hz. Peygamber'e vahiy geldiği halde, Ona yol göstermeye kalktık' diye pişman oldular.

Efendimiz zırhını giydi ve Aişe validemizin odasından çıktı. Ashab “Yâ Rasûlallah! Senin hoşlanmadığın şeyi biz istemeyiz. Eğer Medine’de kalmak istiyorsan kalalım! Nasıl iyi görürsen öyle yap, sana aykırı hareket etmeyiz!” diye konuştular.

Cenab-ı Peygamber "Zırhını giyen herhangi bir Peygambere savaşmadan o zırhı geri çıkarmak uygun değildir" dedi. Arkasından da şöyle buyurdu:

“Süratle, size emrettiğim şeyleri yapmaya bakınız. Allah’ın ismini anarak gidiniz. Sabır ve sebat gösterdiğiniz müddetçe, Allah size yardım edecektir.”

Böylece Rasûlü Ekrem Cuma namazından sonra bin yahut dokuz yüz elli kişilik ashabı ile Medine'den çıktı. Bunlardan sadece yüz tanesi zırhlı idi ve iki tane at vardı.

Bir müddet sonra konaklayıp, gecelediler. Cumartesi sabahı, Şevval ayının 7. günü, Uhud dağının vadisinin en uzak tarafına yerleşti. Ordunun ordusunun arkasını Uhud Dağı'na vererek "Kimse ben emir vermeden sakın savaşı başlatmasın" dedi.

Safları düzeltti. Safları o kadar düzgün yapıyordu ki ileri çıkan bir göğüs gördüğünde "geri çekil" diyordu. Elli kişiyi okçu olarak ayırdı. Başlarına kumandanı olarak Abdullah b. Cübeyr'i tayin etti ve şöyle buyurdu: " Burada sağlam durun , arkamızdan baskın yapmaya kalkışan düşmanlara ok yağdırıp bizi koruyacaksınız. Düşman sizi görünce dönecektir. Sakın dönenleri takip etmeyin ve buradan kesinlikle ayrılmayın. Galip gelsek de, yenilsek de bize yardım etmeyin ve bizi savunmayın. Kuşların, bizim cesetlerimizi parçalayıp götürdüğünü görseniz de yerinizden ayrılmayın. Allah'ım sen şâhid ol."

Sağ ve sol kanattan birine Zübeyr bin Avam'ı, diğerine de Münzir İbn Ömer'i yerleştirdi. Uhud'u arkasına, Medine'yi de karşısına aldı. Sancağı Mus'ab bin Umeyr'e verdi. Ve kendisi de onun önüne geçti.

Müşrikler de sağ kanada Halid bin Velid'i, sol kanada İkrime bin Ebu Cehil'i yerleştirdiler. Safvan bin Ümeyye komutasında iki yüz süvarileri vardı. Sayıları yüzü bulan okçularının başında Abdullah bin Ebi Rabia vardı. Sancaktarları da Abdüddar oğullarından Talha bin Ebi Talha idi. Müşriklerin beraberinde Ebu Süfyan'ın karısı Hind binti Utbe başkanlığında bazı kadınlar da vardı. Bunlar def çalıp safların bazan önde bazan arkasında yürüyerek şöyle diyorlardı:

"Biz sabah yıldızının kızlarıyız. Yumuşak halılar üzerinde yürürüz. Eğer cephenin ilerisine atılırsanız, sizi kucaklar ve yumuşak halılar sereriz. Cepheden geri dönüp kaçarsanız, sizden ayrılır ve hiç yaklaşmayız!'
 

Hani sabah erkenden ailenin yanından çıkmıştın.

Efendimiz Uhud Savaşı'na Hz. Aişe'nin evinden gitmişti. غَداَ tanyerinin ağarması ile güneşin doğması arasındaki vakittir.

Nu'man b. Mukarrin dedi ki: Ben bazı savaşlarda Rasûlullah ile birlikte bulundum. Gündüzün evvelinden savaşa başlamazsa güneşin tepeden batıya kayıp da rüzgarlar esmeye ve Allah'ın ﷻ yardımı ininceye kadar savaşı ertelerdi.

Hz. Peygamber fecir doğduğu zaman güneş doğuncaya kadar savaşı durdurur güneş doğunca savaşı başlatırdı. Gündüz yarılandığı vakit, zeval vaktine kadar savaşı durdurur ve güneş tepe noktasından batıya kayınca savaşa başlar, ikindi vaktine kadar savaşırlardı. Sonra ikindi namazını kılıncaya kadar savaşı durdurur namazdan sonra tekrar harbederdi. Savaşı durdurduğu o sırada, "Zafer rüzgarları esiyor" denir ve müslümanlar namazlarında ordularına dua ederlerdi.

Hz. Peygamberin, savaşa girmek için güneşin tepe noktasından batıya kayıp da öğle namazı vaktini ve rüzgarların esmesini beklemesinin sebebi, farz namazlarından sonra duaların kabul olmasıdır. Genellikle rüzgarlar, öğle namazından sonra esmeye başladığı için Fahr-i Kâinat efendimiz öğle namazını kıldıktan sonra zafer için dua ederdi. O sırada da rüzgarlar esmeye başlardı. Dolayısıyla sıcağın şiddeti kaybolur, mücahidler harbe daha canlı ve istekli olarak girmiş olurlardı.

Hendek savaşında, Allah'ın ﷻ yardımı rüzgarların esmeye başlamasıyla geldiğinden dolayı, Hz. Peygamber savaşa başlamadan önce rüzgarların esmeye başlamasını arzu eder ve bunu zafer alameti sayardı.
 

Müminleri savaşa elverişli yerlere yerleştiriyordun.

مَقاَعِدَ Oturma yeridir. Kevn-i lahık alakasıyla Uhud'da şehit düşüp orada kıyamete kadar edinecekleri mekana ve şehitlerin ölmezliğine işarettir.

Allahu Teala, orada kalmakla memur olduklarına ve kesinlikle ayrılmayacaklarına dikkat çekmek için مَقاَعِدَ diye isimlendirmiştir.

Savaşanlar bazen, düşmanla yüzyüze gelinceye kadar belirli mıntıkalarda bulunur; gerektiğinde de, savaşmak için oradan kalkarlar. Allahu Teala o yerleri, bu sebepten dolayı مَقاَعِدَ diye adlandırmıştır.

تُبَوِّئُ 'İndiriyordun, yerleştiriyordun' demektir. Bir kimse bir başkasını bir eve yerleştirdiğinde bu fiili kullanır. ‘بَوَّأَ’ kelimesinin aslı 'Ev edinmek' manasınadır.

'Bir topluluğu ok atıcıların bulundukları tepeye yerleştiriyor diğer bir kesimi sağ tarafa, diğerlerini sola yerleştiriyor, atlılar için de muayyen yerler tespit ediyordun.'

Bu cümle delalet-i tazammuniyesi ile şunu bildirir: Her bir savaş komutanının düşmanlarla girişeceği çarpışmaya ait stratejik bir plânı olmalıdır. Savaşçıların safları düzenlenip yerleri tespit edildikten, onları konuşlandırdıktan sonra düşmanla karşı karşıya gelinir.

Uhud günü bir adam Peygamber'e gelerek;

- Ey Allah'ın ﷻ Peygamberi! Öldürülecek olursam, nerede bulunacağımı söyler misiniz? diye sordu. Rasulullah ﷺ ona:

- Cennette bulunacaksın! diye cevap verince, adam elindeki hurmaları (yemeyip) attı ve şehîd oluncaya kadar savaştı.

Sa'd bin Ebî Vakkas anlatır: Uhud Savaşı'nda Resûlullah'ı gördüm, yanında bembeyaz elbiseli iki adam bulunuyordu. Onlar Resûlullah'tan yana en şiddetli savaşçılar gibi savaşıyorlardı. O iki adamı ne Uhud'dan önce, ne de sonra görmedim.

Mücahidlerin Efendimizin etrafından dağıldıkları esnâda, Hz. Sa’d bin Ebî Vakkas da bir köşeye çekilmiş kararsız duruyordu. Kendi kendine, “İçimden ne şehidlik arzusunu, ne de kurtulma arzusunu atabiliyorum” diyordu.

O sırada mücahidin biri ona, “Yâ Sa’d! Resûlullah seni çağırıyor,” dedi. Hz. Sa’d, derhal Efendimizin huzuruna çıktı. Sonrasını Hz. Sa’d şöyle anlatır:

“Resûlullah beni önüne oturttu. Ok atmaya başladım. Her atışta, ‘Allah’ım! Bu senin okundur! Onunla düşmanını vur!’ diyordum.

Resûlullah da ‘Allah’ım! Sad’ın duâsını kabul et! Allah’ım! Sa’d’ın atışını doğrult! Devam, devam Sa’d! Babam, annem sana fedâ olsun! At, ey kısa boylu, kuvvetli delikanlı!’’ diyordu.

“Her ok atışında Resûlullah aynı duayı tekrarlıyordu. Ok çantam boşalınca, Resûlullah kendi çantasında bulunan okları da birer birer yayıma yerleştirip attırdı. Okları, yaya yerleştirmekte o, herkesten daha çabuk ve sürâtli idi.”

Hz. Ali der ki: “Resûlullah anne ve babasını, Sa’d’dan başka hiç kimse hakkında birleştirerek ‘feda olsun’ dememiştir.
 

Allah işiten ve bilendir.

Kendileriyle danıştığın hususlarda müminlerin söylediklerini Yüce Allah çok iyi işitendir. O hem, "Düşmanların karşısına çıkma ve onlar üzerimize gelinceye kadar Medine'de kal" diyenlerin hem de, "Medine dışında onlarla karşılaşmak üzere bizi dışarıya çıkar" diyenlerin sözlerini çok iyi işitendir.

Allah her bir niyeti ve her bir fiili çok iyi bilir. Hatalı olsa bile sözü ihlâsla söyleyeni de, Abdullah b. Übeyy ve münafıklar topluluğu gibi isabet etmekle birlikte, münafıklık edeni de aynı şekilde bilir.

Yine Yüce Allah ﷻ, Ensar'dan Selimeoğulları ile Hariseoğullarının -ki bunlar Müslüman askerlerin yaklaşık üçte birine denk idiler- savaşa karşı zaaf korkaklık göstermek üzere olduklarını, münafıkların geri döndüklerini gördüklerinde de savaşa çıkmamayı içlerinden geçirdiklerini de çok iyi işiten ve bilendir.
 

es-Semî (cc)

Gizli açık, alçak-yüksek, küçük-büyük, her varlığın bütün seslerini ve hareketlerini duyan, her sesi, her yalvarışı ve yakarışı dinleyip işiten.

Allah ﷻ işitir. Yüreklerimizdeki sözleri, ellerimizin hafif dokunmasından meydana gelen sesleri işitir. Mesafeler onun işitmesine perde olamaz. Kainatın her noktasında işitilmek şanından olan her şeyi işitir. Her hadiseyi aynı derecede açık olarak işitir.

Kâinat; galaksilerin hareketlerinden sineklerin vızıltısına, rüzgârların terennümatından bulutların naralarına, deniz dalgalarından yağmur nağmelerine kadar türlü ses ve nağmelerle doludur.

İşte Cenab-ı Hak aynı anda bütün bu sesleri işitir. Denizlerin dibindeki balıklardan semadaki yıldızlara kadar, zerreden şemse, insanlardan meleklere kadar, nihayetsiz varlıkların sesini aynı anda duyar. Hiçbir ses diğerine mâni olmaz. Hatta sadece sesleri değil, kalplerden geçenleri dahi işitir.

Bu isimden kulun alacağı dini haz iki çeşittir:

♦ Allah’ın her şeyi duyduğunu ve Allah’a gizli kapaklı hiçbir şey tasavvur edilemeyeceğini bilir ve ona göre dilini muhafaza eder. Kötü niyet ve teşebbüslerde bulunmaz.

♦ Kendine kulağın yalnız Allah kelamını dinlemek için verildiğini bilir. Allah’ın kitabını dinler, ondan istifade eder, Allah’a ulaştıracak hidayet yolları bulmak için canla başla ona sarılır.

Madem Cenab-ı Hak Semi’dir ve her sesi işitir, biz de tazarru ve niyazla, tevazu ve mahviyetle dua etmeli, yalvarışlarımızı O’na işittirmeliyiz. Hem madem O Semi’dir, her şeyi hatta kalbimizden geçenleri dahi işitir, biz de dilimize, kalbimize sahip olmalı ve Rabbimizin işitmekten razı olmadığı şeyleri O’na işittirmemeliyiz.

Efendimiz de Allah-u Teâlâ’ya Semi ismiyle şöyle senada bulunmuştur: Ey sesleri işiten! Ey dualara icabet eden! Ey şikâyetleri duyan! Ey işitmesi bütün işitenlerin üstünde olan! Ey en gizli sesleri işiten ve en gizli arzuları bilen! Ey çaresizlerin feryat ve inlemelerini işiten! Ey hiçbir ses diğerine engel olmadan bütün sesleri bir anda işiten!

Perşembe günü kuşluk namazından sonra bu ismi 500 kere zikretmeye devam eden kimsenin hiç bir duası geri çevrilmez.
 

el-Alîm (cc)

"Her şeyi bilen" manasına gelen 'el-Alîm' ism-i şerifi Kur’an-ı Kerim’de 162 defa zikredilmiştir. 4 defa da 'el-Allâm; çok iyi bilen' olarak zikredilmiştir. İlim kelimesi 105 defa tekrarlanmıştır.

Allah alimdir. İlmi, ezeli ve ebedi olup bütün kâinatı ve her şeyi kuşatmıştır. Hiçbir şey onun ilminin dışında kalamaz. Perdesiz güneşe karşı yeryüzündeki eşyanın gizlenmesi mümkün olmadığı gibi, o Alim-i zü-l Celalin nur-u ilmine karşı eşyanın gizlenmesi de mümkün değildir. Çünkü her şey O'nun şuhud dairesindedir, her şeye nüfuzu vardır.

Allah’ın mükemmel ilmini gösteren pekçok delil vardır:

♦ Bütün hayat sahiplerinin rızıklarının kendilerine layık bir tarzda, en uygun zamanda, umulmadık bir yerden verilmesi, ancak her şeyi kuşatan bir ilimle olur. Çünkü rızkı gönderen, rızka muhtaç olanları bilmeli, tanımalı, vaktini, ihtiyacını görmeli; ancak ondan sonra rızkını layık bir tarzda verebilir. Yavruları sütle besleyen, zeminin suya muhtaç bitkilerine yağmur ile yardım eden, elbette o yavruları tanır, ihtiyaçlarını bilir, o bitkileri görür ve yağmurun onlara lüzumunu bilir, sonra gönderir. Rızkı mükemmel olarak verilen her bir mahlûk Cenab-ı Hakk'ın ilim sıfatına şehadet etmektedir.

♦ Eşyaya ayrı ayrı muntazam ve hikmetli suretler vermek ancak bir ilm-i muhit ile mümkündür. Bu meselenin hadsiz misallerinden sadece deveye bakalım:

Devenin hörgücü depo gibidir. Günlerce bu depodaki rızık ile idare edebilir. Üç hafta su içmeden yaşayabilir. Ayakları geniştir. Kumda batmadan koşabilir. Göz kapaklarındaki kirpikler ağ gibidir. En şiddetli kum fırtınalarında bile gözleri kum ile dolmaz. Burnu öyle bir şekilde yaratılmıştır ki, en korkunç fırtınalarda bile rahatça nefes alabilir. Üst dudağı yarıktır. Bu da dikenli çöl bitkilerini kolayca yemesini sağlar. Uzun boynu yerden 3 metre yükseklikteki yaprakları bile yemesine imkân tanır.

Dizler, bir boynuz kadar sert ve kalın bir zardan oluşan nasırla kaplıdır. Bu nasırlar kumlara yattığında onu aşırı sıcak olan zeminden ve yaralanmalardan korur.

Kalın kürkü sayesinde yazın (+) 50 dereceye varan sıcağına, kışın ise (-) 50 dereceye kadar ulaşan soğuğuna dayanabilir. Ve daha bunlar gibi birçok özellik…

Devenin vücudunda hadsiz şekil ve imkânlar düşünülebilirken, hayatının devamı için ona en mükemmel sureti ve şekli vermek, her şeyi bilen bir zatın ilmini ispat eder. Mesela, devenin sadece ayakları atın ayakları gibi olsaydı, çölde 1 km. bile gidemezdi. O zaman diğer özelliklerinin bir önemi kalır mıydı? Gözü ağlı olmasaydı fırtınalarda tek bir adım bile atamazdı. Dudakları yarık olmasa beslenemezdi.

♦ Mahlûkatın icadı ve yaratışındaki kolaylık sonsuz bir ilme işaret eder. Çünkü bir işte kolaylık, ilmin derecesi ve mahareti ile orantılıdır. Ne kadar fazla bilse, o derece kolay yapar. Mevcudatın icadı hayret verici bir kolaylıkla, külfetsiz, kısa bir zamanda, noksansız, birbirine karıştırmadan mucizevî bir surette icad ediliyor. Demek hadsiz bir ilim sahibi var, nihayetsiz kolaylıkla bu icatları yapıyor.

Mesela saniyede 4 insan, günde yaklaşık 350.000 insan yaratılıyor. Her birine göz, kulak, dil gibi onlarca âzâ takılıyor. İnsanın yaratıldığı o saniyede mikroplardan, bakterilerden, karıncalardan, sineklerden, böceklerden, kuşlardan, balıklardan hadsiz fertler, aynı o saniyede yaratılıyor. Hâlbuki çabuk olan, ani bir surette yaratılan ve basit bir maddeden oluşan şeyler, gayet basit, şekilsiz ve sanatsız olması lazım gelirken, bakıyoruz ki, yaratılan her şey güzel bir sanatla, nakışlarla süslenmiş bir tarzda ve mükemmel bir şekilde yaratılıyor. İşte bu yaratılış, Allah’ın alim isminin kemalini bizlere gösteriyor.

 

Sebeb-i Nüzulü

♦ Bu âyet-i celile Uhud savaşı hakkında nazil olmuştur.

♦ Hendek Savaşı hakkında nazil olduğu da söylenmiştir.

Bu ayetler ile birlikte 179'a kadar olan ayetler, Medine yakınlarındaki Uhud Dağı eteğinde, Bedir Savaşı'ndan yaklaşık 15 ay sonra vuku bulan Uhud Savaşı ile ilgili olarak nazil olmuştur.

Gerek bu ayetlerde, gerekse bundan sonraki ayetlerde olay, uzun uzadıya kıssa şeklinde anlatılmamış, bilakis nasihat ve ibret olması gayesiyle bu olaya ilişkin tablolara işaret edilmiş, yer yer ayıplamaları, yer yer ferahlatmaları, nasihat ve teselliler beyan edilmiştir. Ayrıca bu ayetler vahy-i ilahinin işaret etmek istediği sahnelere, söylenen sözlere ve müslümanların olaydan sonra içinde bulundukları konumlara başlangıç ve bir giriş niteliğindedir.

 

Belagat

 اِذْ burada olduğu gibi kıssaların başına gelir. اُذْكُرْ  'Hatırla' fiili mahzuftur. اَنْتَ zamiri deاُذْكُرْ 'un tahtında müstetirdir. İcaz sanatı vardır. Ayet Uhud Savaşı'nı tecessüm sanatıyla gözler önüne seriyor.

 Ayetin hitabı Efendimiz'e olduğu için muktezay-ı zahirin hilafına kelamdan bileni bilmeyen yerine koymaktır.

 'Müminleri yerleştiriyordun' cümlesinde, 'Müminler' umum söylenmiş, hususen Uhud'da savaşan sahabiler kastedilmiştir.

 Aynı zamanda nisbetli kinayedir. Özellikle bu vasıflarının zikredilmesi, delalet-i tazammuniyesi ile, savaşta yerlerinden ayrılanların dinden çıkmadığını, bir hata etseler de müminlerden olduklarını bildirir.

 'Müminleri yerleştiriyordun' tecriddir. Efendimiz de o müminler grubuna dahildi.

 Lazım; Allah işiten ve bilendir, melzumu; halinizi bilip size yardım edecektir. Konuşmalarınızı işitendir, konuştuklarınıza dikkat edin.