28- Müminler inananları bırakıp kafirleri dost edinmesinler; kim bunu yaparsa Allah’tan bir şey beklemesin, ancak onlardan gelebilecek bir tehlikeden korkarsa o başka. Asıl Allah kendisinden korkmanızı emreder. Sonunda dönüş yalnız Allah’adır.
Müminler Allah'ın, Resulünün ve müminlerin dostudur, olmalıdırlar. Çünkü dostun güvenilir, takva sahibi ve faydalı olması gerekir. Aksi halde; ayetin de bildirdiği gibi; 'O gün bütün dostlar birbirine düşman olur, müttakiler müstesna' (Zuhruf, 67)
Kafirden, münafıktan asla dost olmaz, olsa olsa dost kılıklı düşman olur. Hz. Adem ve Havva'ya 'Yasak ağaçtan yerseniz ebedi burda kalacaksınız, melek olacaksınız' diye Allah üzerine yemin eden şeytan olur. Firavunu imandan caydıran Haman olur.
Ezeli düşmanımız şeytan gibi, şeytan ruhlu inançsız, batıl kimseler de bizden ayrılmaz. Kah sağımızdan, kah solumuzdan, kah önümüzden, kah arkamızdan gelir ve her zaman doğru yolumuza oturur. Bize daima kötü fikirlerini fısıldar. Hainliklerini sürdürür.
Bir işin mükemmelliği ancak iki şeyledir: Allah'ın emirlerine saygı ve insanlara şefkat. Bu vasıflar da ancak müminde bulunur. Bundan dolayı Allah (cc), "Mü'minler, mü'minler dışında kâfirleri dost edinmesin" buyurdu.
Allahu Teâlâ, dünya ve âhiretin mâliki olduğunu beyân edince, düşmanlarına değil, kendisi yanındaki mükâfaat ve nimetlere, kendi dostlarındaki lütuflara rağbet edilmesi gerektiğini açıkladı.
Müslümanlar arasında her çeşit anlaşma meşrudur. Ancak helali haram, haramı helal kılan bir anlaşma yapılamaz. Müslümanlar anlaşmalarda koymuş oldukları şartlara bağlı kalmalıdırlar. Fakat helali haram veya haramı helal kılan şartlar geçersizdir. Hadis-i Şerif
Müminler, kafirleri dost edinmesin
İnsanların en çok yanıldıkları konulardan birisi ve en önemlisi, dost edinme meselesidir. Her an ve her şartta dostunu savunacak, destekleyecek, acılarını paylaşacak ve hayatın çilelerini beraberce omuzlayacak dost bulmak çok zordur.
Yüce Allah bu ayetle konuyu çözümlemiş, dost olacak insanların inanç birliğine sahip olmalarına hükmetmiştir. İman birliği, dost olmanın olmazsa olmazıdır.
Dost; her şeyin teslim edilebileceği, emanete ihanet etmeyen, daima arka çıkan, Allah'ı inkar etmeyen, düşmanlık yapmayan, inanan insanları yurtlarından çıkarmayan ve çıkaranlara yardım etmeyen, fırsat kollayıp düşmanlığını tatbikata koymayan kimsedir. Kafir zaten bu tanımın dışında kalmaktadır.
Müminin Kafirlerle Dostluğu:
· Onun küfrüne razı olup, onu dost edinmesi ile olur. Bu, mü'min için yasaktır. Çünkü böyle yapan, o kâfiri dininde ve inkârında tasvip etmiş olur. Küfrü tasvip etmek ve küfre razı olmak küfürdür.
· Dünyevî meselelerde zahiren kâfirlerle güzel ilişkilerde bulun-makla olur. Bu, mü'mine yasak kılınmamıştır.
· Bu, ilk ikisi arasında orta bir haldir. İster akrabalık sebebi ile, isterse dinin bâtıl olduğunu bildiği halde ona duyulacak bir sevgi sebebi ile olsun kâfire meyletmek ve yardımcı olmaktır. Bu ise, küfrü gerektirmez. Fakat bu da mü'mine yasaktır. Çünkü kâfir ile bu mânâda dostluk kurmak, bazen mü'mini onun yolunu güzel bulmaya ve onun dininden hoşlanmaya sevkeder. Bu da zamanla o mü'mini İslâm'dan çıkarır.
Allah (cc) müminleri, kafirlere dost olmaktan, sevgi ile yaklaşmaktan, akraba olmaktan ve uzun zaman arkadaşlık yapmaktan menetmiştir. Çünkü mü'mine gereken, Allah düşmanlarından uzaklaşmak ve yüz çevirmektir. Kafirleri sevmek ve dost edinmek, kalpte aynı anda barınabilecek duygular değildir. Bu dostluk ister kalbi, ister yardım etmek veya ondan yardım taleb etmek tarzında tecelli etsin, aynıdır. Mü'minle kafir arasında yakınlık, akrabalık, din, akide, rabıta ve dostluğun hepsi yok olmalıdır. Çünkü imanla küfür arasında hiçbir bağ yoktur.
Dostluk, mü'minlerin hakkıdır. Mü'minlerle kurulan dostluk kafirlerle kurulan dostluktan daha geniş ve sağlamdır. Mümin kafirlerin dostluğuna ihtiyaç duymaktan müstağnidir.
Mü'minin mü'mini dost edinmemesi, aralarına ayrılık girmesi imanın yapısına terstir. Mü'minler arasındaki sevgi bağının kopması, mü'minlerle Allah arasındaki bağlatının da kopmasına yol açar. Kullar, aralarındaki sevgi, merhamet ve dostluk bağlarını koparmadıkça, Allah, kullarıyla arasındaki sevgi ve rahmet bağlarını koparmaz.
İmanın toplumdaki en önemli etkisi, insanların gönlünü birbirine bağlaması, bütünleştirmesi, kardeş yapmasıdır. Hakiki iman, insanın sadece gönlünde kalan bir duygu değildir; kalpten çıkıp toplumsal hayata uzanan, tefrikaları, düşmanlıkları, kin ve kavgaları sevgi ve dostluğa dönüştüren bir güçtür.
Allah müminler arasında bu dostluğu tesis etmekle aralarında kültürel bütünlüğün gerçekleşmesini istemektedir. İman kardeşliği, kültürel, manevî bütünleşme şeklinde sosyal hayata yansımalıdır.
Hz. Peygamber Medine'de ehl-i kitapla aynı anayasa altında birarada yaşama ortamı oluşturmuş, sosyal bütünleşme meydana getirmişti. Farklı kültürler, saygı sınırları içinde sosyalleşebilir. Ancak saygı dışına çıkan bütünleşmelerde (yakın ahbaplık gibi) mutlaka zarar doğacaktır.
Dört şey büyük günahlardandır.
1- Dünya menfaati için sofu elbisesi giymek.
2- Salihlerin amellerini yapmadığı halde onları sevdiğini iddia etmek.
3- Zenginlerin malını alıp yediği halde onları kötülemek.
4- Kazanç edinip (kendisi helalden çalışıp, kazanmayıp) insanların kazandığından yemek ve insanlara yük olmak.
Kıyamet günü bir mümin getirilir, amelleri tartılır, günahları sevaplarından ağır gelir. Bunun üzerine cehenneme atılması emredilir.
Der ki: “Ya Rabb! Bana bir saat mühlet ver, anneme gideyim, onun sevaplarından isteyeyim”. Kendisine mühlet verilir, annesine gelir.
“Anneciğim! Dünyada beni büyüten, her türlü ihsanı benden esirgemeyen sendin. Şimdi cehennemden kurtulabilmem için bana sevaplarından bir sevap ver.
Annesi; “Oğulcağızım! Ben kendimi kurtarmaktan acizim. Akibetimin ne olacağını bilmiyorum, seni nasıl kurtarayım?” der. Annesinden ümidini kesen adam, diğer akrabalarına gider. Onlardan da kendisine bir sevap veren çıkmaz. Hepsinden ümidini kesmiş, cehenneme götürülürken, dünyada Allah için dost edindiği biri onu görür. O dostu der ki: "İkimiz de cehenneme gitmektense, ben bütün sevabımı sana vereyim. Hiç değilse birimiz kurtulsun, bu daha ehvendir.” Bunun üzerine adam cennete götürülür. Koşarcasına cennete giderken yolda birisi kendisine seslenir: “Arkadaşını cehenneme bırakıp cennete gitmek, kerem değildir.” Bunun üzerine adam secdeye kapanır, arkadaşı da affedilir ve ikisi de cennete girerler.
Batıya meylin zararı
Batı medeniyeti, zaruri olmayan ihtiyaçları zaruri hükmüne getirmiş, bir insanın gerçekte muhtaç olduğu dört şeyi yirmiye çıkarmış, gelir gideri karşılamadığından insanlığı gayr-i meşru yollara yöneltip, ahlakını tahrip etmiş, topluma büyük ihtişam getirirken, ferdi aç hale getirmiştir. Amerika’daki aç insanlar ve sokakta yatan evsizler bunun delilidir.
Batı medeniyeti, maddeci ve inkârcı olduğundan riyakârlığı düstur haline getirmiş, aileyi bozmuştur.
Bir medeniyetin medeniyet olabilmesi, dört kaynağa bağlıdır: Fikirlerin birbirine eklenmesi, semavi dinler, fıtri ihtiyaçlar ve İslam.
Üstadın ifadesiyle, “Avrupa’nın en büyük üstadı Endülüs İslam Devleti’dir.” Mevcut medeniyet harikaları, insanlara, Rabbin birer nimetidir.
Hıristiyanlık Avrupa’da üç yüz sene dâhili savaşlara sebep olmuştur. Avrupa, sefahet ve dalaletle bozulmuş ve İsevî dininden de uzaklaşmıştır. Batı medeniyeti “dini” değil, “dünyevi” dir. Batı medeniyeti Hıristiyan bir medeniyet değildir. Hıristiyanlık bütünüyle Batı medeniyetine tesir edememiş, tersine Avrupalılar Hıristiyanlığa tesir etmiş, onu tahrif edip, materyalizme kaymış ve şirke girmişlerdir.
İslam’a göre bir medeniyetin başarısı, insanların tamamına veya en azından çoğunluğuna saadet ve kurtuluş getirmesine bağlıdır. İslam, beşeriyet ürünü ve “Roma” temelli felsefeyi kabul etmez. Avrupa Medeniyetine, İslam’ın ve Müslümanların tabi olması mümkün değildir.
Kur’an medeniyeti, “müspet” beş esas üzerine kurulmuştur:
1. “Dayanak noktası, kuvvete bedel haktır. Hakkın neticesi adalet ve tevazudur. Bundan huzur ve selamet doğar; şikâyet ortadan kalkar.
2. Hedefi menfaat yerine fazilettir. Faziletin özelliği muhabbet ve kaynaşmadır. Bundan saadet doğar, düşmanlıklar ortadan kalkar.
3. Hayattaki düsturu, mücadele yerine yardımlaşmadır. O düsturun özelliği de birlik ve dayanışmadır.
4. İnsanları, hevâ ve heves yerine Allah’ın hidayetine çağırır. Bu da insana yakışan maddi ve manevi kalkınma, rahatlık ve refahı getirir, ruhu nurlandırıp kemale erdirir.
5. Kitleleri birbirine bağlarken ırkçılığı değil, din, vatan, sınıf birliği ile, iman kardeşliğini esas alır. Bu da toplumu birleştirir, bütünleştirir ve kucaklaştırır.
İslam’ın kabul edeceği medeniyet hakka dayanmalı, yardımlaşma düsturunu esas almalı, fazileti hedeflemeli, ırkçılığı reddedip, kardeşlik bağlarıyla insanları birbirine bağlamalıdır.
Sükûn belirdi mi bir milletin hayatında
Kalır senin gibi zillet, esaret altında Nedir bu meskenetin, sen de bir kımıldasana!
Niçin kımıldamıyorsun? Niçin? Ne oldu sana?
Niçin mi? “Çünkü bu fani hayata yok meylin!
Onun neticesidir sa’ye varmıyorsa elin.” (M. Âkif) Kim bunu yaparsa, Allah ile olan ilişiğini kesmiştir.
Bu ifâdede bir hazif vardır. Mâna şöyledir:
- Ona, Allah'ın dostluğundan, hakkında dostluk kelimesinin kullanılabileceği hiçbir şey yoktur! O, tamamiyle Allah'ın dostluğundan sıyrılmış, uzaklaşmıştır, demektir. Hem dost ile, hem de dostun düşmanıyla dost olmak, birbirine zıttır.
- O’nun Allah’ın diniyle hiçbir münasebeti kalmamıştır, manasındadır.
Günlük ilişkilerimizde iki şeye muhtacız: Allah'tan korkmak, sonra da insanlara karşı merhametli ve şefkatli davranmak.
Müslüman kardeşlerimizle ilişkilerimiz şu prensiplere göre olmalıdır:
Sevmek, saygı duymak,
Dost edinmek ve bunu sürdürmek,
Yardımcı olmak, yardımlaşmaya katılmak,
Hastalarını sormak, fakirlerine zekât ve sadaka vermek, cena-zelerine hazır olmak,
Ticarî ilişkilerimizi daha çok onlarla geliştirmek, ne zulmet-mek, ne de zulme uğramak,
Her hak sahibinin hakkını vermek,
Din ve ahlâkı cemaatleşme şuuruyla korumak ve geliştirmek için gerekeni yapmak,
Komşu haklarına saygılı olmak, her Müslümanın malını canını ve namusunu, kendi malımız, canımız ve namusumuz gibi korumayı bir vecîbe saymak..
Gayr-i Müslimlerle ilişkiler ise şu prensiplere göre olmalıdır:
Haklarına saygılı olmak, vatandaşlık hakları varsa korumak,
Fakir olanlarına sadaka vererek yardımcı olmak,
Gerektiğinde alış-verişte bulunmak, ticari ilişkileri bir ölçüye kadar sürdürmek,
Komşuluk haklarına saygılı olup korumak.
İslâm dışı yaşantılarına özenmemek, onları taklit etmemek, Müslümanlığın yüceliğini kendi günlük yaşantımızla onlara örnek ve model olarak sunmak.
Onlardan gelebilecek tehlikelerden sakınmanız hariç.
إِلَّ أنَْ تتَقَّوُا مِنْهُمْ تقُاَةً Bütün umumi hallerden istisnadır. Yani 'Zahiri ve batıni bütün hallerinizde onları dost edinmeyin; ancak korunma haliniz hariç' demektir.
Bazı durumlarda düşmanın şerrinden ve zararlarından emin olmak için dostluğa müsade edilmiştir. Yalnız müsaade edilen bu dostluk, geçici, göstermelik bir dostluktur. Su bulunmadığında teyemmüme ruhsat verildiği gibi, hayat tehlikesi bulunduğunda da kafiri dost edinmeye ruhsat verilmiştir.
Bu sakınma, kafirlerin galip gelmesinden korkulunca olur. Ya da mü'min onların arasında kalmıştır. Böyle bir durumda kalbler tamamen iman etmiş olarak kafirlere düşmanlık, kin ve buğz beslendiği halde dostluk izhar etmek caizdir. Kalbde bulunanı izhar etmek için zor olan durumun geçmesi beklenir.
Hz. İsa şöyle buyurdu:
"Ortada ol kenardan yürü. Suret ve şekil bakımından onların arasında ol! Ahlak bakımından onlardan kaçın! Dostluk ve kalbi yakınlık ilişkisiyle onların içine katılma! Onların yolu ve ahlakıyla ahlaklanma!"
Böyle hallerde takiyye yapmak, Allah (cc) tarafından müminlere verilen bir ruhsattır. Yalnız takiyyeyi terk edip ölene kadar sabretmek daha hayırlıdır.
Takıyye, düşman şerrinden korkan mü'minin, şahsını, malını ve etrafındaki müslümanları korumak için kalbi imanla mutmain olduğu halde lisanen küfrü icab ettiren bir söz söylemesi veya yapmasıdır. İslâm hukukuna göre, böyle bir kimse, günahkar değildir ve öldürülemez. "Kalbi iman üzere (sabit ve bununla) mutmain olduğu halde zorlananlar müstesna" (Nahl, 106)
Kalbi imanla dolu kimseye, kafir olması için ölünceye kadar zor kullanılsa da, lisanıyla küfür söz söylememesi daha hayırlıdır. Çünkü müşrikler, sahabi Hübeyb bin Adiyye'ye (ra) küfre dönmesi için ölünceye kadar işkence yaptıkları halde, küfrü gerektiren bir şey söylemedi. İslam alimlerine göre bu sahabi, kafirler tarafından işkence yapılınca, takiyye yaparak küfrü gerektiren sözler söyleyen Ammar bin Yasir (ra)'dan daha faziletlidir.
Resulullah , Ammar bin Yasir'e, «Küfrü gerektiren sözler söylediğiniz zaman kalbiniz nasıldı?» diye sorduğunda, «İmanla mutmain idi» dedi. Bunun üzerine Resulullah , «İmanınızdan ötürü kafirler tekrar işkence yaparlarsa kalbini bozmadan küfrü gerektiren sözler söyleyebilirsiniz» buyurdu. Peygamber Efendimizin, Ammar bin Yasir (ra)'e tavsiyeleri, farz değil, bir ruhsattır.
Müseylemetü'l Kezzab, kendisinin Beni Hanife Kabilesi'nin peygamberi, Hz. Muhammed'in de Kureyş Kabilesi'nin peygamberi olduğunu iddia ediyordu.
Hz. Peygamber'in ashabından iki kişiyi yakaladı. Onlardan birine, "Sen, Muhammed'in Allah'ın Resulü olduğuna şehâdet ediyor musun?" deyince, adam "Evet, evet, evet!" dedi. Bunun üzerine Müseyleme, "Benim de Allah'ın Resulü olduğuma şehadet eder misin?" deyince, adam "Evet" dedi...
Bunun üzerine onu bırakıp diğerini çağırdı ve ona, "Muhammed'in Allah'ın Resulü olduğuna şehâdette bulunuyor musun?" dedi. Adam, "Evet" dedi. Daha sonra, "Benim de Allah'ın Resulü olduğuma şehâdette bulunuyor musun?" deyince, adam 'Ne dediğinizi duymuyorum. Ben sağırım...' dedi. Müseyleme aynı soruyu üç kere tekrarladı, hep aynı cevabı aldınca, onu katletti. Bu olay Hz. Peygamber'e intikal ettiği zaman O şöyle buyurdu:
"Öldürülen kimse, yakînî imanı ve sıdkı üzere gitti, dinine bağlılığından şehadetin en yüksek mertebesine ulaşmıştır. O'na müjdeler olsun, gözleri aydın olsun. Allah mübarek etsin. Diğeri ise; Allah'ın tanımış olduğu ruhsatı kullandı. Bundan dolayı ona bir günah ve vebal yoktur."
Allah için sevgi ve Allah için buğz, iman esaslarından bir asıl olup, büyük bir mesele ve hakikate nail olma kapısıdır. Güzel ahlak ve sadık muhabbet ancak batını tasfiye ile olur. Bu da akide ile yaşama tarzının birliğine bağlıdır. Çünkü kalpler birbirlerine münasip oldukları zaman safıleşir. Eğer kalpler arasında manevi muvafakat bulunmaz da, sulh nevi benzerlik hasebiyle ünsiyet ve nefsani bir ülfet, suri bir cinsiyete dayanan ittifak bulunursa bir çok rezalet hazır demektir.
Fazilet sahipleri, birbirine benzemeli ve birbirinin güzel ahlakını almalıdır. Kişinin kendisinden sorma! Arkadaşlarını gör, dostlarına bak! Çünkü herkes yakın arkadaşına uyar! Cahil kardeş ile sohbet etme! Kendini ondan koru! Nice cahiller, kardeşlik kurdukları halim, selim insanları helak ettiler. Hazret-i Ali
İnsan insan ile değerlendirilir. Kişi kiminle gezerse onunla kıyaslanır!
Kişi hac veya cihad gibi yolculuklarda facirlerle sohbet etmek ve arkadaşlık yapmaya mecbur kalırsa, onların sohbetleri sebebiyle asla ibadet ve taatını terk etmemelidir.
Onların yaptıklarını kalbiyle ikrah etmeli, asla onların yaptıklarına razı olmamalıdır. Kalbten kalbe yol olduğu için onun kerih görmesiyle belki fasığın kalbi de yumuşar ve kötülüğü terkeder.
Hatemü'l Esam ve Şakik-i Belhi beraber sefere çıktılar. Fasık bir şeyh kendileriyle arkadaşlık etti. Yolda çalgı aletlerini çalıyor oynuyor ve teğanni edip söyleyerek, onların manevi halvetlerini bozarak onları rahatsız ediyordu.
Hatemü'l Esam, Şakik i Belhi'nin onu uyarmasını ve bu işi yapmasına mani olmasını bekliyordu. Şakik-i Belhi ona hiçbir şey söylemedi. Yolun sonuna varıp; ayrılmak istediklerinde; bu fasık şeyh onlara:
- Sizden ağır hiç kimse görmedim! Önünüzde her türlü makam ve alet çaldım söyledim hiç heyecana gelip, bana katılmadınız" dedi.
Şakik i Belhi yine ses çıkartmadı. Hatemü'l esam:
"Ey şeyh! Bizi mazur gör. Bu, Şakiki Belhi'dir! Ben de Hatem'im!" dedi.
Bunun üzerine fasık şeyh tevbe etti. Çalgı aletlerini kırdı. Onlara talebe oldu. Onlara hizmet etmeye başladı. Bunun üzerine Şakiki Belhi Hatem'e:
"Ricalullah'ın (Allah adamlarının) sabrı nasılmış gördün" dedi.
Bir şair şöyle demiştir: Kendisiyle cenk ve muhalefet edilmeyen, muhalefete güzellikle cevab vermesini bilmeyen kişi halkı irşad davasına oturmasın! Çünkü değirmen taşının birbirlerini aşındırması bir yanlışlık değildir. Yoksa un olmaz. Taşları yoldan kaldırmayan ve taşlık yolda yürümeyen kişi arif değildir.
Mü'min kafirlerle dostluğu kestiği gibi, facir akrabayla da dostluğunu kesmelidir.
Diyanet ve takvası olmayan akrabalar ile yakınlığı kesmek takvaca sevgi ve yakınlıktan daha iyidir. İnsanın, şekaavetine sebeb olan herkesle ilişkisini kesmesi gerekir. Velev ki en yakın akrabası olsa bile.
Ehl-i irfan, 'Allah'ı tanımayan ve takvadan uzak bin akraba, Allah'ı tanıyan ve ehli takva olan bir kişiye feda olsun' demiştir.
Mecburi bir sebep olmaksızın kafirlerle oturup yemek yemek, kafirlerle dostluk kurmaktır.
Mümine düşen ağyar ile ilgiyi kesmektir. Hz. İbrahim gibi "Onlar ın hepsi benim düşmanım, ancak Rabb'ul alemin müstesna" demelidir.
Allah sizi, yüce Zatından sakındırıyor.
“Allah, sizi zatına isyan edip, azabına müstehak olmaktan sakındırıyor." نفَْسٌ kelimesinin zikredilmesinde ince bir nükte vardır. Cenâb-ı Hak “Allah sakındırıyor” buyursaydı, sakınılacak şeyin, Allah'dan mı yoksa başkasından mı sâdır olan bir ikâb olduğu anlaşılmazdı. نفَْسٌ kelimesinin kâfirleri dost edinmek anlamında olduğu da söy-
lenmiştir. "Allah sizi bu gibi fiillerden, (kâfirleri dost edinmekten) men ediyor" manasındadır.
Dönüş Allah'adır.
Müslüman, her koşulda Allah için tevekküllü olur, her koşulda Allah için sabır gösterir. Ve bunu bir ömür boyu şevkle, zevkle yapar, asla güzel ahlak göstermekten taviz vermez. Her defasında Allah rızası için güzel olan davranış ne ise onu uygular. Tek başına Allah’a varacağını, tek başına hesap vereceğini ve hesabını da hiç kimseyle paylaşmayacağını unutmaz. Kimse onun günahını yüklenmeyecektir. Yahut hiç kimse onun tek başına Allah’a adayarak yaptığı amellerine ortak olmayacaktır. Yalnızca niyetine göre bir tek kendisi yaptıklarından sorumlu olacaktır.
Dünya, her bir birey için tek tek, Allah tarafından, kişilere has bir kaderle yaratılmıştır. Uzun yaşayanların olması kişinin kendisinin de uzun yıllar yaşayacağı manasını taşımaz. Herkesin kaderi farklıdır. Herkesin tek bir nihai sonu vardır. Herkes Ezeli ve Ebedi olan, Yüce Rabbine varacaktır.
Ayetlerde zikredilen 'Allah’a dönüş' ifadesi, yakınlaşma manasında değildir.
Yakınlık ve uzaklık daha çok maddi anlamda kullanılır. Ancak Allahu Teâlâ cisim değildir, bir mekanda olmaktan münezzehtir. Yakınlık ve uzaklık kelimeleri Allah hakkında kullanıldığı zaman hiç bir şekilde maddi mana ifade etmez ve tamamen manevi bir mana alır. Allah’a yaklaşmak, dönmek manevi yakınlıktır. Uzaklık ise manevi uzaklıktır.
Ölümle Allah’a dönüş demek maddi hayatın bütün bağlarından kurtulduğumuz, üzerimizdeki bütün hicapların kalktığı ve gerçek sebep ve maliki açık bir şekilde görmek demektir.
Muhakkak ki dünya fâni, ahiret ise bakidir. Fâni olan sizi şımartıp azdırmasın, baki olandan alıkoymasın. Siz, bakiyi fâni olana tercih ediniz. Dünya sonludur, dönüş Allah’adır. Allah’tan korkunuz. Hz. Osman
Sebebi Nüzulü
· Yahudileri dost edinen müslümanları uyarmak için nazil ol-muştur. Çünkü Ka'b bin Eşref'in antlaşmalısı Haccâc ibn Amr, Kehmes ibn Ebi'l-Hukayk, Kays ibn Zeyd adlı yahudiler belki dinlerinde fitneye düşürürüz düşüncesiyle ensardan bazılarına karşı dostluk gösteriyorlardı. Sahabeden Rifâ'a İbni Münzir (Ebu Lübabe), Abdurrahman İbni Cübeyr ve Sa'îd İbni Heyseme, o müslümanlara, "Bu yahudilerden uzak durun, onlarla birlikte olmaktan sakının ki sizi dininizde fitneye düşürmesinler" diye nasihat ettiler, ancak tesirli olamadılar. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu.
· Âyet; Ubade bin Sâmit hakkında nazil olmuştur. Ubâde Bedr gazvesinde bulunmuş müttakî bir sahabî idi. Yahudilerden anlaşmalı oldukları kimseler vardı. Hendek muharebesine hazırlanırlarken «Ya Resulallah (sav), benim beş yüz tane anlaşmalı yahudi dostum var, bize yardım için savaşa gelmelerini düşünüyorum. Böylece düşmana karşı onlarla daha bir güçleniriz. Ne buyurursunuz?» dedi. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu.
· Bu âyet Hatib İbni Ebî Belte'a (ra) ile bazı müslümanlar hak-kında nazil olmuştur. Onlar, Mekke kâfirlerine sevgi duyuyorlardı. Allahu Teâlâ, onları bu sevgiden nehyetti.
· Ayet Abdullah İbni Übeyy münafığı ve arkadaşları hakkında nazil olmuştur. Onlar yahudi ve müşrikleri dost edinir, belki Allah'ın Rasûlü (sav)'ne karşı zafer kazanırlar umuduyla müslümanların haberlerini onlara taşırlardı. Bunun üzerine bu âyet nazil oldu.
Âyet-i kerime; müşrikler bazı kelimeleri söylemesi için zorladıklarında, onların istediği şeyleri söyleyen Ammâr ibn Yâsir hakkında nazil olmuştur.
‘Müminler kafirleri dost edinmesin’
İmanın alametlerinden biri şudur ki; müminin kafirleri sevmesine imkan yoktur. Onlar düşmanların en kuvvetlisidir. İman; Allah (cc) için sevmek, Allah (cc) için buğzetmektir. Kafirleri sevmek ve onlara dostluk göstermek, küfürdür. Küfre rıza küfürdür. İki zıt bir arada cem edilemez. Müminin kalbinde Allah (cc)’ın, Resulünün ve müminlerin sevgisi ile kafirlerin sevgisi ebediyen bir araya gelemez.
Burada bir başka ince işaret de şöyledir:
Kalp mümindir. Müminleri yani ruhu, sırrı ve bu ikisinin sıfatlarını bırakıp kafirleri yani; nefsi emmareyi, şeytanı, hevayı, dünyayı dost edinemez.
‘Kim bunu yaparsa Allah (cc)’tan bir şey üzere değildir.’ Yani bunu yapan bir kalp, Allah (cc)’ın nazarı, inayeti ve rahmetinden hiçbir şeye nail olamayacaktır.
‘Ancak onlardan gelebilecek tehlikelerden korkmanız müstesna’
Yani ruhun bineği olan nefsinizin hevasına muhalefette, onunla mücahedede aşırı gidip de helak olmasından korkarsanız, biraz zahiren gevşeklik yapmanızda vebal yoktur. Çünkü nefs, ruhu Rububiyetin huzuruna götürecek binektir. Bu yolculuk esnasında aciz kalmaması gerekir.
‘Allah (cc) sizi zatından sakındırıyor.’ Burada kastedilen Allah (cc)’ın kahrıdır. Çünkü Allah (cc)’ın zatı kahır ve lütuf olmak üzere iki sıfatla muttasıftır. ‘Sakındırıyor’ dendiğinde, bu ancak kahır sıfatından sakındırıyor, demektir.
Bu cümle şunu ifade eder: Nefse dostluk göstermek, Allah (cc)’a düşmanlık etmek demektir.
• الْمُؤْمِنٖينَ ve الْكَافِرٖينَ arasında tibak-ı icab vardır.
• Kendilerinden başka, denmeyip مِنْ دُونِ الْمُؤْمِنٖينَ Müminlerden başka, buyrulmuş. Zamir yerine açık isim gelmesi, gayrılardan ayırıp tahsis için, zihne yerleşmesi için.
Ayrıca tecrid var, aslında emir verilenler de mümin.
‘مِنْ دُونِ الْمُؤْمِنٖينَ’ zarfiyeti tekit içindir. Dostlukta müminlerden uzaklaşarak, manasındadır.
• 'Kim bunu yaparsa وَمَنْ يَفْعَلْ ذٰلِكَ' derken ism-i işaretin gelmesi tahkir içindir.
• ‘فٖي شَيْءٍ’ kavli, nefyin çoğunlukla olduğu tevilini kaldırarak, bütün durumlarda olduğunu açıklar. Mana şöyledir: Bunu yapanın Allah (cc)’a bağlılığı kopmuştur.
Lazım, Allah'tan bir şey üzere değildir, melzum, amelleri boşa gitmiştir, Allah ona artık değer vermez.
• Ayet-i kerime 'Müminler' diye açık isimle başlamıştı, ' اِلَّٓا اَنْ تَتَّقُوا مِنْهُمْ تُقٰيةً Onlardan gelecek bir tehlikeden sakınmanız müstesna' derken muhatap zamiriyle geldi. Gaibten muhataba iltifat oldu.
• 'وَيُحَذِّرُكُمُ اللّٰهُ نَفْسَهُ' Allah sizi zatından korkutuyor, derken tecrid ve açık ismin zamir yerine gelmesi vardır. Emre itaati kuvvetlendirmek ve kalbe korku bırakmak içindir.
• "وَاِلَى اللّٰهِ الْمَصٖيرُ - Dönüş Allah'adır" cümlesinde ‘الْمَصٖيرُ’ dönüş manasındadır, ölümden sonra diriliş murad edilmiştir. ‘إلى الله’nin takdim edilmesi ihtimam sebebiyledir ve tehdit bildirir. Kendinden önceki açık vaid bunu kuvvetlendirmiştir.
29- De ki: ‘İçinizdekini gizleseniz de açıklasanız da Allah onu bilir ve yerde ve gökte olanları da bilir. Allah her şeye kadirdir.
Bazen birbirini sevmezken seviyor gözükür, bazen de seviyorken sevmiyormuş gözükürüz. Sevgilerimiz de kalplerimizle birlikte eğrilir. Özellikle bir mümin olarak Allah (cc)’tan uzak olanları, kafirleri, fasıkları sevmediğimizi söyleriz. Oysa Allah (cc) kalplerin künhünü bilir. Onlara olan meylimizden, sevgimizden, hayranlığımızdan haberdardır. Onların izini takip etmemiz, kılık kıyafetlerini benimsememiz, kitaplarını okumamız, filmlerini seyretmemiz de işin aşikar kısmı. Yerleri gökleri her şeyi bilen Allah (cc) gaybi her şeyini bilir. İnsana kalbindeki sevgiye göre değer verir. Çünkü sevgi en büyük tahrik gücüdür. İnsan neyi severse ona uyar, ona meyleder. Sevdiğinde kusur, gayrısında da fazilet görmez. Gözü kör, kulağı sağır olur. Önceki ayetle birlikte düşünürsek, müminleri kafirleri dost edinme yasağına ne kadar riayet ediyoruz. Epey zamandır kafirlerle, müşriklerle, gayrı müslimlerle aramız oldukça iyi. Onlara verdiğimiz değerin yüzde birini kendi dindaşımıza vermiyoruz. Günlük hayatımız, kılık kıyafetimiz, yememiz, içmemiz, ailevi ilişkilerimiz hep onlar gibi, aldığımız eşyalarla yabancı diye övünüyoruz.
Ne oldu bize? Ne bulduk bu nesebi, meşrebi bozuk kara vicdanlılardan? Yabancılarla düşe kalka artık aileye yabancı, dine yabancı, insanlığa yabancı olduk. Bununla da kalmadı, eşlerimizi de yabancılardan seçer olduk. Adetler, örfler nasıl da böyle yabancılaştı? İsimler, markalar yabancı. Neydi bu kadar biz özümüzden döndüren. Kendi ülkemizde yabancı olduk, talebeler yabancı, kıyafetler öylesine. Rusya’da hınzır çobanlarının giydiği kotlar en vazgeçilmez kıyafet oldu. Kıyafetler bedenleri sargı bezi gibi sarıp bütün hatları göstermekte. Zina suç olmaktan çıktı. Hakimler boşama davasından bıktı. Bir muhannet rüzgar esti, maneviyat adına, insanlık adına ne varsa devirdi, yıktı. Bunun böyle olması için asırlık planlar yapıldı, uygulandı ve hala uygulanmaya devam etmekte.
Allah bütün gizlilikleri, entrikaları, desiseleri, mafyaları, hafiyeleri, gizli düşmanları, mümin muvahhid insanları bu hale getirenleri biliyor. Takdir ettiği zamana kadar mühlet veriyor, sabrediyor. Müminlere ‘Onlara dost olmayın’ diye tembih ediyor. Uyuyan uyanır.
Uyanmayan kendi sarhoşluğunun girdabında tepinip durur. Ama zulüm kıyamete kalmaz. Kötü hile sahibinin başına döner. Yalancının mumu çabuk söner. Aziz ve intikam sahibi intikamını iki cihanda alır. Yaptığı kimsenin yanına kalmaz.
Allahu Teâlâ mü'minleri, kâfirleri dost edinmekten men edip, bundan sadece zahirde olan takiyye halini istisna etti. Bunun peşinden de, takiyye vaktinde kişinin bâtınının zahirine benzemesine dair tehdidini getirdi. Çünkü takiyye esnasında dostluk izhâr edenin, bâtınında da böyle bir dostluk meydana gelebilir. Cenâb-ı Hak, kendisinin zahirî halleri bildiği gibi bâtinî halleri de bildiğini beyân etti. Kuluna, kalben yapmaya azmettiği her şeye mukabil, mutlaka ceza vereceğini bildirdi.
Allah (cc), Müheymindir. Rabbü’l-âlemindir. Bütün varlığı görüp gözeten, yetiştirip varacağı noktaya ulaştıran ancak O’dur. Hiçbir zerre, hiçbir lahza O’nun bu lûtuf ve âtıfetinden boş değildir. Buyruk tutup güzel işler yapan kullarının yaptıkları iyi işlerden hiçbirini saklamaz, inkâr etmez, istihkak kazandıkları sevaptan bir zerresini eksiltmez. Yâhut kulları iyilik yapmakta birbirleriyle yarış edercesine faaliyet gösterseler, ‘artık yeter, ben bunların karşılığını veremem’ demez, bilâkis onların güzel işler yapmakta birbirlerini geçmeye çalışmalarından hoşnut olur, vaad ettiği sevabı kat kat artırır. Buyruk tanımayan âsilerin de cüret etikleri kötü işleri bir zerre artırmaz, ne yapmışlarsa odur. Görecekleri cezâ da santimi santimine odur. İstihkaklarından bir zerre fazla cezâ vermez.
Allah (cc) her şeyi, bilhassa hükmünü infaz edeceği kimseleri, istediği vakitte hemen bulur. Herhangi bir şeyi ele geçirmek için zaman kollamaya, tedbir almaya, tuzak kurmaya ihtiyacı yoktur. İstediği şey, istediği zaman hemen o anda huzurundadır. Hiçbir şey O’na karşı kendini gizleyemez ve O’nun elinin ermeyeceği, gücünün yetmeyeceği bir noktaya kaçıp kurtulamaz, herşey dâima Hakkın huzurundadır.
Dinlensinler diye uyku verirsin
Geceyi bir örtü gibi bürürsün
Gizli açık hep olanı görürsün
Kalplerin sırrını bilen Allah'ım... M. Balcı
صُدُورٌ kelimesi صَدَرَ kökündendir. Çıkmak, vuku bulmak, bir şeyden ortaya çıkmak, meydana gelmek, dönmek, birini döndürmek, birinin göğsüne dokunmak, hasıl olmak, yollamak, yolcu etmek, dışarıya mal göndermek, yayınlamak, meydana çıkarmak, kitabın önsözünü yazmak, başlamak, açmak, yakalamak, tevkif etmek, müsadere etmek, dürtmek, baskı yapmak, sıkıştırmak, yolu üzerine engeller koymak, su içirip geri getirmek, göğüs, sine, kalp, bağır, ön kısım manalarına gelir.
İmanın bulunduğu yere kalp, küfrün bulunduğu yere sadr denir. İman ile küfrün mekanı insanın kalbi ve göğsüdür. Zaten pis kan ile temiz kan da bu organlarda bulunur.
Sadr kalpten daha geniştir. Sadr'da (göğüste) bulunan kalp, sadr'ın özüdür.
Kur'an'da kalbin mühürlendiği ifade edilmiş, ama sadr'ın mühürlendiği hiç söylenmemiştir. Kur'an-ı Kerim, sadr'da neler olduğunu şöyle bildirmiştir:
• Söylenen sözlerden dolayı daralan sadr'dır (Hud12, Hicr 97)
• Allah'ın İslâm'a açtığı manevî organ sadr'dır (Zümer, 22)
• Bütün sırlar sadr'dadır (Âl-i İmran, 119)
• Kur'an, sadr'a şifadır (Yunus, 57)
• Kuran'ın nüfuz ettiği manevî organ sadr'dır (Ankebut, 49)
• Şeytanın vesvese verdiği manevî merkez sadr'dır (Nas, 5)
• Allah sadr'da bulunan şeyleri imtihan eder, yani sadr imtihan yeridir (Âl-i İmran, 154)
• İhtiyaç duyan sadr'dır (Mü'min, 80)
• Kin tutan sadr'dır (Âl-i İmran, 118)
• Sıkılan sadr'dır (Nisa, 90)
Bu ifade son derece etkili bir sakındırmadır. Allah’a (cc), yerlerde ve göklerde hiç bir şey gizli kalmayınca, göğüslerdeki kalplerde olan şeyler de gizli kalmaz.
Bu cümle Hz. İsa'nın ilah olduğunu iddia edenlere de bir cevaptır. Çünkü onlara göre Hz. İsa'nın gaybdan haber vermesi, onun ilahi olduğuna delildi. Hz. İsa birine; "Sen evinde şunu yedin!" bir başkasına da "Sen de evinde şunu yaptın!" diye haber veriyordu. Gaybı bildiğine göre O’nun ilah olması gerekir, diyorlardı.
Oysa ilah, yerde gökte ne varsa herşeyi bilir, hiçbir şey ilâha saklı kalmaz. Yaratıcı, mutlaka yarattığı şeyleri detayıyla bilir. Hz. İsa gayba dair bazı şeyleri ancak Allah'ın kendisine vahyetmesi ile bilir. Onun gayba dair her şeyi bilememesi, ilâh olmadığına kat'î delildir.
"Allah onu bilir" kavli, te'kidi pekiştirmek ve zihinlere iyice yerleşmesi içindir.
Padişahın köleleri, padişahın durumdan haberdar olması için her tarafa gözcüler koyduğunu ve kölenin gizli hallerini öğrenmek için casuslar yetiştirdiğini bilseler, köleler ona göre tedbir alır ve yaptığı her işte uyanık davranır, böylece kendisini korumuş olur. Allahu Teâlâ'nın gizli ve açık her şeyi bildiğini, her şeye hükümran olduğunu bilen de, halinden asla emin olamaz.
Allah (cc), en küçük bir mikrobun gece karanlıklarında gidip geldiği, girip çıktığı yerlerden, hava boşluğunda uçuşan, kaynaşan zerrelerin harekâtından haberdar olduğu gibi, mülkünün her tarafında meleklerin varamadığı, insan fikrinin ulaşamadığı en gizli noktalarda olan biten şeylerden haberdardır.
En gizli, en duyulmaz sanılan şeylerden, gönüllerin hiç kimseye açılamayan esrar ve temâyülâtından, iyi veya kötü, sâhiplerinin neler düşündüğünü, neler yapmak istediğini, ne düzenler kurduğunu, ne kararlar verdiğini bilir; bunların hiçbirinden gaflet etmez, hiçbirini hükümsüz, cezâsız bırakmaz ve hiç kimse yakasını kurtaramaz.
✽ ✽ ✽
Allahu Teâlâ sonsuz ilmiyle, dünya ve arz arasında mükemmel bir denge kurmuş, bu mükemmel sistemi en ince ayrıntılarıyla, sonsuz bir ilimle devam ettirmektedir.
Dünya atmosferinde bulunan ozon tabakası hayat için tehlikeli olan ultraviyole ışınları tutar, sadece faydalı ışınların geçmesini sağlar. Acaba ozon perdesinin yorulan moleküllerini şimşek çakmasında yenileyen ve böylece bizleri kavrulmaktan koruyan kimdir?
İbret için düşen birkaç meteor (göktaşı) hariç, meteorlar atmosferdeki sürtünmeyle yanıp parçalanarak toz haline gelir, yeryüzü afetlerden korunur.
Dünya atmosferi, % 21/78 oranında oksijen-azot dengesine sahiptir. Bitkiler ve okyanuslar tarafından emilen azot ve canlılar tarafından kullanılan oksijen dengeli bir şekilde tutulur. Azotla oksijenin zamanla ve özellikle yağmurlu havada şimşek çaktığı zaman bileşik oluşturmalarını engelleyen asal gazlar da (Helyum, Argon, Neon, vb.) dengeli bir şekilde atmosfere yerleştirilmiştir. Böylece azotun oksijenle oksit bileşiklerini yapması ve bunların da su buharı ve yağmurla birleşerek asit şeklinde yere inip zarar vermesi önlenmekte, neticede canlılar da asit yağmuru afetinden korunmuş olmaktadır.
✽ ✽ ✽
'Nehyedildiğiniz davranışlara son vermezseniz, sizi en ağır azapla cezalandırmaya kadirdir.'
Bu cümle, önceki ayette geçen 'Allah sizi zatından sakındırıyor' cümlesine bir izahtır.
Bir şeyi bir şeye kıyaslamak, ölçülü yapmak, tedbir almak, bir şeyi planlamak, miktarını beyan etmek, hükmetmek ve taksim etmek; bir şeye gücü yetmek, güçlü olmak, yüceltmek anlamlarındaki "قدر" kökünden türeyen kâdir, güçlü, kuvvetli, istediğini istediği gibi yapabilen, âciz olmayan demektir. Muktedir kelimesi kâdir kelimesi ile aynı anlamdadır. Kadîr kelimesi ise "kâdir" kelimesinin mübalağalı şekli olup çok güçlü, istediğini istediği gibi eksiksiz, kusursuz ve tam yapan demektir.
Kur'ân'da 7 âyette "kâdir", 5 âyette çoğul şekli olan "kâdirûn kâdirîn", 45 âyette "kadîr", 3 âyette "muktedir", bir âyette çoğul şekli olan "muktedirûn" Allah'ın sıfatı olarak kullanılmıştır. Kâdirînkâdirûn ve muktedirûn, çoğulları azamet çoğuludur. "Kâdir" ve "kadîr" kelimeleri çoğunlukla "على" edatı ile kullanılmıştır.
34 âyette Allah'ın "her şeye" gücünün yettiği bildirilmiştir. Her şeyden maksat nedir? Başka bir ifade ile Allah'ın nelere gücü yeter? Bu soruların cevaplarını Kur'ân vermiştir. Yaratmaya (Yâsîn, 81), ölüleri diriltmeye (Kıyame, 40), ölülerin parmak uclarını bile yeniden yaratmaya (Kıyame, 4), mucize ve gökten azap indirmeye (En'âm 37, 65), suyu yer yüzünden yok etmeye (Mü'minûn, 18), bir toplumu yok edip yerine yenisini getirmeye (Meâric, 40-41) Allah'ın gücü yeter. O'nun âciz olduğu, gücünün yetmediği hiçbir şey yoktur.
Hiç kimse ve hiçbir şey O'nu âciz bırakamaz.
Allah'ın bir şeye "ol" demesi ile o şey hemen var olur. Yok olmasını istediği şey de yok olur. Allah için "imkânsız" diye bir şey yoktur. Mutlak manada kâdir Allah'tır. Yaratıkların kudreti Allah'ın kudret verdiği nispettedir.
"Kâdir" ismi Kur'ân'da ölçen, biçen, biçim veren, takdir eden, programlayan anlamında da kullanılmış ve bu anlam daha çok
"kaddere-yukâddirü" fiili ile ifade edilmiştir: "Ölçtük, biçtik. Ne güzel biçim vereniz biz." (Mürselât, 23).
Allah'ın rızkı, dilediğine ölçü ile vermesi, kısması, Kur'ân'da "kadere - yekdiru" fiiliyle ifade edilmiştir. "Allah dilediğine rızkı açar, bol verir, dilediğinden kısar, az verir." (Ra'd, 26).
Kudret, ‘fiilin sıhhati ve terki’ şeklinde tarif edilir. Yani, bir işi yapmaya güç yetirebildiği gibi, o işi terk etmeye de güç yetirebilen kimse kudret sahibidir. Bunlardan birine sahip olmayana, kadir (kudret sahibi) denilmez.
Bir insan, kolunu kaldırmaya da indirmeye de güç yetirir. Böylece, bu pek az kuvvetiyle, kudret sıfatından bir tecelliye sahip olmuş olur. Ama, koca güneş bütün gezegenlerini etrafında çevirmesine rağmen, kudret sahibi sayılmaz, çünkü bu fiili terk etme imkânından mahrumdur.
Bizim kudretimiz sonradan verilmiştir, Hakk’ın mahlukudur, ilk ve son noktası vardır. Bir insan, faraza yüz kilogramlık bir yükü kaldırabiliyorsa, yüz kilogramdan sonsuza kadar uzanan bütün ağırlıklar onun aczini ifade eder. Allah’ın kudreti için az-çok, büyük-küçük fark etmez.
Allah (cc) göklerde olanları bilir; kalplerinizdeki nefs dostluğunu ve hak düşmanlığını bilir.
Yerde olanları bilir; nefsinizdeki hevaya muvafakatla Hakk’a muhalefeti bilir. Sizi bu düşmanlık ve dostluğunuz ölçüsünce cezalandıracaktır.
✽ اِنْ تُخْفُوا مَا فٖي صُدُورِكُمْ اَوْ تُبْدُوهُ Açıklasanız da, gizleseniz de; arasında tibak-ı icab vardır.
✽ İçinizdeki; sıfatlı kinayedir. İçinizdeki kafirlere dostluk düşüncesi, kastedildi.
✽ يَعْلَمْهُ اللّٰهُ cümlesinde mefulün takdimi, tehirde mana bozulması olacağı için ve önemine binaendir. Lazım; Allah onu bilir, melzum; size ona göre cezasını verir.
✽ وَيَعْلَمُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِ cümlesinde cüz-kül alakası vardır. Yani Allah her şeyi bilir. 'Yeryüzü' ve 'gökyüzü' arasında vasıldan ihamı tezat ve tibak-ı icab vardır.
✽ وَاللّٰهُ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَدٖيرٌ cümlesinde zamir yerine 'Allah' ism-i zahirinin gelmesi, ilahi heybeti artırmak ve durumun korkunç olduğunu ifade etmek içindir. Cümle mesel tarikı cari olan tezyildir.
30- O gün ki herkes işlediği ne iyilik varsa onu önünde hazır bulacak; kötülükten de her yaptığını; onlarla arasında büyük bir uzaklık bulunmasını arzu edecek. Allah (cc) sizi kendisine karşı gelmekten sakındırır. Allah (cc) kullarına şefkatlidir.
Yapılan ameller sahibinden önce gider, yerini bulur. Kıyamet günü gelince herkes hayırdan ne yapmışsa hazır bulur. Tabi çok sevinir. Yıllar sonra yaptığı amel saklanmış, korunmuş, sahibine elverişli bir surette sahibini bekliyor. Hatta ölen küçük çocuklar bile ana babasını cennete götürmek üzere cennetin kapısında hazır bulunur. Güzel ameller gönderen bahtiyarlar bugün onun zevkini, keyfini yaşarlar. Geçmişte çektikleri acıları çoktan unutmuşlardır.
Yapılan amel kötü azaba düçar olacak cinsten ise sahibi başına geleceği sezer, kendisiyle ameli arası çok uzun bir mesafe olmasını ister. Ama ne mümkün! Amel sahibinden asla ayrılmaz. Kah yılan olur başına çöreklenir, kah ateş olur, yakar. Müstehakı ne ise ona göre muamele eder.
Kullarına şefkati bol olan Allah (cc) o günler gelmeden önce onları uyarıyor. Ta ki düşünüp ibret alalım, nefsimizi dizginleyelim, bizi hazır bekleyen güzel ameller işleyelim, hesabı düşünelim. Hesaplı yaşayalım ve ‘eyvah’ demeden ‘Allah (cc)’ diyelim.
Allah'ın kudreti bakımından diğer günlerin o günden bir farkı olmadığı halde, önemini belirtmek ve şerefini yüceltmek maksadıyla bilhassa bu gün zikredilmiştir. "Din gününün sahibi" (Fatiha. 3) âyetindeki gibi.
Yapılan amel bakî değildir. Onu Kıyamet günü bulmak mümkün değildir. Ayette zikredilen amelin bulunması; kulun amel defterlerini bulmasıdır.
Amellerin bu şekilde kaydedilmesi ve yazılması, mahşerdeki değerlendirmenin objektif olduğunu göstermek, insanın kendi kendisini değerlendirmesi içindir.
Veya kul, amellerinin karşılığını bulur. Buna göre âyetteki "hazırlanmış bulacak " tabirinden maksad, o amel defterlerinin Kıyamet gününde hazırlanması olabileceği gibi, amellerin karşılığının hazırlanması da olabilir. Her iki mânada da tergîb ve terhîb vardır.
Amellerinin mahşerde önüne konacağını bilen ve inanan insanın, ruh disiplini, ürpermesi ve kötü amellerden sakınması bir başka olacaktır. Bu bilgi ve iman ahlâkın temel taşını oluşturur. İyilik yapanların da amellerinin zayi olmayacağını bilmeleri, onları daha güzel amellere teşvik eder.
İnsan bir düşünse:
• Kuvvetinin gideceğini...
• Kalabalığının eriyeceğini.
• Dostlarının onu kovacağını.
• Dünyada fakirlik hâli, âhirette de azâbın saracağını.
• Kabrin dar gelip; kaburga kemiklerinin birbirine gireceğini.
• Münkir ve Nekir’e cevap veremez hâle gelip; dilinin tutula-cağını.
• Kabrinde cehennemden bir kapı açılıp; oranın sıkıntı ve zehirinin geleceğini....
Hayırlı amel
✦ Dünyada iyilik ehli olan, âhirette de iyilik ehlidir. Dünyada kötülük ehli olan, âhirette de kötülük ehli olur. Hadîs-i Şerîf
✦ Her kim müslüman kardeşinin bir işini görürse, kendisine hac ve umre yapanın ecri verilir. Hadîs-i Şerîf
✧ Bir iyiliğiniz kopyalanır ve yüzlerce iyilik olarak size geri döner.
✧ Bütün mahlûkat Allah’ın iyâlidir (yani Allah’a muhtaçtır). Allah katında en sevimli olan ise, iyâline iyilik edendir.
✧ Kötülükten sonra kötülük işlemek ne kötü. Kötülükten sonra iyilik işlemek ne güzel. Ondan daha güzeli ise iyilikten sonra yine iyilik işlemektir. Avn b. Abdullah
✧ İyilik üç şeydedir: Dilde, bakmada, susmada. Hz. İsa
✧ Günde en az iki kişinin gönlünü al, iyilik et. Gönül almak Firdevs kapısını açmaktır. S. Hilmi Tunahan
✧ Müminin iman, taat, salih amel nurları ateşe siper olur.
✧ Meşhur İran Hükümdarı Nuşirevan’a,
- Sizce belânın en büyüğü nedir? diye sorulduğunda, şu cevabı vermiştir:
- Kişi, iyilik yapmaya muktedirken, ihmal sebebiyle, bu fırsatı elden kaçırmasıdır.
✧ İmanın, insanın sinesine tastamam yerleşmesi ancak amelle mümkün olur. Salih amelle beslenmeyen imanın solması hatta sönmesi her zaman muhtemeldir.
✧ Nefsinize iyilik yapın, onu cehennemde yanmaktan koruyun.
✧ Kalbinize iyilik yapın; isyan, nisyan ve gaflet kirinden koruyun.
✧ Ruhunuza iyilik yapın; onu masiva perdelerinden himaye edin.
✧ Sırrınıza iyilik yapın, onu varlıkların mülâhazasından halas edin. Halka iyilik yapın; eziyetleri kaldırıp, onlara hayrınızı ulaştırın.
✧ Allah’a karşı muhsin olun; ibâdetlerde, emir ve nehiylerde sanki Allah’ı görüyormuşcasına hareket edin.
İşaret bekliyorum yağız atım eyerli
Yanarım, sorarlarsa ne getirdin değerli? N. Fazıl
Kötü amel
✦ Bir müslümanın üzüntüsünü paylaşmayan, iyi bir insan sayılmaz. Hadîs-i Şerîf
✧ Kötülüğe kötülükle cevap verenden uzak dur. Hz. Ali
✧ En akıllı kimse takva üzere yaşayan, en ahmak kimse kötülük ve günahlarda yaşayandır. Hz. Hasan
✧ Şeytan kötülükleri iyilik şeklinde göstererek insanları aldatır. İmam-ı Rabbani
✧ İslamiyet'in içinde hiç bir kötülük, İslamiyet'in dışında da hiç bir iyilik yoktur. Ebu-l Vefâ
✧ En çok, kendine yapacağın kötülüklerden kork.
✧ Kötünün galip gelmesi için bir tek şey yeterlidir: İyi insanlar için hiçbir şey yapmamak.
✧ Kötü olaylar, kötü sebeplerden doğar.
✧ Çamur atma; hedefini şaşırır, kirli ellerinle kalıverirsin.
✧ Kötü kazanabilir ama üstün gelemez.
✧ Kötülüğün içine kolayca girilir, ama güçlükle çıkılır.
✧ Yapılan her kötülük atılan zararlı bir tohumdur.
✧ Dosttan kâr almak iyi bir davranış sayılmaz.
Yaptığı iyilikleri hatırlayıp kötülükleri unutan kimse gururludur. Gerçek Müslüman kötülüklerini hatırlayıp gidermeye çalışır. H. İsmail Kötülükle ancak kötülük uyuşabilir.
✽ ✽ ✽
İmam-ı Azam’ın talebelerinden takvası ile meşhur İmam Veki’in talebelerinden biri okuduklarını ezberleyememekten şikayet etmiş, bu talebesine İmam Veki Allah’a karşı kötülük işlemeyi terk etmesini tavsiye ederek irşatta bulunmuştur.
✽ ✽ ✽
Bir gün ki; insan iyi ve kötü bütün yaptıklarıyla muhasara ediliyor. Ve insan kendi kendine önüne serilen hesabı düşünüyor. Kendisi ile kötü amelleri arasında uzun bir mesafe bulunmasını temenni ediyor. Kaçıp kurtulmak istese de artık kurtulması mümkün değil.
Her bir filmin bir başlangıcı ve bir de bitişi vardır. Hayatımız da böyle bir filmi andırmaktadır. Hem de aktörlüğünü bizzat kendimiz yapıyoruz, melekler de kayıt işini gerçekleştirmekte. Bu kayıt yarın kıyamette bizlere takdim edilecek ve kendi filmimizi seyredeceğiz. Ta ki dünyada yaptıklarımızı inkar etmeye ve kötülüklere mazeret bulmaya imkan kalmasın.
Kıyamette sadece cehennemlikler değil, herkes pişmanlık duyacaktır. Dünyada pişmanlık nimettir kişiye verilen şansı kullanmaktır; fakat ahirette pişmanlık felakettir. Pişmanlık dünyadaki en güzel, ahiretteki en acı duygudur.
İnsan öldükten sonra yeniden dünyaya gelmesi mümkün olsaydı, elbette bir an boş geçirmez, hep ahireti için çalışırdı, günah işlemezdi, kalb kırmazdı.
Mübarek bir zat, bir Müslümana ait kabrin önünde durup, talebelerine sorar:
- Bu kabirdeki kişi, tekrar dünyaya gelse sizce neyle uğraşır, ne yapar?
Talebenin birisi,
- Elbette sürekli namaz kılar, der. Diğer biri, 'Devamlı oruç tutar' der. Bir diğeri de, 'İslamiyeti yayar' der. Her talebe faydalı bütün işleri sayar. O zat buyurur ki:
- Doğru söylüyorsunuz; ancak bu mezarda yatan kişinin dünyaya tekrar geleceği şüphelidir. Sizin oraya gideceğiniz ise kesindir. Yani siz de onun gibi öleceksiniz. O halde neden şimdi bu söylediklerinizi yapmıyorsunuz? Neyi bekliyorsunuz? Onun kaybettiği fırsatı siz bir ganimet bilmelisiniz, yarına bırakmadan bu faydalı işlerle uğraşmalısınız.
✽ ✽ ✽
Bir evliya, müritleri ile beraber bir gece seyahate çıkmış.
Her yer zifiri karanlık imiş. Bu veli zat, talebelerine yerden taş toplamalarını ve mümkün olduğu kadar çok taşı yanlarına almalarını emretmiş.
Talebelerden bir kısmı “ben taşı ne yapacağım, bu seyahatte benim ne işime yarayacak” diyerek hocalarının sözünü dinlememişler, böylelikle, sözde eğilip kalkma zahmetinden kurtulmuşlar.
Bir kısım talebeler ise hikmetini anlayamamak ile birlikte hocalarına itaat etmişler. Eğilip kalkma zahmetine katlanarak topladıkları taşları ceplerine koymuşlar.
Sabah olunca hocaları herkese ceplerindeki taşları çıkarmalarını emretmiş. Bir de ne görsünler, o taşlar mürşidlerinin kerametiyle altına dönmüş. Bu sahne karşısında taş toplayanlar da, toplamayanlar da pişman olmuşlar. Toplamayanlar “niçin toplamadık” diye pişman olurlarken, toplayanlar ise “niçin daha fazlasını toplamadık” diye pişman olmuşlar.
İşte ahirette de herkes pişman olacak, ibadet etmeyip cehenneme gidenler “niçin ibadet etmedik” diye pişman olurlarken, ibadet edip de cennete girenler daha fazla ameli ve takvası olanlara hazırlanan nimetleri gördüklerinde, “niçin daha fazla ibadet etmedik” diyerek pişman olacaklardır.
✽ ✽ ✽
Allah'ın kullarını kendisine karşı gelmekten sakındırması; kullarına karşı geniş şefkat ve merhametindendir.
Bir gün Efendimiz çevresinde bulunan ashabına baktı ve onlara şöyle dedi:
"Ey insanlar! Amellerinizin çokluğu ve günahlarınızın azlığı sebebiyle kendinizi beğenmeyin! Sonunun neyle biteceğini (ve hayatının neyle mühürlendiğini) bilmedikçe kimseye imrenmeyin ve onun yaşayışına şaşmayın!"
Muhakkak ki ameller sonuçlarına göredir. Şüphesiz sizin biriniz kıyamet gününe yetmiş peygamberin ameliyle gelse bile, kıyamet gününde karşısına çıkan şeylerin korkusundan dolayı, elbette daha fazlasını temenni eder.
Kişi insanların cennet ameli olarak gördüğü şeyleri işler, hayırlı ameller yapar; ama sonuçta cehenneme girer. Yine insanların görüşlerine göre cehennem ehlinin amelini işler fakat; sonuçta cennete girer. Çünkü ameller sonuçlarına göredir. Hadis-i Şerif
Sürse de farz et ki ömrün, sürse de yüz yıl
Âkıbet bir gün gelir, her şey olur elbette hayal
Yaptığın, bir fena efsane olmaktan ise
Bari senden sonra kalsın âleme hoş bir misal.
Allah Teâlâ, bir va'îd olarak, "Allah, sizi yüce zatından sakındırıyor" buyurunca, bunun peşisıra rahmetinin gazabına galib geldiğini bildirmek için, "Allah, kullarına ra'ûftur" buyurmuştur.
Allahu Teâlâ, insanları kendisinden sakındırdığı, ilminin ve kudretinin mükemmelliğini öğrettiği, insanlara mühlet tanıdığı, fakat ihmal etmediği, rahmetini celbedecek şeylere onları teşvik ettiği ve gadabına müstehak olacak şeyleri yapmaktan sakındırdığı için, kullarına karşı ra'ûftur.
Allah, tevbe etmeleri, tedbirli olmaları ve kusurlarını telâfi etmeleri için zaman tanıması bakımından kullarına ra'ûftur.
Allah'ın kullarını azabından sakındırması, onlara olan re'fetindendir.
Kur'ân-ı Kerim'de "ibâd" (kullar) lafzı, mü'minlere hastır. Yani, "Allah fâsıklardan intikam aldığı gibi, kendisine itaat edip muhsin olanlara karşı da ra'ûftur."
İmam Kuşeyri şöyle der:
"Ve Allah kullarını çok esirgiyor" tasavvuf yoluna yeni girenler içindir. "Allah sizi kendisinden tahzir buyuruyor sakındırıyor" cümlesi ise arifler içindir. Çünkü yeni başlayanlar, hafiflik ve kolaylık ehlidir. Ârifler ise korkutma ve sakındırma ehlidirler.
Akıllı kişiye düşen, nefsini ahlakı zemimeden tezkiye etmesi ve kalbini dünyevi alakalardan temizlemesidir. Salih amellerle, hak sözlerle Allahu Teâla'nın rızasını kazanmak için çalışmalıdır ki kendisine muhtaç olduğu günde onları Rabbinin katında hazır bulsun ve saadete kavuşup kurtulsun.
✽ ✽ ✽
Bir ihtiyar bir gençten bir akçenin dörtte birini istemiş, o da vermişti. Günün birinde o genç bir suç sebebiyle yakalandı ve padişah onun idamını emretti. Genci idam etmek üzere meydana götürürlerken, bu gencin iyiliğini gören ihtiyar oradan geçiyordu. Genci o halde görünce onun yaptığı iyiliği düşündü. Ona acıdı, yüreği yandı. Genci kurtarmak için bağırmaya başladı:
‘Eyvah! Güzel huylu padişahımız vefat etti!’ diye haykırdı. İhtiyarın bu haykırışı üzerine insanlar ızdırap içinde feryat ederek koşuştular. Bu kargaşa ile meydan boşalırken, genç kaçtı, ihtiyar kaldı. Haberin yalan çıkması üzerine ihtiyarı yakaladılar. Cesur ihtiyar:
‘Bu sözümle padişah ölmedi ama bir can kurtuldu’ dedi ve hikayeyi anlatınca, padişah memnun oldu ve ihtiyarı affetti.
Genç ise düşe kalka koşuyordu. Birisi ona:
‘Ya hu, ne yaptın ki ölümden kurtuldun?’ diye sordu. Genç:
‘Bir akçenin dörtte biriyle kurtuldum’ dedi.
Efendimiz ‘Sadaka belayı def eder’ buyurmuştur. Sadi Şirazi
✽ ✽ ✽‘O gün herkes yaptığını yanında hazır bulacaktır.’
Aslında insanın yaptığı iyilik veya kötülük nefsinin yanında hazırdır. Ancak nefsinin nazarı gaflet perdesiyle kapalı olduğu için şu anda o yaptıklarının yanında hazır olduğunu göremez. Ondan perde açıldığı zaman, yanında olduğunu fark edecektir. ‘Bu gün senden perdeni açtık, artık gözün keskindir.’ (Kaf, 22)
✽ O gün her nefis yaptığını bulacak, cümlesindeki 'Gün' nisbetli kinayedir. Kıyamet günü kastedilmiştir.
✽ Yaptığını değil, yaptığının sonucunu bulacak, sebep söylendi müsebbep kastedildi.
✽ مَا عَمِلَتْ مِنْ خَيْرٍ ile وَمَا عَمِلَتْ مِنْ سُٓوءٍ arasında ikili mukabele vardır.
✽ مُحْضَراً kelimesi ism-i mefuldür. İsm-i fail olarak 'Hazır' kelimesi yerine ism-i mefulün gelmesi durumun korkunçluğunu daha fazla bildirir.
✽ Sadece hayır için مُحْضَراً gelip, kötülük için gelmemesi, asıl hazırlanması murad edilenin hayır olduğuna işarettir. Şerrin hazırlanması ise teşrii hikmet gereğidir. Cümle tecessümdür.
✽ Onunla arasında uzak mesafe olmasını ister, cümlesinde istemek fiili تَوَدُّ sevmek, fiili ile getirildi. İstare-i tebaiye ve tahakkümiyedir. Camisi, gönüllü olmak, meyletmektir.
✽ اَمَداً بَعٖيداً sıfatı tekit içindir.
✽ Allah sizi zatından sakındırıyor وَيُحَذِّرُكُمُ اللّٰهُ نَفْسَهُ cümlesi 28. ayette de geçmişti. İlk tahziri kuvvetlendirmek için tekrirdir.
✽ 'Allah sizi sakındırır' derken meful zamiri muhatap gelmişti. Ardından gelen وَاللّٰهُ رَؤُ۫فٌ بِالْعِبَادِ cümlesinde 'Kullarına' buyrularak açık isim getirildi. Muhataptan gaibe iltifattır.
✽ ‘بِالْعِبَادِ’daki elif lam istiğrak içindir. Allah’ın şefkati müslüman ve kafir bütün insanları kapsar. Azabı vaad etmesi onların maslahatı için, hükmünü yerine getirmesi, kelimelerini tasdik etmek ve hikmetinin intizamı içindir. Elif lam, muzafın ileyhten bedel de olabilir. وَيُحَذِّرُ ile رَؤُفٌ arasında ihamı tezat vardır.
31- De ki: ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve suçlarınızı bağışlasın! Allah daima bağışlayan ve merhamet edendir.’
Yüce Allah (cc) gönül terbiyesi veriyor. Mümin kullarına mide nasıl yemek için yaratıldıysa gönül de sevgi için yaratıldı. Sevgiyle dolmak için irademize teslim edilmiş bomboş bir gönülle geliriz. Bu dünya aleminde ana babamız, Efendimiz’in ‘Evladınızı üç terbiye ile terbiye edin: Nebinizin sevgisi, ehli beytin sevgisi, Kuran sevgisi’ tavsiyelerini yerine getirirlerse, gönlümüz bu sevgilerle dolarsa gönül ilk hazırlık eğitimini almış demektir. Bu temel üzerine kurulacak muhabbet binası biiznillah sağlam olacaktır. Bu sebepten olacak ki öteden beri çocuklara ‘En çok kimi seviyorsun?’ sorusunu sorar. Çocuk eğitilmiş olarak ‘Allah (cc), sonra peygamberi’ diye sevdiklerini sıralar. Dindar ailelerde bu soru sık sık sorularak cevap tazelenir, pekiştirilir.
Gönüller tazelenir, gönül bahçelerine muhabbet gülleri dikilmeye devam eder. Şimdi bu soruyu sanki Allah kullarına soruyor. Hani hep Beni en çok sevdiğinizi söylerdiniz ya eğer sözünüzde doğru iseniz. Gerçekten Allah’ı çok seviyorsanız o zaman habibime tabi olun. Her dava delil ister, sevdiğinizi ispatlayın ve karşılığını alın. Benim bir tane habibim var. O Beni çok seviyor, Ben de onu. O cüzi iradesini Benim külli irademde yok etmiş. Onun işi hep Beni razı etmek. Bana itaat etmek ve uğrumda en ağır sıkıntılara katlanmak olmuştur. Hayatı melek gibi günahsız, su gibi berrak, gün gibi parlak geçmiştir. Müminler uymak için, münafıklar fitne için, kafirler inkar için daima onu takip edip incelemişler, bir açığını gören olmamış.
Rabbinin sevgisini, beğenisi kazanan habibullah Allah’a itaatte bizzat Allah (cc) tarafından örnek, önder, lider tayin edilmiş. Ve kendisine ‘Söyle habibim, eğer Allah’ı seviyorlarsa sana tabi olsunlar ki Allah (cc) da onları sevsin.’ Bu Resulüllah için ne büyük paye. Allah (cc)’ın sevgisiyle beraber güvenini kazanmak, ona itaati kendine itaat, ona biatı kendine biat, ona ikramı kendine ikram saymak habibinin şanının ne kadar yüce olduğunu ilan. O Habibe ümmet olarak bu güzellikten bizim de nasibimiz büyük elverir ki ona layık ümmet olalım. Onu adım adım takip edip yıldızlar mesabesine yükselen sahabiler gibi. Dedesinin diyarında kan dökülmesin diye uzak diyarlara gidip şehit olan ehli beyt gibi. Sesinden rahatsız olmasın diye tren raylarının altına keçe döşeyen Osmanlı gibi. ‘Ne güzel kumandan, ne güzel asker’ müjdesine mazhar olmak için ‘Ya ben İstanbul’u alırım, ya İstanbul beni alır!’ diyen Fatihler gibi onu sevmek, ona itaat etmek ne büyük şeref.
Ona uyan o yüce şahsiyetler bu uğurda vatanlarını, evlerini, işlerini, ailesini, dirhemini, dinarını terk edip Medine’ye hicret ettiler. Bedir, Uhud, Hendek ve sonu gelmeyen seferlerde i’layı kelimetullah için canlarını feda ettiler. Tabi olmak ne demekmiş, itaat nasıl olurmuş, bizzat yaşayarak öğrettiler. Virdi lisan ettikleri ‘Fedake ebi ve ümmi’ ya Resulellah’ (Anam babam sana feda olsun ey Allah'ın Resulü) sözlerini uygulayarak sadakatlerini, bağlılıklarını, hayatları pahasına gösterdiler.
Güzel insanlar güzel atlara binip gittiler. Ya biz bu itaatin, bu ittibanın neresindeyiz? O mübarek nebinin gece namaz kıla kıla ayakları şişerdi. Bizim uyumaktan gözlerimiz şişiyor. O hendek kazarken açlıktan karnına taş bağlıyordu, bizim karnımız yağ bağlıyor. Onu Hud suresi yaşlandırıyor, bizi dünya gamı. Tezatlarımız diz boyu. Ne var ki fert olarak, millet olarak efendimizi seviyoruz. Onu gerçek manada tanıyıp hakkıyla sevmek ve sevmenin lazımı olan ona uymayı Rabbimizden niyaz ediyoruz. Rabbim tevfikini refik eyle.
حَبَّ fiili lugatta; sevmek, beğenmek, rağbet etmek, aşık olmak, ekinin tane tutması, tulumu doldurmak, suda kabarcıkların oluşması, kabın dolması, tercih etmek, başak tanesi manalarına gelir. Araplara göre muhabbet birşeyi onu kastetmek suretiyle istemektir.
Kulun Allah'ı sevmesi, O'na rağbet göstermesi anlamına gelir. 'Habbe-Sevgi' kelimesinin manalarından biri de rağbet göstermektir. Allah'ı seven kul, O'na rağbet gösteriyor demektir. Allah'a rağbet göstermek, emirlerini yerine getirmek, hükümlerini tatbik etmek ve hayatını O'na göre düzenlemektir.
Sevgi, yapılan işi isteyerek ve severek yaptıran bir duygu ve güçtür. Allah'a rağbet göstermek, O'nu sevmek, emirlerine rağbet göstermeye ve severek yapmaya sebep olur. Allah'ı sevmek, Peygamber'e tâbi olmayı kolaylaştırır ve Peygamber'e rağbeti arttırır.
Sevginin, "ekinin tane tutması" manasından alıdığında şu manaya gelir: Allah sevgisi duymayan insan, başaksız ekine benzer. Başaksız ekin, sadece hayvanlara yem olan bir ottan ibarettir.
Başak verip tane tutan ekin ise hem olgunlaşmış, hem de insana faydalı hale gelmiştir. Aynı şekilde; gönlünde Allah sevgisi başak tutan insan da, hem olgunlaşmış, hem de başkalarına faydalı hale gelmiştir.
Sevgi, 'başak tutma' manasıyla bereketi ve verimliliği ifade eder. Allah'ı seven insan hem bereketli, hem verimli, hem de insanların ruhuna gıda olacak sevgi tohumları saçar. Allah sevgisinin tohumunu gönlünde yeşerten kimse, insanlığa kucağını açacağı için çok bereketli ve verimli ameller meydana getirir.
Sevgi 'kabın dolması' anlamı ile, boş olan gönlün dolmasını ifade eder. Sevgi boş gönülleri dolduran bir duygu ve güçtür. Sevgisiz gönül boştur; ancak Allah sevgisi ile dolabilir. Boş kaba kimse rağbet göstermez, kimse eline almaz. Allah sevgisi taşımayan insana da kimse rağbet göstermez, alaka duymaz.
Kul Allahu Teâlâ'dan başka hakiki kemalin olmadığını, nefsinde veya gayrisinde kemal olarak gördüğü her şeyin; Allahu Teâlâ hazretlerinden olduğunu, Allah'ın kudretiyle ayakta olduğunu ve sonuçta Allah'a döneceğini bildiği zaman, muhabbeti ancak Allah'a olur.
Sevgisi ancak Allah için olur. Bunlar da iradeyi Allah'a taat ve ibadette kullanmayı ve Allah'a yaklaştıracak şeylere rağbet etmeyi gerektirir. Bundan dolayı muhabbet taat iradesiyle tefsir olundu.
Allah'ı sevmek, aynı zamanda Allah'a inanmak manasına gelir. Hz. İbrahim 'Ben batanları sevmem' (En'am, 76) derken, "Ben batanları ilah olarak tanımam" demektedir. İman sevgiye, sevgi de imana delalet eder.
Allah'ı sevmenin alâmeti Kur'ân'ı sevmektir. Kur'ân'ı sevmenin alâmeti Peygamber'i (sav) sevmektir. Peygamber'i sevmenin alâmeti sünneti sevmektir. Allah'ı, Kur'ân'ı, Peygamber'i ve sünneti sevmenin alâmeti ise âhireti sevmektir. Âhireti sevmenin alâmeti dünyaya buğzetmektir. Dünyaya buğzetmenin alâmeti, ondan ancak yeteri kadar azık ve kendisini hayatta bırakacak kadarını almasıdır. Sehl b. Abdullah
İnsana insan denmez kendini bulmayınca,
Gönül bir viranedir sevgiyle dolmayınca
Allah ma’şuk, Allah yar, gayrısı sinede bar,
Eremezsin bir yere huzura varmayınca.
Allah sevgisi
✧ Gönül masivadan ayrılmadıkça, o kalb hikmetin kabı olamaz. O kalp serkeş binit gibi sahibine hizmet etmez. Allah (cc)’dan ayıran sevgililerin hepsi son anda düşman olur. Çünkü sevgi duygusu Allah (cc)’ı ve Allah'ı sevenleri sevmek için verilmiştir.
✧ Âhirette en çok mesud olanlar, Allah’ı en çok sevenlerdir. Çünkü âhiret demek, Allah’a (cc) yönelmek ve O’na kavuşmak saadetine ermek demektir. Uzun iştiyaktan sonra, ebediyen sevgilisine ulaşıp hiçbir engel olmadan sevgilisi ile devamlı olarak başbaşa kalmaktan daha büyük sevinç ne olabilir? Ancak bu nimetler, sevginin kuvvetiyle ölçülür. Sevgi ne kadar kuvvetli olursa, zevk de o nispette artar.
✧ Cenâb-ı Hakk’ın muhabbetinden bir zerreyi, bin yıllık ibadete değişme! Çünkü hadisi şerifte ‘Kişi sevdiği ile beraberdir’ buyrulmuştur. Davud-u İskenderi
✧ İnsanın yüreği Allah (cc) için erirse, şehitler gibi iki cihanda bağışa nâil olur. Mevlânâ
✧ Olgun insan Allah sevgisinden, merkep ise arpa suyundan sarhoş olur. Mevlânâ
✧ Gönlünde Allah (cc) sevgisi artanı Allah da seviyor demektir. Mevlânâ
✧ Mis gibi olan Allah (cc)’ın adını tenine değil gönlüne sür. Mevlânâ Allah sevgisi hürriyet, mahluk sevgisi esarettir.
✧ Nefsini sevdiği halde, Allah’ı sevdiğini iddia eden kimse; yalancının biridir. Yahya Bin Muaz
✧ Aşk-ı ilahi bütün ibâdet biçimlerinin temelidir. İbn Arabi
✧ Benim murâkabede üstadım bir kedidir. Bir gün bir kedi gördüm; fâre deliğine dönmüş, bütün tüyleri dimdik ve adaleleri gergin, fareyi kolluyordu. Bu manzaraya taaccüple bakarken şu sesi duydum: "Ben senin gâyen ve emelin olmakta bir fâreden eksik miyim? Sen de Beni istemekte bir kediden aşağı olma." Cüneyd-i Bağdâdî
Elin ola ağyar ile, kalbin ola yar ile
Gözün göre eşyaları, gönlün ola dildar ile. Efe Hazretleri
a) Eğer Allah'ı seviyorsanız, bana tabî olun. Çünkü mu'cize ve deliller, Allah’ın bana uymanızı emrettiğini göstermektedir.
b) Eğer Allah'ın sizi sevmesini arzu ediyorsanız, yine bana uyun. Çünkü bana uyduğunuzda Allah'a itaat etmiş olursunuz. Allah ise, kendisine itaat eden herkesi sever. Bana uymanız; Allah'a itaat, O'na ta'zim ve O'nun dışındaki bütün varlıklara ta'zimi terk etmek demektir. Allah'ı seven herkes, bunu ister. Çünkü muhabbet, mahbûba tamamıyla yönelmeyi ve onun dışındaki herşeyden yüz çevirmeyi gerektirir.
تَبِعَ kelimesi lügatte, takip etmek, arkasından gelmek, iz sürmek, arkasından yürümek, kovalamak, yapışmak, gözlemek, muvafakat etmek, ait olmak, alakası olmak, tâbi kılmak, birinin otoritesi altına girmek, düzenli olarak derslere devam etmek, bir kimsenin zihnini veya gözlerini bir şeyin üzerine sabitlemek, mutabık olmak, imtihan etmek, araştırmak, tetkik etmek manalarına gelmektedir.
Bu sure, Ehl-i kitabın, özellikle hıristiyanların yanlış inançlarını ortaya koyma konusuna ağırlık vermektedir. Bu âyet de Allah'a ve peygambere imanın nasıl olması gerektiğine dikkat çekiyor.
Allah'ı sevmek ve O'na itaat etmekle, O'nun peygamberine uyup getirdiklerine teslim olmak arasında sıkı bir bağ vardır. Fakat "Allah gibi sevmek"le "Allah için sevmek" arasında fark vardır. Bu farkı göz ardı eden Yahudiler Hz. Musa'nın, hıristiyanlar da Hz. İsâ'nın peygamberliğinden ziyade şahsında ısrar ederek büyük hataya düşmüşlerdir. Bu yüzden, hıristiyanlar Hz. Muhammed'i, yahudiler hem Hz. İsâ'yı hem Hz. Muhammed'i inkâr etmişlerdir. Hıristiyanların Hz. İsâ'yı Allah'ın elçisi olduğu için sevmeleri gerekirken, şahsını esas aldıklarından, şirk koşmaya varan bir sapıklığa kaymışlardır.
Sevilenler üç kısımdır:
1- Sevilenden beklenti vardır.
2- Sevilene yöneliktir. murad edilen sevilenin kendisidir.
3- Sevileni istemekle beraber, onun isteklerini de istemektir. En üstün sevgi mertebesi budur.
Allah sevgisi Efendimiz'e tabi olmanın lazımı kılındı. Allah'a taat, Efendimiz'e itaat etmeye bağlı kılındı. Allah'ı seven herkesin, O'nun gazabını çekecek şeylerden son derece kaçınması lazımdır. Hz. Muhammed'in peygamberliğini kesin gösteren ilahi deliller bulunduğuna göre, ona uyulmuyorsa bu Allah sevgisinin bulunmadığına delâlet eder.
Allah sevgisinin ilk alameti, Peygamber'e uymak ve ona alaka göstermektir. Allah sevgisi, gönülde kalmamalı, davranışlara yansımalıdır; ki bunun ilk basamağı da Peygamber'e uymaktır. Sevgi bir eylemdir. Sevgiyi soyut olmaktan çıkarıp somut hale getiren hareket, sevginin hem delili, hem de tanımıdır.
Sevilen bunu görmek ister. Onun için Allah, kendisini sevenlerden ilk iş olarak Peygamber'e tâbi olmalarını istemiştir. Fiile dönüşmeyen sevgi, başak haline gelmeyen tohuma benzer. Seven gönül, insanı harekete geçirir.
Sünnete uymak
✦ Hevası sünnetime uymayan gerçek mümin değildir. Hadis-i Şerif
✦ Bir millet, dinlerinde bir bidat yaparsa, Allah (cc) buna benzer bir sünneti yok eder. Kıyamete kadar bir daha geri gelmez. Hadis-i Şerif
✦ Allah’ın kitabıyla peygamberin sözlerine bağlı bulunanlar dünyada sapıklığa düşmez, ahirette de kötülerden uzak olur. Hadis-i Şerif
✦ Benim sünnetime tabi olan ve hadislerimi öğrenerek ümmetime bildiren kişi üzerine rahmetini yağdır Allah'ım. Hadis-i Şerif
✦ Benim sünnetime razı olan kimse Kuran’a razı olmuş olur. Hadis-i Şerif
✦ Kim benim sünnetimi yaşar ve yaşatırsa beni sevindirmiş olur. Beni sevindiren ise cennette benimle olur. Hadis-i Şerif
✦ Sizin içinizde en çok sevdiklerim, en çok yakınlarım bana benden ayrıldıkları şekil üzere devam edip bana ulaşmış olanlardır. Hadis-i Şerif
✧ Tasavvufun aslı kitap ve sünnete yapışmak, heva, heves ve bidatlere tabi olmamakla, alimlere hürmet etmeye önem vermek, halkın özrünü hoş karşılamak, vird ve zikre devam etmek, ruhsat ve tevilleri değil, azimeti tercih etmektir. Nasrabazi (ks)
✧ Hayatının gidişi Hz. Muhammed’in sünnetinden sapmasın, onu bırakma! Aklına ve hünerine az güven! Mevlana
✧ İzzet ve şerefi, müslümanın Muhammedi oluşunda aramalıdır.
✧ Bütün yollar merduttur, kapalıdır. Allah’a giden yol ancak Hz. Muhammed’in sünnetine ittiba yoludur. C. Bağdadi
Ben sağ olduğum müddetçe Kuran’ın kölesiyim
Ben Muhammed Muhtar’ın yolunun tozuyum.
Benim sözümden kim bundan başkasını naklederse
Ben ondan da bizarım, o sözlerden de bizarım. Hz. Mevlana
Allah'ı sevmenin ve Peygamber'e tâbi olmanın ilk sonucu, Allah'ın sevgisini kazanmaktır. Böylece sevginin karşılığı yine sevgi olmaktadır. Allah'ın sevgisini kazanmak, ödüllerin en değerlisidir.
Kulun Allah tarafından sevilmesi, Allah'ı sevmesinden daha üstündür. Kulun şe'ni Allah'ı sevmek değildir, ancak kulun şe'ni Allah'ın onu sevmesidir. (Yani kul hakkıyla Allah'ı sevemese de, Allah'ın sevgisine layık olmaya çalışabilir.)
Allah'ın sevmesi, sizden razı olması, kalbinizden perdeyi kaldırması, günahınızı bağışlaması, Cenâb-ı izzetine yaklaştırması ve sizi Cenâb-ı Kudsüne yerleştirmesidir. Burada muhabbet istiare veya müşakaledir.
Kulun Allah'ı ve Rasûlünü sevmesi, onlara itaat etmesi ve emirlerine tabi olmasıdır. Çünkü Allah: "De ki: Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz" buyurdu. Allah'ın kullarını sevmesi, onları mağfiret etmesidir. Çünkü "Muhakkak Allah kâfirleri sevmez" (Âl-i İmrân, 32) buyurmuştur. Yani onlara mağfiret buyurmaz, demektir.
Kim Allah Rasulünün sünnetine tabi olmadan Allah'ı sevdiğini söylerse o kişi Kitabullah'ın nassıyla yalancıdır.
Efendimiz'in yolunda bir nasibi olmayan kişinin sevgiden nasibi yoktur. O insan muhabbetten mahrumdur.
Kişi Efendimiz'e tam tabi olduğu zaman; onun batını, sırrı, kalbi ve nefsi; Efendimiz'in batınına, sırrına kalbine ve nefsine münasib olur. İşte muhabbetin izhar edilip açığa vurulması bu demektir.
Bu münasebet; Efendimiz'e tabi olan o kişiye istidadı nisbetinde Allah'ın muhabbetinden bir pay getirir. Böylece Peygamber'e uyması, onun muhabbetini Allahu Teâla'ya ulaştırır. Efendimiz'in ruhundan alacağı bu muhabbetin nuru, çok daha seri bir şekilde onun kalbine sirayet eder.
Allah sevgisine götüren delil, Resule uymaktır, semeresi gönderilen elçiyi sevmektir. Muhabbet hasıl olmadan itaat hasıl olmaz.
✽ ✽ ✽
Tabiin alimlerinden Said b. Müseyyeb (ra); bir adamın ikindi namazından sonra tekrar iki rekat namaz kıldığını gördü. Bu vakitte nâfile namaz kılmaması için uyardı. Adam ‘Allah (cc) beni namaz kıldığım için cezalandırır mı?’ diye sordu. O da: ‘Namaz kıldığın için değil, sünnete aykırı hareket ettiğin için cezalandırır’ dedi.
✽ ✽ ✽
Allah sever...
Seven kimsenin, Hak tarafından da sevilmesi için kalbini Mevlâ’dan gayri her şeyden âri tutması gerekir. Seven kimse, îmân, tevekkül, tevhid ve ikan bakımından kemâle ererse, mahbûb olur. Güçlük gider, rahatlık gelir. En güç iş, Hak tarafından sevilmiş olmakta, O’nun sevgisi kazanıldıktan sonra her şey kolay olur.
Meselâ bir kimse düşünelim, gece gündüz yol kat eder. Sebebi, bir şahın sevgisidir. Yolda bin türlü korkulu dakikalar geçirir, yemeye ve içmeye önem vermez, tâ şahın kapısına varıncaya kadar böyle devam eder. Şâhın bu gelişten haberi olunca, hizmetçilerini ona karşı çıkarır, ağırlatır. Özel bineklere bindirirler. Sonra hamama götürür, temizler, güzel elbise giydirir, koku sürerler. Daha sonra şâhın huzûruna çıkarlar. Şah da onu karşısına alır, hâlini hatırını sorar. Mülkünde olan en güzel nimetleri ona verir. Ve onun mahbûbu olur. O seven kişi, bu güzel hÂl-ibulup şâhın sevgilisi olduktan sonra yorgunluk, korku duyar ve geldiği yere dönmek diler mi?
Sen Allah’ı sevdiğin ve Allah da seni belâlarla imtihan ettiği vakit, bil ki O seni temizlemeyi kastetmiştir.
Allah bir kulunu sevdiği zaman, kendisine en üstün sevap ve ecirleri vermek için, faziletli vakitlerde, en faziletli amelleri îfâ etmesini nasip eder. Bir kuluna gazap ettiğinde ise, haram aylardaki yasakları çiğnetmek, Allah’ın şiarlarını eksilttirmek ve günahlarını arttırmak için faziletli vakitlerde en kötü ve en çirkin amelleri işlemeye sevkeder.
- Allah (cc), bir kulunu sevdiği zaman, onu çalıştırır.
Ashâb-ı Kiram sordu:
– Nasıl çalıştırır yâ Resûlâllah?
– Ölümden önce onu, sâlih amel işlemeye muvaffak kılar.
Allah’ın kulunu sevmesi, meşgale ve mâhiyetleri ondan uzaklaştırmak için onu dünya lekelerinden temizlemesidir. Allah bir kulunu severse ilimle meşgul eder. Sevmezse dünyada mâlâyâni işlerle meşgul eder.
Allah'ın sevmesi, kalbinden perdeyi kaldırmak sûretiyle ve kalbiyle müşahede imkânlarını ona bahşetmesidir.
Allah’ın sevdiği kula, işlediği günah bir zarar vermez.
Allah’ın sevdiği kimseler, yararlı işler yapan müttakilerdir. Onlar, kendilerini tanıtmazlar. Meclise gelmeyince aranmaz, gelince tanınmazlar. Onların kalpleri yıldızlar kadar parlaktır, tertemizdir. Allah (cc) onları bütün kötülük ve âfetlerden korur. Resûlûllah şöyle buyurdular:
Allah (cc) kulunu sevdiği vakit onu iptila eder, dert verir. Fazla sevdiği vakit onu iktinâ eder, yâni mal ve evlât diye kendisinde bir şey bırakmaz.
Dört şeyi ancak Allah (cc) sevdiğine verir:
1- Sükût etmek.
2- Allah’a tevekkül.
3- Tevâzu.
4- Dünyadan meylini kesmek.
Allah (cc) bir kulunu sevdiği vakit, ona kendisinden bir vâiz, kalbinden kendisini men edecek bir men edici yaratır da, ona emreder ve onu men eder.
Allah’ın en sevgili kulu, O’na şükreden ve sabredendir. Yâni musibetlerle karşılaşınca sabreden, nimetler verilince de şükredenlerdir. Mutarrif
On sekiz bin alemi seyreylemek lazım değil
Her nefeste feyzi hak bir özge alemdir bana
'Allahu Teâlâ kalblerinizden perdeleri kaldırsın! Aşırılıklarınızı gidersin. Sizi izzetinin cennetlerine yaklaştırsın ve sizi kudsi civarında katında sizlere yer hazırlasın!'
Ayetin başında kulun Allah'ı sevmesinin delili, Peygamber'e tâbi olmak olduğu bildirilmişti. Bu kısımda da Allah'ın kulunu sevmesinin işaretinin, onun günahını bağışlamak olduğu ifade edildi. Allah kulunu sevdiğini, onun günahlarını bağışlamakla göstermektedir.
✦ Günahların affına sebep olan iyi amel, güler yüz ve tatlı sözdür. Hadis-i Şerif
✧ Abdest yüze nur, kalbe sürurdur, küçük günahların affına sebeptir.
✧ Üzgün olana yardım etmek, kederli olanı avutmak büyük günahların affına sebep olur. Hz. Ali
Ayetin sonunda 'Allah affedici ve merhamet sahibidir' ifadesi getirildi. Sevgiyle başlayan ayet, af ve merhametle bitti. Allahu Teâlâ sevginin nasıl manevî bir güç olduğuna dikkat çekmektedir.
Allah, kullarının günahlarını insanlardan gizlemesi bakımından dünyada gafur, fazlı ve keremi ile onlara âhirette rahimdir.
Kulun günahtan türeyen üç ismi vardır:
1- Zalim
2- Zalûm (Çok zalim)
3- Zallâm (Günah işlemede aşırı giden kimse)
Sanki Allahu Teâlâ şöyle demektedir:
‘Ey kulum! Zulmetme ve günah işlemede senin üç adın vardır. Buna karşı Benim de günahları bağışlamada üç adım vardır. Eğer sen günah işleyerek ve zulmederek ‘zalim’ olursan, tevbe ettiğinde ben de ‘Ğafir’ olurum. Eğer ‘zalum’ olursan Ben de ‘Ğafur’ olurum. Eğer daha aşırı gider ve ‘zallam’ olursan, Ben de ‘Ğaffar’ olurum. Bil ki senin sıfatların ve günahların sınırlı ve sonludur. Oysa Benim sıfatlarım ve bağışlamam, sınırsız ve sonsuzdur. Sınırsız ve sonsuz olan daima sınırlı ve sonlu olana galip gelir. Bu yüzden, ne kadar günahın olursa olsun asla ümidini kesme. İçtenlikle tevbe edersen, kabul ederim.’
Kul için vacip olan, bağışlaması çok geniş olan Allah’tan günahlarının affını talep etmek ve hiçbir zaman O’ndan ümit kesmemektir. O’ndan başka kulların günahlarını bağışlayan kimse yoktur. Müslüman, Allah (cc)’ın mutlak mağfiret sahibi olduğunu bilmelidir. Allah (cc)’ın bağışlaması, günah işledikten sonra tevbe eden kullar içindir. Samimiyetle Rabbine yönelen kimselerin tevbesini Allah (cc) kabul eder, günahlarını bağışlar ve ahirette onları cezalandırmaz. İçtenlikle tevbe eden sanki hiç günah işlememiş gibidir.
Ey kulum! Sen benden ümitli bulundukça senden gelen günahları her ne olursa olsun bağışlarım. Kudsi Hadis
Mi’raçta Cenâb-ı Hakk buyurdu ki: Benim için tevbe edip, bağışlanması için Bana yürekten yalvaranın sesinden daha sevimli bir ses yoktur. Bir kulum ağlayarak tevbe eder: ‘Ey Rabbim, beni esirge, beni koru’ derse, Ben: ‘Ey kulum, ne istersen iste; sen katımda bâzı meleklerim gibisin. Ben sana, senin gönlünden daha yakınım. Ey meleklerim, şâhid olun; Ben kulumu affettim’ derim.
Rahman ve Rahim isimleri aynı kökten türetilmiştir. Her ikisi de mübalağa ifade eder. Ancak Rahman’ın mübalağası Rahim’den daha fazladır. Rahman daha genel, Rahim daha özeldir.
Rahman ismi Allah’ın varlığıyla kaim olan sıfata, Rahim ismi ise merhamet edenle ilgili sıfata delalet eder. Birincisi vasıf için, ikincisi fiiller için kullanılmaktadır. Rahman; merhametin Allah’ın bir vasfı ve niteliği olduğunu, Rahim de bu merhamet vasfı ile kullarına merhamet ettiğini göstermektedir.
Rahman ve Rahim isimleri Yüce Allah’ın geniş merhamet sahibi olduğunu gösterir. O’nun merhameti her şeyi kuşatmıştır. Allah, bu kadar geniş merhametini ahirette yalnız peygamberlerin izinden giden ve kendisinden korkan takva sahipleri için yazmıştır. Allah’ın mutlak merhametini hak edenler sadece bunlardır. Bunlar dışındakilerse Allah’ın merhametinden sadece bir pay alanlardır.
O rahmeti ile bize bilmediklerimizi öğreten, bize yararlı olan dini ve dünyevi maslahatlarımızı gösteren, merhametiyle güneş ve ayı yaratıp insanların faydasına sunandır. O’nun gece ve gündüzü yaratması, yeryüzünü bir döşek gibi sermesi, onu yaşama elverişli hale getirmesi, ölü ve dirilere bir toplanma yeri yapması, yağmur yüklü bulutlar yaratması, yağmur yağdırması, insanlar için sebze ve meyveler, hayvanlar için otlar ve meralar var etmesi, hep O’nun merhametinin bir eseridir. O bu merhameti ile insanların ve diğer hayvanların yapılarına merhameti yerleştiren, böylece birbirlerine merhamet etmelerini sağlayandır.
Arılar bal vermezdi, o Rahim zat olmasa!
Ağaçlar dal vermezdi, o Rahim zat olmasa!
Ne sevinç, ne haz vardı, ne bahar, ne yaz vardı,
Ne de bir niyaz vardı, o Rahim zat olmasa!
Yeşil nice, ak nice? Yakın ve uzak nice?
Bilinmezdi Hakk nice? O Rahim zat olmasa!
İnsanların ve hayvanların kendi aralarındaki merhamet duygusu, Allah’ın merhametinin bir eseridir.
Enbiyanın ayrı ayrı şeraiti, evliyanın başka başka tarikatları, asfiyanın çeşit çeşit meşrepleri vardır. Mesela Hz. İsa’da, diğer esmayla birlikte ‘Kadir’ ismi daha galiptir. Ehli aşkta ‘Vedüd’ ismi, ehli tefekkürde ‘Hakim’ ismi daha ziyade hakimdir.
Bir adam hem hoca, hem zabıt, hem adliye katibi, hem mülkiye müfettişi olsa, onun her bir dairede birer nispeti, birer vazifesi, birer hizmeti, birer maaşı, birer mesuliyeti, birer terakkiyatı ve muvaffakiyetsizliğine sebep birer düşman ve rakibi olur.
Allah’ın isimlerini zikrederken de ruhumuza başka başka kapılar açılır. Gönül uyanıklığı ve kalp safası ile bu isimlere devam edenler muradını elde edecektir. Allah (cc) diyen mahrum kalmaz. Dünya sultanlarından, insanlardan bir şey istendiğinde çok defa memnun olmazlar. Allah ise kendisinden bir şey talep etmeyenlere gadap eder. O’nun rahmeti o kadar geniştir ki, şeytan bile ümitlenir.
Her zerre O'ndan eser, gül bülbüle gülümser,
Mazlumlar ümit keser, O Rahim zat olmasa!
Ne kış görürdün, ne yaz, ne sıcak, ne bir ayaz,
Yüreğin kıpırdamaz, O Rahim zat olmasa!
Hayat biter, dal kurur, peteklerde bal kurur,
Dünya, bu masal kurur, O Rahim zat olmasa!
Ayetteki işaretler
'Allah da sizi sevsin'
Arifler indinde bu muhabbetin aslı, kalbi şevk ateşiyle ruhu aşk lezzetinde yakmak, hisleri üns bahrinde gark etmek, nefsi kuds suyunda yıkamak, Habibi ayn-ı küll ile görmek, gözü tüm mümkinata kapatmak, gaybu'l gaybda tayerân etmek, muhibbin mahbubun ahlakı ile ahlaklanmasıdır.
Fer'ine gelince; mahbuba razı olduğu herşeyde muvafakat, belayı rıza ile kabul, kader ve kazasına vefa şartıyla teslimiyet, sünnet-i Mustafa'ya mutabaattır. Aşkın adabı ise; şehvetlerden, mubah lezzetlerden kesilmek, halvet ve murakabede sükun etmek, hareket ve sükunda ehl-i aşkla tevazu ve zillet içinde bulunmak, hatta kahırlar içinde zillet türabında bulunmaktır. Bu durum ancak hüsnü kadim ve cemal natı ile hakkı sır gözüyle müşahededen sonra olur.
Zahir batın nimetlerden alakayı kesmek gerekir. Eğer muhabbet nimetlerden tevellüt ederse malul olur. Hakiki muhabbette Habibin zatından başka sebeb, illet olmamalıdır. Bunun için dediler ki; muhabbet cennetle cehennemin, sevinçle mihnetin arasını ayıranda husule gelmez. Ancak hepsini unutup mahbubun müşahedesinde ve O'nda fani olmaktadır.
♦ Yahudiler "Biz, Allah'ın oğulları ve dostlarıyız" (Maide,18) di-yorlardı. Bundan dolayı bu âyet nazil olmuştur.
♦ Kureyşliler Allah'ı sevdiklerini iddia ediyorlardı. Mescid-i Harâm'da putlarını dikmişler, üzerlerine deve kuşu yumurtaları asmışlar, kulaklarına şeffaf kumaşlar koymuşlar onlara secde ediyorlardı. Birtakım eğlenceler, danslar, çalgı vs. gibi şeylerle sevgilerini izhar ettiklerini iddia ediyorlardı. Hz. Peygamber yanlarına uğrayıp onları putlarına secde ederlerken görünce "Ey Kureyş topluluğu, Allah'a yemin olsun babanız İbrahim ve İsmail milletine muhalefet ettiniz. Onlar müslüman idiler" dedi.
♦ Kureyşliler "Biz bu putlara Allah Tealâ'ya sevgimizden, bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye tapınıyoruz" dediler, bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu.
♦ Necranlı Hristiyanlar "Biz, Allah'ı sevdiğimizden ötürü Mesih (İsâ)'ya ta'zim ediyoruz" dedikleri için bu âyet nazil olmuştur.
Müminler en çok Allah’a muhabbet ederler. Sevgi de Resul’e tabi olma miktarıncadır. Allah’ın sevdiğine ne kadar tabi olursa Allah (cc) ona o kadar sever. Bu sevgi, uymanın miktarıncadır.
1- Avamın derecesi, Resulün fiiline uyumak
2- Havasıl müminin derecesi ahlakına uymak
3- Ehassul havasın derecesi hallerine uymak
Sevgi dereceleri:
1-Avamın muhabbeti: İyilerden iyilik görme minnetiyle duyulan sevgidir. Resulüllah ‘Kalp kendine iyilik edeni sevmek cibilliyetinde yaratılmıştır’ buyurmuştur. Bu sevgi ihsan değiştikçe değişir.
2- Havasın sevgisi: Celal ve Cemal sıfatları tecelli ettiğinde kemali müşahede etmekten neşet eden muhabbettir. Bu mukarreblerin sevgisidir ki Allah (cc) rızası için iclal ve tazim sevgisidir. Bu sevgi devamlıdır. Marifet ziyadeleştikçe ziyadeleşir. Bu kısma işaret etmek üzere Efendimiz "Süheyb ne güzel kuldur, Allah'tan korkmamış olsa bile O'na asla asi olmaz" demiştir. Rabiatü'l Adeviye de 'Ya Rabbi seni buna ehil olduğun için seviyorum, bu ebedi değişmeyen bir sevgidir' demiştir.
3- Ehassul hasın sevgisi: Bu sevgi ezelden verilen kadim muhabbettir. Ne ihsandan doğan, ne kemali sezmekten neşet eden bir muhabbet değildir. Bu; illetsiz, ezelden Hz. Adem’in sırtından çıktığında tecelli edip nefislerini fani kılanların ezeli muhabbetidir. Bunlar dünyaya sıfatı terkle gelirler. Muhabbetin hakikati muhabbet ateşiyle yakar da onsuz kalır. Ateşin odunu yok edip onsuz kaldığı gibi. ‘la tebga ve la tezer’ (Müddessir, 28) işaret edilmiştir.
Marifet ve hakikatte kemale gelip mahbubun satvesiyle fani olanların muhabbetidir. Onlar mahbubda bazen fani bazen baki olurlar. İbrahim Havvâs der ki; korkunun alameti devamlı murakebedir. Murakabenin alameti de olan biten hallerde yok olmaktır.
‘Bana uyun ki Allah sizi sevsin’ mekarimi ahlakta bana tabi olun ki sizi sevsin, sizi cemal ve kemal tecellileriyle mükafatlandırsın. Kendi sıfatları ile sizin sıfatlarınızın karanlığını örtsün. Siz benliğinizi yok edin ki O da sizi muhabbeti ezeli ile diriltsin, Celal sıfatının tecellisi ile tahsis etsin. Sizin varlık günahınızı örtüp sizi ondan kurtarsın. Bu durumda kul Allah (cc)’ın lütuf ve kahrının aynası olur.
✽ "De ki Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki Allah sizi sevsin" cümlesinde "Allah sizi sevsin" gizli bir şartın cevabı olarak meczumdur. Mahzuf bir şart vardır.
✽ اتَّبِعُونٖي emrinin gelişi; irşad içindir.
✽ 'Bana uyun' sebep söylenmiş müsebbep olan emrime, dinime, hareketve sözlerime uyun, kastedilmiştir.
✽ تُحِبُّونَ ile يُحْبِبْ fiili arasında iştikak cinası ve reddül aciz alessadri vardır.
✽ يُحْبِبْكُمُ اللّٰهُ Allah sizi sevsin, cümlesinde mefulün takdimi; tahsis içindir.
✽ Lazım; Allah sizi sevsin. Melzum; sizden razı olsun.
✽ 'Allah'ı seviyorsanız' şart cümlesinde Allah ismi zaten geçmişti, şartın cevabı olan cümlede zamirle 'O da sizi sevsin' gelecekken 'Allah sizi sevsin' şeklinde geldi. Zamir yerine açık ismin zikri; emre itaati kuvvetlendirmek, zihne yerleştirmek içindir.
✽ ‘Şüphesiz Allah bağışlayan ve merhametlidir’ itnabtan mesel tariki cari tezyildir.
✽ يُحْبِبْ ve يَغْفِرْ fiilleri arasında و atıf harfiyle vasıl yapıldı, tezayuf ve camii aklidir. Bağışlamak için sevmek, sevginin yerleşmesi için bağışlamak gerekir. İnsan ne kadar sevilirse o kadar affa mazhar olur. Affedilen kişi, sevildiğini hisseder. Ve affedilenin sevgisi, kendisini bağışlayana karşı daha da artar.
✽ يَغْفِرْ ile غَفُورٌ arasında iştikak cinası ve reddül aciz alessadri vardır.
✽ 'Bağışlar' ve 'Sever' fiilleri ile, 'Gafur' ve 'Rahim' isimleri arasında muraat-ı nazır vardır.
32- De ki: ‘Allah (cc)’a ve peygambere itaat edin! Yüz çevirecek olursalar Allah (cc) gerçekten kafirleri sevmez.
Tehdit dolu bir emir: Yüz çevirirseniz cezalanırsınız. Başınıza bela gelir diye bir cevap beklerken Allah kafirleri sevmez buyuruyor. Sanki itaat etmeyen kafir olur ve Allah (cc) onu sevmez. Asi olur kelimesi yerine kafir olur kelimesi istiare edilmiş, birbirine benzetilmiş, ortak yanları, benzer yönleri hayli çok. Çünkü büluğdan itibaren imtihan başlamış, Allah habibiyle kitap göndermiş, emirler, yasaklar belirlenmiş. 'Ona iki göz bir lisan, iki dudak vermedik mi? İki yol göstermedik mi? Neden mesuliyetini yüklenmiyor?' (Beled, 8)
İtaat, amirini itiraz etmeden saygıyla dinlemek, gereken en güzel şekilde vaktinde yerine getirmektir.
Bizim delillerimiz öncelikle kitap ve sünnettir. Sonra kitabın ve sünnetin öngördüğü icmaı ümmet ve kıyası fukahadır.
Dünyevi ve uhrevi her hareket ve sekenatımız her mükellefiyetimiz için bu dört delil (edillei şeriyye) bize yeterli bilgiyi vermekte ve doğru yola iletmektedir. Biz bunları ehil alimlerden ve mutemet kitaplardan öğrenerek amel etmeliyiz. Aklımızla, adetlerle, tahminlerle ve ehil olmayan cahil müçtehitlere danışarak amel etmemeliyiz. Ayette ‘Eğer bilmiyorsanız ilim ehline sorun’ (Nahl, 43) buyruluyor. Öncelikle bileceğiz, sonra ameli salih olarak emredilene uygun şekilde yerine getireceğiz. Yaptığımız amele gösteriş, menfaat, eziyet, başa kakma, abartma gibi ameli zayi eden zulümler, hatalar karıştırmayacağız. Ameli tek niyetle ihlaslı, sırf Allah rızası için yapacağız ve sonunda Allah (cc)’ın zatı kibriyasına layık olmadığı için istiğfar ve duayla kabulünü niyaz edeceğiz.
Allah bir kulu sevdiği zaman Cebrail'i çağırır ve der ki: Ben falan şahsı seviyorum, onu sen de sev. Cebr ail onu sever. Sonra da gök yüzündekilere nida ederek "Allah falan şahsı seviyor, siz de onu sevin" der. Göklerdekiler onu sever. Allah bir kula buğzettiğinde Cebrail'i çağırır ve şöyle der: Ben falan şahsa buğzediyorum. Ona sen de buğzet. Cebrâîl ona buğzeder. Sonra göklerdekilere şöyle nida eder "Allah falan şahsa buğzediyor. Siz de ona buğzedin." Bunun üzerine onlar da o şahsa buğzederler. Sonra o şahıs için, o kin yeryüzüne indirilir. Hadis-i Şerif
Ayetin merkezi kavramı itaattir. اَطٖيعُوا fiili; sözlükte boyun eğmek, yumuşamak, alışmak, teşvik etmek, izin vermek, rıza göstermek, nafile ibadet etmek, bir şeye gücü yetmek, cimrilik demektir. Mufaale babından; gönülden, istekle davranmak, anlamlarına gelir.
Bu ayet önceki ayetin devamı olarak, sevgiden itaate giden yolu çizmektedir. İtaat severek, isteyerek ve Allah'ın af ve merhametini amaçlayarak yapılmalıdır. İsteyerek ve severek yapılmayan bir itaat, insanı Allah'a yaklaştırmayacağı gibi, şahsiyetini de olgunlaştırmaz.
Yüce Allah kendisinden başlayan itaat çemberini Hz. Peygamber'e, devlete, ana-babaya kadar genişletmektedir. Ancak, diğerlerine itaatin kaynağı, Allah'a olan itaattir. Allah'a itaatin kaynak olduğu bir yerde, itaatin kesintiye uğraması mümkün değildir.
Kime itaat edeceğini bilmek kadar, kime itaat etmeyeceğini bilmek de önemlidir. İtaat o kadar önemlidir ki, başlı başına bir ibadet sayılmaktadır. Bir farzı ihmal edilen namaz bozulduğu gibi, itaat edilmemesi gereken birine itaat etmek de itaat ibadetini bozar. Mesela: Bir insan hem Allah'a, hem de şeytanın dostlarına itaat ederse, -aynı zamanda bir ibadet olan-Allah'a itaati bozmuş olur.
Kime itaat edileceğini öğrenerek, itaat edilmesi gerekene itaat etmek, kime itaat edilmeyeceğinin bilincini kazanmak ve itaat edilmemesi gerekene itaat etmemek, hac ibadeti kadar önemlidir.
Ayetlerde kimlere itaat edileceği ve kimlere itaat edilmeyeceği açıklanmıştır: İnsanlara vesvese veren şeytanın dostlarına, zanna uyan cahillere, gaflet içinde olanlara, kafir ve münafıklara, yalanlayan ve alabildiğine yemin edenlere, günahkar ve nankörlere, çocuğunu şirke zorlayan ana-babaya ve toplumun düzenini ifsad edenlere uyulmayacak, itaat edilmeyecektir.
Resule (sav) itaat
Peygamber’e itaat, sağlığında kendisine, vefatından sonra da sünnetine uymak ve Kur’ân’ın temas etmediği konularda Resûlullah’ın ortaya koyduğu esasları kabul etmektir.
✦ Bir kimse bir ev yapmış, orada vereceği ziyafete insanları davet etmek için bir dâvetçi göndermiştir. Daveti kabul edenler eve gitmiş, ziyafete katılmıştır. Daveti kabul etmeyenler ise eve gitmemiş ve ziyafete katılmamıştır. Bu misâldeki ev Cennet, dâvetçi de Muhammed aleyhisselâmdır. Muhammed aleyhisselâma itâat edenler Allah’a itâat etmiş olur. Muhammed aleyhisselâma karşı gelenler de Allah’a karşı gelmiş olurlar. Muhammed aleyhisselâm, mü’min ile kâfiri birbirinden ayırandır. Hadis-i Şerif
Sende insan ve toplum, sende temel ve bina;
Ne getirdin, götürdün, bildirdinse âmenna!.. N. Fazıl
✧ Hz. Muhammed yolunun dışındaki her şey batıldır. Batıla tabi olmak dalalete, bu da helak olmaya sebeptir. Ebul Vefa
✧ Bu son zamanlarda sünnet, bidatler arasında gece karanlığında ışık saçan inci gibidir. Zaman dinin garip olduğu zamandır. Bunun için bu zamanda talebenin az bir gayretine, orta zamanlardaki çetin mücahede edenlerden daha fazla sevap verilir. S. Arvasi
✧ Resulullah’ın emrine uymayan iş yapanın ameli merduttur.
✧ Ebû Ali Cürcani’ye sünneti sorarlar, şöyle cevap verir:
1- Sünnete giden yol, bidattan kaçmak,
2- Ashabı kiramın icmaına, yani söz birliğine uymak,
3- Bozuk din adamlarından uzaklaşmak,
4- Tasavvuf büyüklerini tanımak ve eserlerini okumaktır.
Kendisine; 'Allah’a giden yol nasıldır?' diye sordular. Şöyle cevap verdi:
- Sözüyle, işiyle, niyeti ve maksadıyla sünnete uymaktır. Zira Nur, 54. âyette «Eğer Resûlüme uyarsanız, hidâyete erersiniz» buyrulmuştur.
✧ Hadis rivâyet etmek, Allah’ın Resûlüne bir nevi intisab ve bağlanmaktır. Hz. Ali
✧ Edepleri yapmayan, sünnetlerden mahrum olur. Sünnetleri yerine getirmeyen, farzlardan nasibini alamaz. Farzlardan nasibini alamayanın, mârifetten hissesi olmaz. Mârifetten yoksun olan, tevhidden mahrum olur. Tevhidden mahrum kalan, küfre girer. Abdullah b. Mübarek
✧ Hayatın ve tutacağın yol hakkında tereddüte ve kararsızlığa düşüp de bir ışık aradığın zaman, fikrini ve reyini soracağın kimseyi iyi seç.
✧ Sünnete tam uyan kimseler ilk Müslümanların kalitesine yükselir.
✧ Derviş sünneti seniyyeye bağlı kaldıkça doğru yoldadır. Sünneti seniyyeden kıl kadar ayrılacak olursa yolunu şaşırmış sayılır. Ahmet Rufai
✧ İnsanları Allah (cc)’ın sevgisine kavuşturacak yol yalnız Hz. Muhammed’in yoludur. Ondan başka olan dinler, inançlar, rüyalar çıkmaz sokaktır. İnsanı saadete kavuşturamazlar. C. Bağdadi
✧ Kuran’ın ahkamını öğrenmeyen ve hadislere uymayan kimse cahil ve gafildir. Buna uymamalıdır. C. Bağdadi
✧ Sünnet ile bidat birbirinin zıddıdır. Birini yapınca öbürü yok olur. İmam-ı Rabbani
✧ Ashabı kiram Resul-ü Ekrem'e itaat konusunda yarışa girmişlerdi. Sanki onun emirlerini yerine getirmek için ufak bir işaret bekliyorlardı. Hatta bazen emir vermeye bile gerek kalmazdı. Birgün Resulullah'ın parmağında yüzük vardı, ertesi gün herkes yüzük takmıştı. Çıkardığında da ertesi gün kimsenin parmağında yüzük görülmezdi. O ne yaparsa herkes emir beklemeden onu yapmak için yarışırlardı.
✧ Birgün namazda Cebrail Aleyhisselam gelerek, Resulullah’a sağ ayağının mestinde namazı bozacak kadar bir kir olduğunu belirterek, mestini çıkarmasını istedi. O da yavaşça çıkardı. Namazdan sonra arkasına döndüğünde, herkesin sağ mestini çıkardığını gördü. “Niye böyle yaptınız?” dediğinde “Senin yaptığın gibi yapmadığımızda helak olmaktan korktuk..” cevabını verdiler.
✽ ✽ ✽
İki gözü görmeyen biri, cemaatle namazı hiç bırakmaz, yağışlı ve karlı havalarda bile camiye, cemaate gitmeye devam ederdi. Evde ailesi bütün vakit namazlarında, hatta yatsı namazına bile gittiği için ‘Gözlerin görmüyor, camiye gitmek sana vacip değil, vakit namazlarını evde kıl’ derlerdi ama o, bu kıymetli sünneti hiçbir zaman bırakmayacağını söylerdi. Bir gün yine camiye giderken yol kenarında çukura düşüp başı yarıldı. Cemaate gidemeden başkalarının yardımıyla oradan çıkıp eve geldi. Kocasını kanlar içinde gören eşi:
‘Sana her zaman söylüyoruz, camiye gitme diye! Bak şimdi de başını yardın, iyi mi oldu yani?’ diyerek onu rencide etti. O halinden şikayetçi olmadığı gibi şöyle dedi:
‘Değil başımın yarılması, kolum da kırılsa, bütün azalarım parçalansa elimden geldiği müddetçe cemaate gitmekten vazgeçmem. Bu kıymetli sünneti bırakmam’ dedi. İstirahate çekilip yattı, o gece rüyasında gördüğü Efendimiz (sav):
‘Ailenle niçin münakaşa ettin?’ diye sordu. Başından geçeni anlatıp cemaate gittiği için tartıştıklarını söyledi. Resulullah (sav) mübarek eliyle iki gözünü sıvazladı. Adam heyecanla uyandı ki, gözleri görüyor!
‘Elhamdülillah’ dedi. Artık cemaate gitmek için kimseye ihtiyacı kalmadı, rahat bir şekilde ibadetine devam etti.
✽ ✽ ✽
Allah’a itaat etmek, onun emirlerini yerine getirip yasaklarını terk etmektir. Yerine getirilmesi gereken emirler, vacip, mendup, müstehap olabileceği gibi haram ve mekruh gibi yasaklar da olur. Yapılması istenen emir ile yapılmaması istenen emir arasında hüküm açısından hiçbir fark yoktur. Yüce Allah bir şeyi emrederken veya yasaklarken, kulunun menfaatini, saadetini, zarar ve ziyana uğramamasını düşünür. Çünkü Yüce Allah kendisine inanan kullarının hem rabbi hem de dostudur. Kulunun menfaatini düşünmesi de onlara ihtiyaç duyduğundan değildir. Dolayısıyla Yüce Allah, ancak kullarının faydasına olan şeyleri emreder, dünyada ve ahirette zarara sokan şeyleri yasaklar. Kulun Allah’a itaat etmesi için emir ve yasaklarını çok iyi bilmesi gerekir. Zira bunları bilmeden itaat olmaz.
✧ ‘Aziz kardeş, hilkatten (yaratılıştan) maksad, Hâlık'ı tanıyıp, O'na kulluk etmektir. O'nu tanımak ve kulluğunu yapabilmek için de, dini bilgilerini artırmak gerekir. Yoksa kahve, sinema köşelerinde, zevk ve sefâ peşinde dolaşmak çok yanlıştır. İnsan dinsiz kafirlere veya hayvanlara benzemektense, Peygamberler yolunu, salihler, âbidler izini seçip, dünyadan tertemiz olarak, göz yumup göçmesi ne büyük bahtiyarlıktır. Mehmet Zahid Kotku
✧ Allah’a itaat zincirinden çıkan insan sayısız ve sonsuz mahkumiyetlere uğrar.
✧ Allah’a itaat et ki yerdekiler ve göktekiler de sana muhabbet etsin. Allah’a itaat et ki insanlar ve cinler sana itaat etsin.
✧ Cenab-ı Hakk’a muhabbet ve itaat edene, Allah (cc) ikramlarda, ihsanlarda bulunur. Denizler onun için donup, sular ona yol olur. Hava emrine amade olur.
✧ Allah’a itaatte tam kul ol ki mahluklar karşısında tam hür olasın.
✧ Allah’a itaat eden kimseye mahluklar itaat ve hizmet eder. Caferi Huldi
Kaç trilyon hücreden yaratırsın bedeni
Her bedene yüklersin bir varoluş nedeni
Evrendeki her zerre tesbih ederken seni
Baş eğerken emrine bu kainat, bu mizan;
Nasıl olur da Sana, secde etmez bir insan!
Allah'ın emrine boyun eğmeğe yanaşmayan, itaatte Allah’tan başkasına yönelerek onların icat ettiği kuralları benimseyerek onlara itaat eden kimse, küfür içindedir.
Allah’tan başkasına itaatin, insana huzur vermediği nice acı tecrübelerle görülmektedir. Allah’a ve Allah rızâsı için O’nun müsaade ettiklerine itaat, hayat verici, mutlu edici, iki cihanda aziz eden bir itaattir. Dünyada huzur ve âhirette kurtuluş ancak bu itaatle gerçekleşir. Çünkü itaat, imanın gereğidir. Allah’a itaat etmeyen, Rasûlullah’tan, müslüman emir sahiplerinden, kâmil mü’minlerden ayrı bir yola sapan kimsenin varacağı yer, cehennemdir: "Kendisi için doğru yol belli olduktan sonra, kim Peygamber'e karşı çıkar ve mü'minlerin yolundan başka bir yola giderse, onu o yolda bırakırız ve cehenneme sokarız; o, ne kötü bir yerdir." (Nisâ, 115)
İnsanı en iyi tanıyan, onun gücünün neye yeteceğini bilen merhametli Allah, ona kolay dini vermiş, kaldırabileceği yükü yüklemiştir. Allah'a teslim olmuş müslüman bir kula da Allah'a itimat, güven, ve tevekkül yakışır. "Sen bunları yapabilirsin, gücün yeter, bunlar kolaydır, senden zorluk istemiyorum" deniyorsa, "hayır, yapamam, zor!" demek, her şeyden önce bir isyan ve yalanlamadır.
Beşerin dünya ve âhiret rehberi Kuran-ı Kerim, kendisini anlatma, insanlara beyan etme ve hayata tatbik etme görevini Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem)’e yüklemiştir. Efendimiz’i (sav) devreden çıkararak Kuran’ı anlama iddiasında olanlar, eğer Kuran’a ihanet içinde değillerse, en hafif tabiriyle sünnete karşı lâkayt ve dinde laubalidirler.
✦ Bana itaat eden Allah’a itaat etmiş, bana isyan eden Allah’a isyan etmiş olur. Benim (görevlendirdiğim) emirime itaat eden bana itaat etmiş, benim (görevlendirdiğim) emirime isyan eden de bana isyan etmiş olur. Hadis-i Şerif, Buhari
✦ Kim itaatten elini çözerse, kıyamet gününde (kendisini koruyacak) bir delili olmaksızın Allah’ın huzuruna çıkar. Kim de boynunda bey’at olmaksızın ölürse, cahiliyet ölümü üzere ölür. Hadis-i Şerif, Müslim
✦ Kim itaatten çıkar ve cemaatten ayrılır da sonra ölürse, cahiliyet ölümü üzere ölür. Hadis-i Şerif, Müslim
✦ Benim ve Allah’ın benimle gönderdiği İslâm’ın durumu, bir topluluğa gelip şöyle diyen kişinin durumuna benzer:
‘Ey Milletim, gerçekten ben, üzerinize gelmekte olan bir orduyu gözlerimle gördüm. Ben, size bu tehlikeyi bildiren apaçık bir haberciyim. Binaenaleyh canınızı kurtarmaya bakın!’
Bu sözler üzerine ahâlinin bir kısmı ona itâat etti ve akşamdan yola çıkarak tabiî bir yürüyüşle bulundukları yeri terkedip gittiler ve kurtuldular. Bir kısmı da onu yalanladığı için yerlerinde kaldılar. Ordu onlara sabaha karşı baskın verdi ve hepsinin kökünü kazıdı. İşte bu hâl, bana itâat, getirdiklerime ittibâ edenler ile bana isyan ve Hak’tan getirdiklerimi yalanlayan kimselerin durumudur. Hadis-i Şerif
"Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin..." (Âli İmrân, 31) âyet nazil olduğunda, Abdullah İbn Übeyy münafığı, "Muhammed kendine itaati, Allah'a itaat gibi sayıyor ve hristiyanların İsa'yı sevdikleri gibi, bizim de kendisini sevmemizi emrediyor" dedi. Bunun üzerine bu âyeti kerime nazil oldu.
✽ 'Allah'a ve Resul'e itaat edin' cümlesinde و atıf harfiyle vasıl yapıldı. Tezayuf ve camii aklidir. Allah'a itaat için Resul'ün (sav) öğreteceklerine, ibadeti, iman esaslarını bildirmesine ihtiyaç vardır. Resul'e itaat için de Allah'a tam bir iman gereklidir.
✽ İcaz-ı hazıfla mecazı mürselden sebep-müsebbep alakası vardır. Resul'e itaat, onun emrine, nehyine, uygulamalarına itaattir.
✽ Efendimizin 'Bana itaat edin' yerine 'Resule itaat edin' demesinin emredilmesi tecriddir.
✽ 'Resul' açık isminin 'Ben' zamirinin yerine gelmesi, tamamen ayrılıp açıklanması içindir.
✽ اَطٖيعُوا 'itaat edin' fiili ile تَوَلَّوْا yüz çevirlerse, fiilleri arasında tibak-ı icab vardır.
✽ اِنَّ اللّٰهَ لَا يُحِبُّ الْكَافِرٖينَ cümlesinde müsnedin fiil gelişi hükmü takviye eder. Tekit gelişi inkari kelamdır.
✽ 'Allah kafirleri sevmez' cümlesinde de yine 'Allah' ismi celali zamir yerine geldi; kalbe korku bırakmak, emre itaati kuvvetlendirmek içindir. Aynı zamanda tecriddir.
✽ Lazım; Allah kafirleri sevmez, melzum; onları azaplandırır, cezalarını verir. Destek olmaz, muvaffak etmez.
✽ Mefhum-u lakabı; Allah sadece müminleri sever.
✽ تَوَلَّوْا ile الْكَافِرٖينَ kelimesi arasında muraat-ı nazır vardır.
✽ Delalet-i tazammuniyesi ile; itaatsizliğin kalpteki küfrün bir parçası olduğunu bildirir.
33-Allah; Adem’i, Nuh’u, İbrahim’i, İmran ailesini bütün milletler üzerine seçkin kıldı.
Önceki ayette Allah (cc) ve Resulü’ne itaat emri vardı. Bu ayette peygamberlerin seçilmiş, asil, şerefli, mümtaz kimseler olduğunu beyan buyurmuş. İlk peygamber Adem (as) ile söze başlamış. Hz. Adem cennet medeniyeti görmüş, ilk insan, ilk peygamber. Allah (cc)’ın yeryüzüne halife kıldığı insanlığın babası kainatın efendisi.
Nuh (as) ululazm peygamber. Bin sene yaşayıp 590 sene onca işkencelere karşılık yılmadan tebliğ yapmış. Dünyada ilk kez Rabbinin gözetiminde tebliğ yapmış ve iman edenleri sahili selamete çıkarmış.
Soyundan binlerce peygamber gelen Hz. İbrahim de; yine ululazim peygamberlerden. Evladını kurban etmekle emredilmiş. Emri yerine getirmek için oğlu İsmail’i yere yatırdığında gökten koç inmiş. Teslimiyet sahibi Allah’ın halili, Hz. Peygamber’in büyük dedesi.
İmran, Hz. İsa’nın büyük dedesi. Hz. Meryem’in babası. Bu dört soy hepsi de peygamber. Soyu alemler üzere seçilmiş.
Istafa, safa kökünden saf, duru, temiz, samimi dost, süzülmüş, tercih edilmiş, halis, her şeyin iyisi, seçilmiş manalarına gelir ki hepsi de peygamberlere layıktır.
Allah onları bütün yaratılmışların özü kılmış, onları kötü sıfatlardan arındırıp övgüye lâyık hasletlerle bezemiştir.
اصْطَفٰى kelimesi sözlükte, bulanık olmayan, saf, havanın bulutsuz olması, açık olmak manasına gelen صَفيَ kelimesinden türemiştir. Bir şeyin en iyisini seçmek, tercih etmek anlamına gelmektedir. مُصْطَفٰى da Hz. Muhammed'in bir ismidir.
Peygamberler insanlığın öğretmenleridir. Eğitim yaptıracak kimselerin, insanların en zekilerinden, en kabiliyetlilerinden ve en güçlü şahsiyete sahip olanlarından seçilmesi gerekir. Eğitimin kalitesi bu seçime bağlıdır. Karakter açısından en üst seviyede olanlar eğitimde görev alırsa, eğitim başarıya ulaşır.
Peygamberler, Allah'ın yeryüzündeki elçileridir. Bir devlet dış ilişkilerini yürütmek için, en zeki ve sağlam karakterli insanları elçi olarak tayin eder. Allah'ın elçileri de beşer aleminin en mümtaz şahsiyetleridir.
Allahu Teâlâ, Hz. Âdem'i hem süflî âlemin (yerin) sakinlerinden; hem de ulvî âlemin (göğün) sakinlerinden seçip mümtaz kılmış, sonra da ruhanî kuvvetlerin en mükemmelini, Hz. Adem'in soyundan Hz. Şit ve onun soyuna vermiştir. Bu seçkinlik, Hz. İdrîs'e sonra Hz. Nuh'a, sonra da Hz. İbrahim'e kadar ulaşan nübüvvet silsilesidir.
Hz. İbrahim'den sonra iki kol çıkmıştır: Hz. İsmail ve Hz. İshak. Hz. İsmail; Hz. Muhammed'de zuhur edecek kutsî ruhun başlangıcı; Hz. İshâk da, Hz. Ya'kûb ve Îysû kollarının başlangıcıdır. Nübüvveti Ya'kûb (as)'ın, hükümdarlığı da İysû (as)'ın soyuna vermiştir. Bu, Hz. Muhammed'e kadar böyle devam etmiştir. Hz. Muhammed zuhur edince, nübüvvet ve saltanat nurları, kendisine geçmiştir.
Ayeti kerime adeta Hz. Âdem’in beşeriyet tarihinde insanlık sabahını, Hz. Nuh’un insanlık kuşluğunu, Hz. İbrahim’in ailesinin insanlığın zevalini, yani güneşin en tepede olduğu zamanı, Âli İmrân'ın öğlesini, Hz. Muhammed'in ümmeti de ikindisini verir.
Hz. Adem insanlığın çocukluğuna, Hz. Nuh insanlığın akıl ve baliğ olmuş konumuna, Hz. İbrahim gençliğe, İmran ailesi de olgunluğa işaret eder. Bu ayet, insanlık destanının bir özeti gibidir. Hz. Adem seçimini varlık aleminden insan olmaya layık bir seçime işaret vardır. İnsanlar arasından seçilmiyor. Çünkü ilk insan oydu.
Hz. Adem insanlığın atası, Hz. Nuh ikinci atası, Hz. İbrahim kendisinden sonra gelen insanların ikinci atası.
Hz. Âdem'in seçkinliği
Allah Hz. Âdem'i, ona layık olan ruhani meleke ve cismani kemalat ile seçti. Yine diğer peygamberlerde olduğu gibi onu da risalet için hazırlaması ona olan istifasıdır (seçmesidir).
Hz. Âdem beş şey ile seçildi: İlki, yüce Allah'ın kendi eliyle, kudretiyle en güzel şekilde Hz. Âdem'i yaratması, ikincisi ona bütün isimleri öğretmesi, üçüncüsü meleklere Hz. Âdem'e secde etmelerini emretmesi, dördüncüsü onu cennete yerleştirmiş olması, beşincisi de onu insanlığın atası kılmasıdır.
Hz. Adem kendinden türeyecek olan neslin kıymetli fertleriyle de seçkinliğe mazhar kılındı.
Allah (cc) onu bizzat kendi kudret eliyle güzel bir şekilde yaratmıştır. Ona bütün eşyanın isimlerini öğretmiş, meleklerin secdegâhı kılmıştır. Ve Hz. Havva ile cennette iskan etmiştir.
Alemler yedi nevidir: Cemadat, madenler, nebatat, hayvanat, nüfus, ukûl (akıl sahipleri), ervah. Allah Hz. Adem'de bütün nevileri cem etti. Onu sekizinci bir hususiyetle şereflendirdi. Bu şeref 'Ben O'na ruhumdan nefhettim' (Sad, 72) buyurmasıdır.
İnsanı, bütün ayetlerinin, sıfatlarının, zatının mazharı ve halifesi kıldı.
Yüce Mevla gizli hazine iken, tanınıp da bilinmeyi istedi
Henüz Adem toprak ile su iken, Habibinin nurunu halkeyledi
Adem'i topraktan halk edip, nur-u paki alnına derc eyledi.
O nura cümle melek hayran olup, tazimen tekrimen secd'eyledi. M. Balcı
Hz. Nuh'un seçkinliği
Hz. Nûh beş şey ile üstün kılıp seçildi: O insanların (ikinci) atası kılındı. Çünkü bütün insanlar suda boğuldular ve geriye onun soyundan olanlar kaldı. İkincisi Allah'ın ona uzun ömür vermiş olması. Üçüncüsü kâfirler hakkındaki bedduasının da mü'minler hakkındaki duasının da kabul edilmesi. Dördüncüsü onu gemide taşıması, beşincisi ise önceki şeriatleri nesheden ilk rasûl olmasıdır. Onun risaletinden önce ise haram değildi. Hz. Nuh'tan önce teyze ve hala gibi meharimle evlenmek haram değildi.
Hz. Nuh Ulû'l azim peygamberlerin ilkidir. Efendimiz'den sonra kabirden ilk kalkacak olan peygamber odur.
'Nuh' çok ağlayan, inleyen demektir. Bir adı da 'NeciyyullahAllah'a çok yalvaran'dır.
Hz. Nuh ibadet konusunda zirveydi. Hergün 700 rekat namaz kılardı. 950 yıllık tebliğ hayatı boyunca kavmi tarafından sürekli tartaklandı, horlandı. Bu nedenle Allah'a kendisini şeffaf kılması için dua etmişti. Allahu Teâlâ onu şeffaf kıldı. Artık kavmi onu duyuyor, ama göremedikleri için ona bir zarar veremiyorlardı.
Âl-i İbrahim
Hz. İbrahim şu beş özelliği ile seçilmiştir: O, peygamberlerin atası kılındı. Onun sulbünden Peygamber'in dönemine kadar bin peygamber gelmiştir. İkinci özelliği Allah'ın onu Halil edinmesi, üçüncüsü Allah'ın onu ateşten kurtarması, dördüncüsü Allah'ın onu insanlara imam kılması, beşincisi ise Allah'ın onu birtakım kelimelerle sınayıp onları tamamlama başarısını ihsan etmiş olması.
Hz. İbrahim ailesi iki anlamda kullanılmıştır:
a) Özel anlamda: Hz. İbrahim, babası, çocukları ve eşlerinden oluşan topluluktur.
b) Genel anlamda: Kıyamete kadar ona inanan, tabi olan, davasına yardım eden herkes.
Allahu Teâlâ Hz. İbrahim'in seçildiğini ayrıca belirtmedi, çünkü âli'nin seçkinliği onun da seçkinliğini içine alır. Hz.İbrahim zaten Allah'ın Halili olma vasfıyla meşhurdur. O; peygamberlerin imamıdır. Âl-i İbrahim'in seçkin kılınması onun 'Rabbimiz! Onlara içlerinden bir resul gönder' (Bakara, 129) duasıyla gerçekleşmiştir. Bundan dolayı Efendimiz 'Ben babam İbrahim'in duasıyım' demiştir.
İki melek vardır; biri şiddeti emreder, diğeri yumuşaklığı... Her ikisi de haklıdır. Şiddeti emreden Cebrail, yumuşaklığı emreden Mikail'dir. İki peygamber vardır. Biri yumuşaklığı emreder, diğeri şiddeti. Her ikisi de haklıdır. Yumuşaklığı emreden Hz. İbrahim, şiddeti emreden Hz. Nuh’tur. İki arkadaşım vardır. Biri yumuşaklığı emreder, diğeri şiddeti. Bunlar da haklıdır. Yumuşaklığı emreden Ebu Bekir, şiddeti emreden Ömer’dir. Hadis-i Şerif
Cennette iki tane inci vardır. Biri beyaz, diğeri sarıdır. Sarı olanı arşın içine aittir. Beyaz inci ise Makam-ı Mahmud'dur. Onun yetmiş bir odası vardır. Her ev üç mil mesafededir. Onun odaları, kapıları, sedirleri hep bir cinstendir. Ve adı vesiledir. O Hz. Muhammed’e ve onun ehli beytine aittir. Sarı olanı da aynı şekildedir. O da Hz. İbrahim ve ehli beytine aittir. Hz. Ali
Âl-i İmrân
a- İmran, Hz. Musa ve Harun' un babasıdır. Âl-i İmrân da, Hz. Musa ve Harun ile onların peşinden gelen peygamberlerdir.
İmrân'ın kavminin seçkinliği, onlara men ve selvanın gönderilmesidir. Bu ise dünyada hiçbir peygambere verilmiş değildir.
b- İmran Hz. Meryem'in babasıdır. Süleyman İbn Dâvûd İbn İşâ neslindendir. Yahûza İbn Yakûb İbn İshak İbn İbrahim (as) soyundandır.
Hz. Meryem'in babasının seçkinliği, ona babasız olarak Hz. İsa'yı doğuran Meryem'i ihsan etmesdir. Dünyada bu özellik kimseye verilmiş değildir.
Bu iki İmrân arasında 1800 sene bulunduğu söylenmiştir. Ancak sûrenin 35. âyetinden itibaren Hz. İsa'nın ailesinden söz edildiği için, bu (33.) âyette zikri geçen İmrân'ın da Hz. Meryem'in babası olan İmrân olarak anlaşılması daha uygundur.
Kur'ân-ı Kerîm'de 'İmrân' ismi üç âyette geçmektedir.
Bu "Alemler"den murad her birinin kendi zaman ve çağında yaşayanlardan üstün kılınması demektir.
Peygamberlerin her biri kendi zamanında olan alemler üzerine seçilip tercih edildiler, manasındadır.
Peygamberlerin üstünlüğü
Allahu Teâlâ peygamberleri din, nübüvvet ve taatla seçmiştir. Peygamberlerden her biri, zamanındaki alemlerden efdaldir.
Peygamberler; cismânî ve ruhanî kuvvetlerde diğer insanlardan farklıdır.
Cismânî kuvvetler, müdrike (idrâk eden, kavrayan) ve muharrike (hareket ettirici) olmak üzere iki kısımdır.
Müdrike kuvvetler zahirî ve bâtınî hislerdir.
Zahirî hisler beştir.
1) Görme Kuvveti: Bu sıfatın en mükemmeli ve kuvvetlisi Hz. Peygamber'de tahakkuk etmiştir. Hz. Peygamber ;
“Yeryüzü benim için toplandı ve bana onun doğusu batısı gösterildi" ve "Saflarınızı düzeltin ve sıklaştırıp, sağlamlaştırın. Çünkü ben, arkamdan sizi görüyorum" buyurmuştur.
Bu kuvvetin bir benzeri de, Hz. İbrahim'dedir. Allahu Teâlâ "Biz İbrahim'e, göklerin ve yerin melekûtunu gösterdik" (Enam, 75) buyurmuştur.
2) İşitme kuvveti: Bu hususta da en zirve, Hz. Peygamberdir .
Hz. Peygamber , "Sema gıcırdadı; onun gıcırdamaya hakkı var. Semada orada bir ayak koyacak hiçbir yer yoktur ki, orada Allahu Teâlâ'ya secde eden bir melek bulunmasın..." buyurmuştur.
Bu gücün bir benzeri de Hz. Süleyman'da tahakkuk etmiştir.
Allahu Teâlâ "Karınca dedi ki: "Ey karıncalar, yuvalarınıza girin" (Neml, 18) buyurmuştur. Hz. Süleyman karıncanın bu sözünü duymuş ve anlamıştı. Aynı durum Hz. Muhammed (sav) kurt ve deve ile konuşurken de gerçekleşmiştir.
3) Koklama kuvveti: Yusuf (as) gömleğini babası Yakûb (as)'un yüzüne değdirilmesi için gönderdiğinde, kervan henüz Mısır'dan yola çıktığında, Hz. Yakûb, "Yusuf'un kokusunu duyuyorum" (Yusuf, 94) demiş ve bu kokuyu bir günlük yoldan almıştı.
4) Tatma kuvveti: Hz. Peygamber , Hayber'de ikram edilen koyunu yediğinde "Hayvanın bu kolu, bana kendisinin zehirli olduğunu haber veriyor" demişti.
5) Dokunma kuvveti: Hz. İbrahim hakkında Allahu Teâlâ, ateşiserin ve emniyetli kılmıştı.
Bâtınî hisler: Hafıza, ezberleme kuvveti. Cenâbı Hak, "Seni okutacağız da, asla unutmayacaksın" (A’la, 6) buyurmuştur.
Zekâ kuvveti. Hz. Ali (ra), "Allah'ın resulü bana bin çeşit ilim öğretti. Ben de bu bin çeşidin her birinden bin çeşit ilim çıkardım" demiştir.
Muharrik kuvvetler:
Hz. Peygamber in miraca, Hz. İsâ'nın da canlı olarak göğe yükselmesi, Hz. İdris ve Hz. İlyas'ın göğe kaldırılması gibi.
Nebevî, kutsî nefisler, mahiyetleri itibariyle diğer nefislerden farklıdırlar. Zeka, fetânet, asalet, hükümran olma, cismânî ve şehevî duygulardan berî olma hususlarındaki kemâl, bu peygamber nefislerinin ayrılmaz vasıflarıdır. Ruh, berraklık ve şerefte zirve olup, beden de temizliğin zirvesinde bulununca, muharrik kuvvetler, son derece mükemmel olur. Zira nefis, ruhun özünden çıkan ve bedene ulaşan nurlara göre akıp gider. Verici ve alıcı ne zaman mükemmelliğin zirvesinde olsa, onlardan sâdır olan şeyler de aynı şekilde kuvvetli, kıymetli ve hâlis olur.
Yahudiler "Biz, İbrahim'in, İshak'ın, Yakub'un çocuklarıyız ve onların dini üzereyiz" diyorlardı. Bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu.
✽ Cümle faide-i haber ve tekitle gelmesi inkari kelamdır.
✽ Müsnedin fiil gelişi hükmü takviye eder.
✽ Peygamber isimlerinin sırayla sayılması ittiraddır. Özel isimlerin zikri; tazim, zihne yerleştirmek, gayrılardan ayırmak ve telezzüz içindir.
✽ اٰلَ اِبْرٰهٖيمَ ve اٰلَ عِمْرٰانَ izafetleri muzaf ve muzafın ileyhin şanını bildirir.
✽ عِمْرٰانَ ve الْعاَلمَِينَ kelimelerinin arasında cinası müzari vardır.
✽ عَلىَ ile الْعَالَمُ arasında da cinas-ı müzariye lahık vardır.
✽ Alemler üzerine seçti, derken عَلىَ harf-i ceri istiare-i tebaiyedir. Camisi; kaplamak, istiğraktır.
34-Bu peygamberler birbirlerinden gelen bir zürriyettir. Allah işitendir, bilendir.
Peygamberler birbirinin soyundan, temiz pak sülalelerden gelmiştir. Bu onların seçkin olmalarına bir sebep teşkil eder. Mesela Hz. Yusuf için Efendimiz ‘Kerim oğlu, Kerim oğlu, Kerim oğlu Kerim’ buyurmuştur. Çünkü Hz. Yusuf Hz. Yakub’un, Hz. Yakub Hz.
İshak’ın, Hz. İshak da Hz. İbrahim’in oğludur.
Peygamberler çoğunlukla bir peygamberden olmuş, bir peygamber evinde, peygamberin hayatını izleyerek büyümüş. Her peygamberin ortak olduğu beş sıfatı sinesine çekmiş ve onlarla beslenmiştir. O sıfatlar: Sıdk (doğruluk), emanet (güvenilir olmak), fetanet (akıllı olmak), tebliğ (dini anlatıp öğretmek), ismet (günahsız olmak). Bir de her peygamberin ayrı bir özelliği, ayrı bir tineti, ayrı bir güzelliği ve mucizesi vardır. Bütün bunları göz önünde bulundurursak bu yüce zatların faziletlerini az da olsa anlamış oluruz.
Bu âyette peygamberlerin hep Hz. Âdem'in soyundan gelmiş oldukları hususuna değinilmesi, Hz. İsâ'nın yaratılışından bahseden gelecek ayetlere zihni hazırlamaktadır. Hatırlanacağı üzere, hristiyanların bazı inanç ve tutumlarının yanlışlığını ortaya koyma bu sûrenin ana hedefleri arasında bulunmaktadır.
Ayet-i kerime, asaletin, yetişmişliğin ve manevî kültürün nesilden nesile aktarıldığına işaret etmektedir. Seçkin insan olmanın kökeni aileye dayanır. Büyük şahsiyetler, asil ailelerde yetişir ve bu seçkinlik nesilden nesile aktarılır. Bu esnada da insanlığa yenilikler, inkılaplar, gelişmeler ve güzellikler kazandırırlar.
a) "Tevhîd, ihlâs ve tâat hususlarında, hepsi birbirinden olan bir tek zürriyet olarak..."
b) "Hz. Âdem'in dışında kalanlar, ondan çoğalmışlardır.."
mânasında olmak üzere, hepsi birbirinden olan bir tek zürriyet olarak. Buna göre “zürriyet” kelimesiyle kastedilenler, Hz. Âdem'in dışında kalanlardır.
Hz. İbrahim, Nuh Aleyhisselam'ın zürriyetidir. Nuh Aleyhisselam da Hz. Âdem'in soyundandır. İsrailoğullarının son peygamberlerine ve son peygamber Efendimiz'e kadar gelen bütün peygamberler bu iki soydan gelmektedir.
ذرُِّيةَّ kelimesi 'ذرََّ - ayırmak, dağıtmak ve tefrik etmek' fiilinden türemiştir. Allahu Teâlâ insanoğlunu yeryüzüne yaydığı için insan ve cinlerin nesline "zürriyet" denmiştir.
Veya Allahu Teâlâ Hz. Âdem'in sulbünden zerrecikler halinde çıkarttığı için onlara zürriyet denilmiştir.
İnsan için doğum; suri ve manevi olmak üzere iki kısımdır. Her peygamber tevhid, marifet ve batına taalluk eden usuluddin'de başka bir peygambere tabi olur. Böylece kendisine tabi olduğu peygamberin evladı olmuş olur.
Manevi doğum da, ekseriyetle maddi doğuma tabidir. Bundan dolayı peygamberler tek bir nesil ve bir ağacın meyveleri oldular. Çünkü ruh yaratılış vaktinde saflık, berraklık ve bulanıklıkta itidalin olup olmaması hususunda, münasip mizaca yerleşir.
Her ruhun kendisine hususi ve münasib bir mizacı vardır. Feyiz bu münasebete uygun olarak gelir. Ruhların farklı olmaları, onların berraklıkları hasebince, Hazreti Ehadiyyete yakınlık ve uzaklıkları mertebelerine göredir.
Birbirlerinin nesli olan ve bazısı bazısından olan bedenlerin mizaçları da çoğunlukla birbirlerine benzemektedir. Böylece onlara bitişen ruhlar da rütbe bakımından birbirlerine yakın, sıfat bakımından da birbirlerine münasibtirler.
Efendimiz şöyle buyurdular: “Çocuk babasının sırrıdır.”
Hazret-i Meryem'in sıdkıyyeti ve İsa Aleyhisselam'ın peygamberliği niyetinin babası İmran'ın sıdkıyyetinin bereketiyleydi.
Peygamberler
Bütün peygamberlerin gelme amacı, insanlığı mutlak gerçeğe iletmektir. O mutlak gerçek ki, akıl yürütme ve deney yolu ile ancak yüzlerce asır sonra bir kısmı kavranabilmiştir. Peygamberler olmasa, gelecek çağlar boyunca bu gerçeğin tümü hiçbir zaman kavranamazdı. İnsanla evren arasında tek doğru ve dengeli hayat sistemi ancak peygamberlerin getirdiği vahiyle mümkündür. Bunun dışındaki kaynaklar sapık ve batıldır. Çünkü diğer kaynaklar tek asli kaynakla bütünleşmemiş, ondan mesaj almamaktadır.
İnsan kendi için meçhul olan bir yola nasıl plan yapabilir? Yolu baştan sona kavramış olan bir merci ancak bu yolun tümüne ilişkin bir plan çizebilir. Oysa insanın önünde yolu tamamen görmesini engelleyen perde vardır. Hatta bir saniye sonrasını bile göremez. Bütün bunları zaman ve mekan şartlarından münezzeh olan Allahu Teâlâ görür. Dengeli ve doğru bir hayat, ancak Allah'ın peygamberlerle gösterdiği fıtri sistemle mümkündür.
Peygamberler kabirlerinde diridirler, namaz kılarlar. Hadis-i Şerif
Peygamberlerin kitaplarından birinde gördüm; peygamberlerin dünyadaki ömürleri şöyle idi:
• Âdem’in (as) ömrü: Dokuz yüz otuz sene.
• Nuh’un (as) ömrü: Dokuz yüz elli sene.
• İbrahim’in ömrü: Yüz doksan beş sene.
• İsmail’in (as) ömrü:Yüz otuz yedi sene.
• İshak’ın (as) ömrü: Yüz seksen sene.
• Yâkub’un (as) ömrü: Yüz yirmi sene.
• Yusuf’un (as) ömrü: Yüz yirmi sene.
• Musa’nın (as) ömrü: Yüz yirmi üç sene.
• Davud’un (as) ömrü: Yetmiş sene.
• Süleyman’ın (as) ömrü: Yüz seksen sene.
• Zekeriyya’nın (as) ömrü: Üç yüz sene.
• Yahya’nın (as) ömrü: Doksan beş sene.
• Şuayb’ın (as) ömrü: İki yüz elli dört sene.
• Sâlih’in (as) ömrü: Yüz seksen sene.
• Hud’un (as) ömrü: Yüz Altmış beş.
• Îsâ’nın (as) ömrü: Otuz üç sene.
• Efendimiz’in (sav) ömrü: Altmış üç sene oldu. Kâ’b el-Ahbar
"Allah kullarının sözlerini hakkıyla duyan, kalplerini ve fiillerini hakkıyla bilendir; O ancak, insanlar içinden, söz ve fiil bakımından müstakim olduğunu bildiği kimseleri peygamber olarak seçer."
Yahudiler: "Biz İbrahim'in soyundan, İmrân'ın da âilesindeniz. O hâlde biz, Allah'ın oğulları ve O'nun dostlarıyız"; hristiyanlar da, "İsa, Allah'ın oğludur" diyorlardı. Hatta bazıları bu sözün bâtıl ve yanlış olduğunu biliyor, ama halkı hoşnut etmek için, bu görüşlerini sürdürüyorlardı.
Cenâb-ı Hak sanki şöyle demek istemiştir: "Allah, sizin bu bâtıl sözlerinizi hakkıyla duyan ve bu sözlerinizdeki bozuk maksatlarınızı da bilendir. Bu sebeple de sizi, cezalandıracak olandır..." Âyetin baş tarafı, peygamberlerin şerefini bildirir, sonu da dinlerinde sebat ettiklerini iddia eden o yalancı yahudi ve hristiyanlara tehdittir.
Allah (cc) alemi yedi neviden yarattı. Cemadat, madenler, nebatlar, hayvanlar, nefisler, akıllar olarak. Hz. Adem’i alemlere üstün kıldı. Zatının sıfatının aynası yaptı. Hz. Adem’i ve seçkin evlatlarını insaniyet ağacının meyvesi kıldı. Nitekim Efendimiz’e ‘Senin âlin kimdir?’ diye sorulduğunda ‘Âli, küllü müminin takiyyin ve nakiyyin-Her mümin ve müttaki benim ehlimdir’ buyurdu.
‘Birbirlerinden zürriyyetler olarak’ Peygamberler nübüvveti, ilmi, dini birbirlerinden verasetle alırlar.
‘Alimler nebilerin varisleridir. Onlar evlatlarına dinar değil, ilmi varis bırakırlar.’ Hadis-i Şerif
Alim, semeresi ehl-i marifet olan bir ağaç gibidir. Alim, alem sedefinin incisi, dünya ve ahiretin aleminin hülasasıdır. Yakinin özü, varlık şahsındaki kalbin özüdür.
✽ ‘ذُرِّيَّةً بَعْضُهَا مِنْ بَعْضٍ’ Âl-i İbrahim veya Âl-i İmran’dan haldir. من ittisal içindir, teb’iz için değildir.
✽ ذُرِّيَّةً kelimesinin nekre gelişi; tazim ve teksir içindir.
✽ مِنْ بَعْضٍ kelimesi, muzafın ileyhin hazfından dolayı gelen tenvin-i avz ile nekre olmuştur.
✽ وَاللّٰهُ سَمٖيعٌ عَلٖيمٌ cümlesinde Semi ve Alim'in nekre gelişi; tazim ve teksir içindir.
✽ İkisi de kalp fiili oldukları halde mefulleri zikredilmedi, umum ifadesi içindir. Yani 'Allah herşeyi işitir ve bilir.'
35- Hani İmran’ın karısı demişti ki: ‘Ey benim Rabbim, karnımdakini sana adadım, dünya meşguliyetlerinden beri olmak üzere, sen benim adağımı kabul et. Muhakkak sen her şeyi işiten ve bilensin.’
Hz. Meryem’in annesi Hanne valide, ileri yaşta olmasına rağmen bir kuşun yavrusuna olan şefkatinden etkilenerek Rabbine niyaz edip bir evlat istiyor. Hamile kalınca da onu Beyt-i Makdis’e adadığını, bu adağının kabul olması için dua ediyor. Duası, adağı kabul oluyor. Ne var ki Beyt-i Makdis’e erkek çocuklar adanırdı, onun çocuğu ise kız çocuktu.
Hz. Meryem'in annesinin adağı
Zekeriyyâ İbn Ezen ile Hz. Meryem’in babası İmrân İbn Mâ'sân aynı çağda yaşamışlardır. İmrân'ın hanımı Hannâ Bintî Fâküz'dür. Yabancı kaynaklarda bu isim 'Anna' olarak geçer. Hz. Zekeriyyâ, Hanne'nin ablası İşa'nın kızı ile evliydi.
· Hanne’nin hiç çocuğu olmamıştı, yaşlanmıştı. Çocuğu olan kadınlara gıbta ediyordu. Bir gün bir ağacın gölgesi altında iken, yavrusuna bir şeyler yediren bir kuş gördü. Bunun üzerine gönlünde çocuk sevgisi kımıldadı. Rabb'ine, kendisine bir çocuk bağışlaması için duâ etti. Meryem'e hamile kaldı. Bu arada İmrân da öldü. Hz. Meryem'in annesi hamile olduğunu hissedince, onu Beytu'l-Makdis'e vakfetti.
· O bütün bunları Allah'ın ilhamıyla yapmıştır, yoksa yapamaz-dı. Nitekim Hz. İbrahim de, rüyasında oğlunu kestiğini görünce her ne kadar vahye dayanmasa dahi, bunun Allah'ın emri olduğunu anlamış, Hz. Musa'nın annesi de bir vahiy olmaksızın, Hz. Musa'yı denize bırakmıştır.
مُحَرَّرًا muharrer "azat edilmiş, tamamen özgürlüğüne kavuşturulmuş, kimsenin kendisi üzerinde hak ilintisi kalmamış kişi" demektir, ayette şu anlamlardadır:
♦ Halis, katıksız hür
♦ Sırf ibâdete tahsis edilmiş olarak
♦ Mabede hizmetçi olarak
♦ Allah'a tâat etmek için dünya işlerinden azade olarak
♦ Havrada kitâb'ı okuyup onu öğrenen kimselere hizmetçi olarak.
Yani benim onun üzerinde bir elim, emrim olmaz. Ben onu kendi hizmetimde kullanmam, demektir.
Ya da 'Allah'a halis ve ibadete has kıldım. Dünya amellerinden hiçbir şey yapmaz. Asla evlenmez. Bütün dünyadan el-etek çekip kendisini ahiret amellerine verir' demektir. Bütün bunlar, Hanne'nin bu çocuğu, Allah'a itaat için vakfettiğini bildirir.
İnsan, çocuğu teselli bulmak, onun yardım ve desteğini almak, onunla avunmak için ister. İşte Hanne valide de çocuğu avunmak, onunla huzur ve sükûn bulmak için istedi. Allah ona bu çocuğu lütfedince o da bu teselliden payına düşeni, O'nun rızası için terketmeyi adadı ve onu Yüce Allah'ın hizmetine vakfedeceğini belirtti. Bu ise iyi kimselerin hür (asil) olanlarının yaptığı adak şeklidir. O bu sözleriyle; benim tarafımdan hür kılınmış demek istemiştir. Yani dünyaya kölelikten, dünya işlerine kölelikten hür kılınmış olarak demektir.
İsrailoğullarının ne bir ganimeti, ne de bir esiri yoktu. Onların şeriatlarına göre çocuk büyüyüp hizmet etme çağına geldiği zaman ebeveynine hizmet etmesi vacib idi. Ancak ebeveyn hizmet çağına gelen çocuğunu Beyt-i Makdis'e adayarak onların bu hizmetinden feragat edebilirlerdi. Çocukların hürriyetlerine kavuşmaları, onların mescide vakfedilmesiyle oluyordu. Böylece isterlerse çocuklarını hür bir kul olarak Mescidin hizmetine verirlerdi.
Bu şekilde hürriyete kavuşturulan kimseler, bulûğa erinceye kadar havrada kalıyor, oranın hizmetini görüyor, sonra burada kalıp kalmama hususunda muhayyer bırakılıyorlardı. Eğer çocuk kalmayıp gitmek isterse, gidiyordu. Kalmayı isterse, artık bundan sonra oradan bir daha ayrılamazdı. Bütün peygamberlerin neslinde, mutlaka Beyt-i Madis'e hizmete adanmış biri vardı. Bu nezr, İsrailoğullarında mevcuttu. Bizim şeriatımızda mevcut değildir.
✽ ✽ ✽
Sûfilerden bir adam annesine şöyle dedi: "Anacığım, beni Allah için serbest bırak, O'na ibadet edeyim, ilim öğreneyim." Annesi: 'Olur' deyince o da yola koyuldu. Nihayet basireti açıldı, sonra annesine geri dönüp kapıyı çaldı. Annesi 'Kim o?' deyince oğlu, 'Ben oğlun filanım' dedi. Annesi; 'Biz seni Allah için bıraktık, tekrar seni geri dönüp kabul edemeyiz' diye cevap verdi.
✽ ✽ ✽
Bu adak, ancak erkek çocuklar için caizdir. Kız çocukları özel halleri sebebiyle bu işe ehil görülmüyorlardı. Hanne mutlak mânada bir adakta bulunmuştu. Bu, ya o işi takdire göre düşündüğü içindir ya da bu adağı erkek çocuk arzusuna vesile kıldığı içindir.
Bu ifade o devirde kız çocuklarının köle statüsünde olup, hür bir varlık olarak görülmediğine de işaret olabilir. Bu yüzden İmran'ın hanımı karnındaki çocuğun hür (erkek) doğmasını Allah'tan istedi.
Kadına layık görülen bu muamele, Hz. Meryem'in annesinin gönlünden bir ah şeklinde ilahî aleme çıkarak levh-i mahfuz'da yerini aldı ve sonra Kur'an'da ayet haline geldi. 'Rabbim! Karnımdakini azatlı bir kul olarak sana adadım' şeklindeki duası, kadının horlandığı, itildiği ve değer verilmediği bir yapıyı göstermektedir. Bu baskı ve zulüm, onu öylesine yaralamıştı ki, doğacak çocuğunun kız olmaması için dua etmişti.
Tekabbül, bir şeyi hoşnut olarak alıp kabul etmektir. Bu kelimenin aslı mukabele, karşılıklı alıp verme kelimesidir. Bir mükâfaat ile mukabelede bulunmayı ifade eder. Bu, yaptığı bu şeyle ancak Allah'ın rızasını ve ihlâsı talep eden kimsenin sözüdür.
Rivayete göre Hanne, gelişip serpilinceye kadar onu büyüttü ve sonra da serbest bıraktı. Bir diğer görüşe göre kızını kundağına sardı ve mescide gönderdi. Böylelikle adağını yerine getirdi ve ondan elini tamamıyla çekti.
"Tazarrûmu, duamı ve yakarışımı işiten ve kalbimdekini, gönlümdekini ve niyetimdekini bilen ancak sensin."
İmran'ın zevcesinin nezrini, ciğerparesini kabul etmesi için, Allah'a yapmış olduğu samimi dua onun Allah'a olan ihlas dolu teslimiyetinin ifadesidir. Her şeyiyle O'na yönelişinin, her türlü kayıttan kurtuluşunun, Allah'ın rızasını araştırmaktan başka her şeyden tecerrüd edişinin en güzel terennümüdür.,
Karnındaki çocuğu Allah'a adamak...
Ayet-i kerime çocuk eğitimi konusunda duadan yardım alınmasını öğretmektedir. Çocuğu mükemmel şekilde yetiştirmek, insan gücünü aşar. İnsan eğitiminde, beşerin aciz kaldığı alanların olması doğaldır. Aciz kalınan bu alanlarda Allah'a dua etmek gerekir.
Zamanımızda yapılması gereken, caminin bahçesine çocuk bırakmak değil, camide namaz kılacak çocuk yetiştirmektir. Namazı namaz olarak kılacak şuurda bir çocuk yetiştirmeli hem de böyle bir çocuk yetiştirmekteki zorluklar aşılmalıdır.
Çocuk yetiştirmeyi, sadece çocuğu Kur’an hafızı yapmak, camiye derse göndermek olarak anlamak eksik bir anlayıştır. Her şeyden önce niyetlerimizi kontrol etmeliyiz. İhtiyarladığımızda bize bakacak, çevrede iftihar vesilemiz olacak, işi gücü yerinde bir çocuk mu yoksa fiilen Allah’a adanmış bir çocuk mu istiyoruz?
Allah’a adanmış bir çocuğun ismi bile o adamayı yansıtmalıdır. Nitekim Hanne valide, kızına mabed hizmetçisi manasında Meryem adını koymuştu. İçimizdeki hasret isme bile yansımalıdır.
Çocuğun doğumundan önce, henüz anne rahminde iken eğitimine başlamalıyız. Anne, adanmış bir çocuk taşıdığı için ağzına koyduğu gıdaya bile dikkat etmelidir.
Doğumla beraber, adanmış bir çocuk için uygun en iyi çevreyi oluşturmalıyız. Bu uğurda hicrete hazır olmalıyız. Çocuğumuzu büyüttüğümüz eve televizyon sokmamak bazen yetmez. Misafirleri dahi eleyerek kabul etmek gerekebilir.
Çocuğun gelişmesini çocuk doktoruna havale ettiğimiz gibi, proje bölümünü de ehline havale etmeliyiz. Eğer çocuğumuz, Kur’an hafızı olma yeteneği ile yaratılmış ise onu en iyi hafızlık sistemi içinde yetiştirmelidir. Çocuk hangi kabiliyete sahipse o yönde geliştirmelidir. Erkek adayıp kız bulunca çekilmemelidir.
Anne baba olarak hiçbir şekilde çocuğu fırtınaya açık bırakmamalıyız. Arkadaş ve akraba çevresinin tek bir sözü bile çocuğu alıp götürebilir.
Çocukların örnek görmeleri çok önemlidir. Hem yaşadığı çevrede örnek görmeli hem geçmişten örnekler görebilmelidir. Sahabeden, ulemadan, mücahitlerden, siyaset erbabından örnekler zihnine nakşedilmelidir. O kadar ki, gençlerin beyinlerini dolduran çağımızın meşhurlarına yer kalmamalıdır adanmışımızın beyninde.
Çocuğumuza aidiyet kazandırmalıyız. Ümmet olma şuurunu ilk zamanlardan itibaren hissetmelidir. Kendini Hz. Ebu Bekir'le başlayan büyük zincirdeki halkalardan biri olarak görmelidir.
Mevcudatın her zerresinde bir hareket vardır. Her harekette de Allah’tan başka kimsenin bilmediği sırlar vardır. Bazı hareketler, bazı sırları izhar eder. Hz. Hanna da bir kuşun yavrusunu yedirmesinden etkilenerek ileri yaşta olmasına rağmen bir evlat istemiş, Allah kendisine Hz. Meryem’i, bir peygamber annesini ihsan etmiştir.
Allah Hz. Meryem’e lütuf olarak:
• Babasız Hz. İsa’yı
• Ağaçsız yazın kış, kışın yaz meyvelerini
• Vasıtasız din ilimlerini
• Nübüvvetsiz mucizeleri ihsan buyurdu.Ayette ‘Kim Allah'tan sakınırsa, ona bir çıkış yolu ihsan eder ve onu hiç ummadığı yerden rızıklandırır’ (Talak, 2-3) buyrulmuştur.
✽ امْرَاَتُ عِمْرَانَ nisbetli kinayedir. Hanne valide kastedilmiştir.
✽ 'Sana adadım' lazım, Senin mescidine hizmete adadım, melzumdur.
✽ مَا فٖي بَطْنٖي sıfatlı kinayedir. Çocuğumu, demek istemiştir. Çünkü karnında başka azalar da vardır. Kevn-i sabıktır. Çünkü karnındakini o haliyle değil, doğduktan sonra, büyüyünce adayacak.
✽ Karnındaki insan yavrusu olduğu halde, cansızlar için kullanılan مَا ism-i mevsulünün gelmesi; o aşamada henüz ceninin akıl sahibi derecesine ulaşmamış olmasındandır.
✽ مُحَرَّرًا kelimesi ya مَا lafzından haldir. "Karnımdakini hür olarak sana adadım" manasındadır. Veya mefuldür. "Karnımdakini senin için azâd etmeye nezrettim, adakta bulundum" manasındadır. Kevn-i lahıktır. Çünkü henüz doğmadı ve hür olması sözkonusu değil.
✽ 'Bunu benden kabul et' duasından kastedilen aslında onun oğlan çocuğu olmasını istemektir. Çünkü o devirde mescide adanan çocuklar erkek çocuktu.
✽ 'Şüphesiz sen Semi ve Alim'sin' lazım, melzumu duamı kabul edersin, niyetimi bilirsin. Burada işitme ve bilme sıfatlarının Allah'a tahsisi duanın yalnız Allah'a has kılındığını ve başkasından tamamen umudunu kestiğini beyan içindir. Yalvarış ve yakarışta mübalağayı belirtir.
36-Onu doğurunca: ‘Rabbim ben onu kız olarak doğurdum –Oysa Allah (cc) ne doğurduğunu daha iyi bilir- erkek ise kız gibi değildir, adını da Meryem koydum. Onu ve soyunu Senin korumana emânet ediyorum, taşlanmış şeytandan’ dedi.
Hanne valide çocuğu kız olsa da onu 'Allah'ın hizmetkarı ve Allah'a ibadet eden' anlamında Meryem ismini verdi ve 'onu ve onun soyundan gelenleri kovulmuş şeytandan Senin korumanı istiyorum' dedi. Hanne validenin bu duası hürmetine hem Hz. Meryem'e hem oğlu Hz İsa'ya şeytan dokunamadı. Bizim için bu olayda birçok ibret vardır:
Dua halis olmalı ki icabet olunsun. Hanne Allah'a olan güveninden dolayı O'ndan harikulade bir şey istemişti. Çünkü Allah'ın her şeye kadir olduğunu yakinen biliyordu. Bizim de Allah'a tevekkülümüzün tam olması, Onun kudret ve kuvvetinin büyüklüğüne gerçek manada inanmamız icap eder.
O; yavrusunu besleyen kuşta Rabbinin rahmet ve merhametini görmüş, alacağı dersi almış. Ve isteyeceğini istemiş. Biz de Allahın rahmetini ve bunun canlılara, özellikle anneye yansımasından gereken dersi alıp merhametli, şefkatli olmalıyız. Merhamet etmeyene merhamet edilmeyeceği gerçeğini hatırdan çıkarmamalıyız.
Hanne valide yavrusundan ayrılmanın zorluğuyla beraber Hz. Meryemin Mescid-i Aksa'da kalması konusunda da oldukça sıkıntı çekmiş. Eşinin de rahmet-i Rahmana kavuşmuş olması işi daha zorlaştırmıştı. O, bütün bu zorluklara katlanıp adağını yerine getirmeyi biiznillah başarmıştı. Ayrılık acısını gönlüne gömerek onu ziyarete gidiyor, fakat asla Meryem'e gözükmüyordu. Biz bu erdemli tavırdan ders alıp bizim için ne kadar zor olsa da sözümüzde, adağımızda sadık olup yerine getireceğiz. Zorluklar karşısında tahammül edeceğiz. Hanne valide geç yaşta elde ettiği biricik kızını Allah (cc) yolunda feda etme cömertliğini gösterdiği gibi biz de evlatlarımızı yetiştirip İslama hizmet etmeleri için feda edeceğiz. Onları dünyevi övgülere medar edip onlarla gururlanma, onurlanma yerine, Rabbimize hediye edip sonuna kadar destekleyeceğiz.
Karnındakini vakfetme konusunda, daha önce verilmiş bir nezri vardı. Ona göre, çocuk erkek olacaktı. Adağında bunu bir şart olarak belirtmedi. Onların âdetine göre, Mescid'e hizmet ve ibadet için adanan çocuklar, erkek çocukları idi. Bunun için Hanne, adağının kabul görmeyeceğinden korkarak ve nezrini mutlak zikretmesinden özür beyân ederek, "Ya Rabbi, işte ben bir kız doğurdum" dedi. Bunu Allahu Teâlâ'ya bildirmek amacıyla zikretmedi, çünkü Allahu Teâlâ onun bildirmesine muhtaç olmaktan münezzehtir.
Hanne'nin 'Ey Rabbim! Bak bir kız çocuğu doğurdum' demesi, Allah'a olan güçlü inancını, O'nunla normal bir tavırla konuştuğunu ve Allah'ın kendisini dinlediğinin bilincinde olduğunu göstermektedir. Hanne, duasının Allah tarafından kabul göreceğine kesin olarak inandığı için, kız doğurunca şoka girdi ve bu ifadeyi kullandı.
Bu cümle, Hanne validenin; "Ya Rabbi! O'nu dişi vaz'ettim" sözüyle; "Bununla beraber ben onun adını Meryem koydum" sözü arasında Hak Teâlâ tarafından söylenilmiş itiraziye cümlesidir.
Bu parantez cümlesi, kız çocuğu doğurduğu için Hanne hanımı teselli eden, onun doğurduğu kız çocuğuna değer veren ve tazimini (büyüklüğünü) ifade eden bir cümledir. Allahu Teâlâ, çocuğunun şanını yüceltmek ve Hanne’nin bu çocuğun kadrini takdir edemediğini göstermek için böyle buyurmuştur.
Allahu Teâlâ onun ne doğurduğunu, o doğana takdir ve tahsis ettiği büyük şeyleri en iyi bilendir. O ise, bu konuda hiçbir şey bilmiyor, kendisine hibe edilen çocuğun değerini anlayamadığından üzülüyor. Halbuki Allahu Teâlâ o çocuğu (Hazret-i Meryem'i) onun oğlunu (İsa Aleyhisselam'ı) alemlere ayet ve ibret kılacaktır.
♦ Hanne validenin bu sözle muradı, erkek çocuğun kız çocuğundan üstün olduğunu ifâde etmektir. Bu üstünlük, birkaç yöndendir:
1- Onların şeriatına göre, oğlan çocuklarını bırakıp da kız çocuklarını âzâd etmek caiz değildi.
2- Erkek çocukların, ibâdette daim olmaları mümkündür; ama kadınlara mahsus özel haller sebebiyle, kadınların devam etmesi mümkün değildir.
3- Erkekler güçlü ve kuvvetli oldukları için bu hizmete daha elverişlidir. Kadınlar ise zayıftır, bu hizmeti lâyıkıyla beceremezler.
4- Erkeğin bu hizmeti yaparken insanlarla bir arada bulunmasında bir mahzur ve ayıp yoktur; kadın için ise bu sakıncalı bir dururdur.Erkeklerin insanlar arasına karışmasında, kadınlar için söz konusu olabilecek töhmet söz konusu değildir.
♦ Bu sözden maksat, o kız çocuğunu erkeğe tercih ettiğini belirtmektir. O sanki şöyle demiştir; "Benim arzum, erkek çocuğu idi; bu kız çocuğu ise, bana Allah'ın bir bağışıdır. Arzum olan erkek çocuğu, Allah'ın hibesi olan kız çocuğu gibi olamaz." Bu söz; Hanne’nin; Rabb'in kuluna yaptığı şeyin, kulun kendisi için murad ettiğinden daha hayırlı olduğunu bilerek, Celâlullah'ın marifet ve bilgisine dalmış olduğunu gösterir.
Erkek kadın gibi değildir.
İnsan, kadın-erkek farkı gözetilmeksizin, Allah'ın yeryüzünde halifesidir. "Rabbin meleklere -Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım- demişti" (Bakara, 30)
Hukuk, emanet ve hilafete, emanet ve hilâfet de Allah'a verilen “itaat” sözüne dayanır. Bu sebeple hukuk, ruhlar aleminde Allah'la yapılan sözleşmeye dayanır. (Araf, 172) Tevrat'a "Eski Ahid", İncil'e de "Yeni Ahid" adı verilmesinin sebebi budur.
Hukuk terazisinin bir kefesinde haklar, diğer kefesinde ise vazifeler bulunur. İslâm hukukunda kadın, hak ve vazifeleri olan bir şahsiyettir. Erkeğin hak ve vazifeleri olduğu gibi, kadının da hak ve vazifeleri vardır. "Kadınların örfe göre hakları kadar görevleri vardır." (Bakara, 228)
Ailede ve toplumda hak ve vazife eşitliği vardır. Kadın ailede hakları kadar vazifeye, vazifeleri kadar da haklara sahiptir. Erkeğin de aile içinde hakları kadar vazifesi, vazifeleri kadar da hakları vardır. Ancak erkek kadına veya kadın erkeğe eşit olmadığı için, hak ve vazifeleri arasında bir eşitlik söz konusu değildir.
Sanayi toplumu, aile-toplum dengesini bozmuştur. Kamu görevi almak, kamu için çalışmak daha şerefli kabul edilmiştir. Gerçeği göremeyenler, ailede kadının, toplumda ise erkeğin görevlendirildiğini kabul etmezler. Onlara göre; aile ve toplum diye bir ayrım olmadığı gibi, kadın ve erkek diye de bir ayrım yapılmaz. Kadının yapabileceği şeyi erkek, erkeğin yapabileceği şeyi de kadın yapabilir. (!)
Îslam kadını ailede, erkeği de toplumda görevlendirmiş olsa da bu her zaman, her şart ve mekanda değildir. Bazı mecburiyetlerde geçici olarak kadın, erkeğin görevini üstlenebilir. Erkek de kadının görevini üstlenebilir. Aile ve toplum işleri, kadın ile erkek arasında kesin, değişmez çizgilerle ve çelik duvarlarla bölünmüş değildir.
Fakat toplumdaki iş bölümünü tersine çevirerek erkek çocuk baksın, kadın ise çalışsın gibi bir prensip getirilirse, bu yaradılışa ters düştüğü için yürümez. Yoksa kadının çalışması yasak değildir. "Erkeklere, çalışmalarından bir pay, kadınlara da çalışmalarından bir pay vardır." (Nisa, 32) Yanlış olan; 'kadın ile erkek çalışmada eşittir' deyip toplumu böyle bir anlayışla şekillendirmektir.
Bu söz, Hanne valide Meryem'e hamile kaldığında, İmran'ın ölmüş olduğuna delâlet eder. Çünkü âdete göre çocuğa isim vermek, babaların üstlendiği bir iştir.
Hanne onu bu şekilde isimlendirerek, Allah'ın onu dinî ve dünyevî belâlardan korumasını, ismetini ve iffetini talep etmiştir. Çünkü 'Meryem' Hz. Mûsâ ve Hz. Harun'un kız kardeşinin adıdır, İsrâiloğulları içinde Meryem adı çok makbul bir isim sayılagelmiştir. Onların dilinde 'Meryem' "Allah'a ibâdet eden, âbid, Rabbin hizmetkarı kadın, acılık, acı deniz, denizin isyanı, denizin hanımefendisi, deniz damlası, deniz yıldızı" mânasına gelmekteydi.
Hanne hanım doğurduğu çocuk her ne kadar kız da olsa niyetinden dönmüş (vazgeçmiş) değildi. Doğurduğu kız belki Beyt i makdise hizmet etmeye elverişli değildi ama orada ibadet eden kadınlardan olmasını istiyordu.
Meryem
Kuran'da kadın adı olarak yalnızca Hz. Meryem'in ismi geçer, hem de otuz dört ayette. Arap kültüründe önde gelen kişiler hanımlarının ve kızlarının adlarını açıkça söylemezler ve onlardan bahsetmek söz konusu olunca “eşimiz, ailemiz, ehlimiz” gibi kinaye lafızlarıyla onları anarlardı. Kur’an da bu geleneğe uyarak yalnızca Hz. Meryem ismine yer vermiştir. Çünkü Meryem, sıradan bir kadın değildi. O, kadınların en seçkini, küfürden, günah ve fuhuştan uzak kalmış temiz, iffetli, Allah’ın ikramlarına daha dünyada iken nail olmuş bir örnek hanımdı. Onun hayatı, kadınlar başta olmak üzere tüm insanlar için sayısız örneklerle doludur.
İsrailoğulları Hz. Meryem ve onun babasız dünyaya gelen çocuğu Hz. İsa hakkında ileri geri konuştukları için Yüce Allah onun ismini açıkça zikretmiş, hem de onların iddialarını tamamen geçersiz kılmak ve Hz. Meryem'in dedikodulardan tamamen uzak olduğunu tekid etmek için tekrar tekrar onun ismini açıkça anmıştır.
Meryem, İbranice'de “Rabbin hizmetçisi kadın, kul” anlamında bir kelimedir. Arapça'ya Mariye olarak geçmiştir. Arapça’da kadın özelliklerinden uzaklaşmış kadın için “meryem” kelimesi kullanılır. Çünkü Hz. Meryem, Beyt-i Makdisin hizmetinde bulunmakla alışılmışın dışında erkeklerin yapageldiği bir görevi üstlenmiştir.
Hz. Meryem'in açıkça isminin anılmasının ise pek çok hikmeti vardır. O sıradan bir kadın değildir. O, evlenmediği halde (betül) hamile kalıp çocuk doğurmuş ve Hz. İsa'ya anne olmuştur.
Hz. Meryem, doğar doğmaz mabedde ibadete adanmış; Allah'ın hizmetçisi anlamına gelen “Meryem” ismine uygun bir kulluk sergilemiş; bir başına, kirli bir toplumda temiz kalmasını bilmiş, iffet abidesi bir hanım olmayı başarmış; bu güzellikleriyle Kur'an'da anılmaya ve bir Kur'an suresine isim olmaya layık olmuştur.
Çocuklarımıza tanıtacağımız, en önemli Kur’an kahramanıdır Hz. Meryem. O, daha çocuk yaşından itibaren mabedde kendini Rabbine ibadete vermiş, bir gül gibi yetişmiş bir kadındır. Bir peygamber anasıdır. Daha dünyada iken Yüce Allah’ın rızasına nail olmuş, meleklerin müjdelerine mazhar olmuş bir annedir Hz. Meryem. Meryem ruhu, kadın olsun erkek olsun bizleri Rabbin yolunda, O’nun ölçüleri doğrultusunda iffetli bir kul olarak yaşatacak ruhtur.
Hanne, mescide hizmet etmesi için arzu ettiği oğlan çocuğuna nail olamayınca, Allahu Teâlâ'ya, o kız çocuğunu kovulmuş şeytandan korumasını, mutî ve sâlih kadınlar cümlesinden kılmasını niyaz etti.
Hanne valide, kızını yetiştirmede kendini yeterli görmüyordu. Ve bu yetersizliği ne ile telafi edeceğinin bilincindeydi. Ümitsizliğe kapılmadı, çünkü biliyordu ki; erkek çocuk duasının kabul edilmemesi, diğer dualarının kabul edilmeyeceği anlamına gelmez. Onun için, çocuğunun ve soyunun şeytanın şerrinden korunması için dua etti. Hanne şartlara göre duasının içeriğini değiştirmiştir.
Kovulmuş şeytan
Şeytanın vücudu, cüzi şeylerle beraber birçok külli hayır maksatlar ve kemalatı insaniye içindir. İnsanda zerreden güneşe kadar çok istidat mertebeleri vardır. Bir inkişafın olması için hareket gerekir.
Bu hareket mücadele ile olur. Bu mücadele şeytan ve diğer muzır şeylerin vücudu ile olur. Yoksa melekler gibi insan da bir makamda sabit kalır. Bir cüzi şer için binlerce hayrı terk hikmete ve adalete münafidir. Halk-ı şer şer değildir, kesb-i şer şerdir. Çünkü halk ve icad umum neticeye bakar. Bir şerrin vücudu çok hayırlara vesile olabilir.
Şeytan yüzünden ekser insanlar dalalete gider. Fakat ehemmiyet ve kıymet ekseriyetle keyfiyete bakar, kemmiyete az bakar veya bakmaz.
Nasıl ki bin çekirdekten bir ağaç çıksa elbetteki o ağaçların menfaati çekirdeklerin çürüme zararını hiçe indirir. Bunun gibi on insanı kamil, ehli dalaletin insan nev’ine vereceği zararı hiçe indirir.
Bu müthiş düşmanlara karşı zırhımız Kuran dergahında yapılan takvadır. Ve siperimiz sünnet-i seniyyedir. Silahımız istiaze ve istiğfar ve hıfz-ı ilahiyeye ilticadır.
Şeytanın işi iktidar ve fiil değil, terk ve atalettir. Bu tahribata mühim silahımız ve cihazatı tamiriyemiz istiğfardır, ‘euzu billah’ demektir.
Şehvet ve gadap kuvveti şeytanın desiselerini karşılayan ve nakl eden iki cihaz hükmündedir.
İşte bunun için Cenâb-ı Hakk Ğafur, Rahim gibi iki ismi büyük tecellilerle ehli imana teveccüh eder. Sure başlarında her işte besmele çektirir. ‘Festeiz billah’ emriyle ‘euzu’yu siper yaptırır.
Şeytanın en tehlikeli desisesi insana küfür hayali veriyor. İmana şek olacak şeyleri telkin edip gösteriyor. İnsanı ye’se düşürüp maskara yapmak istiyor. Bu duygularla insanı ya divane yapar, ya saptırır.
Oysa aynada görülen yılan sureti insanı ısırmaz, ateş yakmaz, murdar kirletmez. Öyle de hayal ve fikir aynasında küfrün, şirkin, delaletin akisleri, gölgeleri, çirkin sözlerin hayalleri itikadı bozmaz. İmanı tağyir etmez. Hürmeti edep kılmaz.
İnsanların letaifi içinde ihtiyarı ve iradeyi dinlemeyen, mesuliyet altına girmeyen iki latife vardır. Bunlara ehemmiyet vermeyip sünneti seniyyeye sarılmak gerekir.
✦ Uyku halindeyken şeytan (gelip) birinizin başının arkasına üç düğüm bağlar. Her düğümü eliyle sıkıca bağlarken; ‘Uzun bir gece var, uyu’ der. Eğer o kişi gaflet uykusundan uyanır da (Allah’ı dili veya kalbiyle) zikrederse bir düğüm çözülür. Abdest alırsa diğer düğüm de çözülür. Namaz kılarsa son düğüm de çözülür, böylece o kişi dinç olarak sabahlar. Ancak böyle yapmayıp (şeytana itaat ederse) nefsi habis (kalbi mahzun) ve tembel olarak sabahlar. Hadis-i Şerif
✦ Evlerinizi kabir haline getirmeyin (Kur’an’ın hükümlerinden ve okunmasından mahrum bırakmayın) Zira Bakara suresinin okunduğu evden şeytan kaçar. Çünkü onları saptırmaktan ümidini kesmiştir. Hadis-i Şerif
✦ Şüphesiz bu tuvalet (kaza-i hacet) yerlerinde şeytanlar hazır bulunur. (Bunun için) sizlerden biriniz tuvalete gitmek istediğinde, “şeytanlardan, kötü işlerden ve kötü hasletlerden Allah’a sığınırım”,desin. Hadis-i Şerif
Ayetteki işaretler
İmran'ın karısı; akıl umranı için taat mertebelerinin evveli olan nefis, ruh ve nefsi mutmainnede olan kuvvettir.
'Karnımdaki' dediği, gulamu'l kalp,
'Onu kız olarak doğurdum' yani mertebe ve cinsten en ekmeli olan nefistir.
'Allah onun ne doğurduğunu daha iyi bildiği halde' Çünkü bu acaip durumu ancak Allah bilir.'Onu sana ısmarlıyorum' Kudsi nefsi melekût bahçelerinden hicaplayarak, nefsani şehvetlerden sana sığındırıyorum.
✽ اُنْثٰى kelimesi, ayetin başında nekre, ilerisinde de marife الْاُنْثٰى gelmiştir. Daha önce geçen "Karnımdakini sana adıyorum" tabirinden dolayı ال ahdi haricidir.
✽ "Muhakkak ki ben onu kız olarak doğurdum" cümlesi tehassür ve teessür (üzüntü ve hayıflanma) için muktezay-ı halin hilafına bileni bilmeyen menzilesine tekitle getirdi. Kelam muhatap değil mütekellim açısından tekit edildi.
✽ الذَّكَرُ ve الْاُنْثٰى kelimeleri arasında tibak-ı icab vardır.
✽ "Allah onun ne doğurduğunu çok iyi bildiği halde" cümlesinde "Allah" müsnedin ileyhi, alem olarak geldi. Muhatabın zihninde müsemmayı zatıyla canlandırmak içindir.
✽ مَا وَضَعَتْ sıfatlı kinayedir. وَضَعَتْ وَضَعْتُ fiilleri arasında iştikak-ı sağir ve reddül aciz vardır.
✽ 'Ben onun adını Meryem koydum' cümlesinde kız da olsa onu mescide adama niyetinden vazgeçmediğine işaret vardır. Yani ben ona Rabbin hâdimi ismini verdim, niyetimden dönmedim.
✽ اِنّٖٓي اُعٖيذُهَا Onu şeytandan Sana sığındırırım, cümlesinde fiilin müzari gelmesi; istimrar ve teceddüd bildirir. Yani şeytanın ona her yaklaşmasında onu sen koru, devamlı onu muhafaza et.
✽ Bu cümle, inşa yerinde vaki olmuş haberdir.
✽ الشَّيْطَانِ الرَّجٖيمِ terkibinde, sıfat; tahkir ve tekit içindir.
✽ Sebep; şeytandan, müsebbep şeytanın vesvesesinden, azdırmasından sığındırırım.
37-Bunun üzerine Rabbi onu güzel bir kabul ile kabul etti. Ve onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi. Zekeriya’yı da ona kefil kıldı (ona bakmakla görevlendirdi): Zekeriya ne zaman Meryem’in bulunduğu mihraba girdiyse yanında yiyecek buluyordu: ‘Ey Meryem, bu sana nereden?’ diye sordu. O da: ‘Bu Allah (cc) tarafından, Allah (cc) kime dilerse ona sayısız rızık verir’ dedi.
Rabbi duasını kabul edip Hz. Meryemi nazenin bir bitki gibi yetiştirdi. O, üzerine onlarca kapının kilitlendiği mescidin zaviyesinde Rabbine ibadetle büyüdü. Cennet rızıklarından rızıklandı. Zekeriya gibi bir peygamberden din ilmini öğrendi. Tıpkı güzel bir nebat, güzel bir çiçek gibi sabit kadem merhametli, sevgi dolu, kudret eliyle, özel yöntemlerle büyütülmüş, eğitilmiş bir peygamber annesi olarak yetiştirilmiş. Hz. Zekeriya kendisine yazın kış, kışın yaz meyvelerinin bir keramet olarak verildiğini görünce onun nezdi ilahideki değerini anlamış, ileri yaşta olmasına rağmen kendisine böyle mübarek bir evlat verilmesini istemiş.
تَفَعَّلَ vezni, yapılan işin çok itinâ ile yapıldığına delâlet eder. Buradaki تَقَبَّلَ fiili, kabul göstermede ileri bir dereceyi ve mübalağayı gösterir.
تَقَبَّلَ lafzı, aynı zamanda, mizacın aksine bir çeşit tekellüfü ve zora girmeyi de ifâde eder. قَبُولٍ lafzı ise, mizaca uygun ve tekellüfsüz bir kabul etme mânasını taşır. Allahu Teâlâ önce, ciddiyet ve önem vermeyi ifâde için tekabbele fiilini, sonra bunun, mizacın hilâfına değil de mizaca uygun bir kabul olduğunu ifâde etmek için kabul masdarını getirmiştir. Bu mânalar, mecaz yoluyla, bu kız çocuğunun terbiyesine Cenâb-ı Hakk'ın büyük bir ilgi ve itinâ gösterdiğine delâlet eder.
♦ Allahu Teâlâ, Meryem'i ve çocuğu İsa (as)'ı, şeytanın dokunma-sından himaye etmiştir.
Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Doğan her çocuk doğduğunda, ona şeytan dokunur da, şeytanın dokunmasından dolayı o, çığlıklar atarak doğar. Meryem ve oğlu İsa bundan müstesnadır.”
♦ Hanne, Meryem'i doğurunca, onu bir beze sararak mescide götürdü. Harun (as) neslinden olan âlimlerin yanına koydu. Onlar, Beytul Makdis'in hizmetini yapıyorlardı. Oraya varınca "şu vakfedilmiş kız çocuğunu alın.." dedi. Alimler, onu almak hususunda birbirleriyle yarıştılar. Zira o, önderlerinin kızıydı. Mâsânoğulları, İsraîloğullarının önderi, âlimleri ve idarecileriydiler. Zekeriyya (as) onlara, "Ben onu alıp büyütmeye sizden daha lâyığım. Onun teyzesi benim hanımımdır" dedi. Onlar da, "Hayır, kura çekmeden olmaz" dediler. Bunun üzerine, yirmi dokuz alim, Erden nehrinin kıyısına vardılar ve Tevrat'ı yazdıkları kalemleri, "Kimin kalemi suyun yüzüne çıkarsa, o üstün gelsin" diye, nehre attılar... Böylece kalemlerini üç defa suya attılar. Her seferinde de Zekeriyya (as)'ın kalemi su yüzüne çıktı, onların kalemi battı. Neticede Hz. Meryem'in bakımını Zekeriyya (as) üstlendi.
♦ Nasıl Hz. İsâ çocuk iken konuşmuş ise, Meryem de çocuk iken konuştu ve hiç meme emmedi. Çünkü rızkı, cennetten geliyordu.
♦ Onların şeriatında âdet şöyle idi: Çocuk, ancak oğlan olduğun-da ve akıl baliğ olup mescide hizmete gücü yettiği vakit vakfedilebilirdi. Allahu Teâlâ, Hanne’nin duasına icabet edince bu kız çocuğunu, henüz küçük ve mescide hizmete gücü yetmeyeceği bir durumda iken kabul etmiştir.
Hz. Meryem'in Nebat Gibi Büyütülmesi
♦ Bu güzel büyütme, dünyevî bir büyütmedir. Onun hilkati eksik-siz ve fazlasız olarak gayet güzel bir şekilde tamamlandı. Bir günde bir başka çocuğun bir senede büyüdüğü kadar büyüyordu.
♦ Ya da dinî bir büyütmedir. Çünkü o, salâh, doğruluk, iffet ve tâat bakımından büyüyüp gelişiyordu.
O tarihte, mescide adanmış dört bin kişi vardı. Bu dört bin erkeğin içinden Hazret-i Meryem kadar hayırlı ve meşhur olanı olmadı.
Hazret-i Meryem onların en hayırlıları ve meşhurları oldu.
Hz. Meryem Rabbi tarafından bir çiçek gibi büyütülmüştür. İnsanın yetiştirilmesi ile bitkinin yetiştirilmesi arasında yapılan bu teşbih, eğitimin ihtimam esası üzerine bina edilmesi gerektiğine dikkat çeker. Tıpkı çiçeğin su, gübre, ilgi ve havadar bir ortam istemesi gibi, insan da maddî ve manevî gıda, temiz çevre, sevgi, ilgi, ihtimam ister. Hoyratça yaklaşıldığında kuruyan çiçek gibi, çocuk da sertlik ve dayakla yetiştirilmez.
Hz. Meryem gibi seçkin olabilmek...
Cennetin hanımefendilerinden olmak isteyen bir hanım; peygamberinin ‘saliha’ dediği, ebedi cennet için fani ne varsa hepsini veren, villada, barakada, şehirde, köyde, zengin-fakir Rabbinin rızasını arayan, Rabbinin vereceklerini hiçbir vaade değişmeyen bir hanımdır.
Eşine eş, çocuklarına anne olur, ecrini Rabbinden bekler. Kendisini değersiz dünyalığa harcamaz. Bıkmaz, usanmaz.
Allah’ın her şeyi görüyor olması, karşılığını O’nun verecek olması, çektiklerinin kendisine keffaret olması ona tam bir tesellidir. Allah’ın, sevdiği kullarını sınadığını bilir. Eşiyle, çocuğuyla, akrabalarıyla, hastalıkla uğraşırken, fakirliğin altında ezilirken bunu düşünür.
O, bunaldıkça ‘lahavle vela kuvvete illa billah’ der. Rabbinin emirlerine uyar. Yasaklarından kaçınır. Evinde Rabbini tek söz sahibi yapar.
Hesaba çekilmeden önce kendini hesaba çeker. Ahireti için yeterli hazırlığı yapıp yapmadığını, ölümü, kabri, mahşeri, sıratı, cennet ve cehennemi düşünür. Bunların lafını değil, tefekkürünü yapar.
Ölür ama harama bulaşmaz… Allah’ın haramlarından hiçbir zaman taviz vermez. Eğer eğilip bükülecekse, zevklerinden eğer büker. Haramları şu veya bu nedenle gevşetmez. Düğüne kadar, nişana kadar ciddi görünüp, o gün ise gevşek görüntü vermez.
Fasıklıktan korkar. Şeytanın küçük gedikler açarak büyük kaleleri yıktığını bilir.
Salihlerin, alimlerin sohbetlerini dinler, kitaplar okur. Nefsinin eksiklerini tespit eder. Tövbe planları yapar. Cahil kalmayı tehlikeli görür. Kur’an öğrenir, okur. Hadis okur, dinler. Fıkıh bilgisi vardır. Bilhassa kadınlara ait bilgileri farz ilimler olarak öğrenir. Genel kültürü ihmal etmez.
Mutfağa tapınmaz. Nefisleri köreltecek kadar pişirir, yer. Ömrünü mutfakta geçirmekten korkar. Yemeğin doymak için olup, zevk için, gösteriş için mutfakta kalmasının zarar olduğunu bilir.
Eşyanın kölesi değildir. Kabre taşınmaz şeylerle ömür çürütmez. Evi için zaruri olanları temin eder. Boncuk stokçusu olmaz, mobilyaperestlik yapmaz. Eşyaya harcadığı vaktin, onlara verdiği gönlün hesabını düşünür. Yaşamak için mal gerektiğini bilir; ama mal için yaşamaz.
Hayatı sabah namazı ile başlar. Gününü sabah namazına göre planlar. Vaktinde namaza kalkar, eşini ve çocuklarını kaldırır. Namaz kılmalarını bekler. Duasını ve zikrini yapar. Güne, Allah’ın himayesinde başlar. Sabah namazından sonra işrak vaktine kadar bekler. O vakti dua ve istiğfarla geçirir.
“Geceleyin kalkıp namaz kılan, karısını da kaldıran, kalkmazsa yüzüne su serperek uyandıran kimseye Allah merhamet etsin. Aynı şekilde geceleyin kalkıp namaz kılan, kocasını da uyandıran, uyanmazsa yüzüne su serperek uykusunu kaçıran kadına da Allah merhamet etsin.” Hadis-i Şerif; Ebû Dâvûd
İbadetsiz ve zikirsiz kalmaktansa aç kalmayı yeğler. Duaya önem verir. Daralınca da, keyfi yerinde iken de dua eder. Duadan bıkmaz, usanmaz.
İş listesini başkalarından öğrenmez, Peygamberine danışır:
“Sizden birinizin kendi evinde yapacağı bir iş, mücahitlerin yaptığı cihat sevabını kazandırır inşaAllahu Teâlâ.” Hadis-i Şerif
Çocuklarını Allah’ın emaneti olarak bilir. Onları olduğu gibi kabul eder. Başka çocuklarla kendi çocuklarını kıyaslamaz. Onların sorumluluğunu unutmaz. Onlar için hesap vereceğini iyi bilir. Onları, ölümünden sonra kendisi için bir sadakayı cariye olarak yetiştirir.
Çocuklarına, komşularına ve yakın akrabasına kötü örnek olup, onların günahlarını taşımaktan korkar. Giydiği bir elbiseyi taklit edecek çocuğunun, yeğeninin ona nasıl bir vebal yükleyeceğini düşünür. Allah’tan korkar.
Akidesini, amelini heba edecek işlerden sakınır. Sihir, muska gibi cahiliye işlerinden şiddetle kaçınır.
Boş vakit onun düşmanıdır. Yabancı erkeklerden kaçındığı gibi boş vakitten de kaçınır.
Dinlenme yeri olarak kabri seçer. Sınırlı bir ömrü, saatlerce süren arkadaş sohbetlerinde ve çarşı pazar gezilerinde harcamaz. Uykuya karşı hassastır. Vaktinde ve düzenli uyur. Ruhu ile bedeninin ihtiyaçları arasında dengeli davranır. Birini diğerine ezdirmez.
"Zekeriya" İbranice dilinde "hep zikreden, sürekli olarak tesbihte bulunan, sübhanallah" diyen kimse manasınadır.
Hz. Zekeriya Yahudilerin peygamberi ve alimlerinin reisi idi. Hz. Meryem henüz bebek iken ona kefil oldu. Onu kendi hanımına veya başka bir süt anneye emzirtmiştir. Bu kefaletin, sütten kesilmesinden sonra başladığı da söylenmiştir.
كَفَّلَ fiili, lügatta beslemek, ihtiyacını gidermek, geçindirmek, tedarikini yapmak, kefil olmak, garanti etmek, sorumlu olmak, taahhüt altına almak, teminat vermek, müdafaa etmek, teslim etmek, antlaşmaya varmak, atamak demektir. كِفْل nasip, öküzün boyunduruğunun altına boynu korumak için konan keçe, manasındadır.
Kefil, bir kişiye infak eden, bakan, menfaatlerini koruyandır.
Âyet-i kerime teyzenin hadâne (annesi ölmüş küçük çocuğun bakımını üstlenme) hakkının nine dışında diğer akrabalardan daha öncelikli olduğunu göstermektedir. Peygamber (sav) 'Emetullah' adındaki Hz. Hamza'nın kızını, teyzesi nikâhı altında bulunan Ca'fer'e vermiş ve "Teyze anne makamındadır" demiştir.
Zeyd b. Harise Mekke'ye gidip Hamza'nın kızını getirdi. Ca'fer "Ben onu yanıma alacağım. Çünkü onu almaya daha hak sahibiyim. Hem amcamın kızıdır, hem de teyzesi benim yanımdadır ve teyze de anne demektir" dedi. Hz. Ali de: Hayır, onu almaya ben daha hak sahibiyim. Hem benim amcamın kızıdır, hem de benim yanımda Rasûlullah (sav)'ın kızı vardır. O bu kızı almaya daha bir hak sahibidir, dedi.
Zeyd de: Onu almaya ben daha çok hak sahibiyim. Çünkü onun için ben yolculuk yaptım, yola koyuldum ve onu ben getirdim, dedi.
Peygamber (sav) o esnada yanlarına çıktı ve şöyle dedi: "Bu kız çocuğunun Cafer'e verilmesine hükmediyorum. Teyzesiyle birlikte olsun, zaten teyze bir annedir."
Mihrab, 'حَرَبَ' fiilinden türemiştir. Öfkesi artınca malını soyup hepsini almak, çarpışmak, isyan etmek manasını ifade eder. Savaş anlamına gelen 'harb' da bu kelimeden türemiştir.
Mihrab; yüksek yer demektir. Camide kıbleyi gösteren imamın durduğu yer, evin en güzel ve en yüksek yeri, hayvanın boğazı, köşk, insanların toplandıkları meclis, yiğit, cesur, arslan yatağı manalarına da gelir. Mihrab kelimesi bu ayette üç anlama da muhtemeldir:
♦ Mihrab; yukarıda ve yüksekte bulunan yer, oda demektir. Ze-keriyya aleyhisselam Hazreti Meryem için mescidin içinde bir oda yapmıştı. Onun kapısını ancak bir merdivenle çıkılabilecek şekilde yüksekte, duvarın orta yerinden açtı. Zekeriyyâ (as) mescidden çıktığı zaman, Hz. Meryem'in üzerine yedi kapıyı kilitlerdi.
♦ Mihrab; en yüce, en kıymetli meclis manasındadır. Zekeriyya Aleyhisselam Hazreti Meryem'i mescidin en şerefli ve yüksek yerine yerleştirmişti.
♦ Mihrab, bizzat mescidin kendisidir.
Zekeriyya Aleyhisselam yazın Hazreti Meryem'in yanında kış meyvelerini, kışın da yaz meyvelerini buluyordu. Hazreti Meryem hiç süt emmemişti.
Allah katından özel rızıklanma İmran ailesine verilen bir mucizedir. Hz. Musa'ya Tur Dağı'nda menn ve selva, Hz. Meryem'e mihrabta, Hz. İsa'ya da bayram günü sofra indirilmişti.
Bu rızık, o derece boldu ki Hz. Meryem'in hamisi olan bir peygamberi dahi hayrete düşürmüştü. Küçük yaşına rağmen ona bu şekilde hitab etti, çünkü gördüklerinden onun Allah tarafından ilim ve kudretle desteklendiğini anladı.
Hz. Meryem ihlas, samimiyet ve tevazu ile Allah'ın nimet ve bereketini itiraf ederek fazla söze lüzum görmeyerek meseleyi Allah'a havale etti ve 'O Allah katındandır' dedi.
Bu cümle müminin Allah ile olan halini tasvir eder. Rabbi ile aralarında olan sırrı ima ederken dahi tekebbür ve tefahür göstermiyor, bir tevazu göze çarpıyor.
Bütün bunlar, Hz. Meryem’den, Tevrat’taki birçok hükümleri nesheden bir peygamber geleceğinin irhasatıdır.
"Çok çok, miktarsız, muhasebesiz olarak verir. Veya hesab edilmeyen cihetlerden rızık verir."
Bu cümle, rızkın Allahu Teâlâ'nın katında olmasının illetidir. Hz. Meryem'in sözü de olabilir, Allahu Teâlâ'nın kavli olması da muhtemeldir.
"Hesapsız" tabiri, "çokluğu ölçülemeyecek derecede" veya "isteyenin, istemesi bulunmaksızın, yani istenmeden" manasındadır.
✽ ✽ ✽
Bir kıtlık zamanında Efendimiz (sav) çok acıkmışlardı. Hazreti Fatıma (ra) annemiz, kendisi ve çocukları da muhtaç oldukları halde, iki pide ekmekle biraz eti Efendimiz'e (sav) gönderdi. Efendimiz (sav) kendisine hediye edilen bu iki pide ekmek ve bir parça eti alıp Hazret-i Fatıma (ra) annemizin evine geldiler. Ve ona:
" Gel kızım!" dedi.
Hazret-i Fatıma gelip sofrayı serdi. Efendimiz (sav)'in elinden tabağı alıp kapağını açtı. İçi ekmek ve et doluydu.
Efendimiz (sav) Hz. Fatıma (ra)'ya sordu:
"Ya Fatıma! Bu sana nereden?" Hazret i Fatıma,
"Allah tarafından.. Şüphe yok ki Allah dilediğini hesapsız rızıklandırır" dedi.
Bunun üzerine Efendimiz (sav) şöyle dua ettiler:
"Seni İsrailoğullarının seyyidesi Meryem'e benzeten Allahu Teâlâ hazretlerine hamd olsun!"
Sonra Efendimiz (sav) Hazret-i Ali, Hasan, Hüseyin ve bütün ehl-i beytini o sofraya çağırdı. Hepsi yediler. Doydular. Yemek yine de arttı. Hazreti Fatıma (ra) yemeğin artanını komşularına dağıttı.
✽ ✽ ✽
“Allah dilediğine hesapsız rızık verir” tabiri Kur’an’da 5 kez tekrarlanmıştır: Bakara 212, Âl-i İmran 27, 37, Nûr 38, Mü’min 40. Bir kez de şöyle geçer: “Sabredenlere mükâfatları hesapsız ödenecektir.” (Zümer 10)
“Allah dilediğine hesapsız rızık verir” hem dünyada hem de ahirette geçerlidir. Bu altı ayetin hepsi de sadece dünya ve ahiretteki rızık, nimet ve mükafat konusunda geçerlidir. Dünya ve ahiret azabı hakkında böyle bir ifade kullanılmamıştır.
Rızkın hesapsız olarak tanımlanması, rızkın yüce Allah'tan oluşuna ve rızıklananların durumuna göre karşılıksız ve hak edişsiz olarak sunulmasına işarettir. Çünkü canlıların sahip oldukları yetenekler veya talep etme veya benzeri şeyler bütünüyle Allah'ın mülküdür. Kullar, Allah karşısında ne bir şeyin karşılığında alacaklıdırlar, ne de istihkakları vardır. O halde bunlardan hiçbirisi O'nun bu bağışına karşılık sözkonusu edilemez. Bu yüzden Yüce Allah'ın rızkı hesapsızdır. Öyleyse “hesapsız”, karşılık olarak ve belli istihkakla olmama anlamına da gelir. Allah tüm insanlara bir şeyin karşılığı ve belli bir istihkakla belirlenmiş olmaksızın verir. Bu rızık verme, insanların Allah üzerinde bir hakkı bulunmaksızın Allah’ın kendi üzerine aldığı bir haktır.
✽ ✽ ✽
İki âma, Ümmü Cafer’in evinin önünde oturdular. Ümmü Cafer cömertliği ile bilinen bir kadındı. Âmalardan biri çoluk çocuk sahibi, diğeri ise bekârdı. Çoluk çocuk sahibi olan, şöyle dua etti: ‘Ey Allah'ım, bana çok geniş hazinenden rızık ihsan et.’ Bekar olan ise şöyle dua etti:
‘Ey Allah (cc)'ım, Ümmü Cafer’in hazinesinden bana rızık ver.’
Ümmü Cafer, rızkı Allah (cc)’tan isteyene her gün iki dirhem gönderdi. Rızkı kendisinden isteyene ise iki pide, bir de içine on dinar koyduğu pişmiş tavuk verdi. Tavukla pideyi istemeyen kör, onları iki dirheme diğerine sattı. Diğer âma da buna razı oldu. Bu hal böylece bir ay devam etti. Ümmü Cafer bir ay sonra bekar olana adam gönderip sordurdu:
‘Bizim ihsanımız onu zenginleştirmedi mi?’ Âma şöyle cevap verdi:
‘Bana ne verdiğini sorun.’
Gelip Ümmü Cafer’e sordular. ‘Üç yüz dinar verdim’ dedi. Adam, ‘Hayır o bana her gün iki pide ile bir tavuk gönderiyordu. Ben onları arkadaşıma iki dirheme sattım’ dedi.
Ümmü Cafer bunun üzerine şöyle dedi ‘Adam doğru söylüyor, diğeri Allah'tan istedi. Allah da onu ummadığı yerden zengin etti. Bu ise rızkı bizden istedi, ama asıl hazinesi bol olan ve rızkı veren Allahtır.’
✽ ✽ ✽
“Allah dilediğine hesapsız rızık verir” (Bakara 212) ayeti ile “Kime dilersen ona hesapsız rızık verirsin” (Âl-i İmran 27) ayetleri arasında farklı bir özellik vardır. Buna göre, hüküm bütün insanlara şamil değildir ve “kime dilerse” ile “kime dilersen” kaydı, hükmün umuma şamil olmasına engeldir. Mesela “Sabredenlere mükâfatları hesapsız ödenecektir” (Zümer 10) ayetinde “kime dilerse” kaydı bulunmamakla birlikte, “sabredenler” ve “işte onlar”, “hesapsız”ın kaydıdır.
Mü’minin dünyadaki ameli zaman, nicelik ve nitelik bakımlarından sınırlıdır. Fakat o amelin ahiretteki mükafatı ve ecri, sonsuz, geniş, çeşitli ve rengarenktir. O amelin karşılığındaki bu ödül açıktır ki hesapsızdır ve onunla karşılaştırılamaz bile. Dünya mevzubahis olduğunda “hesapsız”dan murad, gayret ve çabayla kıyaslanmayacak boyutta demektir. Bazı insanların yevmiyeleri ve gelirleri emekleriyle orantılıdır. Mesela ücretliler, işçiler, memurlar ve diğerleri yaptıkları iş ve sarfettikleri emekleri karşılığında işlerine uygun ücreti alırlar. Ama tüccarlar vs., mesela birkaç gün çalışır ve işlerinin yüzlerce katı gelir elde ederler.
Bazı insanlar da mesela miras kalır veya hazine bulurlar böylelikle mal temin ederler. Bu tür insanlar rızıklarına ulaşmak için ya çalışmazlar, ya da sarfettikleri emek kazançlarına göre çok azdır. İşte “dilediğine hesapsız rızık verir” cümlesinin manası budur. Herkes bu hükmün kapsamında olmadığından “kime dilerse” kaydı burada yerini bulmaktadır.
Ayetteki işaretler
Hz. Meryem'e verilen rızık sadece maddi rızık değildi. Marifet, hakikat, ilim, hikmet, feyz gibi indiyet ile tahsis edilmiş ruhani rızıklar verilmiştir ki bu; bedeni rızıklardan çok daha şereflidir.
Zekeriya'nın (as) kefaleti, fikir,
Mihraba dahli; dimağ mihrabına dahlidir.
Hz. Meryem'in yanında rızık bulması; safasından inkişaf eden manalardır.
"O, Allah katındandır, dedi." Hz. Meryem, sözü anlamayacak kadar küçükken konuşup cevab verdi. İsa Aleyhisselam beşikte konuştuğu gibi, annesi Hazreti Meryem de küçükken konuştu.
✽ ✽ ✽
Abdurrahman Zeyd b. Eslem anlatıyor:
İçlerinde Muhammed b. Münkedir’in de bulunduğu bir gurup mümin yaz sıcağında gazaya çıktılar. Yolda ilerledikleri esnada guruptan bir kişi:
‘Canım taze, yumuşak peynir istiyor’ dedi. Muhammed b. Münkedir:
‘Allah (cc)’tan yiyecek isteyin, O size yiyecek verir, çünkü O her şeye kadirdir’ dedi.
Guruptakiler Allah (cc)’a dua ettiler ve henüz çok fazla ilerlemeden sel veya rüzgarın getirdiği ağzı dikili bir zembil buldular. İçinde taze, yumuşak peynir vardı. Guruptan bazıları:
‘Keşke bal da olsa’ dediler. Muhammed Münkedir:
‘Size taze, yumuşak peynir yediren Allah (cc)’ın bal yedirmeye de gücü yeter. O’ndan isteyin’ dedi.
Guruptakiler tekrar dua etti. Yine aynı şekilde çok fazla ilerlemeden yol üzerinde içi bal dolu bir oyuk gördüler, oraya inip balı yediler ve Allah (cc)’a hamd ve şükürde bulundular.
✽ ✽ ✽
✽ 'قَبُولٍ حَسَنٍ' Onu güzel kabul ile kabul etti, sıfatlı kinayedir. Yani hoşnutlukla, rızayla kabul etti.
✽ ب’nın mefulu mutlaka dahil edilmesi kabuldeki alet gibi olması içindir ve bu kabulde Allah’ın ona inayetini gösterir. Bu kabul, Allah’ın Zekeriya (as)’a vahyetmesiyle bilinmiştir.
✽ قَبُولٍ حَسَنٍ sıfatı; tekit ve medih içindir. تَقَبَّلَ ile قَبُولٍ arasında iştikak-ı sağir ve reddül aciz vardır.
✽ وَاَنْبَتَهَا نَبَاتاً حَسَناً Onu güzel bir yetiştirmekle yetiştirdi, istiaredir. Gençlerin yetiştirilmesinin yaşlılardan daha kolay olduğuna işaret olmakla beraber, nebatın yetişmesi gibi hassasiyet gerektiğini bildirir. İyi bir nebat için güzel bir toprak, iyi bir sulama, yabancı otlardan temizlemek gerektiği gibi, bir çocuğun yetişmesi için de ortamın güzel, temiz olması, ahlak-ı zemimelerden temizlenmesi gerekir.
✽ 'Ona Zekeriya'yı kefil kıldı' dedikten sonra tekrar Zekeriya her ne zaman onun yanına girse, diyerek zamir yerine açık isim geldi; zihne yerleştirmek ve tahsis içindir.
✽ الْمِحْرَابَ’daki elif lam cins içindir ve Hz. Meryem’in ibadet ettiği mihrabın murad edildiği bilinir. Umum-husus alakası vardır.
✽ 'Bu sana nerden' dedi, cümlesi 'Zekeriya bu ibret verici durumu görünce ne dedi?' gizli sorusuna verilen cevaptır, şibh-i kemali ittisal ile fasıldır.
✽ Bu sana nerden, lazım melzumu; Kapılar senin üstüne kilitliyken bu dünya yiyeceklerine benzemeyen yiyecekler nerden geliyor, demektir.
✽ اِنَّ اللّٰهَ يَرْزُقُ مَنْ يَشَٓاءُ بِغَيْرِ حِسَابٍ cümlesi mesel tarikı cari tezyildir.
✽ Müsnedin fiil gelişi istimrar-ı teceddüdi bildirir, hükmü takviye eder. Zamir yerine isim gelişi; gayrılardan ayırmak ve zihne yerleştirmek içindir.
✽ يَرْزُقُ ile رِزْقاً arasında iştikak-ı sağir ve reddül aciz vardır.
38- Orada Zekeriya Rabbine dua etti: ‘Ey Rabbim bana katından temiz bir soy ihsan et; Sen duayı iştensin.’
Mümin asla haset etmez, hayırlı şeylere gıpta eder. Yani kendisinde olmasını ister. Hele bu dini faziletse gıpta etmesi vacip olur. Bu konuda da Allah (cc) Hz. Zekeriya'yı örnek gösteriyor. Aynı zamanda Hz. Zekeriya'nın Allah'ın kudretine olan yakinini anlamış oluyoruz. Maddi hiçbir imkan yok. Kendi yaşlı, karısı kısır. Ama o biliyor ki Rabbi ol deyince olur. Ve "Rabbim bana katında temiz, tayyib bir zürriyet ver, hibe et. Sen duaları işitensin" diye yalvarıyor.
Hz. Zekeriyya, Meryem'in halini, doğru yol üzere bulunuşunu, Allah'ın kendisine hayır ve kerem ile nimet verdiğini görünce, Rabbine duâ edip yönelerek kendisine, Yakub'un neslinden temiz ve salih bir oğul nasib etmesini diledi.
Zekeriyya (as) Hz. Meryem'in yanında, kışın yaz meyveleri, yazın da kış meyveleri gördüğü için, yüreğine böyle bir dua isteği geldi. Onun yanında bu harikuladelikleri görünce, Allahu Teâlâ'nın kendisi için de böyle harikulade haller vermesini ve ihtiyar, kısır hanımından bir çocukla kendisini rızıklandırmasını istedi.
هُناَلِكَ kelimesi mekan içindir. Bazen zaman için de kullanılır.
Mekan manasında alınırsa "Meryem (as)'in yanında Zekeriyya (as)'nın oturmuş olduğu o mekanda, bu kerametleri müşahede etti.
Rabb'ine duâ etti..." demektir.
Zaman manasında alınırsa: "Bu vakitte Rabb'ine duâ etti.." demektir.
Aslında Zekeriyya Aleyhisselam, Hazret-i Meryem'in halinden önce de Allahu Teâlâ'nın duasına icabet edecek kudreti olduğunu biliyordu. Ancak bir şey insana ayan-beyan gözükünce, insanın o şeye rağbeti artar. Her ne kadar daha önceden onu bilse bile, o andaki dua isteği daha güçlü olur.
Örf ve âdette bir çocuğun olmasının, belli bazı sebepleri vardır. Zekeriyya (as), bu sebepler olmadığı halde bir çocuk isteyince, bunun manası: "Allah'ım, sebepleri ortadan kaldırmanı ve bu sebeplerden hiçbiri vasıta olmaksızın sırf kudretinle bu çocuğu yaratmanı senden niyaz ediyorum" şeklindedir.
"Zürriyet", nesil ve soy manasındadır. Müfredi, cemisi, müzekkeri, müennesi hep bu lafızla ifâde edilir. Âyette bu kelimeden murad, tek bir çocuktur.
"Zürriyet” kelimesi zahiren müennes olduğu için, "tayyibeten" kelimesi de müennes getirilmiştir. Müzekkerlik ve müenneslik bazen lafızdan, bazen mânadan kaynaklanır.
"Tayyib" pak, fiilleri ve ahlakı temiz olan, kendisinden ayıplanacak ve kötü görülecek herhangi bir şey meydana gelmeyen, güzel şahsiyetli, verimli, faydalı demektir.
Normalde Hz. Zekeriyya ile hanımının çocuk sahibi olmaları mümkün değildi; çünkü hem çok yaşlılardı, hem de karısı kısırdı. Çocuk sahibi olmaları, ancak mucizeye bağlıydı. Onun için Hz. Zekeriyya 'Senin tarafından مِنْ لدَنُْكَ ' ifadesini kullanmıştır.
İnsana düşen görev, çocuğunun, hanımının hidâyete ermesi için dua etmesidir. Hz. Zekeriyya "Bana katından temiz bir soy bahşet" diye dua ettiği gibi; "Rabbim, Sen onu razı olduklarından kıl" (Meryem, 6) diye de dua etmiştir.
Allahu Teâlâ ayet-i kerimelerde peygamberlerin aileleri için dua ettiklerini nakletmiştir. "Rabbimiz, bize eş ve çocuklarımızdan gözlerimizin aydınlığı olacak salih evlatlar ver..."(Furkan, 74)
Rasûlullah Hz. Enes'e şöyle dua etmiştir: "Allah'ım malını ve çocuklarını çoğalt ve bunları onun için mübarek kıl."
Yine Ebu Seleme'ye şöyle dua etmiştir: "Allah'ım, Ebu Seleme'ye mağfiret buyur. Onun hidâyete ermiş olanlar arasındaki derecesini yükselt ve onun soyundan geleceklere sen halef ol!"
"Muhakkak ki sen, duayı işitensin" buyruğundan murad, Allah'ın duâ edenin sesini duyması değildir. Bundan murad, Allah'ın duasına icabet etmesidir. Bu, namazda "Allah kendisine hamdedeni işitti" demek gibidir. Bununla Allah'ın hamdedenlerin hamdini kabul etmesi kastedilir. Çünkü duaya icabet etmeyen onu işitmemiş gibidir.
Bu âyet-i kerime çocuk sahibi olmayı istemenin lehine bir delildir. Böyle bir istekte bulunmak, rasûllerin ve sıddîklarin sünnetidir.
Müslim'in Sahih'inde Sa'd b. Ebi Vakkas'tan şöyle dediği rivayet edilmiştir: Osman dünyadan el etek çekmek istedi. Ancak Rasûlullah böyle birşey yapmayı ona yasakladı. Şayet izin vermiş olsaydı biz de kendimize aynı şeyi yapardık.
Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu: "Nikah benim sünnetimdendir. Her kim sünnetim gereğince amel etmezse benden değildir. Evleniniz, çünkü ben sizin çokluğunuzla diğer ümmetlere karşı övüneceğim. Her kimin imkânı müsaitse nikahlansın. İmkân bulamayan ise oruç tutsun. Çünkü oruç şehveti keser. "
Hz. İbrahim de şu şekilde dua etmiştir: "Ve benden sonrakilerde de benim için güzel övgü (lisan-ı sıdk) bırak!" (Şuarâ, 84)
Hz. Peygamber, Ebu Talha'ya oğlu vefat ettiğinde geçirdikleri gece için şöyle dedi: "Allah geçirdiğiniz gecenizi mübarek kılsın." Daha sonra Ebu Talha 'O gece hanımım hamile kaldı' demiştir. Ensardan bir adam da şöyle dedi: Ben onun dokuz çocuğunu gördüm hepsi de Kur'ân'ı okuyup öğrenmişlerdi."
Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Her kim ölür de geriye iyi bir soy bırakırsa, Allah ona o kimselerin amellerinin ecrinin bir benzerini yazar ve onların ecirlerinden de hiçbir şey eksiltmez."
Allahu Teâlâ ruhları yarattığında onları saf halinde düzenledi:
1. safta; enbiya ve havasul evliyanın ruhları vardı. Bunlarla Allah (cc) arasında hicap yoktur.
2. safta; evliya ve havassul müminin ruhları vardı. Bunlarla birinci saf arasında perde vardır.
3. safta; müminlerin ruhları ve Müslümanların havaslarının ruhları vardı. Bunların da birinci, ikinci saf ile aralarında perde vardır.
4. safta; müslümanlık iddia eden münafıklar, kafirler ve müşriklerin ruhları vardı.
Hz. Zekeriya duasında 'Bana temiz bir zürriyyet ihsan et' derken 1. saftan, yani nebilerden, Âl-i Yakub'u istiyordu. Onun çocuk istemesi; tabiat kirlerinden mukaddes bir çocuk istemesidir.
✽ İşte orada, mekan söylendi zaman kastedildi.
✽ دَعَا زَكَرِيَّا رَبَّهُ Rabbine dua etti, dedikten sonra ettiği duanın açıklanması ibhamdan sonra izah itnabıdır.
✽ ذُرِّيَّةً طَيِّبَةً sıfatın gelişi; tazim ve medih içindir.
✽ مِنْ لَدُنْكَ katından, lazım melzumu geniş rahmet hazinenden.
✽ Şüphesiz sen duaları işiticisin, lazım icabet edensin, melzumdur.
39-Bunun üzerine o mihrapta namaz kılarken melekler ona: ‘Allah seni Allah (cc)’tan gelen bir kelimeyi (Hz. İsa) tasdik edici, efendi, nefsine hakim ve salihlerden bir peygamber olan Yahya ile müjdeliyor’ diye seslendiler.
O mihrapta namaz kılarken melekler Allah'ın müjdesini getiriyor. Yahya isminde Rabbinin kelimelerini tasdik eden Efendi, nefsine hakim ve salihlerden bir nebi. İsmi Yahya. Çünkü kendisi için ileri yaşta bir kadının ana rahmini ihyaya sebep oldu. Kıyamet günü de ölüm bir koç suretinde getirilip kesilecek, bu kesme işlemini de Hz. Yahya yapacak. Bu yüzden de ismine Yahya denildi.
Nida eden Cebrail (as) dir. Eğer sözü söyleyen bir lider ve başkan olur ise arkadaşları ve ordusu da beraberinde olduğu için, onun hakkında cemî sîgası kullanmak caizdir. Cebrail (as) meleklerin başkanı olduğu ve çoğu zaman meleklerden bir grupla gönderildiği için, böyle söylenmiştir. (Umum söylenmiş, husus kastedilmiştir.)
Bu nidanın melekler tarafından olduğu da söylenmiştir.
Melekler, Hz. Zekeriyya mabette namaz kılarken ona seslendiler. Demek ki Hz. Zekeriyya o anda, bütün dünyevî bağlantılardan kendisini soyutlamış, benliğini Allah'a yöneltmiş, zikre yoğunlaşmış, kalbini tertemiz hale getirmişti. Meleklerin nidasını, böyle bir halet içindeyken duydu. Arzular ve dünyevî meşgaleler arasında bu nidayı duymak mümkün değildir.
'Yahya' olan bir evlad müjdeliyor, demektir. Çünkü onun sebebiyle annesinin rahmi hayat buldu. Ve onun vaazları, sohbetleri sebebiyle meclisler hayat buldu. Yüce Allah'ın onun vasıtasıyla gönderdiği hidâyetle insanları diriltti, onlara hayat verdi.
"Yahya" adının verilmesi, yüce Allah'ın onu iman ve nübüvvet ile diriltmesinden dolayıdır.
Hz. Yahya'nın adı aslında "Hayya" idi. Hz. İbrahim'in hanımı "Sâre"nin adı ise "Yesâre" şeklinde idi. Bu kelimenin anlamı "doğum yapmayan, kısır" demektir. Ona Hz. İshak'ın müjdesi verilince "Sâre" denildi. Bu ismi ona Hz. Cebrail verdi. Hz. İbrahim'e: Ey İbrahim benim ismimden neden bir harf eksildi? diye sorunca Hz. İbrahim de bunu Cebrail (as')'a sordu, şu cevabı aldı: "Onun adından eksilen harf, peygamberlerin en faziletlilerinden olan ve adı Hayya olup Yahya diye adlandırılan, soyundan gelecek bir evladının ismine ilave edilmiştir."
Yahya: Günahlarla ibtila olmadığı için kalbi günahlarla ölmedi.
Bu nedenle dünyada ve ahirette diriydi. (T. Necmiyye)
مُصَدِّقاً birinci sıfat (ya da; nekreden sonra geldiği için haldir.)
Hz. Yahya'nın Allah'tan gelen kelimeyi tasdik etmesi, Allah'ın ilmine muhalefet etmediğini, onu inkara yeltenmediğini ifade etmektedir. Doğru bilgiyi tasdik eden bir şahsiyete sahip olması, varis, veli ve temiz bir çocuk olmasının ilk basamağıdır.
Resulü tasdik etmek, tereddütsüz sadık olduğunu bilmek; hakkı marifette seri düşüncenin doğruluğuna delaleti sebebiyle Allah (cc) tarafından büyük bir hidayettir. Bu vasıf ile öncekilerde Yahya (as), sonrakilerde de Hz. Hatice ve Hz. Ebu Bekir üstünlük sağlamıştır.
a) Allah’tan olan bir kitap, manasındadır. Uzun kaside için, "Falanca bir kelime inşâd etti" denir. Tevrat kastedilmiştir.
b) Bu kelime, Hz. İsâ'dır. Hz. Yahya'nın annesi Hz. Meryem'le karşılaştı, ikisi de hamileydiler. Ona "Meryem, biliyor musun ben hamileyim?" dedi. Meryem "Ben de hamileyim" dedi. Zekeriyyâ (as)'nın hanımı "Ben karnımdaki çocuğun, senin karnındaki çocuğa secde ettiğini hissediyorum" dedi. Yani "Allah'tan olan bir kelime" Hz. İsa, "tasdik edici" de Hz. Yahya'dır.
Yahya (as), Hz. İsa'dan altı ay büyüktü. Hz. İsa'nın Allah'ın kelimesi ve ruhullah (yani Allah'ın üflediği bir ruh) olduğuna ilk iman eden odur. Yahya (as), İsa (as) göğe kaldırılmadan önce öldürüldü.
Hz. İsâ’nın "Kelime" diye adlandırılmasının sebebi:
1- Allahu Teâlâ, onu bir baba vasıtası olmaksızın 'Ol' kelimesi ve emriyle yaratmıştır. Yaratılışı sırf Allah'ın kelimesi ile olup, baba vasıta kılınmaksızın yaratıldığı için, "Kelime" diye adlandırılmıştır.
2- Çocukluğunda konuşup, daha çocuk iken Allah ona kitap vermiştir. O, konuşma hususunda büyük bir dereceye erişmiştir. Bu nedenle "Kelime" diye adlandırılmıştır.
3- "Kelime"nin, mana ve hakikatleri ifâde edişi gibi, Hz. İsâ da hakikat ve ilâhi sırları anlatıyordu. Bundan dolayı "Kelime" diye adlandırılmıştır.
Allahu Teâlâ’nın O'na "Ruh" adını vermesi de böyledir. İnsan ruhla yaşadığı gibi, Allah, Hz. İsa vasıtasıyla insanları dalâletten kurtarıp hayata kavuşturmuştur.
4- Hz. İsa'nın geleceği, kendinden önceki peygamberlerin kitaplarında müjdelenmiştir. O peygamber olarak geldiğinde, "İşte bahsedilen o "Kelime" (müjde) budur" denilmiştir.
5- İnsan bazan "fazlullah ve lütfullah-Allah'ın fazlı ve lütfü" diye adlandırılır. Hz. İsa'nın alem ismi de "Kelimetullah" ve "Ruhullah" 'Allah'ın kelimesi ve ruhu'dur.
Seyyid, halim, yumuşak huylu, kendisine başvurulan merci, ilim ve ibadette önde gelen, halkın önderi, insanların problemlerini çözen lider, ahlâkî davranışlarda örnek olan, takva sahibi, iffetli, dinde çok anlayışlı ve bilgili, fakih, dinde imam, çok sabırlı, öfkesine yenilmeyen, soylu, şerefli, Allah katında faziletli, kerim olan kişi manasına gelir. Hz. Yahya tüm bu vasıfları bünyesinde toplamıştı.
Hz. Yahya günah işlemeyi aklından bile geçirmedi. Seyyid; yani Hak izzetinin nuru galip olan hilkat, vasıf, hal ve ahlakla Hakk'ı beyan ediyordu. O Rabbini talepte hem hal hem de kal diliyle kendini bütünüyle vermiş bir cömertti. O Hakk'ın hakikatinde hakikatleşmiş biriydi. Beşeri hallerden hali, rububiyet sıfatlarından tad alan biriydi. Ona ihsan edildiğinde de men edildiğinde de hali aynı idi. Reddedildiğinde de kabul edildiğinde de hali değişmezdi.
✽ ✽ ✽
Yahya Aleyhisselam çocukken bir sabah çocuklarla karşılaştı.
Çocuklar onu kendilerine katılıp oynaması için çağırdılar. O:
"Ben oyun için yaratılmadım!" diyerek çocukların davetini nazik bir şekilde reddetti.
✽ ✽ ✽
Hasur; hapsetmek, engellemek manasındadır. Sır tutan ve sırrı gizleyen kimseye Hasur dendiği gibi, aynı zamanda son derece cimri ve eli sıkı kimse anlamına da gelir.
Yahya (as) acziyetinden dolayı değil, iffet ve zühdünden dolayı kadınlara yaklaşmadı. Çünkü hasûr, 'nefsini çok engelleyen ve gemleyen' demektir. İktidarı olduğu halde şehvetten kendini hapsedip, bütünüyle kendini nafile ibadete vermişti. Bu durum Hz. Yahya'dan sonra yasak edildi.
Bütün şehvetlerden kendini koruyup, hapsedip, ezeli ismetle korunmuştu.
Âlimler bu âyeti, evlenmeyip bekâr kalmanın daha faziletli olduğuna delil getirmişlerdir. Çünkü Cenâb-ı Hak, Yahya'yı evlenmediği için medhetmiştir. Bu, evlenmemenin Hz. Yahya'nın şeriatında efdal olduğunu gösterir.
✽ ✽ ✽
Hz. Yahya öyle ağlardı ki ağaçlar da onunla ağlardı. Onun ağlamaktan gözyaşı yanaklarını yaktı, dişlerini ortaya çıkardı.
Hz. Zekeriyya ‘Oğlum, ben seni Rabbimden diledim. Seni bana bağışladı ve seninle huzura ermemi istedim.’ Yani, artık ağlamaktan vazgeç, demek istedi.
Hz. Yahya babasına ‘Cebrail (as) bana haber verdi ki cennet ile cehennem arasında bir boşluk vardır. Burasını ancak gözyaşı akıtanlar geçebilir. Ben de bunun için ağlıyorum’ deyince Hz. Zekeriyya ‘Oğlum ağla’ demiştir.
✽ ✽ ✽
Seyyidlik ile hasûr sıfatları bir arada bulunduğu zaman, nübüvvet meydana gelir. Vahyin ona inmesiyle kadri yükseldi.
Hz. Yahya'ya şu beş şey emredilmişti:
1-Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamak
Adamın biri en değerli mallarıyla, altın ve gümüşle bir köle satın alır. Sonra ona para kazanıp kendisine getirmesini emreder. Köle de kazanıp kazancını başkasına götürür. Bu adam kölesinin bu tutumuna nasıl göz yumar? İşte Allah'tan başkası için amel yapmak buna benzer.
2-Namaz kılarken sağa sola bakmamak
Çünkü kul namaz kıldığında yüzünü kıbleden çevirmediği müddetçe Allah onun yüzüne bakar, onu karşılar.
3-Oruç tutmak.
Toplum içinde elinde güzel koku olan birini düşünün. Herkes o güzel kokudan yararlanmak ister. İşte Allah indinde oruç o güzel kokudan daha hoştur.
4-Sadaka ve zekat vermek.
Öldürülmek üzere elleri bağlı biri, tam o sırada size fidye versem kurtulmam mümkün mü, der. Fidye verir kurtulur. İnfak da insanı ateşten kurtaracaktır.
5-Allah’ı anmak.
Düşman saldırısına uğrayan kimsenin sığınacak bir kale bulması gibi, kul da en büyük düşmanı şeytanın şerrinden Allah'ı çok anmak suretiyle kurtulabilir.
a) "Yahya (as), sâlih kimselerin zürriyetindendir" demektir.
b) "O, hayırlıdır" manasındadır.
c) Hz. Yahya'nın sâlih olması, diğer peygamberlerin salâh hâlinden daha tam ve daha mükemmeldir. Yahya Aleyhisselam hiçbir hata ile kınanmadı ve hiçbir hatayı işlemeye niyetlenmedi. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Hiçbir peygamber yok ki, günah işlememiş veya günaha niyet etmemiş olsun; Yahya müstesna... Çünkü o, ne günah istemiştir, ne de günaha niyet etmiştir!”
d) Hakk'ı görmekte müşahede için hazırlanan ruhlar ordusunda ilk safta idi.
Ona vasıtasız feyzi kabul salahiyeti verildi. Bu özellik bütün nebilerin halidir.
Hz. Zekeriyya'nın istediği çocuğun özelliklerini şöyle sıralanmıştır: Allah'ın kelimesini tasdik edici olması; inanç, namusunu koruma özelliği; iffet, örnek ve önder olması sosyal ve siyasî, salihlerden olması da dindarlığına dikkat çekmektedir. İmanî, ahlâkî, siyasî, içtimaî ve dinî kimliği ile Müjdelenen bu çocuk, insanların hangi değerleri dikkate alarak çocuk yetiştirmeleri gerektiğine işaret etmektedir.
Ayetteki işaretler
Mihrapta namaz kılıyordu; dimağ mihrabında nurların devamını taleple muamelat terkibi üzerine Rabbine münacaata devam ediyordu.
Melekler ona nida etti; ruhani kuvvet melekleri ona nida etti.
Allah onu Yahya ile müjdeledi; alemi ecramdan takdis olunan Allah'ın kelimesi kalp İsa'sını tasdik edici, Seyyiden; kuvvetin bütün vasıflarında,
Hasura; Tabiatın mübaşeretinden uzak,
Nebiyyen; marifet ve hakikatleri haber veren, ahlakı öğreten,Salihlerdendi; Salihler sülukunda muntazamdı. O salihler ki; onlar mücerredat ve hazerat mukarrebleridir.
✽ "فَنَادَتْهُ الْمَلٰٓئِكَةُ Melekler ona nida etti" cümlesinde melekler umum söylenmiş, hususi olarak Cebrail aleyhisselam kastedilmiştir.
✽ وَهُوَ قَٓائِمٌ hal cümlesidir. Zikredilmesi icabetin süratini beyan içindir.
✽ O Mihrab'da namaz kılarken, tecessümdür.
✽ يَحْيٰى kelimesinde cinas-ı kalp vardır.
✽ 'İsmi Yahya olacak' yerine direkt Yahya ile müjdeliyor, buyrulması kevn-i lahıktır.
✽ بِكَلِمَةٍ مِنَ اللّٰهِ Hz. İsa için sıfatlı kinayedir.
✽ Allah'ın kelimesini tasdik edici, idmaçtır. Henüz Hz. Meryem hamile değilken, Hz. Yahya'nın müjdesini alan Zekeriya aleyhisselama aynı anda Hz. İsa'nın geleceğine dair bir remiz yapılmıştır.
✽ Seyyid, hasur, salih kelimeleri arasında muraat-ı nazır vardır.
✽ Sıfatların peş peşe sayılması tefridir.
✽ يُصَلّٖي ve الصَّالِحِينَ arasında cinası müzariye lahık vardır. مُصَدِّقاً ile aralarında cinas-ı nakıs vardır. حَصُوراً ile صَالِح arasında cinas-ı müzari vardır.
40- Zekeriyya: ‘Ey Rabbim bana ihtiyarlık çökmüş, karım da ihtiyar bir hatun iken benim nasıl oğlum olur?’ dedi. Allah (cc): ‘İşte öyle Allah (cc) dilediğini yapar!’ buyurdu.
Hz. Zekeriyya sevinç şaşkınlığı içinde Hz. Meryem gibi soruyor. Yine Allah (cc) dilediğini yapar diye cevap veriliyor. Bu bir peygamber için bir mucize. Allah olmazları oldurur, gücü her şeye yeter. O dilerse kayanın içinden deve çıkarır, parmaklardan, taşlardan su fışkırtır. asayı yılan yapar. Onun harikulade işleri saymakla bitmez. Biz kullara hazinelerden çok az ihtiyaca göre verilmiş. Ama her şeyin hazinesi onun elinde bütün kudret O'nun elinde. O; her şeyi bilen Kadir-i Zülcelaldir. Hz. Zekeriya'ya da mucizeyle mucize bir evlat vermiştir.
Hz. Zekeriya bu müjdeyi aldığında 92 yaşındaydı. Bu büyük nimete tazim için 'Nasıl çocuğum olur?' dedi. Yaşlılık ve kısırlık normal manilerdendir.
a) Melekler Zekeriyya'ya seslenip de, Ona Yahya (as)' yı müjdeleyince, Zekeriyya (as) şaşırdı ve Allah'a yöneldi.
b) Bu, meleklere karşı bir hitaptır. Buradaki “Rab” kelimesi, "mürebbî-terbiye eden" anlamına işarettir. Mahlûkun da bu kelimeyle nitelenmesi caizdir. "Falanca beni terbiye ediyor ve bana güzel davranıyor" denilir.
اَنّٰى "nereden, nasıl olacak?" manasındadır.
1- Zekeriyya (as) için çocuğun olmasının birkaç yolu vardı. Hz. Zekeriya bu yolların hangisi ile çocuğun verileceğini sordu. Allahu Teâlâ onu tekrar gençleştirecek, hem kendisi hem de hanımı bu durumları üzere mi çocuk sahibi olacak? Çocuk sahibi olabilecek hale mi döndürülecekler? Yoksa ileri yaşlarına rağmen mi onlara bu çocuğu verecektir.
2-) Bir şeyden ümidini kesen kimse, onun olmasını uzak ihtimal zanneder. Ama, bu maksadının meydana geldiğini görünce, sevincinin şiddetinden dolayı âdeta dehşete düşer, “kendisine çok büyük mallar bağışlayan bir kimseyi görüp, "Bu malları nasıl hibe ettin? Neden bunları hibe etmeyi istedin, nasıl olup da bu kadar mal hibe etmeye gönlün razı oldu!" diyen kimse gibi, "Bu nasıl oldu? Bu nereden vaki oldu?" der.
Zekeriyyâ (as) bunu uzak ihtimal zannettiği hâlde, Allahu Teâlâ'nın duasına icabet ettiğini görünce, neşesi ve sevinci artmış, böyle söylemiştir.
3- Melekler, Zekeriyyâ (as)'ı Yahya ile müjdelediklerinde o, kız tarafından mı, yoksa kendi sulbünden mi, o anki hanımından mı bu çocukla rızıklandırılacağını bilemedi. Bu ihtimalden dolayı o bu sözü zikretti.
4- Kul, bir şeyi çok arzu eder, onu efendisinden ister. Efendisi de, ona istediğini vereceğini vaad eder. İsteyen kişi bu vaadi duymaktan son derece memnun olur. Çoğu zaman, cevabı yeniden duymak için, isteğini tekrar eder. Cevabın tekrarından mutluluk duyar. Zekeriyyâ (as)'nın bu sözü tekrarlamasının sebebi bu lezzet için olabilir.
5- Hz. Zekeriyyâ 'nın duası, çocukla müjdelenmesinden altmış yıl önceydi. O, müjdeleme anında böyle bir istekte bulunduğunu unutmuştu. Hz. Zekeriyya çocukla müjdelendiği günde 92 veya 120, hanımı ise 98 yaşındaydı. İhtiyarlığında böyle bir müjdeyi duyunca, Allah'ın kudreti hakkındaki şüpheden dolayı değil, kendi durumundan ötürü bunu yadırgamış, pek uzak ihtimal zannetmişti.
O çocuğu kısır hanımından mı yoksa başkasından mı bağışlanacağını öğrenmek üzere soru sormuştur.
6- Hz. Zekeriya; bunu tevazusundan dolayı söylemiştir. 'Ben ve hanımım bu durumda iken, nasıl çocuk sahibi olmaya layık görülebilirim?'
Hz Zekeriya'nın; kendisi ihtiyarlamış, karısı da kısır olduğu halde çocuk istemesi, Allah'ın gücüne ne kadar inandığını ve çocuksuzluğun gönlünü incittiğini göstermektedir. Allah'ın kudreti konusundaki bu güçlü inanç ve çocuk sahibi olma arzusu, normalde imkansız olan birşey istemesine sebep olmuştur.
عَاقِرٌ kelimesi, aynı şekilde erkek ve kadın için kullanılan bir kelimedir. Doğum yapmamış, yapamamış kadın için "Âkir" denildiği gibi 'Ukâre' de denilir. Âkir, aynı zamanda üzerinde hiçbir bitkinin bitmediği büyük kum yığını anlamına gelir. Ukr, kendisiyle münasebet kurulan kadına mehir olarak verilen şeye de denilir. 'Ukr yumurtası' horoz yumurtası demektir. Çünkü horoz bütün ömrü boyunca tek bir yumurta yapar. Ateşin ukr'u ise ortası ve büyük bir bölümü demektir. Havuzun akr'ı ise su içmek üzere gelen develerin durdukları son noktadır.
Zekeriyya (as), bu uzak ihtimal sayma durumunu pekiştirmek için, kendi yaşlılığının yanı sıra hanımının da kısır olduğunu belirtmiştir.
Bu cümle, surenin sebeb-i nüzulünde zikredilen ehl-i kitaba da bir tarizdir. Şu manaya gelir: "İşte böyle... Ey Kitab ehli! Muhammed (sav)'in peygamberliğini şaşkınlıkla karşılamayın. Allah, dilediği işi yapar. Onun her işlediğinde mutlaka yüksek hikmetler vardır.
Ama bu hikmetleri bazan birçok insanlar farkedemez."
✽ "اَنّٰى يَكُونُ لٖي غُلَامٌ Benim çocuğum nerden olacak" sorusu hayrette mübalağa için tecahül-ü ariftir. İstifhamdan murad şükürden kinayedir.
✽ "يَكُونُ لٖي غُلَامٌ" İsnad-ı mecaziden mefule isnaddır. Bana nasıl çocuk vereceksin, yerine 'Çocuğum nasıl olacak?' buyruldu.
✽ "قَدْ بَلَغَنِيَ الْكِبَرُ İhtiyarlık bana ulaştı" masdara isnaddır. Ben ihtiyarladım, yerine ihtiyarlık bana ulaştı, buyruldu.
✽ Kalptir. Faidesi, yaşlılığın kendisinde temekkününü izhardır. Sanki yaşlılık kendisini takip etmiş ve yetişmiştir.
✽ "كَذٰلِكَ اللّٰهُ يَفْعَلُ مَا يَشَٓاءُ Allah işte dilediğini böyle yapar" buyruğunda teşbih vardır. Müşebbeh, Allah'ın dilediğini yapması, müşebbeh-i bih Hz. Zekeriya'nın yaşlı ve kısırken çocuk sahibi olmasıdır. Vech-i şebesi; kudretine hiçbir engelin bulunmaması, adet ve sebeplerin kazasını perdelememesidir.
✽ Ayette, Zekeriya (as)’ın başkasıyla evlenmesi emredilmeyip, çocuğun kısır hanımından olacağına tariz vardır. Bu aynı zamanda Zekeriya (as)’ın hanımına ikramdır.
41- ‘Rabbim bana bir alamet ver’ diye yalvardı. Allah ‘Alametin üç gün insanlarla işaretten başka türlü konuşmamandır ve Rabbini çokça an, gün batarken ve gün doğarken tesbih ile meşgul ol!’ buyurdu.
Zekeriya as üç gün konuşmayıp sadece zikredebilmesi bir mucize idi. Aynı zamanda bu büyük nimete yapılan bir şükür, bir teşekkürdü. Çünkü çocuk sahibi olduğunda Hz. Zekeriyya yüz yirmi, eşi doksan sekiz yaşındaydı. İhtiyarlık ve kısırlık bir araya gelmişti. Bu iki sebepten her biri çocuk olmasına manidir. Buna rağmen Hz. İbrahim gibi Hz. Zekeriyya da evlat sahibi olmuştu.
Hz. Zekeriyya bu alâmeti itmi'nanının artması için istemiştir. Yani; Sen bana bir alâmet vermekle ni'metini tamamla, demiştir. O takdirde böyle bir alâmet ek bir nimet ve lütuf olur.
Şu anlama da gelir: Rabbim, Sen bana çocuğun var olduğuna delalet edecek bir alâmet yarat. Çünkü ben onun olup olmadığını bilemem, bu benim için bir gaybdır.
Cenâb-ı Hak burada "üç gün", Meryem Sûresi'nde ise, "üç gece"yi zikretmiştir. Bu iki âyetten, bu alâmetin geceleriyle beraber üç gün içinde bulunduğu anlaşılır.
Ard arda üç gün üç gece, demektir. Gece veya gündüzün tek biri zikredilince, lugat ve örf bakımından diğeri de kastedilmiş demektir.
Zekeriyya (as) Cenâb-ı Hak'tan hamileliğin meydana geldiğine dair bir alâmet isteyince, Allahu Teâlâ ona, "Senin alâmetin, konuşamamandır; yani sen üç gün üç gece insanlarla konuşmayıp, insanlardan ve dünyadan yüz çevirerek, zikir, tesbih ve tehlil ile meşgul olup, böyle bir bağışından dolayı Allah'a şükretmekle emrolunursun. Eğer bir şeye ihtiyacın olursa, bunu işaretle göster. Bu tâatla emrolunman, bu arzunun meydana geleceğine alamettir" demiştir.
♦ Bu hâdise Hz. Zekeriya için bir mucizedir: O; tesbîh edip zikredebiliyor, dünyevî meseleleri ise konuşamamıyordu.
♦ Hz. Zekeriyya kendisini konuşmaktan alıkoyan bir hastalık sebebiyle konuşamaz hale geli. Bu, bünyesi sağlıklı olduğu halde, belirli günlerde tahakkuk eden bir acizlik haliydi.
♦ Bir diğer tefsire göre; "İnsanlarla konuşamamandır" buyruğundan kasıt, üç gün süreyle oruç tutmasıdır. Çünkü onlar oruç tuttukları vakit ancak işaretle konuşurlardı.
Hz. Peygamber "Bir gün boyunca akşama kadar susup konuşmamak yoktur" buyurarak, o devirde ibadet hükmünde olan sükutu neshetmiştir.
a) Bu, el, baş, kaş, göz veya dudaklarla yapılan işarettir. Kelimenin asıl anlamı harekettir.
b) Remz, konuşma veya ses olmaksızın, kelimeyi dudak hare-ketleriyle göstermektir. Remz ile konuşma sırasındaki dudak hareketleri, sesli konuşma sırasındaki dudak hareketlerine uyacağı için, işaretle anlatım mümkündür.
c) Remz, gizli ve alçak bir sesle konuşmaktır. Sadece yüksek sesle konuşması yasaklanmıştı.
Remz, bir söz çeşidi değildir. Ama “insanlarla konuşmamandır" ifâdesinden istisna edilmiştir. Çünkü remz ile, konuşmadan kastedilen amaç yerine getirilir. Bu yüzden "söz" olarak isimlendirilmiştir.
İşaretin fıkhi hükmü:
Bu âyet-i kerimede, işaretin söz söyleme seviyesinde değerlendirildiğine delil vardır.
Mesela dilsiz bir kimse hanımını boşadığını işaretle ifade ederse bu boşama geçerli kabul edilir.
İnsanlarla işaretle konuşması, Hz. Zekeriyya'nın gönlünü tamamen Allah'a çevirip O'nu anmasını, O'nunla meşgul olmasını temin etti. Dil ile konuşmayıp, sadece el, dudak, göz işaretleriyle konuşması, insanlarla ilişkisini azaltacak, insanlarla azalan ilişkinin yerini, Allah'ı zikretmek dolduracaktı.
Allahu Teâlâ onun dilini, işaret ile konuşmanın dışında, dünya meselelerini konuşmaktan alıkoydu. Ama, zikir ve tesbihat konusunda, dilini kullanabiliyordu.
Veya buradaki zikir, kalb ile zikirdir. Çünkü marifet denizine gark olanların âdeti, başlangıçta bir süre dil ile zikre devam etmektir. Kalb, Allah'ın zikrinin nurlarıyla dolduğunda, dil susar, zikir kalbte devam eder. Bundan dolayı arifler, "Allah'ı tanıyanın, dili tutulur" demişlerdir.
عَشِىُّ güneşin ufka doğru inmeye başladığı zamandan ufukta kayboluncaya kadar geçen zamanı ifâde eder.
اِبْكَارُ fecrin doğuşu ile kuşluk vaktine kadar olan zamandır.
Bu tesbih, dil ile zikir manasına geldiği gibi, "Namaz kıl" anlamında da olabilir. Cenâb-ı Hak, "Haydi akşama girerken ve sabaha ererken Allah'ı tesbih edin (Yani namaz kılın)" (Rum, 17) buyurmuştur. İçinde tesbih de yapıldığından, namaz "tesbih" diye adlandırılmıştır.
'Uyanık ve mahviyet halinde Rabbini zahire bağlanma noksanlığından tenzih et. Batın zikrine devam et.'
Zikir gönlün, tesbih de aklın eylemi olarak anlaşılırsa, farklı ibadetlerin kasdedildiği anlaşılır. Çünkü tesbih, aynı zamanda Allah'ı noksan sıfatlardan tenzih etmek demektir. Yüce Allah Hz. Zekeriyya'dan, kendisini anmasını ve noksan sıfatlardan uzaklaştırmasını istemiştir. Noksan sıfatlardan uzaklaştırmak da, O'nun her şeyi yapabilecek güçte olduğunu itiraf etmektir. Çünkü Hz. Zekeriyya, karısının kısırlığı, kendisinin ihtiyarlığı sebebiyle, çocuğunun olamayacağını düşünüyordu. Onun için Yüce Allah, kendisini noksan sıfatlardan tenzih edip her şeyi yapabilecek güçte olduğunu itiraf etmesini emretmiştir.
Hz. Zekeriyya için çocuk sahibi olmanın alameti olarak insanlarla işaretle, Allah ile de zikir ve tesbihle iletişim kurması emredildi.
Üç gün bu şekilde davranmak, mucize için bir hazırlık safhasıdır.
✽ 'Bana bir ayet ver' umum, 'çocuğumun olacağına dair bir alamet ver' husustur.
✽ وَاذْكُرْ رَبَّكَ كَثٖيراً dedikten sonra وَسَبِّـحْ بِالْعَشِيِّ وَالْاِبْكَارِ buyruğu ibhamdan sonra izah itnabıdır.
✽ كَثِيرًا kelimesi mahzuf mefulü mutlakın sıfatıdır.
✽ Duaya icabet eden Allahu Teâlâ olduğu halde, 'Rabbini tesbih et' buyruldu. Tecrid, gaibten muhataba iltifattır.
✽ 'Sabah-akşam' arasında tibak-ı icab vardır. Tesbih ve zikir arasında, muraat-ı nazır vardır. رَبِّ ile رَبَّ arasında reddül aciz vardır.
42- Bir vakit melekler şöyle demişti: ‘Ey Meryem, Allah (cc) seni seçti, seni pak ve temiz büyüttü ve çağındaki milletlerin kadınlarına üstün kıldı.’
Hz. Meryem'in serüveni devam ediyor. Melekler ona alemler üzere seçkin olduğunu müjdeliyor. Makamının yükselmesi, rabbi kerimine yaklaşması için yapması gereken ibadetlere mukaddime olarak Rabbin seni temiz kıldı, tertemiz eyledi. Zevkle, şevkle ibadet etmenin ön şartı olan bu kalp ve ruh temizliği, Hz. Meryeme verilmişti. Aynı zamanda ileride kendisine atılacak iftiralara, çekeceği sıkıntılara mukavemetti. Özgüvenli, tevekküllü, dayanıklı olması için bir teyid-i ilahiydi.
Ayette 'seni seçti' kelimesi iki kere geçiyor. İlk seçkinliği bir peygamber sulbünden ve Rabbinin emrine sıdkı bütün, teslim olan bir anneden dünyaya gelmesi. İkinci seçilmesi de Beyt-i Makdis'e adanmış olan tek hanım, tek seyyide. Ve bunu muvaffakiyetle yerine getirmiş olmasıdır.
"Melekler" den maksad, sadece Cebrail (as)'dır. Cebrail (as)'ın gelişi, ya Hz. Meryem için keramettir. Ya Hz. İsa için irhasattır. Ya da Hz. Zekeriyya için mucizedir.
Mihrab'ta farklı bir eğitime tâbi tutulan Meryem'e farklı bir şahsiyet kazandırıldı. Adandığı mabed, Hz. Meryem'in okulu oldu. Cenab-ı Allah Hz. Meryem'i; nimet verildiğinde aşırı derecede şükreden, övüldüğünde de kendini feda edercesine amel ve ibadette bulunan hoş ve temiz kişilikli insanlardan kıldı.
"Melekler dediler ki: Ey Meryem! Allah seni, sırf kendi evine hizmet etmen ve bakımını yapman için seçti. Oysa bu işe ancak erkekler elverişli olurlar. Ama O seni, mescitte kalmaktan engelleyen her çeşit kirden ve ayıptan arındırdı."
Birinci 'اِصْطَفَى Seçti' fiili Hz. Meryem'in ömrünün ilk yıllarında başına gelen güzel işlere hamledilir.
· Allahu Teâlâ, kadın olmasına rağmen onun Beyt-i Makdis'in hizmeti için verilmesini kabul buyurdu. Ondan başka hiçbir kadına bunu nasip etmedi.
· Hz. Meryem'i annesi doğurur doğurmaz ona hiçbir şey yedirip emzirmeden Hz. Zekeriyya'ya teslim etti, onun rızkı cennetten gelmeye başladı.
· Allahu Teâlâ, ibâdet etsin diye onu başka meşgalelerden uzak-laştırdı, Zekeriya (as)'ın hücresinde terbiye etti ve bu mânada ona çeşitli lütuflarda bulundu.
· Allahu Teâlâ, onun iaşesini, kendi uhdesine aldı. "(Zekeriyya), "Meryem bu sana nereden (geliyor?) dedi. O da, "Bu, Allah tarafindandır" (Âl-i İmran, 37) âyetinde de belirtildiği gibi, onun rızkı Allah tarafından gelmiştir.
· Cenâb-ı Allah, ona meleklerin sözünü açıkça duyurdu, onu yüksek kerametlere mazhar kıldı. Bu, ondan başka hiçbir kadına nasib olmamıştır.
İkinci “اِصْطَفَى ” ise ömrünün son yıllarında karşılaştığı güzel şeylerdir.
Allahu Teâlâ, Hz. İsa'yı ona babasız olarak verdi. İsâ (as)'yı, annesinden doğarken konuşturdu. O da, annesinin ileri sürülen töhmetlerden temiz olduğunu gösterecek şeylerle şehâdette bulundu.
Allahu Teâlâ Hz. Meryem'i inkâr ve günahtan, erkeklerin dokunmasından, kötü işlerden, çirkin âdetlerden, yahudilerin katlinden, töhmet ve yalanlarından, dinde şüphelerden, kadınlara mahsus hallerden temiz ve uzak kıldı. Hiç hayız görmedi.
'Âlemlerin kadınları' kıyamete kadar gelecek bütün kadınlardır.
'Seçilme'nin tekrar edilmesinin sebebi şudur: Birincinin anlamı ibadet etmek üzere seçilmesidir, ikinci seçkinlik ise Hz. İsa'yı doğurmak üzere seçilmesidir.
Dünya kadınlarının en hayırlısı dört tanedir. Bunlar İmrân kızı Meryem, Firavun'un karısı Muzâhim kızı Âsiye, Huveylid kızı Hadice ve Muhammed kızı Fatıma'dır. Hadis-i Şerif
Cennete benim ümmetimin ileri gidenlerinden, aralarında İbrahim, İsmail, İshak, Ya'kub, Esbat (Hz. Yakub'un evlatları) Mûsâ, İsa ile İmrân kızı Meryem gibi ondört adam dışında, hiç kimse daha önce cennete gitmeyecektir diye yemin edecek olursa şüphesiz ki benim bu yeminim doğrudur. Hadis-i Şerif
✽ اِصْطَفَى fiili iki kez geçti, tekrir sanatıdır. İlk ıstıfa münezzeh ve temiz olmasıyla zati, ikincisi başkalarına üstün kılınması manasında olduğundandır.
✽ Hz. Meryem'e إِنَّ tekit edatının gelmesi ve müsnedin fiil gelerek hükmü takviye etmesi, muktezayı zahirin hilafına kelamdan; haber istemeyeni istekli hale getirip, tekit getirilmesidir.
✽ 'Seçti' ve 'temizledi' fiilleri arasında muraat-ı nazır vardır.
✽ Temizledi; istiare-i vefakiyedir. Hz. Meryem hem madden hem de manen temizlenmiştir.
✽ عَلٰى نِسَٓاءِ الْعَالَمٖينَ istiare-i tebaiyedir. Hz. Meryem'in alem kadınlarının üzerini kaplayan büyük bir örtü gibi çok üstün olduğuna işarettir.
43- Ey Meryem, Rabbine muti ol, secdeye kapan, rüku edenlerle birlikte sen de rüku eyle.
"Ya Meryem bu pak temiz halinle Rabbine ibadet et, secde et. Rüku edenlerle beraber rüku et" emri ile Hz. Meryem tam bir kulluk makamına ulaşmıştı.
O ibadetini kendi makamında yapardı. Bu defa mescitte ibadet edenlerin yanına gidip rüku edenlerle rüku emrine uyup oraya gitmiş, orada Rabbinin kerametlerine mazhar olmuştu. Öte yandan Yahudi alimleri bu durumdan rahatsız olmuş, Hz. Meryemin imtihanlı günleri başlamış. Bu zorlu günler onu Rabbine daha çok yaklaştırmaktaydı.
İslam'ın aslı huşu ve inkıyaddır. Kunut, ibadet etmek ve huşu ile bağlanmak manasına gelir.
'Kunut' kelimesine 'susarak' manası da verilmiştir. Allah'ın heybeti karşısında başka hiçbir şeye iltifat etmemektir. Cabir (ra) kunut kelimesine, ayakta durmak manasını vermektedir. Kunut, devam etmek, sabretmek ve ayrılmamak manasına da gelir ki Allah'a itaat etmek ve O'nun hizmetinde bulunmaktır.
اُقْنُتٖي ibâdeti emir, اُسْجُدٖي وَرْكَعِى emirleri ise, uygun vakitlerde secde ve rükûyu emirdir. Yoksa bundan murad, hem secdeyi hem de rükûyu beraber yapıp, secdeyi rükûdan önce yapmak değildir.
Secde, rükudan önce zikredildi. Aralarındaki atıf vavı, tertibi değil, beraberlik ifâde eder.
Ancak bu önceliğin şu hikmetleri de vardır:
♦ Kulun, Allah'a en yakın olduğu zaman, secde ânıdır. Fazilet ve şerefinden ötürü önce zikredilmiştir.
♦ Secde, huzû mertebelerinin en yakınıdır.
♦ Tertibli bir şeyi anlatırken uygun olan, aşağıdan yukarıya doğru sırayı takip ederek anlatmaktır.
♦ Ya da 'Rükû et' emrinin, "rüku edenler - الرَّاكِعِينَ" kelimesine yakın olması için, secde kelimesinden önce zikredilmiştir.
'Secde et' emri, 'Namaz kıl' manasında da olabilir. Namazın en şerefli parçası secdedir. Bir şeyi en şerefli parçasının ismi ile adlandırmak, meşhur bir mecâzdır. "Secdelerin arkasından da O'nu tesbih et" (Kâf, 40) âyetinde de "secde" namaz manasındadır. Hadis-i Şerifte "Sizden biri mescide girdiği zaman iki secde yapsın, yani iki rekat namaz kılsın" buyrulmuştur. "Mescid" lafzı da, "sücûd-secde etme" masdarından bir isimdir. Ama mescid secde edilecek değil, namaz kılınacak yerdir.
‘Secde et ki Bana yaklaşasın, ruku et, enaniyetini kır ki Beni bulasın. Zira Ben, kalbi Benim için kırıkların yanındayım.’ (T. Necmiyye)
✽ ✽ ✽
Secde etmek kanserden koruyor...
Mısır’ın başkenti Kahire’de bulunan Ulusal Işın Teknolojisi Merkezi’nde yapılan bir araştırma, secdenin insanı kanserden koruduğunu ortaya çıkardı.
Araştırmayla secdenin hamile kadınlar için de oldukça yararlı olduğu ve ceninin şekil bozukluğuna uğramasını engellediği, ayrıca birçok bedensel ve psikolojik hastalıklara iyi geldiği tespit edildi.
Işın Teknolojisi Merkezi Başkanı Biyoloji profesörü Muhammed Ziyaeddin Hamid, bu çağda insanların her yönden elektromanyetik dalgalara maruz kaldığını ve daha fazla ışın aldığını belirterek, vücutta biriken bu yükün mutlaka dışarı atılması gerektiğini bildirdi.
Araştırma sonucu vücutta biriken elektromanyetik yükün secde ile dışarı boşaltıldığının belirlendiğini dile getiren Mısırlı bilim adamı, bilimsel araştırmaların insan boyunun küçüldükçe elektromanyetik dalgalara uğrama oranının daha da azaldığını gösterdiğini söyledi.
✽ ✽ ✽
♦ Bu, ona cemaatla namaz kılmasını emirdir.
♦ Ya da bu rükûdan maksat tevâzûdur.
♦ Onların şeriatına göre, secde rükûdan önce olmuş da olabilir.
Önce kunut zikredildi, bu umumi taattır, içine secde, kıyam, zikir, dua gibi tüm ibadet çeşitleri girer. Sonra daha hususi olan secde zikredildi. Secde tek başına yapılan bir taattır, şükür secdesi, tilavet secdesi gibi. Sonra namaz içinde meşru oldu.
Secdenin ardından rüku zikredildi. Rüku ancak namazda meşrudur, tek olarak yapılmaz. Secdeden daha hususidir. Böylece ayet-i kerime umumdan hususa, husustan ehassa doğru bir tertiple getirildi.
Bu Kuran'ın üsluplarındandır. Kelam bazen umumdan hususa, bazen husustan umuma iki farklı yolu göstermek, bildirmek için böyle gelir.
Hz. Meryem, insanların içine karışmasa dahi, Beyt-i Makdis'in etrafında yaşayan kimselerle birlikte Beyt-i Makdis'te cemaat halinde namaz kılması emredilmiştir.
Melekler bu sözleri Hz. Meryem'e söyleyince o kalkıp namaz kılmaya başlamış ve ayakları şişip, kanayıncaya kadar namaz kılmıştır. Kıyamda o kadar çok dururdu ki, kuşlar onu cansız sanıp başına konardı.
Secde ve rükünun zikredilmesi; namaz rükünlerini yerine getirme konusunda mübalağa, icabına riayet ve secde ile rükunun faziletini, namazda asıl olduklarını bildirmek içindir.Hz. Meryem'e bahşedilen nimetler ve bunlara mukabil ondan istenen ibadetler, tüm kadınlara bir örnektir. Huşu içinde Allah'ın huzurunda ayakta durmak, secde ve rüku etmek, bütün müslüman kadınların yapması gereken ibadetlerdendir.
✽ ‘يَا مَرْيَمُ’ nidasının tekrar edilmesi durumuna taaccüp kastıyladır. İlk nida Hz. Meryem’in meleklerin çağrısını dinlemeye yönelmesi için, ikincisi ise durumunu tazim ve taccüp için kullanılmıştır.
✽ 'İtaat et'ten sonra 'Secde ve rüku et' emrinin gelmesi, umumdan sonra hususiyi zikirle itnabtır.
✽ اقْنُتٖي وَاسْجُدٖي وَارْكَعٖي fiilleri arasında, muvazene ve muraat-ı nazır vardır.
✽ اقْنُتٖي لِرَبِّكِ 'Rabbine itaat et' yani itaate devam et, anlamındadır. Kevn-i sabıktır.
Mefhum-u lakabı, Rabbinden başka kimseye itaat etme, demektir.
✽ 'Rüku edenler' sıfatlı kinayedir. Hz. Meryem'in bulunduğu mihrabtaki abidler kastedilmiştir.
Cüz-kül alakası ile rüku ve secde söylenmiş namaz kastedilmiştir.
44-Bu sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Yoksa Meryem’i himayesi altına alacaklar diye kalemlerini kura için atarlarken yanlarında değildin; onlar tartışırlarken de yanlarında değildin.
Ayet bizi maziden istikbale, istikbalden maziye asr-ı saadetten o deme, o demden bu deme götürüp getiriyor. Hem olayı, hem gönüllerimizi canlı tutuyor. Ayette Hz. Meryem'e ibadeti emrettikten sonra şimdi Efendimize hitap ediyor ve onun peygamber olduğunu tasdik edercesine 'Bunlar gayb haberleri, sen; Meryem'e hangisi kefil olacağına dair kura çektiklerinde onların yanlarında değildin' buyuruyor. Olayı Efendimizin gönlünde canlandırıyor.
"Peygamberliğinin sıhhatına delalet etmesi, seninle münakaşa ve mücadele eden kafirleri ilzam etmen için Allah Teâlâ bunları sana inzal ediyor." ذلك 'Bunlar' lafzı, yukarıda zikredilen şeylere işarettir. "Hanne, Zekeriyya, Yahya ve Meryem oğlu İsa'nın kıssaları gayb haberlerindendir. Sen bunları ancak vahy ile bilebilirsin" manasındadır.
Vahiy, işaret, yazmak ve haber göndermek demektir. Başkasına bilmesi için bırakılan herşeye (vahy) denir. Nasıl olursa olsun. Vahiy aynı zamanda hızlı demektir. Sese de 'el-Vahâ' denir.
اِنْباَءُ gaybtan haber vermektir. 'اِيحَاءٌ - vahiy' kelimesi ise Kur'ân-ı Kerim'de çeşitli manalarda kullanılır; irsal, ilham, ifka (vâkıf kılma), işaret gibi.
Vahy, vahyolunana işaret etme, yazma ve bunlar gibi başka gizli yollarla bir şeyi bildirmektir. İlham da vahiy sayılır. Allahu Teâlâ, "Rabb'in bal arısına vahyetti" (Nahl, 68); Şeytanlar hakkında, "Onlar dostlarına vahyederler" (Enam, 121), ve "(Zekeriyya) onlara "sabah akşam tesbihte bulunun" diye vahyetti" (Meryem, 12) buyurmuştur.
Gaybı öğrenmenin yolları;
1. Müşahede
2. Kitaptan okumak
3. Bir alimden öğrenmek
4. Allah'ın vahyetmesiyle öğrenmek.
Efendimiz'in gayba vakıf olmasında, asla ilk üç madde sözkonusu olmamıştır. (Efendimiz o günü müşahede etmediği gibi herhangi bir kitab okumamış; bir alimden öğrenmemiştir.) Efendimiz'in gayba vakıf olmasına vahiy yolu tayin edildi.
Hz. Peygamberin, o hâdiseleri görmediği bildirildi. Bu zaten belli olup şüphe konusu değildir. Hz. Peygamber (sav) okuyup yazan birisi değildi, yahudiler buna rağmen vahyi inkâr ediyorlardı. Bu durumda geriye sadece müşahede kalmıştı. Ümmi olduğunu bildikleri halde, vahyi inkâr edenlere hakaret olsun diye, 'Sen yanlarında değildin' dendi. Peygamber 'in o esnada orada bulunmadığının bildirilmesi, onun peygamberliğini inkâr edenleri küçük düşürmek içindir. Peygamber o esnada orada bulunmadığı halde bu olanlardan haberdar olması demek ki sadece vahiy yoluyladır.
Onun müşahede etmesi zaten olmayacak bir şeydi. Sanki şöyle denmektedir: "Ey kendisine vahiy ettiğim Habibi edibimi inkar edenler! Ve peygamberlik davasında onu itham edenler! Onu itham edebileceğiniz, müşahede ve gözle görme ihtimali dışında bir sebep yoktur. Bu iddianız ise, beyinsizliğin doruk noktası ve ahmaklıkta aşırılığın sonudur.
Resulullah'ın , kendinden asırlarca önce yaşayan peygamberlerin hadisesini müşahede etmesi gibi bir ihtimali düşünenenden daha sapık biri olabilir mi? Bu müşrik ve kafirlerin hallerinden daha gülünç, alay edilecek ve istihza edilecek bir hal var mıdır?"
"Meryem'i onlardan hangisi himayesine alacak" sözünde bir hazif vardır. "Meryem'i hangisinin himayesine alacağını görsünler diye kalemlerini atıyorlardı" takdirindedir.
Münakaşa edip çekişenler, Beyt-i Makdis'e hizmet edenler; ya da âlimleri, din adamları ve vahiy kâtipleriydi. Onlar, dinî bakımdan faziletli ve bu yolda istekli, havastan yirmi yedi kişilerdi. Ürdün nehrine gittiler.
♦ "Kalem" kelimesi birşeyi kesmek anlamına gelen قلم fiilinden türetilmiştir.
Kalemler, Tevrat ve diğer kitapları yazdıkları kalemleridir. Kalemi, suyun akış istikâmetinin ters yönüne doğru giden, bu kefalete hak kazanacaktı. Sadece Zekeriyya (as)'nın kalemi bu şekilde suyun aksi istikametine gitti.
♦ Onlar değneklerini akan suya attılar, sadece Zekeriyya (as)'ın değneği suyun akış istikâmetinin tersine gitti. Üç kere tekrarlardılar. her seferinde Zekeriyya (as)'ın değneği su üstüne çıktı, kurayı o kazandı.
♦ Onların kalemlerini atmaları, gerçek bir kura çekmedir. Onlar, üzerlerinde isimleri yazılı olan şeyleri kur'a için çekip, kimin ismi çıkarsa, ona vereceklerdi. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Derken onlar kur'a çekmişlerdi de (Yunus) yenilenlerden olmuştu" (Saffat, 141) buyurmuştur. Bu, Arapların kumarda kazanılan devenin etini paylaşmak için çektikleri fal oklarına benzer. Bu hisseler, kesilip parçalandığı için, "kalemler" diye adlandırılmıştır.
♦ Hz. Meryem'in babası İmran oğullarının başkanı ve ileri gelenlerindendi. Bu sebeble Hz. Meryem'e kefil olma hususunda istekliydiler.
♦ Veya annesi onu, ibâdete ve Beyt-i Makdis hizmetine adadığı için ona kefalette istekliydiler.
♦ Ya da; önceki ilâhî kitaplarda Hz. Meryem'in ve Hz. İsa'nın halleri haber verilmişti. İbâdet olsun diye onu himaye etmek istemiş ve bundan ötürü çekişmişlerdir.
Bu çekişme; kur'adan sonra meydana gelen bir başka çekişme de olabilir. Hz. Meryem'i himaye hususunda çok arzulu olmaları, annesi Hanne'nin "Benden bu adağı kabul et. Şüphesiz hakkıyla işiten, kemaliyle bilen sensin sen" (Âli İmrân, 35) ve ' Ben onu da, zürriyetini de o taşlanmış şeytandan sana sığındırırım'' (Âli İmrân, 36) duası sebebiyle olmuştur.
Kura çekmenin hükmü
İlim adamları bu âyet-i kerimeyi kur'anın kabul edileceğine delil göstermiştir. Kur'a paylaştırmada adaleti isteyen herkes için aslî bir ilkedir, sünnettir. Böylelikle taraflar arasında adalet sağlanır, kalpler mutmain olur, hakları paylaştıran kimse hakkında zanda bulunma ihtimalleri ortadan kalkar. Hak sahiplerinden birisinin, diğerinden daha fazla hak alması kura ile önlenmiş olur.
Üç peygamber kur'a ile amel etmişlerdir: Hz. Yunus, Hz. Zekeriya ve Hz. Muhammed (sav).
Ensar, Muhacirlerin nerede kalacaklarına dair kura çekmişlerdi. Hz. Aişe: "Rasûlullah bir yolculuğa çıkmak istediğinde hanımları arasında kur'a çekerdi. Hangisinin payı çıkarsa onunla birlikte yolculuğa çıkardı" demiştir.
Bu hususta (yolculukta hanımlardan birisi ile çıkma) İmam Malik'ten farklı rivayet gelmiştir. Bir seferinde bu hadis-i şerif dolayısıyla kur'a çeker derken, bir diğer seferinde yolculukta kendisine hangisini daha uygun buluyorsa onunla yola çıkar, demiştir.
Rasûlullah şöyle buyurmuştur: Şayet insanlar ezan okumakta ve birinci safta ne gibi hayırların bulunduğunu bilip de sonra da bunu yapmak için kur'a çekmekten başka bir yol bulamayacak olsalardı elbette kur'a çekerlerdi.Kur'a şu şekilde olur: Birbirine eşit küçük parçalar kesilir. Her bir parçanın üzerine pay sahibinin adı yazılır. Bundan sonra yine aralarında fark olmayacak şekilde çamurdan birbirine eşit parçalar arasına yerleştirilir. Sonra bu çamurlar azıcık kurutulup arkasından bu işlemlerde hazır bulunmayan bir adamın elbisesine bırakılıp elbisesi üzerine örtülür, sonra bu adam elini uzatır ve bir yuvarlak çamur parçası çıkarır. Hangi adamın adı çıktıysa, çekilen pay, kendisine verilir.
✽ 'Bunlar gayb haberlerindendir' cümlesinde ذٰلِكَ ism-i işaretinin gelmesi tazim içindir.
✽ 'Sen yanlarında değildin' cümlesi Efendimiz (sav)'e lazım-ı faide-i haberdir.
✽ يُلْقُونَ ve اَقْلَامَ kelimeleri arasında iştikaka mülhak vardır.
✽ 'Kalemlerini atarlarken' lazım, kura çekerlerken melzumdur. Bu ifade o andaki kurayı gözler önünde canlandıran bir tecessümdür.
✽ وَمَا كُنْتَ لَدَيْهِمْ اِذْ يُلْقُونَ ile وَمَا كُنْتَ لَدَيْهِمْ اِذْ يَخْتَصِمُونَ arasında itnabtan terdit vardır.45- Melekler: ‘Allah (cc) sana sevindirici bir haber veriyor: Kendi katında bir kelime, adı; Mesih, Meryem oğlu İsa, dünya ve ahirette itibarlı ve de Allah’a yakın olanlardan…
Nihayet Hz. Meryem'e zorlu ve mukaddes günler başlıyor. Mesih İsa'yı dünyaya getireceği bildiriliyor. Gelecek peygamberin dünya ve ahirette seçkin, Allaha yakın olacağı haber veriliyor.
♦ Bütün mahlukat, Cenâb-ı Hakk'ın "ol" kelimesi vasıtası ile ya-ratılmış ise de, Hz. İsa hakkında âdeten ve örfen maddi sebep olan baba yoktur. Bu sebeple, onun meydana gelmesinin bu kelimeye nisbeti daha mükemmel ve tam olmuştur. Hz. İsa sanki "kelime"nin kendisi gibi kabul edilmiştir.
♦ Hz. İsa, açıklamalarının çokluğuyla, Allah'ın kelamı hususundaki şüphe ve tahrifatı giderdi. Allah'ın kelâmının ortaya çıkmasına vesile olduğu için "Kelimetullah" diye isimlendirildi.
Mesih lafzının İbranicede aslı ش'lı olarak "Meşîhâ"dır. "Muşa" kelimesi Arapça'ya "Musa", "İsa" kelimesinin "Îşû" şeklinde geçtiği gibi, bu da "mesih" şeklinde Arapçalaşmış ve lafzı değişmiştir. Bu görüşe göre kelime müştak değildir.
Yakın dost, üzerinde nakış ve motifler bulunmayan düz altın para, kutsal yağ sürülen kimse demektir.
Mesih; melik, hükümdar, sıddık, sözü özü doğru, bereket, mübarek, günahlardan temizlenmiş manasına da gelir. Bu kelimenin sadık ve yalan söyleyen şeklinde iki zıt manayı aynı anda ifade eden tezdattan olduğu da söylenmiştir. Ona inanmayanlar bu lakabı kötülemek için kullanmışlardır.
Ancak 'Mesih' kelimesi türemiş ise, iştikakı şöyledir:
♦ Bu isim 'Mesheden' manasındadır. Çünkü onun meshedip do-kunduğu her hasta iyileşirdi.
♦ O yeryüzünü mesheder, yani orada karar bulmaksızın gidip ge-lir, dolaşıp gezerdi, bir mekanda durmazdı. Yüz ölçümü "mesaha" da bu köktendir. Mübalağa ifadesi için Hz. İsa'ya "Mesih" 'çokça gezen' denilmiştir.
♦ Mesih, kelimesi “rahim” gibi ismi fail manasındadır. O, Mesih'di, Allah rızası için yetimlerin başını meshederdi.
♦ O, günahları ve kötülükleri meshedip silerdi.
♦ Ayağında çukur yoktu, düztabandı. Bu nedenle 'Mesih' diye adlandırıldı.
♦ “Fa'îl” vezni ism-i mef'ûl manasında ise,"Mesîh" kelimesi, ism-i mef'ul olarak "memsûh-meshedilmiş" anlamındadır.
♦ Kendisine, ancak peygamberlere sürülen temiz ve mübarek bir koku sürülmüştü, ana karnından bu ilahi koku ile doğmuştu. Bu nedenle 'Mesih' denmiştir.
♦ O doğduğunda, Cebrail (as), onu şeytanın dokunmasından korumak için, kanadıyla meshedip sarmıştır. 'Mesih' adı burdan gelmiştir.
♦ Çok güzel biçimde yaratılan, demektir. Güzelliğin onu meshetmesi yani güzelliğinin açıkça görülmesi dolayısıyla bu adı almıştır.
♦ Günahlardan temizlenmekle meshedilmiştir.
O gelip karanlığı kaldırdı. Kavminin yolunu aydınlattı. Onları gerçek kardeşlik yoluna yöneltti. Onun hükümranlığı, bedenî değil, ruhî idi. Mesih, Hz. İsa'nın övgü lakablarındandır.
"Allah onu meshetti" denildiği zaman, güzel ve mübarek bir hilkat ile yarattı, demektir. 'Mesih' kelimesinin sonu خ harfi olursa; o zaman tam zıddı bir mana olur; "Allah onu meshetti" çirkin ve lânetli bir şekilde yarattı, anlamındadır.
Mesîh خ'lı olarak bir gözü kör demektir ki Deccal bu ad ile anılır. Bir şair şöyle demiştir: "Şüphesiz Mesih (ha ile); Mesih (hı ile)'i öldürecektir."
Hz. İsa’nın lakabının önce zikredilmesi, O'nun çok şerefli olduğunu ve mertebesinin çok kıymetli olduğunu ifâde eder. Allahu Teâlâ onun derecesinin yüksekliğini ifâde için, önce lakabıyla, sonra özel ismiyle zikretmiştir. Çünkü Mesih, Sıddîk ve Faruk lakapları gibidir.
İsim, müsemma'nın bilinmesini sağlayan bir alamettir, onu diğerlerinden temyiz eder. Sanki şöyle denildi: Kendisi kelime olarak bilinen ve diğerlerinden temyiz edilen ve ayırt edilen zat bu üç kelimenin mecmuu (toplamı)dır.
Lakab marife olup tam bilindiği zaman isim gibi açıklayıcı olur.
Hitâb, zaten Meryem'e yapılmışken, 'Senin oğlun' denmeyip, "Meryem oğlu İsa" denildi. Esasen peygamberler, annelerine değil, babalarına nisbet edilir. Cenâb-ı Hak Hz. İsa'yı, annesine nisbet ederek, Hz. Meryem'e oğlunun babasız olarak dünyaya geleceğini bildirmiş oldu.
Hz. İsa, adı geçen her yerde 'Meryem'in oğlu' sıfatıyla getirilir. Ona bu nitelikle hitab etmek; O'nun beşer olduğunu onaylamak, O'nu tanrılaştıranların inançlarını reddetmek, babası olmasa da, Meryem'e mensub olduğunu açıklamak içindir. Bu da Hz. Meryem'in mertebesini, Hz. İsa'nın da dünyada şerefini, ahirette de Allah'a çok yakın ve büyük peygamberlerden olduğunu ifade eder. Faziletlerini arttırır, derecelerini yüceltir.
Vecîh; makam, şeref ve kadr ü kıymet sahibi, itibarlı demektir.
Vecîh, kerîm anlamına gelir. İnsanın uzuvlarının en şereflisi, yüzüdür. İnsanın tanınmasını temin eden en önemli, en kerim uzvu yüzüdür. Bu bakımdan yüze de vech denmektedir. Yüz, kerem ve kemâlden bir istiare olur. Allah katında ve insanlar nazarında değeri, itibarı şerefi, makam ve derecesi olan insan için de bu kelime kullanılmaktadır.
Kuran'da iki peygamber hakkında, 'Vecîhan' lafzı kullanılmıştır. Birisi Hz. Musa için, Ahzab, 69'da geçmiş, diğeri de bu ayette Hz. İsa için zikredilmiştir. Her iki ayetteki vecih kavramı da, makam, şeref, değer, itibar manasına gelmektedir.
♦ Hz. İsa peygamber olması sebebiyle dünyada; Allah katında derecesinin yüksek olması sebebiyle de ahirette itibarlıdır.
♦ Duası müstecâb olması, ölüleri diriltip, anadan doğma körler ile alacalı hastaları iyileştirmesi sebebiyle dünyada; Cenâb-ı Hakk'ın onun ümmeti hakkındaki şefaatini kabul ettiği için, âhirette itibarlıdır.
♦ Allahu Teâlâ O'nu, yahudilerin isnad ettiği ayıplardan temiz kılması sebebiyle dünyada; sevabının çokluğu ve derecesinin yüksekliği sebebiyle âhirette itibarlı, makam sahibi kılmıştır.
♦ Vecih kelimesi, hal olarak mensubtur. "Allah seni, dünya ve âhirette itibarlı olan şu evlatla müjdeler” manasındadır.
Bir insanlar, bir de Allah katında şeref ve itibar sahibi olma vardır; yani şeref ve itibarın bir dinî, bir de toplumsal boyutu vardır. Hz. İsa gösterdiği yararlılıklar nedeniyle bu dünyada haklı bir itibara sahip olduğu gibi, öteki dünyada da itibar sahibi olması doğaldır. Bu dünyada Allah katında itibar sahibi olan, elbette öteki dünyada da itibar sahibi olacaktır.
a) Mukarreb melekler kastedilmiştir. Bu; meleklere büyük bir medihtir. Bu sıfatla onu da meleklere ilhak etmiş, onların derecesine çıkarmıştır.
b) Bu vasıf, Hz. İsa'nın göklere yükseleceğine ve meleklerle arkadaş olacağına dikkat çekmektedir. (Kevn-i Lahık)
c) Âhirette her itibarlı kimsenin, mukarreb (Allah'a yakın olması) söz konusu değildir. O hem vecih, hem de mukarrebdir.
✽ ✽ ✽
Hz. İsa zikrin en yüksek mertebelerine yükselince şeytan kendisine geldi ve "Ya İsa! Allah'ı zikret!" dedi.
İsa aleyhisselam şeytanın bu sözlerine hayret etti. Çünkü şeytanın cibilliyeti insanı zikrullah'dan menetmesiydi. İsa aleyhisselam şeytanın ona iğva verip, kalbi zikir mertebesinden lisani zikir mertebesine indirmek istediğini anladı. Bu mertebe (dil ile zikretmek) İsa Aleyhisselam'ın makamının çok altında bir makam idi.
"Kaybol ey Allah'ın düşmanı!" diyerek onu kovdu.
✽ ✽ ✽✽ 'Seni kendinden bir kelime ile müjdeliyor' buyruğundan sonra, 'İsmi Mesih' diyerek açıklanması, ibhamdan sonra izah ile itnab.
✽ Hitap Hz. Meryem'e olduğu halde 'Senin oğlun' denmeyip 'Meryem'in oğlu' denmesi tecriddir.
✽ Vecih; şerefli, benzerlerinden önde olmak, kavim arasında kerim manasındadır. İnsanın zahir azalarının en faziletlisi olan, idrak vesileleri ve amellerin tasarrufatını kendisinde toplayan yüzden müştaktır. Vecih; istiare yoluyla bir şeyin evveline de ıtlak olmuştur.
✽ 'İsmi Meryem oğlu Mesih, dünyada ve ahirette seçkin, mukarreblerdendir' şekinde ayrıntıyla sayılması tefridir.
✽ Dünya ve ahiret, tibakı icabtır.
✽ 'Ahirette de şerefli' vasıtalı kinayedir. Yani dünyada çok serefli bir hayat yaşayacak, o şerefle ahiret hayatında da değer ve itibar kazancaktır.
✽ 'Vecih-seçkin' ve 'Mukarreb' kelimeleri arasında muraat-ı nazır vardır.
46-Beşikte iken bile insanlarla konuşacak, olgunluk çağına erişince de, hem de salihlerden biri’ dediler.
Beşikte konuşup annesini tezkiye edip peygamber olduğunu haber vererek annesinin gam dolu gönlünü sevindirip huzurundan kurtaracak ve yetişkin zamana kadar bir daha konuşmayacak.
♦ Anne kucağı demektir.
♦ Süt döneminde çocuğun yattığı yer, yani beşiktir.
İnsanlar Hz. Meryem'i gayr-i meşru çocuk dünyaya getirmekle itham ediyordu. Bu iftira, Hz. Meryem'i ziyadesiyle üzüp bunaltıyordu. İsa beşikteyken konuşup kendisine kitap verildiğini ve peygamber olarak tayin edildiğini söyleyerek annesinin iffetli olduğunu isbat etti. Bunları beşikte değil de, büyüdüğünde söyleseydi hiç tesiri olmazdı. Beşikteyken konuşması insanların baskısını kaldırdı.
Hz. Meryem'in babasız bir çocuk dünyaya getirmesi mucize olduğundan, mucizenin yol açtığı sosyal çalkalanmayı dindirmek de ancak mucizeyle mümkün olacaktır, bu yüzden Hz. İsa beşikteyken konuşmuştur.
Hazreti Meryem şöyle demiştir: Ben İsa'ya (as) hamile iken, yalnız kaldığım zaman, o benimle konuşurdu, ben de onunla konuşurdum. Biri beni meşgul ettiği zaman da İsa (as) karnımda Allah'ı tesbih ediyordu, ben de onun tesbihini iştiyordum.
Yedi kişi beşikte konuşmuştur: Hz.Yusuf'un şahidi, Firavun'un cariyesi Maşita'nın küçük çocuğu, Hz. İsa, Hz. Yahya, Cüreyc'in kıssasında sözü geçen çocuk, zorba olan kişinin adamı ve Ashab-ı Uhdud kıssasında zikredilen çocuk.
Peygamber Maşita hakkında şöyle buyurdu:
"İsra'ya çıkarıldığım gece hoş bir kokunun geldiği bir yerde yürüdüm. Bu neyin kokusudur diye sordum. Bana Firavun'un cariyesi Maşita ile onun çocuklarının, dediler. Maşita'nın tarağı elinden düşmüş o da: 'Bismillah' demişti. Firavun'un kızı: Babam mı, diye sorunca o şöyle dedi: Benim de Rabbim, senin de Rabbin, babanın da Rabbi.
- Senin babamdan başka Rabbin mi var?
- Evet benim de Rabbim, senin de Rabbin babanın da Rabbi
Allah'tır.
Firavun onu çağırdı:
- Benden başka Rabbin var mı?
- Evet, benim de Rabbim senin de Rabbin Allah'tır.
Bunun üzerine Firavun bakırdan büyük bir kazanın kızdırılmasını, sonra Maşita'nın oraya atılmasını emredince; - Senden bir isteğim var, dedi.
- Nedir o?
- Benim ve çocuklarımın kemiklerini bir yere getirip koyacaksın.
Firavun,
- Evet senin bu istediğini üzerimizdeki hakkın dolayısıyla yerine getireceğiz, dedi. Emir verdi ve çocukları biri ötekinin ardından ateşe atıldılar. Nihayet aralarında süt emen bir çocuğa sıra geldi. O da (annesine) 'Anneciğim atıl, tereddüt gösterme. Çünkü biz hak üzereyiz' dedi.
Kühl; insanın güçlü kuvvetli olup, delikanlılığının kemâle ermesi, yaşın otuz ile elli arasında olması, evlenmek, çiçeklerin açması, bitkinin uzayıp olgunlaşması, insanın iki kürek kemiğinin arası, manalarına gelir.
Hz. İsa'nın yetişkinken konuşması, bir mu'cize değildir. Özellikle zikredilmesinin sebepleri:
a- Bu ifâdeden maksad, İsâ (as)'ın ilah olduğunu söyleyen Necran heyetinin sözünü reddetmektir. Hz. İsa çocukluktan yetişkin oluncaya kadar birçok değişik haller geçirmiştir. Halbuki İlah hakkında böyle değişiklikler imkânsızdır. b- O, hem beşikte, hem de yetişkinlik döneminde insanlarla aynı şekilde ve aynı biçimde konuşmuştur.
c- Bundan murad, "O yetişkinlik çağına ulaşacaktır" demektir.
Hz. İsa'nın göğe yükseltilinceye kadarki ömrü otuz üç yıl altı aydır. İnsanın en mükemmel hali, otuz ilâ kırk yaşı arasındaki zaman dilimidir. Bu sebeble Hz. İsa كَهْلاً diye vasfedildi.
Yine Hz. İsa’nın âhir zamanda semâdan inerek insanlarla konuşup, Deccâl'i öldürmesi, ömrünün kemal noktası olacaktır, bu nedenle de كَهْلاً diye vasıflanmıştır.
Bu ayette, Hz, İsa’nın yeryüzüne ineceğine dair bir nass bulunmaktadır.
'Salih' faydalı ve uygun olmak, bir şeyi onarmak, ıslah etmek, birine iyilik etmek, tarafların aralarını bulup barıştırmak, ittifak edip anlaşmak, görevlerini yerine getiren kimse, istikamet, doğruluk ve uygunluk manalarına geldir.
Hz. İsa'nın üç vasfı zikredildikten sonra, (dünya ve ahirette vecih olması, mukarrabinden olması, beşikte ve yaşlılıkta konuşması) "Salih" vasfı da zikredildi. Bu da; kişinin "salih" olmasından daha büyük bir rütbe olmadığına delalet eder. Çünkü salih olmak, yaptığı ve yapmadığı bütün işlerde en mükemmel yola uymayı, şeriat üzere devam etmeyi gerektirir. Bu durum dini ve dünyevi bütün makamlarda, kalbin ve azaların işlerini içine alır.
'O salihlerdendir' Hz. İsa insanlığa faydalı, barış getiren, Allah'a karşı görevlerini ifa eden ve istikamet üzere olan biridir.
Psikolojik anlamı ile bu kavram, beyin, gönül ve nefsin bütünleşmesini, insanın kendisiyle barışık olmasını ifade eder. Salih olmak; insanın kendisiyle, Allah ve diğer insanlarla barış içinde yaşamasıdır. Kendisiyle barışık olmak, Allah ile insanlarla barışık olmaya kadar uzanır.
Salih kimse, düzenleyici, ıslah edicidir. Bozulan ilişkileri düzeltir, insanların barış içinde yaşaması için çaba sarfeder.
Allahu Teâlâ 'Elest' bezminde Hz. Adem’in belinden ruhları zerreler halinde çıkarttı, ruhlar şahitliklerini yapıp Hz. Adem'in sulbüne geri döndü. Ancak Allah (cc) Hz. İsa’nın zerresini ve ruhunu Hz. Meryem’e ilka oluncaya kadar kendi katında hıfzetti. Bunun için Hz. İsa'ya ‘Mesih’ (alıkonulan) ünvanı verdi.
İşin başında, bebekken, yetişkinken sıfat nurlarını kabule kabiliyetli olduğundan 'Ruhullah' adını aldı. Bu yüzden Allah’ın ona takdir ettiği mucizeleri gösterdi.
✽ 'Konuşur' demekle yetinmeyip, 'İnsanlarla konuşur' denmesi, itnabtan tekmil ve ihtirastır. Yani bu konuşma kendi kendine bir mırıldanma değil, açık fasih insanların anlayabileceği bir konuşma olacaktır.
✽ 'Beşikte' kelimesi, mahal, hal olan bebekliği kastedildi. Yoksa sadece beşikte konuşur, kucağa alınırsa konuşmaz, demek değildir.
✽ 'Beşikte ve yetişkinken' kelimeleri arasında tibaka mülhak ihamı tezat vardır.
✽ 'Beşikte ve yetişkinken' kelimeleri, 'Konuşur' müsnedinde cem edildi.
47- Meryem: ‘Rabbim bana bir erkek dokunmamışken; çocuğum nasıl olur?’ dedi. Allah: ‘İşte böyle Allah dilediğini yaratır. Bir şey yapmaya karar verince, ona ‘Ol’ der o da hemen olur’ buyurdu.
Hz. Meryem doğal olarak bu durumu taaccüple karşılayıp sordu ve Rabbinden teselli dolu cevabı aldı. Rabbi her şeye kadir, bir şeye hükmetti mi ol der olur. Nasıl Hz. Adem'i hem anasız, hem babasız halk etti, Hz. İsa'yı da babasız halk etme gücüne sahiptir. Kainat O'nun emrindedir. Bazı hükümleri sebebe bağlar, bazen de sebepleri aradan kaldırır. Nasıl ki Nuh tufanında yağmur meleğini aradan çıkardı, yerlerde, göklerde olan suları seferber edip yeryüzünü deniz haline getirdi. Hud kavmine rüzgar meleğini durdurdu, yani sebebi ortadan kaldırdı. Ağaçları yerinden sökecek derecede şiddetli rüzgar estirip helak etti. Böyle misaller sayıya gelmez kemiyetle zuhur etmiştir. Hz. İsa'nın doğuşu da bu harikulade hallerden bir tanesidir.
Bu çocuğun olması, adete göre akıldan uzak olduğundan, Allahu Teâlâ'nın kudretinin büyüklüğüne taaccübünden dolayı sordu. Çünkü adetlerin hilafına meydana gelen hadiseler, beşeri hayret ve taaccübe yol açar. Babasız olarak bir çocuğun meydana gelmesi adet bakımından imkansızdır.
Allahu Teâlâ eşyayı tedricen, mutad sebeplere bağlı olarak yaratmaya kadir olduğu gibi; herhangi bir sebeb ve maddeye ihtiyaç olmadan defaten (birden ansızın) yaratmaya da kadirdir.
Allahu Teâlâ Zekeriyya (as) dan bahsederken "İşte böyle... Allah dilediği işi yapar" buyurdu. Buradaysa "İşte böyle... Allah dilediğini yaratır' ifadesini getirdi. Bu da yaşlı karı kocadan çocuk dünyaya getirmenin, bir kadının babasız olarak çocuk doğurmasına benzemediğine işaret etmektedir. Yaratma ve ibda' (benzeri olmaksızın icad etme) kelimelerini Hz. Yahya için değil de İsa (as) için kullanmak daha uygundur.
Hazret-i Meryem odasındayken karşısına bir perde çekildi. Cebrail aleyhisselam beyaz elbiseli bir adam şeklinde beliriverdi. Hazreti Meryem ona:
"Eğer müttaki isen, senden Rahman'a sığınırım!" dedi.
Cebrail aleyhisselam Hazreti Meryem'in yakasından üfledi, nefesi Hazreti Meryem'in rahmine ulaştı ve hamile kaldı.
Hazreti Meryem'le birlikte Yusuf Neccar adında bir akrabası da vardı. Yusuf Hz. Meryem'e çok saygı duyuyor ancak bu olayı da çok büyük görüyor, asla anlam veremiyordu. Bu konuda Hazreti Meryem'le ilk konuşan kişi o oldu.
- İçime bir şüphe girdi, onu gizlemek istedim, fakat kendimi tutamıyorum.
Hazret-i Meryem, "Söyle!" dedi. Şöyle konuştular:
- Söyle bana; hiç ziraat tohumsuz biter, yeşerir mi?
- Evet!
- Hiç aslı ve kökü olmadan ağaç biter mi?
- Evet!
- Hiç erkeksiz kadın çocuğa hamile kalır mı?
- Evet!
- Bunlar nasıl olur?
Hazret-i Meryem açıkladı:
- Bilmiyor musun? Allahu Teâlâ ilk yarattığı gün ekin ve ağaçları tohumsuz olarak yarattı. Bu günkü tohumlar Allahu Teâlâ'nın tohumsuz olarak yarattığı ilk ekin ve ağaçlardan olma tohumlardır.
Bilmiyor musun? Allahu Teâlâ Adem Aleyhisselam ile Hazret-i Havva'yı kadınsız ve erkeksiz olarak yarattı.
Bu açıklamaları duyan Yusuf Neccar, Hazret i Meryem'in karnında bulunan çocuğun Allahu Teâlâ'nın ona ikram ettiği mübarek bir çocuk olduğunu anladı.
✽ Hz. Meryem'in sorusu taaccüp içindir. Çünkü müjdelenen şey adetin hilafınadır.
✽ 'Bana hiç bir beşer dokunmadı' zevciyetten kinayedir.
✽ Hz. Meryem'in Allahu Teâlâ'ya hitaben 'Bana hiçbir beşer dokunmadı' demesi, lazım-ı faide-i haberdir.
✽ كَذاَلِكَ iktidab. İktidab mütekellimin kelamında bir konudan bir başkasına intikal ederken ön kısımdan alakasız bir giriş yapmaktır.
✽ Cümle husustan umuma itnabtır.
✽ اِذاَ müzariye gelecekken kesinlik ve ezeliyet ifadesi için maziye geldi. Bir harf bu şekilde kendi yerinden başka bir yerde kullanıldığında istiare olur.
✽ اِنَّمَا da kasr-ı hakiki vardır.
✽ "كُنْ فَيَكُونُ O bir şeye hükmedince, ol der olur" cümlesinde, emir şeklinde gelen nakıs fiil, tam fiil manasındadır.
✽ 'O bir şeye hükmedince, ol der olur' cümlesi, Allahu Teâlâ'nın yaratma kudretinin seriliğinden kinayedir.
✽ كُنْ فَيَكُونُ kelimeleri arasında, قَالَ - يَقُولُ - قَالَتْ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü'l aciz vardır.
✽ Allahu Teâlâ'nın Hz. Meryem'e hitaben 'Allah dilediğini böylece yaratır' buyurması, Hz. Meryem'in bildiği ve inandığı bir şeydi, lazımı faide-i haber olmuştur.
48- Ona yazıyı ve hikmeti, Tevrat’ı ve İncil’i öğretecektir.
Allah (cc) Hz. İsa'ya verilecek nimetleri annesine haber vererek gönlündeki hüznünü bertaraf edip, karşılaşacağı tepkilere karşı mukavemetli olmasını murad etti. Ne kadar acılar çekse de, o Allahın seçip terbiye ettiği, ruhul Kudus ile teyit ettiği bir peygamberin annesi olacaktır.
"Ve ona hem kitabeti, hikmeti, hem de Tevrat ve İncil'i öğretecek" kavli şerifi Hazreti Meryem'in kalbini hoş etmek, onu babasız çocuk doğurmasından dolayı ayıplayanların kınama korkularından teselli etmek içindir.
Kitap kelimesinden murad, yazı ve kitabet sanatını öğretmektir. İsa Aleyhisselam zamanında en güzel yazı yazan kişiydi.
İnsanın kemali, kendi zatı için hak olanı ve amel edebilmesi için hayrı bilmesindedir. Bu ikisinin toplamına hikmet adı verilir.
Hz. İsa, hat ve yazı sanatını öğrenip, aklî ve şer'i ilimleri de kavrayınca, Cenâb-ı Hak ona Tevrat'ı öğretti. Çünkü insan bir çok ilimleri öğrenmedikçe, ilahî kitapların sırlarından bahsetmesi mümkün değildir.
Tevrat'ın içinde büyük sırlar bulunmaktaydı. O, Tevrat'ın bu sırlarına vakıftı. Tevrat nasslarını kavmine delil olarak ileri sürerdi.
Bir diğer rivayete göre, İsa Aleyhisselam daha annesinin karnındayken Tevrat'ı hıfzetti. Hazreti Meryem İsa Aleyhisselam'ın karnında ders yaptığını duyuyordu.
Sonra kendisine İncil'i de indirdi. İşte bu şekilde Allah onu, İsrail oğullarının tümüne elçi olarak gönderdi.
Hz. İsa Tevrat ve İncil'i ezbere biliyordu. İncil, haram ve helal hükümler içermez, fakat remizler, misaller, öğütler, zecirler gibi konuları ihtiva eder.
Hikmet
Hikmetin psikolojik manası; derin ve üstün olana vukûfiyet, kavrayış, anlayış, iyi ile kötüyü ayırma yeteneğidir. Hikmet sayesinde derinde olan tesbit edilir, en üstün ve iyi belirlenir.
Hikmet sosyal ilişkilerin derinliğinde bulunan değerleri yakalama, onları kavrama ve iyi ile kötüsünü ayırma kabiliyetidir.
Allahu Teâlâ Hz. İsa'ya, fert ve toplumun onurunu zedeleyen, çıkmaza götüren, insan ilişkilerini çürüten olayların sebep-sonuç ilişkilerini ve onların özüne inebilme yeteneğini, kitapta yer alan ve insanları zararlı davranışlardan alıkoyan hükümleri öğretmiştir.
Gönül masivadan ayrılmadıkça o kalp, hikmetin kabı olamaz. O kalp, serkeş binit gibi sahibine hizmet etmez. Allah’tan ayıran sevgililerin hepsi son anda düşman olur. Çünkü sevgi duygusu Allah’ı ve Allah’ı sevenleri sevmek için verilmiştir.
İlim ve hikmet; aşk ve merhamet helal lokmaya bağlıdır. Bunlar ancak helal lokma ile olurlar. Bir lokmadan hased, hile, tuzak, gaflet ve cehalet meydana geliyorsa o lokma haram olduğundandır. Buğday ekilen tarladan arpa hasadı kaldırılmaz. Şüphesiz atın yavrusu merkeb olmaz. Lokma tohum gibidir, meyvesi fikirlerdir. Lokma derya gibidir, incisi düşüncelerdir. Helal lokma insanda taat arzusu ve Hakk’a ulaşıp, yakın olma isteğini meydana getirir.
✦ Bir kimseye dünyaya karşı zühd ve az konuşma hasletlerinin verildiğini görürseniz ona yaklaşın (sözlerini dikkatle dinleyin). Çünkü o hikmetli sözler eder (veya ona hikmet ilham edilir). Hadîs-i Şerîf
✦ Takva her hikmetin başıdır. Vera amellerin efendisidir. Hadîs-i Şerîf
✧ Sözü hikmet olmayan adamın konuştukları lâğv, tefekkür etmeyenin sükûtu suç, ibret nazarı ile bakmayanın bakışları sehivdir. Hasan-ı Basri
✧ Akıllı insanın kalbi aklındadır. Düşünerek söyler. Hz. Ali
✧ Şehvet gücünü iffetle, bilgi gücünü hikmetle, iktidar gücünü adaletle dengele.
✧ Hikmetten o denli uzak ve öylesine hikmetsiz bir haldeyiz ki, bize ait olmayan zamanlar üzerinde kafa yoruyor; bize ait olan biricik zamanı ise asla düşünmüyoruz.
✧ Hikmet gülleri mütevazı kalpte biter.
✽ ✽ ✽
Mansur b. Ammar Hazretleri mana yolunun öncüsü, takva altınının sarrafı, hidayet mührünün kaşı, esrar denizinin sahibi idi. Derece itibariyle muazzam şeyhlerden, mertebe bakımından onların büyüklerindendi. Vaaz konusunda söylenen sözlerin en güzeli onun sözleri, en hoş izah biçimi onun izahıydı. Tevbesinin sebebi şu idi:
Üzerine besmele yazılı bulunan bir kağıt bulmuş ve kaldırmıştı, fakat koyacak bir yer bulamayınca ağzına alıp yutmuştu. Rüyasında bir sesin kendisine:
‘O kağıda göstermiş olduğun hürmetten dolayı, sana hikmetin kapısını açmış bulunuyoruz, dendiğini görmüştü. Bu rüyadan sonra nefis terbiyesiyle meşgul oldu, gereken riyazetleri yaptı ve kamil bir veli oldu. Sonra vaaz meclisini kurdu, insanlara hakkı anlattı, birçok insanın hidayetine vesile oldu.
✽ ✽ ✽
✽ 'يُعَلِّمُهُ Ona öğretecek' fiilinin tefil babından gelmesi teksir bildirir. Mefulde ve fiilde çokluk vardır.
✽ Cümlede tefri ve tenasüp cihetinden vasıl var. Kitap ve hikmet öğretimi birbirinden ayrılmaz iki unsurdur. Kitap; bilgiyi aktaran kaynak, hikmet; o bilgiyi özümsemektir. İkisi bir arada olduğu takdirde tamamlanmış olur.
✽ 'Kitap' umum, sonrasında zikredilen 'Tevrat ve İncil' husustur, itnabdır.
✽ Tevrat, İncil, kitap kelimeleri arasında muraat-ı nazır var.
49- Ve onu İsrailoğullarına Peygamber olarak gönderecek, şöyle diyecek onlara: ‘Size Rabbinizden bir mûcize ile gelmiş bulunuyorum: Çamurdan kuş biçiminde bir şey yapacağım, içine üfleyeceğim ve o gerçekten kuş olacaktır Allah (cc)’ın izni ile . Yine Allah (cc)’ın izni ile anadan doğma körü ve abraşı iyileştireceğim, ölüleri dirilteceğim ve size ne yediklerinizi ve evinizde ne biriktirdiklerinizi anlatacağım. Bunda gerçekten size bir delil vardır, eğer mü'min iseniz.
Ayette görüldüğü gibi Hz İsanın en önemli mucizeleri sayıldı. Onun zamanında tıp ileri idi, mucizeleri de tıbbi idi. Hastaları iyileştirmek, ölüleri diriltmek o zamanın halkını ikna edecek türden mucizelerdi. O Ruhullah olduğu için nefesi şifa idi, hastaları dua ile tedavi ediyordu.
Yahudilerin bazısı, Hz. İsa'nın içlerinden hususi bir topluluğa peygamber olarak gönderildiğini söylemişti. Bu âyet, Hz. İsa'nın bütün İsrailoğullarına bir peygamber olarak gönderildiğine delâlet eder.
İsrailoğullarına gönderilen ilk peygamber Yusuf Aleyhisselam; son peygamber ise Hazreti İsa Aleyhisselam'dır.
بِاٰيَةٍ kelimesiyle cins mânası kastedilmiştir. Allahu Teâlâ burada, tek bir tane değil, birçok mu'cizeyi saymıştır. Ölüleri diriltmek, anadan doğma körler ile alacalı hastaları iyileştirmek, gaybdan haber vermek gibi.
خَلْقَ ; takdir etmek, ölçüp değerlendirmek, manasındadır.
اَخْلُقُ لَكُمْ مِنَ الطّٖينِ "Ben onu takdir eder, ölçüp biçer, şekil verir, tasarlar; bu şekilde yaparım, düzenlerim, meydana getiririm” demektir.
'لَكُمْ Sizin için' yani, sizin iman etmenizi tahsil etmek ve yalanlamanızı kaldırmak için.
Kul yaratmak ve yoktan var etmek manasında asla yaratıcı olamaz.
Allah insana, "Fâtır; yoktan yaratan" sıfatından değil, "Halık; birşeyden birşey yapma" sıfatından bir cüz vermiştir. Buradaki halk (yaratma), yoktan yaratma değil, mevcut birşeyden başka birşey meydana getirmektir.
خَلَقَ fiilinin Kur'an-ı Kerim'deki manaları:
1) Takdir etmek, planlamak. 'Allah, yerde ne varsa hepsini sizin için takdir etti.' (Bakara, 29)
2) Yaratmak, mevcut maddeleri kullanarak, başka bir canlı varlık meydana getirmektir. 'Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan rabbinize kulluk edin.' (Bakara, 21)
3) Düzenlemek 'Sizin için bir kuş yaparım' (Âl-i İmran, 49)
4) Tutum, adet 'Bu, evvelkilerin tutumundan başka bir şey değil.' (Şuara, 137)
5) Uydurmak, gerçekte olmayan bir haber söylemek, hakikate tamamen ters düşen bir düşünceyi öne sürmek. 'Siz ancak yalan uyduruyorsunuz.' (Ankebut, 17)
6) Pay, nasip (halâk) 'İşte onların ahirette nasipleri yoktur.' (Bakara, 200)
7) Ahlak, hulk, hayat tarzı, karakter "Muhakkak ki sen yüce bir ahlak üzeresin." (Kalem, 4)
Hz. İsa, peygamberliğini açıklayıp, mu'cizeler gösterince, onlar Hz. İsa'nın işini zorlaştırmaya başladılar. Şöyle bir teklif getirdiler:
"Bize, hiçbir hayvana benzemeyen çamurdan bir hayvan yap! Vasıfları şöyle olsun: Kuşlardan çok süratli uçsun, kuş gibi fazla tüylü olmasın, havada durabilsin, gagasız, fakat dişleri olsun, karanlıkta görebilsin, insan gibi gülsün, kadın gibi hayız görsün, süt çıkan memeleri olsun, yumurtlamasın, yavru doğursun! Yavrularını yanında taşıyabilsin!" Hz. İsa, çamurdan yaptığı şekle üfürünce, bildirdikleri vasıfta bir hayvan meydana geldi; uçmaya başladı.
İnsanlar kendisini görebildikleri müddetçe uçuyor, onların gözlerinin göremiyeceği bir yere varınca, ölüp yere düşüyordu.
Yarasa gerçekten de; dişleri ve azı dişi olan, hayız gören, yumurtlamayıp doğuran, tüysüz, kulakları olan, emziren bir memeli türüdür. İnsan gibi güler. Dört ayaklı hayvanlar gibi bevl eder.Gündüz ışığında, gece karanlığında görülmez. Güneş battıktan sonra bir saat, fecr doğduktan sonra bir saat görülür. Bu özellikler sırf yarasada vardır. Yarasa yaratılış bakımından en mükemmel kuştur.
Hz. İsa Cebrail Aleyhisselam'ın Hazreti Meryem'e üfürmesi üzerine doğmuştur. Cebrail Aleyhisselam tamamen ruhani bir varlıktır. Onun nefhasıyla ana rahminde halk edilen İsa Aleyhisselam da, nefesi ile hayat ve ruh vermiştir.
بِاِذْنِ اللّٰهِ Allah’ın yaratmasıyla, demektir. Hz. İsa bu ifadeyle "Ben bunu tasvir ediyorum, ama ona can verip hayatı yaratan, peygamberlerinin elinden mu'cize izhar etmek için bunu yapan Allah'tır" hükmüne dikkatleri çekmiştir.
Hz. İsa'nın " بِاِذْنِ اللّٰهِ " demesi, onun bir ilâh olduğuna inanan kimselerin vehimlerini de red içindir.
Yarasa
Yarasaların yeryüzünde yaklaşık bin farklı türü vardır. Memelilerin yaklaşık dörtte birini teşkil eder. Ve bunların arasından sadece üç türü bazı hayvanların kanını emerler. Tarih boyunca insanlara saldırdıkları vaki değildir. Zaten 8-9 cm’lik boylarıyla öyle bir canlıyı öldürecek kadar da kan ememezler. Zannedildiği gibi pis değillerdir. Her sabah ve avlandıktan sonra kedi gibi yalanarak temizlenirler.
Buzdolabında bile hayatını devam ettirebilirler. Laboratuarlardaki buzdolablarında uyuyan yarasalar üzerinde yapılan çalışmalar kalb ve dolaşım hastalıkları ile kadın hastalıklarına ışık tutmaktadır.
Yarasalara yapılmış bu kötü etiketin aksine, onlar çok şefkatli hayvanlardır. Rabbimiz, bu 10 cm’lik varlıklara nakış nakış merhamet işlemiştir. Örneğin bir anne yarasa yavrusunu dünyaya getirdikten sonra ölmüşse, yakınlardaki diğer anne yarasalar hemen bir araya gelirler. Yavru yarasanın bütün bakımını üstlenirler. Kendi çocuklarından ayırt etmeden öksüz yavruyu büyütürler.
Meyve yiyenleri, rızıklarını almak için meyve ağaçlarına uğradıkça, bir ağaçtan aldığı polenleri uğradığı diğer ağaçlara taşıyarak, farklı ağaçlar arasında tozlaşmalara (aşılamaya) sebep olur. Meyvecilikte ve diğer ziraî ürünlerde bu durum çok aranan bir hususiyettir. Bir kısmı ise; fare, yılan, kurbağa gibi hayvanları yiyerek belli bir grubun aşırı üreyip, ekolojik dengeyi bozmasına mani olur. Yediği böceklerin sayısı ise hesaba gelmez.
En tipik hususiyetleri, ayaklarıyla tutunduğu yerde baş aşağı sarkarak durmasıdır. Asılı vaziyette dururken, kanca şeklindeki tırnaklarına bağlı olan tendonları otomatik olarak kilitlendiğinden, uyurken bile düşmez.
Omurgalı hayvanlar içinde sadece yarasalar kuş gibi uçabilir. Fakat kuşlar gibi uçma telekleri yerine, ön kolları ve parmakları arasına gerilmiş ince bir perde vardır. Havanın dinamik tesirine karşı göğüs kemiği de kuşlarınki gibidir. Bu göğüs kemiğinin benzeri, denizde yüzen teknelerde suyu yarmak için çıkıntı şeklinde yapılan omurgalarda kullanılır. Saatte 50 km hızla uçabilir ve bu hızda avlanabilir.
Yılda dört üreme mevsimi yaşar. Spermleri yedi ay depolanarak ve rahime yapışması kış uykusundan çıkıncaya kadar yavaşlatılarak, yavrunun meydana gelişi geciktirilir. Böylece doğacak yavrunun en iyi besleneceği bir zamana denk gelmesi sağlanır. Çoğunlukla bir yavru doğurduğu halde, bazıları nadiren ikiz veya dördüz doğurur. Yavruya sadece anne bakar, ama bir iki türde babalar da bakıma yardım eder. Bazı türleri tek eşli, bazıları ise çok eşlidir.
Uçarken vücut sıcaklığı 41 °C 'ye kadar çıkarken, kış uykusu esnasında 2 °C 'ye kadar düşer. Kışın soğuk günlerinde mağaralarda donmamak için, milyonlarca yarasa bir araya gelerek, çok büyük topluluklar halinde birbirlerine sokulup ısılarını korumaya çalışırlar. Bazen 20 milyon yarasa hep bir arada uyuyabilir. Bu esnada kalp atışları 400'den 11-25'e kadar düşer. Bu uyku sırasında, derilerinin altındaki özel yağ dokusuyla beslenirler.
Sessiz, sakin, karanlık ve kuytu yerlerde saklanmayı sever, hayatlarının yarısı buralarda geçer. Çoğunlukla geceleri faal olduğu için, bütün davranışları karanlığa göre ayarlanmıştır. Fare, bazı kurbağa ve sürüngenler gibi, bir çok hayvan geceleri ortaya çıktığı için, onlarla beslenerek tabiatın dengesini sağlar. Eğer geceleyin yarasalar çalışmasa, bu hayvanlar kontrolsüz kalır, her yeri istila ederlerdi. Kuzey Kutup Kuşağı, yüksek dağ zirveleri ve okyanus adaları hariç dünyanın her yerinde yaşar.
Tüm bunlar Rabbimizin kendini tanıttığı eserlerden sadece bir kaçı. Ve bu bilgiler bize gösteriyor ki; yarasa asla uğursuz ve kötü bir hayvan değildir.
الْاَكْمَهَ Anadan doğma kör olan, önceden görüyorken sonradan görmez olan ve geceleyin görmeyen kimsedir.
Hz. İsa bazen bir günde elli bin hastayı tedavi ediyordu. Gücü yetenler onun yanına gelir, gücü yetmeyenlerin yanına da Hz. İsa giderdi.
İsa Aleyhisselam hastaları sadece dua ile tedavi ederdi. Dua etmek için iman etmelerini şart koşardı.
İsa Aleyhisselam'ın doğuştan körleri ve alaca hastalığına yakalanan insanların şifa bulmalarına vesile olması üzerine halk, onun bu halini Calinus'a sordular. Calinus:
"Ölüler ilaçla dirilmezler. Eğer o ölüleri diriltirse peygamberdir; doktor değildir" dedi. Bunun üzerine, İsa Aleyhisselam'dan ölüleri diriltmesini istediler.
Hz. İsa ölüleri, 'Ya Hayy, ya Kayyûm!.." diyerek diriltiyordu.
Dirilttiği insanlardan biri arkadaşı Azer'di. Azer ölmek üzereyken kız kardeşini İsa Aleyhisselam'a gönderdi,
"Kardeşin Azer ölmek üzeredir hemen gel" dedi.
İsa aleyhisselam ile Azer'in bulunduğu yerin arasında tam üç günlük yol vardı. İsa aleyhisselam ve ashabı üç günlük yolu aşıp, Azerin olduğu yere geldiler. Ama Azer ölmüş, üç gün geçmişti.
İsa Aleyhisselam Azer'in kız kardeşine:
- Bizi Azer'in kabrine götür, dedi. Azer'in kız kardeşi onlarla beraber Azerin kabrine gitti. Kabir yüksek bir sahradaydı.
İsa Aleyhisselam dua etti:
"Allahım! Ey yedi kat göğün ve yedi kat yerin Rabbi! Sen beni İsrailoğullarına gönderdin. Ben onları senin dinine davet ediyorum.
Onlara ölüleri dirilttiğimi haber verdim! Azer'i dirilt!" dedi.
Azer ayağa kalktı. Üzerindeki tozları silkeleyerek kabrinden çıktı. Azer bundan sonra yaşamaya devam etti, bir de çocuğu oldu.
Hz. İsa bundan sonra başka insanları da duasıyla diriltti. Ancak insanlar, 'Onlar daha yeni ölen birileriydi. Belki de bu insanlar ölmemiş, bir kalb krizi geçirmişlerdir. Sen bize Sam bin Nuh'u dirilt!' dediler. Hz. İsa "Bana Sam bin Nuh'un kabrini gösterin!" dedi. Onu Hazreti Nuh'un oğlu Sam'ın kabrinin başına götürdüler. Bütün kavim İsa Aleyhisselam ile beraberdi.
Hz. İsa ism-i azam duası ile Allahu Teâlâ'ya dua etti.
Sam bin Nuh saçları beyazlamış bir halde kabrinden çıktı. Hz. İsa sordu:
- Saçlarına neden ak düştü? Sizin zamanında saç beyazlaması yoktu!
- Ya Ruhullah! Sen beni çağırdığın zaman bir ses işittim,'Ruhullah'a icabet et" diyordu. Bu ses üzerine kıyametin koptuğunu sandım. İşte bu korkudan dolayı saçlarıma ak düştü!
Hz. İsa Sam bin Nuh'a can verme halini sordu. O:
- Ölüm acısı hala boğazımdan geçmiş değildir, dedi. Halbuki Sam bin Nuh'un ölümünden dört bin yıldan fazla zaman geçmişti.
Sam bin Nuh Yahudiler topluluğuna döndü:
- İsa Aleyhisselam'ı tasdik edin o peygamberdir, dedi.
Bunun üzerine bazıları iman etti, bazıları da tekzib edip İsa Aleyhisselam'ı yalanladılar.
Sonra İsa Aleyhisselam ona,
- Tekrar ölmek ister misin, dedi. O:
- Ölüm acısını tatmamak şartı ile ölürüm, dedi. İsa Aleyhisselam Allah'a dua etti. Ölüm acısı tatmadan tekrar vefat etti.
Sonra bir ihtiyarın, o anda ölen oğluna duâ etti. O da diri olarak tabutundan çıkıp, çoluk çocuğunun yanına döndü.
İsa Aleyhisselam'ın Allah'ın izniyle dirilttiği sadece bu dört kişi değildir. Üzeyr Aleyhisselam ve daha bir çok kişiyi diriltmiştir.
Yahudiler onun ölüleri diriltmesini bir türlü kabullenmediler. "Bu bir oyundur" dediler. Büyükçe bir ateş yaktılar. Alevleri göklere yükseliyordu. Orada toplanan halkın gözünün önünde İsa Aleyhisselam'a "Ey İsa! Eğer Üzeyir Aleyhisselam'ı diriltemezsen seni bu ateşte yakarız" dediler. Üzeyr Aleyhisselam'ın mezarını kazdılar. Fakat taş mezarın kapağını kaldıramadılar. İsa Aleyhisselam'a anlattılar: "Üzeyr Aleyhisselam'ın kabrinin taşını kaldıramıyoruz.
Bize yardım et" dediler.
İsa Aleyhisselam bir kase su istedi. O suya okudu, Yahudilere verdi; "Bunu tabuta saçın" dedi. Yahudiler suyu götürüp Üzeyr Aleyhisselam'ın tabutuna saçtılar. Tabutun kapağı açıldı. Üzeyr Aleyhisselam'ın mübarek bedeni olduğu gibi duruyordu. İsa Aleyhisselam kasedeki sudan biraz Üzeyr Aleyhisselam'ın üzerine serpti. Bütün Yahudiler toplanmışlardı, bir yandan da yaktıkları ateşe sürekli odun atıyorlardı. Meşe odunları yandıkça alevleri göklere doğru yükseliyordu. Hz. İsa'ya "Eğer Üzeyr Aleyhisselam'ı diriltemezsen seni bu ateşte yakarız" dediler. İsa Aleyhisselam:
"Merhametsiz olduğunuzu biliyorum. Daha önce bir çok peygamber ve salih insanı öldürdünüz. Eğer Üzeyr Aleyhisselam'ı Allah'ın izniyle diriltirsem iman'a gelir misiniz?" diye sordu.
Hepsi bir ağızdan bağırdılar: "Evet Allah'ın varlığını birliğini, senin O'nun kulu ve peygamberi olduğunu tasdik ederiz."
İsa Aleyhisselam Üzeyr Aleyhisselam'a seslendi. "Ey Üzeyr! Allah'ın izniyle diril"
Yahudilerin şaşkın bakışları içerisinde Üzeyr Aleyhisselam dirildi. Kalkıp oturdu. İsa Aleyhisselam'a selam verdi, iki yüce insan konuştular. Yahudiler Üzeyr Aleyhisselam'a sordular:
"Ey Üzeyr, İsa hakkında ne dersin?" Üzeyr Aleyhisselam: "Ben şehadet ederim ki İsa Allah'ın kulu ve resulüdür" dedi. Ancak Yahudiler. yine iman etmediler.
"Ey İsa! Sen Üzeyr Aleyhisselam'ı da büyüledin. Bu ne büyük bir sihir!" dediler. Yine de sihirbazlıkla itham ettikleri İsa Aleyhisselam'a: "Ey İsa! Müsaade et Üzeyr aramızda yaşasın" dediler. Üzeyr Aleyhisselam Yahudilerin İsa Aleyhisselam'a yaptıkları eziyeti görmek istemediği için, yaşamak istemediğini, bir an evvel kabrine varmak istediğini belirtti. İsa Aleyhisselam:
"Hemen kabrine iletin" buyurdu. Üzeyr Aleyhisselam çoktan vefat etmişti. Bu mucizeyi gören Yahudiler daha da azdı, çok azları iman etti.
✽ ✽ ✽
Hz. İsa bir ağacın altında dua eden birini gördü. Dikkatlice bakınca adamın kötürüm olduğunu anladı. Ayrıca iki gözü de görmüyor, vücudunda ise baras hastalığı olduğu anlaşılıyordu.
Ama adam bütün bunlara rağmen ellerini kaldırmış şöyle dua ediyordu:
‘Ey nice zenginlere vermediği nimeti bana ikram eden Rabbim! Sana ağaçların yaprakları sayısınca şükürler olsun!’
Hz. İsa kötürüm adama yaklaştı ve ‘Ayağın yürümüyor, gözün görmüyor, bedenin de sıhhatli görünmüyor. Buna rağmen çoğu zenginlere verilmeyen nimetlerin sana verildiğini düşünmekte, bunun içinde büyük bir mutlulukla şükretmektesin. Hangi nimettir nice zenginlere verilmediği halde sana verilen?’ dedi.
Adam kapalı gözleriyle sesin geldiği yöne yönelerek dedi ki:
‘Allah (cc) bana öyle bir kalp vermiştir ki, o kalple O'nu tanıyorum. Öyle bir dil vermiştir ki, o dille O’na şükrediyorum. Halbuki dünyanın serveti elinde olan nice zenginler var ki, kalbinde O’nu tanıma sevinci, dilinde de O’na şükretme mutluluğu yoktur. Ama gel gör ki ayakları topal, gözleri kör, bedeninde hastalıklar bulunan bu kötürüm adama Rabbim, bu sevgiyi ihsan etmiş, bu nimetin farkına varma tefekkürünü lütfeylemiş. İşte bunu düşününce kendimi tutamıyorum, öyle dua ediyorum.’
Gözleri kapalı da olsa kalp gözü açık olan bu kötürüm adama yaklaşan Hz. İsa ‘Ver şu elini öyleyse!’ diyerek adamın elinden tutar, eğilerek görmeyen gözlerinden öper. Peygamberin dudaklarının değdiği gözler anında açılır. Karşısındakinin İsa (as) olduğunu anlayınca heyecanlanan adam:
‘Sen şu ölüleri dirilten, hastalara şifalar bahşeden, mucizeler sahibi peygamber değil misin?’ der.
Hz. İsa ‘Belli olmuyor mu?’ diye sorunca adam:
‘Gözlerimden belli oluyor da ayaklarımdan henüz belli olmuyor’ diye karşılık verir.
Tebessüm eden Hz. İsa:
‘Sen hele bir ayağa kalkmayı dene!’ deyince, silkinen kötürüm adam dimdik ayağa kalkar. Ayakları üzerine dikilebildiğini anlayınca söylediği ilk sözü de şu olur:
‘Ey Allah (cc)’ın nebisi, sendeki bu mucizeler de O’ndan değil mi? Öyleyse izin ver de geç kalmayayım, O’na bir şükredeyim’ diyerek hemen yere inip başını secdeye koyarak der ki:
‘Rabbim! Seni tanıyan bir kalple, şükreden bir dil nimetinin şükrünü yapmaktan acizken, şimdi gören bir çift gözle, yürüyen iki de ayak lütfettin. Artık bilemiyorum nasıl ödeyeceğim bu nimetlerinin karşılığını?’
Bu sırada çevreden toplanan bazı kimseler, gösterdiği bu mucizelerden dolayı Hz. İsa’nın elini öpmek isterler. Ama Allah (cc)’ın nebisi işaret eder:
‘Benim değil, şu secdedeki adamın elini öpün!’ Derler ki:
‘Onu secdeye indiren nimetlere biz baştan beri sahibiz. Ama hiç böyle bir mutluluk duymadık.’
Hz. İsa onlara şu tavsiyede bulunur:
‘Öyle ise siz de tefekkürde bulunun. Düşünen insan sahip olduğu nimetin farkına varır. Düşünmeyen ise mahrumiyet duygusunda kalır.’
✽ ✽ ✽
a) Hz. İsa, çocuklarla oynuyor, sonra onlara, anne ve babalarının ne yaptığını haber veriyordu. Çocuğa annesinin kendisi için sakladığı şeyleri haber veriyordu; çocuk evine döndüğünde, o şeyi alıncaya kadar ağlıyordu. Ana-babalar çocuklarına, "Bu sihirbazla oynamayın!" diyor ve onları bir evde topluyorlardı.
Hz. İsa onları aramaya geldiğinde, (anne-babaları), "Çocuklar evde değiller!" diyorlardı. Hz. İsa da, "Peki, evde kim var?" diye sorduğunda, onlar, "Domuzlar var.." diyorlardı. Hz. İsa da, "İşte, öyle olsunlar!" deyince onlar da domuz haline geliyordu.b) Hz. İsa'nın gaybdan haber vermesi, gökten sofra indiği zaman olmuştu. Çünkü İsrailoğulları, bu sofradan geriye birşey bırakıp biriktirmekten nehyedilmişlerdi. Ama onlar, yine de yiyecek biriktirip, saklıyorlardı. Hz. İsa da, onlara neler sakladıklarını haber veriyordu.
✽ رَسُولاً Önceki cümleden haldir, hal-i mübeyyine.
✽ اُحْـيِ - diriltirim, الْمَوْتٰى 'ölüler' kelimeleri arasında biri isim diğeri fiil olmak üzere tibak vardır.
✽ اَنّٖٓي اَخْلُقُ Cümlesinde müsnedin fiil olması hükmü takviye eder.
✽ اَخْلُقُ 'Halk' fiili, tasarım, şekil verme anlamında tevriye-i mücerrededir.
✽ الطِّين kelimesi ile الطَّيْر kelimesi arasında cinası müzari vardır. Bir harfi farklı ن - ر ve mahreçleri birbirine yakındır.
✽ İsra Suresi 13. ayet-i kerimesinde, الطَّيْر 'Kuş' kelimesi, amel, kader manasında geçer. Burada bir istirae-i vefakiye vardır. Hz. İsa hem gerçekten bir mucize eseri kuş taslağı yapmış hem de insanlara yeni bir hayat tarzı getirmiştir.
Cümledeki 'الطِّين çamur' kelimesi, Allah'ın değerler sistemini ifade eder. Hz. İsa bu değerlerden, bir proje, bir kader oluşturacaktır. Sonra projeyi tatbik edebilmek için harekete geçirecek ve daha sonra bu proje, Allah'ın izniyle toplumun kaderi olacaktır. Üflemek, bu değerleri tatbik etmek demektir. Üflemek, uyuyan ve hayata tatbik edilmeyen değerlere can vererek harekete geçirmenin ifadesidir.
Esas mucize, ilahî değerlerle bir toplumun kaderini oluşturarak, onu erdemli hayatın ufuklarında kuş gibi uçurmaktır. Yani Hz. İsa'nın ilk mucizesi, ilahî mesajı toplumun hayatına sindirerek, maddeciliği öldürüp maneviyatı canlandırarak kuş gibi uçurmak, yüceltmektir.
Toplumların yozlaşması, çürümesi, çökmeye yüz tutması, manevî hayatı çamur haline getirir. İşte böyle dönemlerde peygamberler devreye girer, o çamur halini alan hayattan, -Allah'ın izniyle- toplumları yücelten kaderi meydana getirirler. İlahî mesajı toplumun hayatına üfürünce, o çamurlaşan hayata geçirince, toplum kanat açmaya başlar ve insanlık aleminin ufuklarına uçar. Hz. İsa, çamur haline gelen toplumsal hayatı yüceltmiştir.
✽ 'Alaca hastalığını, anadan doğma körü iyileştiririm' cümleleri de aynı istiare-i vefakiyedir. 'Alacalılık' beyindeki şüpheciliği, fikrî açıdan oturmamışlığı, davranışlardaki renksizliği, beyin, gönül ve nefis arasındaki bölünmüşlüğü ifade eder. Beyin başka, gönül başka bir yöne, nefis de şeytana yönelirse, ruhta alaca hastalığı oluşmuştur.
Deride meydana gelen bu hastalık, insanın şahsiyetinde, iç aleminde ve davranışlarında da görülür. Hz. İsa, kavmini bu ruh hastalığından ve davranış bozukluğundan kurtarıp, tedavi edecekti. Alaca hastalığına yakalanan beyinleri, gönülleri ve davranışları düzeltecekti. Allah'ın izniyle toplumda ıslahat başlatacak, manevî hastalıkları ortadan kaldıracaktı.
Hz. İsa'nın tedavi ettiği 'Körlük' zahiri körlüğü ifade ettiği gibi, gönül gözünün körlüğü anlamına da gelebilir. Hz. İsa gönül gözünü, yani aklı, basireti de geliştirecekti. İsrailoğulları'nın akıl ve düşünceleri âtıl, gönül gözleri körelmiş durumdaydı. Hz. İsa sayesinde insanların gönül gözleri açılıyordu.
✽ Dal bil işare olarak; bu mucizelerin günümüze ışık tutması için, eğitim sisteminin insanların akıllarını çalıştırması, doğru düşünmeyi öğretmesi, gönül gözlerini açıp meseleleri derinlemesine görme alışkanlığını kazandırması, beynin, gönül ve nefsin ayrılığından meydana gelen 'Alacalı' şahsiyetler yerine, bütüncül şahsiyetler yetiştirmelidir. Böylece Hz. İsa'nın mucizesi devam etmiş olur.
✽ 'Ölüleri yeniden hayata döndüreceğim' cümlesi istiare-i vefakiyedir.
✽ Buradaki 'ölü', manevî anlamdaki ölüdür. Şirk sebebiyle ölen gönüller, ilahî mesajın üfürülmesiyle dirilecektir. Müşrik ve kafirler, manen ölüdürler; onun için Allah onlara "yaşayan ölü" demektedir. (Neml, 80) Mezardaki ölü nasıl işitmezse, manen ölü olan kimse de ilahî mesajı işitmez. 'Dirilerle ölüler bir olmaz. Şüphesiz Allah dilediğine işittirir. Sen kabirlerdekine işittiremezsin.' (Fatır, 22)
✽ 'Allah'ın izniyle - بِاِذْنِ اللّٰهِ ' izafetinin tekrarı itnabtan iygal; tekit nüktesi için. Ve tekmil ve ihtiras; yanılgıyı def içindir.
✽ 'Yedikleriniz' ve 'Biriktirdikleriniz' kelimeleri arasında tibaka mülhaktan ihamı tezat vardır. İnsan yemediğini ayırıp biriktirir.
✽ 'Biriktirdikleriniz' ifadesinde onların cimriliğine bir tariz vardır.
✽ 'اِنَّ فٖي ذٰلِكَ Muhakkak ki bunda sizin için ayetler vardır' cümlesi cem mea taksimdir.
✽ Hz. İsa'nın mucizelerini ayrı ayrı sıralaması itnabtan tefridir.
✽ 'Diriltirim' fiili ile 'İyileştiririm' fiilleri arasında, 'Anadan doğma kör' ile 'Abraş' hastalıkları arasında muraatı nazır vardır.
✽ 'Eğer müminseniz; bunda sizin için ayetler vardır' mefhum-u şartı ile şu anlama gelir: Eğer mümin değilseniz, bu mucizeler sizin bir ayet olamaz, anlayamazsınız. Bir mucizeyi, ibreti, ayeti algılayabilmek imana bağlıdır.
50- Ve benden önce gelen Tevrat’ı tasdik etmek üzere ve yasak edilenlerin bir kısmını helal kılmak üzere; size Rabbinizden bir mûcize getirmiş bulunuyorum; artık Allah (cc)’tan korkun ve bana itaat edin.
Peygamberler Allah'ın elçileri, seçkin kulları oldukları için aralarında asla ihtilaf olmaz. Her biri diğerini tasdik edip destekler. Asla muhalefet etmezler. Çünkü onlar Hakk'ın elçileridir. O'nun tarafından hüküm değişir. Yeni hüküm gelir. O mülkünde dilediği gibi tasarruf eder, elçilerine dilediği gibi emir verir. Ayette buyrulduğu gibi daha önce Allahın haram kıldığı hükümleri Hz. İsaya gelen İncilde helal kılmıştır. Peygamberlerin Allah'a ve peygamberlerine gönülden bağlılıkları, gelmiş ve gelecek bütün ümmetlere, liderlere, amirlere, memurlara örnektir. Şimdilerde bir mevki sahibi olan hemen birilerinin ayağını kaydırmaya, bir fikir olsa çürütmeye, bir ilerleme olsa çelme takmaya başlar. Bölünme, parçalanma, düşmanlık sonu cinayete giden nifaklar şikaklar.
Dönüp şu peygamberler zincirine bir bakalım. Asırlardır yüz yirmi dört peygamber gelmiş, hiçbiri biriyle çatışmaya, tartışmaya girmemiş. Çünkü gönülleri berrak, sadık, halis kimseler. Nefisleri adına hiçbir şey yapmazlar. Her şey Allah (cc) için Allahın dinini yüceltmek için, davaları tek, idealleri tek, aynı yolda sıratı müstakimde sıdk ayaklarıyla Allahın mağfiretine, cennetine, cemaline, rızasına doğru yürümüş, birbirlerinin tecrübesinden istifade etmişlerdir. Ve hepsi de samimi duygularla 'Allah!tan korkun, bana itaat edin' cümleleriyle insanları insanlığa, insafa davet etmişlerdir.
"مُصَدِّقاًَ" Tasdik edici olarak
Hz. İsa, kendisinden önce gelen Tevrat'ı doğrulayıcı olarak peygamber kılındı. Onu nesheden bir peygamber olarak gelmedi. Tam tersine tevhid, ölümden sonra diriliş gibi dinin genel esaslarında onunla uyum içinde olan Tevrat'ı tamamlayıcı bir peygamber olarak geldi.
Tevrat’ı tasdik demek, onda bulunan her şeyin hak olduğuna inanmaktır. Hz. İsa'nın Tevrat'ta haram kılınan şeyleri helâl kılması, O'nun Tevrat'ı tasdik edişine ters düşmez. Hz. İsa'nın geleceği Tevrat'ta müjdelendiğine göre, Hz. İsa'nın gelmesi ve şeriatı, Tevrat'a ters düşmüş olmaz.
48. ayette Yüce Allah Hz. İsa'ya Tevrat'ı öğrettiğini bildirmişti. Tevrat Hz. İsa'ya, Hz. Musa'ya gelen şekliyle öğretilmiştir. Tevrat'ın bazı hükümleri, bozulmamış haliyle Hz. İsa'nın zamanına intikal etmiş; Allahu Teâlâ da bunları Hz. İsa'ya öğretmiştir. Hz. İsa'nın tasdik ettiği Tevrat budur.
Allahu Teâlâ'nın Hz. İsa'ya Tevrat'ı öğrettiği bildirildiğine göre, öğretimle bu ayetteki tasdik arasında bir ilişki vardır: Bilen kimse tasdik eder.
İnsanların bir şeyi tasdik etmeleri isteniyorsa, önce onlara öğretilmesi gerekir. Öğretimden ya da bilgiden tasdike geçilir. Bir peygamberin önceki peygamberlere gelen vahyi tasdik edebilmesi, kendisine gelen vahiyle, diğerlerine gelen vahiylerin arasındaki benzerlik ve ayrılıkları bilmesi ile sağlanır.
Size haram kılınmış olan bazı şeyleri size helâl kılmak için (geldim).
Hz. İsa onlara Hz. Musa'nın getirdiğinden daha yumuşak hükümler getirmişti.
Yahudi âlimleri, kendi kendilerine bazı asılsız hükümler uy-durmuş ve bunları Hz. Musa'ya nispet etmişlerdi. Hz. İsa gelince, bunların asılsız olduğunu belirtip, durumu Hz. Musa zamanındaki şekline getirdi.
Allahu Teâlâ, İsrailoğullarının işledikleri bazı günahlardan ötü-rü, onlara bir ceza olsun diye, Musa Aleyhisselam'ın şeriatında bazı şeyleri onlara haram kılmıştı. Balık, deve etleri, kuyruk yağları, iç yağı (barsaklara ve iç organlara bitişen yağlar), bütün tırnaklı hayvanların etleri gibi. Hz. İsa onlara bu yiyecekleri helal kıldı.
Size Rabb'inizden âyet (mu'cize) getirdim.
Bu ifâde tekrar edilmiştir. Çünkü insanı, eskiden beri alıştığı şeylerin tesirinden koparmak zordur. Hz. İsa'nın sözü onların kalplerine daha faydalı ve tabiatları üzerinde daha tesirli olsun diye, mucizeleri tekrar zikretmiştir.
Gelen mucizeler birden çok olduğu halde "Âyet" denilerek tekil olarak gelmesi, bu âyetlerin risalete delalet etmesi bakımından tek bir tür olmasından dolayıdır.
Artık Allah'tan korkun ve bana itaat edin.
Peygambere itaat etmek, Allah'tan ittikâ etmenin gereklerindendir. Gerçekten Allah'tan korktuğunuz zaman, Rabb'im adına size emrettiğim şeylerde de bana itaat etmeniz gerekir" demiştir.
Hz. İsa kıldan yapılmış elbise giyerdi. Taştan yastık edinmişti; geceleri ayın ışığıyla yetinirdi. Su içtiği ve abdest aldığı toprak bir ibriği vardı. Bir gün bir adamın eliyle su içtiğini gördü. Kendi kendine:
"Ey İsa! Bu adam senden daha zahiddir" dedi. Hemen elindeki ibriği kırdı. (Veya elden çıkartıp bir fakire verdi.)
Bir gün Hz. İsa yaşlı bir kadının çadırında gölgelendi. Çok sıcak bir gündü. Yaşlı kadın çadırından çıkıp onu kovdu. İsa Aleyhisselam ayağa kalkıp gülerek çadırdan çıktı, gitti. Kavurucu sıcakta ilerlerken şöyle diyordu:
"Ey Emetüllah (Allah'ın kadın kulu!) Beni buradan kaldıran hakikatte sen değilsin. Beni buradan ancak bana dünya nimetlerini vermeyen zat kaldırdı."
İsa Aleyhisselam semaya yükseltildiğinde mal varlığı olarak yanında, söküklerini diktiği bir iğne bulundu. Bu iğneden dolayı ilahi hikmet İsa Aleyhisselam'ın ikinci kat semaya inmesine hükmetti.
Bunda şuna işaret vardır: Salik, her masivadan ilgisini kesmeli, bütün geçitlerden ve engellerden sıyrılmalıdır. Hatta mele i a'la ile beraber yürümeli ve kaabe kavseyn ev edna makamına uçabilmelidir.
✽ 'مُصَدِّقاً Tasdik edici' hali müekkide, mübeyyine ve mütedahiledir.
✽ ' بَيْنَ يَدَيَّ Önümdekini' ifadesi, اَمَامَ anlamındadır. Mekan zarfı, zaman zarfı yerinde kullanılmış, istiare-i tebaiye olmuştur. Peygamberler sanki birbiri ardınca dizilmiş Hakk'ın elçileridir. Sırası gelen görevini yerine getirip ayrılmıştır. Bu aynı zamanda peygaberler silsilesini zihinde canlandıran bir tecessümdür.
✽ 'وَلِاُحِلَّ helal kılmam için' kelimesi meful-ü lehtir.
✽ 'Tasdik ediciyim' deyince, acaba önceki şeriatın her hükmünü aynen tasdik edecek mi, yoksa bazı hükümler değişti mi; bu yanlış anlamayı önlemek için, tekmil ve ihtiras itnabıdır.
✽ 'بَعْضَ الَّذٖي حُرِّمَ عَلَيْكُمْ Size haram kılınan bazı şeyleri' cümlesinde, ismi mevsul gelişi ayrıntılı haber vermek içindir. İsm-i mevsulle sılası sıfatlı kinayedir.
✽ 'Helal kılmam için - وَلِاُحِلَّ ' fiili ile 'Haram kılınan حُرِّمَ' fiilleri arasında tibak-ı icab vardır.
✽ 'Allah'tan korkun' emri ile 'Bana itaat edin' emirleri arasında muraatı nazır vardır. Emirler irşad, teşvik ve tehdit içindir.
✽ 'Allah'tan korkun' emrinden önce 'Rabbiniz' ifadesi geçmişti. Muktezay-ı zahirin hilafına kelamdan zamir yerine isim gelmiş; emre itaati kuvvetlendirmek, kalbe korku bırakmak ve zihne yerleştirmek içindir.
✽ 'Rabbiniz' isminden sonra 'Allah'tan korkun' buyrulması tecriddir.
51-Allah (cc) benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir; öyleyse O’na kulluk edin, budur doğru yol!’
Hz. İsa halkına doğru yolu gösteriyor. Benim de sizin de Rabbiniz Allah (cc), Ona ibadet edin, buyuruyor. Bu ayet teslis inancının temellerini söken bir ayet. Ne var ki inanmak istemeyen bir kimse inandırılamaz. İşin içinde menfaat olunca menfaat perestler her asırda hükümleri çarpıtmış, kitapları tahrif etmiş, peygamberler öldürmüşler. Ama işin aslı ayette de görüldüğü gibi hiç değişmeyecek olan ve bütün kitapların özelliğini içinde barındıran Kur'an ile beyan edilmiştir. Ve ümmeti Muhammed bütün ümmetlere şahit kılınmıştır.
Hz. İsa bu sözle, kendisi hakkında bâtıl şeyler uydurup, O'nun ilâh veya İlâh'ın oğlu olduğunu söylemesinler diye, Allah'a boyun eğdiğini izhâr etmek ve O'nun kulu olduğunu itiraf etmiştir. Çünkü O'nun, Allah'a kul olduğunu kabul ile ikrar etmesi, câhil hristiyanların O'nun hakkında iddia ettiği şeylere manî olur.
Bu cümle nazari kuvvetin kemalinin hak itikat ile gerekleşeceğine işarettir. Bu da tevhid inancıdır.
"Allahu Teâlâ bütün mahlukatın Rabb'i olduğuna göre, herkesin O'na ibâdet etmesi gerekir" manasındadır. Bu hükmü de, “İşte sırat-ı müstakim” diyerek tekid etmiştir.
Bu cümle de; ameli kuvvetin kemaline işarettir. Çünkü bu kemal emirleri yerine getirip yasaklardan kaçınmaya bağlıdır.
Kulluk
✧ Sözlükte tapmak, kulluk etmek, boyun eğmek anlamına gelen ibâdet dini anlamıyla da niyete dayalı olarak yüce Allah (cc)’a yakınlık amacı taşıyan ve özel şekillerde yerine getirilen taat ve eylemleri ifade eder. Bu ibadetin dar anlamıdır. Geniş anlamıyla ibâdet Allah (cc)’a taat maksadıyla Allah (cc) rızasını gözeterek yapılan her türlü taat ve eylemleri ifade eder.
✧ Kim Allah-u Zülcelal'in koyduğu kural ve kaideye karşı gelirse, cehennemde azab bulacak, kim de O'na itaat ederse, ondan razı olup cennetine koyacaktır. İnsanoğlunun tek çaresi, Allah-u Zülcelal'e hakiki bir kul olmaktır.
✦ Kulluk vazifesini ifada kusur edenleri Allah (cc) gam ve kedere müptela kılar. Hadîs-i Şerîf
✦ Kardeşinin ihtiyacını gideren kimse ömür boyunca Allah (cc)’a kulluk etmiş gibidir. Hadîs-i Şerîf
✧ Kullukta emeklilik yoktur.
✧ Muhtaç olduğunuz kadar Allah’a kulluk edin. Ömrünüz kadar dünyalık toplayın, ateşe dayanacağınız kadar günah işleyin, kabirde duracağınız kadar hazırlık yapın, cennette istediğiniz makama göre çalışın. Şakik-i Belhi
✧ İnsanın saf kulluğu dört şeyle bilinir:
1. Rahatı terk eder
2. İnfak eder
3. Fakiri sevindirir
4. Övgüye değer işler yapar. Zünnûn-ı Mısri
✧ Kulluğun en güzeli kulun Allah (cc)’ın verdiği nimetler karşısında şükürden aciz olduğunu bilmesidir.
✧ Ey aziz kardeşim, çok uyanık ve müteyakkız olmak gerekir. Nefesleri boşa geçirme, hevây-ı hevesine kapılma. Bir gün vade gelip de ‘Haydi gel’ denilince, artık durmak mümkün değildir. Sonra bu hayatın mesuliyet sorguları var. Sakın bunlara inanmamazlık etme. Mehmet Zahid Kotku
İstikamete ancak ekabir (büyükler, er kişiler) takat getirip dayanabilirler. Çünkü istikamet alışılagelmişlerden çıkmak, resmi hareket ve adetlerden ayrılmak, hakiki bir sıdk ve samimiyet üzere Allahu Teâlâ'nın önünde kıyam etmektir. Efendimiz şöyle buyurdular:
"Sizden biriniz asla kötü köle gibi olmasın; Kötü köle korktuğu zaman çalışır. Ve ücretle tutulan kötü işçi gibi de olmasın; kötü işçi kendisine bir şey verilmediğinde çalışmaz."
Edepli kul, Mevlasının kapısında taat ve ibadete devam eder, Allahu Teâlâ'dan başka hiçbir şeye; hatta ne cennete ne de cehenneme bakmaz.
Kulun amel ve tevhidi her tür maksattan, gayeden tecrid edildiği zaman; istikameti düzgün olmuş olur. O zaman kul sıratı müstakimi yol edinmiş olur.
Yine kul Efendimiz'e tabi olmaya devam ederek istikamete ulaşır. İstikamet işin başında hemen hasıl olan işlerden değildir.
Sıratı müstakim
✦ Ümmetimden hak üzere olan, doğru yolda yürüyen her zaman bulunacaktır. Bunlara karşı duranlar bunlara zarar veremezler. Hadis-i Şerif
✦ Allah yolunda ayağı tozlanan kişiye cehennem ateşi dokunmaz. Hadis-i Şerif
✦ Allah'a iman ettim de; sonra dosdoğru ol. Hadis-i Şerif
✧ İnsanın üç temel boyutu olan duygu, düşünce ve eylem dengesini adil bir biçimde kurunuz. Denge müslümanın tavrı olmalıdır.
✧ Sıratı müstakim itidaldir. Sırat köprüsü gibi hangi yana meyil olursa o yan ateştir.
✧ İlim ve amel istikametin başlangıcıdır.
✧ Azim yolunu tutmayan ilerleyemez.
✧ Kibirde zulüm, vakarda merhamet vardır.
✧ Şeriat ölçülerinizi aşacak şekilde mal, evlat, makam hırsı fitnedir.
✧ İslam dışı her şey fitnedir.
Gözlerimiz kararır köprü varken Fırat'ta
Halimiz nice olur kıldan ince sıratta?
✽ 'Muhakkak ki Allah sizin de, benim de Rabbimdir' Hz. İsa'yı ilah edinenlere itiraz ifade eden itnab cümlesidir.
✽ 'رَبّٖي Rabbim' izafetine 'رَبُّكُمْ Sizin Rabbiniz' izafeti و atıf harfiyle atfedilmiş, vasıldır. Tezayufun camii aklisi ile şunu ifade eder: Allah Hz. İsa'yı terbiye ettiği gibi, onları da terbiye etmiştir. O peygamber diye onlardan başka hususiyetler vermemiş, yeme, içme ve diğer hususlarda o de beşeriyet terbiyesinden geçmiştir.
✽ Bu atıf aynı zamanda Hz. İsa'nın onlardan farklı olduğunu da ortaya koyar. Hz. İsa sanki insanlardan ayrı, bambaşka biriymiş gibi, onun terbiyesi bir yana, diğerlerinin bir yana dercesine; 'Benim Rabbim ve sizin Rabbiniz' demesi tecriddir. İzafet; hem muzafın (Rabbin) hem de muzafın ileyhin (Hz. İsa'nın) şanıdır.
✽ Allahu Teâlâ tüm kainatın Rabbidir. Hz. İsa'nın burada 'Rabbül alemin' demeyip, yalnızca 'Rabbim ve Rabbiniz' demesi tağlibdir.
✽ 'فَاعْبُدُوهُ' Mefhum-u lakabıyla, Bana değil, sadece O'na dua edin, demektir.
✽ İsmi işaretler, hissen aklen en net şekilde temyiz için gelir. Muhataba tariz, tazim veya tahkir için, muhatabın gabavetini (zor anladığını) belirtmek, sonuç bildirmek, tecessüm ve bir şeyi kısaca anlatmak ve cümleleri birbirine bağlamak için gelir.
✽ 'هٰذَا صِرَاطٌ مُسْتَقٖيمٌ İşte bu doğru yoldur' cümlesinde ism-i işaret; işaret-i akliyedir, tazim ve tecessüm bildirir.
✽ Bu cümlenin mefhum-u lakabı; bunun dışındakiler bozuk, eğri büğrü, yanlış yollardır, demektir.
52- İsa onların inanmayacaklarına kanaat getirince: ‘Kimdir benim Allah (cc) yolunda yardımcılarım?’ diye sordu. Havariler: ‘Biziz Allah (cc) dininin yardımcıları, Allah (cc)’a iman ettik, sen de bizim Allah (cc)’a teslim olduğumuza şahit ol’ dediler.
Hz. İsa küfre karşı açtığı savaşta Allah yolunda yardımcılar aradı. Ve toplumun içinden havariler denen bir grup, ensarullah olacaklarını söylediler. Allah'a inanan müminler ve müslümanlar olduklarına Hz. İsa'nın şahit olmasını istediler. Her peygamberin dinde, maneviyatta kendilerine yakın ashabı, dine yardımcı dostları vardır.
Onlar Allah'ın dinine yardım ederek Allah'ın yardımına mazhar olmuşlardı. Bugün de aynı Allah yolunda çalışanlara Allah'ın hidayet edip Allah yolunda yürüyecekleri ayetle sabittir.
Allah'ın dinine nasıl yardım ederiz?
Öncelikle dinin hükümlerini titizlikle yaşayıp, iyi örnek ve dinin teşvikçisi olmalıyız. ahlakımızda, tutum ve davranışlarımızda vakur, mütevazi, halim, sabırlı, temkinli, müteşekkir, müsbet tavırlar gösterip insanları dine, dindara yaklaştırmalıyız.
Derme çatma, asılsız müsnedsiz, delilsiz yetersiz bilgilerden kurtulmak için dini bilgileri kaynağından öğrenmeliyiz.
Dinimizi öğretenlere canı gönülden maddi manevi destek olmalıyız.
Tebliğ faaliyetlerinde cesur, cömert, fedakar, candan davranmalıyız.
Ayet-i kerimenin önceki ayetlerle münasebeti
Bu ayetle Hazret-i İsa'nın kavmiyle olan kıssasının anlatımına başlanmaktadır. Kur'an-ı Kerim icaz yoluna gittiği için. Hz. İsa'nın doğmasından bahsedilmedi. Sadece Resulullah'a teselli verecek olaylar anlatıldı. Hz. İsa'nın da tıpkı Efendimiz gibi kavmi tarafından yalanlandığı, sahabelerin Resulullah'a destek oldukları gibi, havarilerin ona olan desteğinden bahsedildi. Böylece Efendimiz'e ve ashaba bir teselli ve şereflendirme yapıldı.
• اَحَسَّ birşeyi duyup hissetmek, bir şeyi iyice, kesin olarak bilmek, acıyıp merhamet etmek, şefkat göstermek, duyu organlarıyla kavramak, sezmek manalarına gelmektedir. Bu kelime zahiri mânasına göre, "Onlar, inkârlarını söylüyorlardı. Hz. İsa da Allah'ın izniyle bunu hissetti” anlamındadır.
• Onların inkârları, Hazret-i İsa tarafından duyularla hissedilecek şekle gelip, kavmi içinde inkarcıların bulunduğunu kesinlikle öğrendiğinde' demektir.
• Veya bu hissetme, Hz. İsa'nın onların küfürde ısrarlı oldukla-rını, kendini öldürmeye niyetlendiklerini anlamasıdır. Bu, kesin bir bilgi haline gelince, Allahu Teâlâ, duyularla meydana gelen bu ilmi, "hissetme" fiiliyle istiare olarak getirmiştir. Yakini ilimde, zahiri hislerde olduğu gibi asla şüphe yoktur. Yani; Bildiği vakit, demektir.
Yahudilerin inkârlarının ortaya çıkmasına sebep olan hususlar:
1- İsrailoğulları, küfürlerinde inâd edip Hz. İsa’ya uymadılar. Bunun üzerine İsa (as) onlardan korktu ve saklandı.
İsa (as)'nın kavmi içindeki durumu, Hz. Muhammed'in durumu gibiydi. O da Mekke'de iken mustazaf (güçsüz bırakılmış) bir kimseydi. Hz. Peygamber 'in müşrikler onu öldürmek istedikleri zaman Sevr mağarasında ve kendine inanan müminlerin evlerinde gizlenişi gibi, Hz. İsa da İsrailoğullarından gizlenmişti. Sonra annesiyle birlikte, yeryüzünü dolaşmak için saklandığı yerden çıktı. Bir şehirde, bir adama rastladı.
Bu adam ona son derece izzet-ü ikram gösterdi. Orada zâlim bir hükümdar vardı. Bu adam bir gün, mahzun bir şekilde Hz. İsa'nın yanına geldi. Hz. İsa bunun sebebini sorunca şöyle dedi: "Bu şehrin hükümdarı, zalim bir adamdır. O, herbirimize kendisini ve ordusunu yedirip içireceği bir gün tayin etti. Bu günse benim sıram; ama benim durumum kötü..." Hz. Meryem bunu duyunca, "Evladım, Allah'a dua et de, Allah o adama isteğini versin.." dedi. Bunun üzerine Hz. İsa, "Anneciğim, eğer bunu yaparsam, bir şer meydana gelir." dedi.
Hz. Meryem, "O, bize iyilik etti. Bu nedenle, ona mutlaka iyilik etmemiz gerekir" deyince, Hz. İsa adama şöyle dedi: "Hükümdarın gelmesi yaklaştığı zaman, tencere ve kırbalarını suyla doldur. Sonra da bana haber ver.." Adam bu işleri yapıp bitirince Hz. İsa duâ etti. Tencerede bulunan şeyler pişip yemek haline, su kırbalarındaki su da şerbet haline geldi. Hükümdar geldiğinde, yedi, içti ve bu içeceğin nereden alındığını sordu. Adam bu soruya cevap vermemek için oyalandı. Hükümdar ise anlatması için ısrar etti.
Hükümdar durumu öğrenince, "Allah'a duâ ederek suyu şarap haline getiren bir kimse, ölen bir çocuğu diriltmesi için Allah'a duâ ettiğinde mutlaka icabet olunur" dedi. Birkaç gün önce kralın oğlu ölmüştü. Hz. İsa'yı çağırtarak duâ etmesini istedi. Hz. İsa "Bunu yapamayız. Çünkü o yaşarsa, bir şerre sebep olabilir" dedi. Kral, "Ne olacağı umurumda değil, yeter ki ben onu göreyim. Eğer sen onu diriltirsen, bu yaptığın şeye müsaade ederim..." dedi. Bu teklif üzerine Hz. İsa, Allah'a duâ etti, çocuk dirilip ayağa kalktı. Ülkesinin insanları onun yaşadığını görünce, derhal silaha sarılarak birbirleriyle savaşmaya başladılar. Hz. İsa'nın durumu da, halk arasında meşhur oldu. Yahudiler, bundan dolayı, onu inkara başladılar, öldürmeye karar verdiler.
2- Yahudiler, Hz. İsa'nın Tevrat'ta müjdelenen Mesîh olduğunu ve kendi dinlerini neshedeceğini biliyorlardı. Bu sebeple işin hemen başında ona ta'n ettiler ve öldürmeye çalıştılar. Hz. İsa açıktan açığa davete başlayınca, yahudilerin kızgınlıkları arttı. Onu rahatsız etmeye başlayarak, öldürmek istediler.
3- Hz. İsa, kavminin iman etmeyeceğini ve davetinin onlara hiçbir fayda vermeyeceğini zannetti. Onları denemek için; "Allah'a (doğru giden yolda) bana yardım edecekler kim?" dedi. O'na, havarilerden başka hiç kimse olumlu cevap vermedi. O zaman, havarilerin dışında kalan herkesin kâfir olduğunu; dinini inkâr etme ve kendisini de öldürme hususunda kararlı ve ısrarlı olduklarını anladı.
1) Hz. İsa, İsrailoğulları davetine icabet etmeyince onlardan uzaklaşarak yeryüzünde dolaşmaya başladı. Balık avlayan bir grup avcının yanına geldi. Aralarında Şemûn, Yakûb ve Yuhanna İbn Zebedî bulunuyordu. (Bu kimseler daha sonra, on iki havariye dahil olacaklardır.) Hz. İsa onlara şöyle dedi: "Şu anda balık avlıyorsunuz, ama bana tâbi olursanız, ebedî hayat için insanları avlayan kimseler olursunuz..." Avcılar Hz. İsa'dan bir mu'cize istediler. Şemûn ağını o gece suya atmış, ama hiçbir şey avlayamamıştı. Hz. İsa ona, ağını ikinci kez suya atmasını emretti. Bu sefer, Şemûn'un ağı, nerdeyse parçalanacak kadar balıkla doldu taştı; bu durum karşısında onlar, başka bir geminin çalışanlarından yardım istediler, tam iki gemi dolusu balık elde ettiler ve Hz. İsa'ya iman ettiler.
2) Hz. İsa, "Allah'a (doğru giden yolda) bana yardım edecekler kim?" sözünü, yahudiler O'nu öldürmek için bir araya toplandıklarında söylemiştir.
♦ Yahudiler, O'nu öldürmek için arıyorlardı. İsa (as) da, bu on iki havariye, "Allah tarafından bana benzetilmek suretiyle, yerime öldürülmeye karşılık, cennette benim arkadaşım olmayı hanginiz ister?" dedi. Bu soruya onların bir kısmı icabet etti.
♦ Hz. İsa'nın yardım talep etmesinden maksadı, onları, kendisine yönelebilecek kötülüğü savuşturmaya yöneltmek, teşvik etmektir.
♦ Hz. İsa bu soruyla, onlarda hissettiği inkarı ortaya çıkarmak ve gerçekten inananları tesbit etmek istemiştir. Soru sormadıkça, imtihan etmedikçe farklar ortaya çıkmaz.
Tek başına Allah'a giden yolu işler hale getirmek, insanların beyin, gönül ve nefislerini dine yönlendirmek zordur. Çünkü Allah'a giden yola engeller koyan, o yola düşman olanlar vardır. Bu engelleri aşmak için iman dolu gönüllere ihtiyaç vardır. İşte Hz. İsa böyle kişileri aradığı için bu soruyu sormuştur.
• Bunun takdiri, "Allah'a gitmem veya O'na iltica etmem durumunda, kim bana yardımcı olur?" şeklindedir.
• اِلَى gaye manası ifade eder. Hz. İsa sanki, "Davetim tamamlanıp, Allahu Teâlâ'nın emri de ortaya çıkıncaya kadar, bana yardım etmeyi kimler sürdürecek?" mânâsını murad etmiştir.
• اِلَى harfi ceri مَعَ manasına gelir.
• “Allah’a bir yaklaşma ve ibadet olacak şeyler hususunda, yardımcılarım kimdir?” manasındadır.
• اِلَى lafzı, “ل” manasındadır. Hz. İsa sanki, “Allah için yardımcılarım kimdir?” demiştir.
• اِلَى harfi cerinin فِى anlamına gelmesi caizdir. “Allah yolunda yardımcılarım kimdir?” Hz. İsa onları, yahudilerle savaşmaya davet etmişti.
♦ Havârî, bir kimsenin özelliği ve hususiyetini ifâde eder.
Katıksız, sırf öz, bembeyaz olduğu için, "un"a da, havârî denilir.
Ayette geçen, “havariyyün” kelimesinin manası, ‘samimi adanmış yakın dost, taraftar, peygamberleri tasdik ve onlara yardım konusunda son derece ihlâslı olan tâbilerdir.
♦ Elbiselerinin beyaz olması sebebiyle bu ismi almışlardır. Çama-şırcı olup, elbiseleri temizleyip beyazlattıkları söylenmiştir.
Kalpleri her türlü nifak ve şüpheden arınıp tertemizdi. Onları medhedip, kalplerinin, son derece beyaz bir elbise gibi temiz olduğuna işaret için bu ismi almışlardır.
♦ Hz. İsa, çamaşır yıkayan bir topluluğa uğradı ve onları imana çağırdı. Onlar da iman ettiler.
♦ Havari, beyazlık anlamındaki 'haver' kelimesinden alınmıştır. Kalpleri beyaz ve doğrultuları tertemiz olduğu için bu isimle nitelendirilmişlerdir.
"Falanca kişi falancanın havarisidir" demek, 'Onun has ve saf adamıdır' manasındadır.
Havariler
Havariler on iki kişiydiler. Bazıları melikti; kimi balık avcılarındandı, bazıları da kasab ve boyacı idi.
♦ İsa (as) balıkçılar avlarlarken, yanına geldi ve onlara şöyle dedi: "Gelin, sizinle beraber insanları avlayalım." Onlar, "Sen kimsin?" diye sorunca, "Ben, Meryem oğlu İsa, Allah'ın kulu ve elçisiyim" dedi. Bunun üzerine onlar, bu iddiasına dair bir mu'cize istediler. Hz. İsa da mu'cize gösterince, ona iman ettiler
♦ Hz. Meryem, Hz. İsa'yı bir boyacının yanına çırak olarak verdi. Boyacı ona bir şey öğretmek istediğinde Hz.İsa'nın, bunu ondan daha iyi bildiğini fark etti. Bir gün boyacının, bazı işleri sebebiyle işyerinden ayrılması gerekti. Ona "Şurada birbirinden farklı elbiseler var. Ben onların her birine belli işaretler çizdim. Döndüğümde bitecek şekilde, sen bu elbiselerin hepsini şu boyalarla boya..." dedi ve gitti. Hz. İsa bir küp su kaynatarak, bütün elbiseleri onun içine bastı ve, "Allah'ın izniyle, istenildiği gibi olunuz.." dedi. Boyacı geri döndüğünde yaptığını ona haber verdi. Boyacı, "Bütün elbiseleri mahvettin!" diye kızdı. Hz. İsa ise, "Kalk bak bakalım, öyle mi?" dedi. Boyacı kalkıp, küpün içinden bütün elbiseleri tam istediği biçimde kırmızı, yeşil, sarı renklere boyanmış olarak tek tek çıkardı. Orada bulunanlar ise buna hayretle, O'na iman ettiler. Havariler bunlardır.
♦ Havariler, Hz. İsa'ya tâbi olan on iki kişiydiler. Onlar, "Ey Allah'ın ruhu, acıktık!" dediklerinde, Hz. İsa elini yere vuruyor, bunun üzerine her bir havari için iki ekmek çıkıyordu. Susadıkları zaman, "Ey Ruhullah, biz susadık!" diyorlar, Hz. İsa elini yere vuruyor, yerden su çıkıyor, içiyorlardı. Bunun üzerine, "İstediğimiz zaman bizi yediriyor, istediğimiz zaman da bize içecek veriyorsun.. Bizden daha faziletli kim olabilir?.. Biz sana iman ettik!" deyince, Hz. İsa, "Sizden daha efdal olan, eliyle çalışıp da kendi emeğinden yiyen kimsedir" buyurdu. Bu söz üzerine onlar elbise yıkamaya başladılar ve bundan dolayı da havari diye isimlendirildiler.
♦ Bunlar hükümdar idiler. Hükümdarlardan birisi bir ziyafet ha-zırlayıp halkı davet etti. Hz. İsa da bir tabaktan yemek yiyor, ama onun yemeği hiç bitmiyordu.
Melik ona, "Sen kimsin?" deyince, Hz. İsa, "Ben, Meryem oğlu İsa'yım" dedi.
Hükümdar da, "Mülkümü bırakarak sana tâbi oluyorum" dedi ve bütün akrabalarıyla beraber Hz. İsa'ya tabi oldu, işte havariler bunlardır.
♦ Bu oniki havarinin bir kısmının hükümdar, bazısının balıkçı, bazısının da çamaşırcı olması mümkündür. Hepsi de, Hz. İsa'nın yardımcısı ve O'nu sevme, itaat ve hizmet etme hususunda son derece ihlaslı ve samimi oldukları için, havarî olarak isimlendirildiler.
Ensarullah-Allah'ın yardımcıları
"Biz Allah'ın dininin ve peygamberlerinin yardımcılarıyız" demektir. Hakiki anlamda, Allah'ın bizzat kendisine yardım etmek imkânsızdır.
Kur'an havarileri örnek mümin modeli olarak zikretmektedir. Kuran’ın nazarında onlar Hz. İsa’nın ihtiyaç duyduğu vakit onu terk etmediler, ona sımsıkı sarıldılar.
"Sana yardım ve müdafaa talebine boyun eğdiğimize ve bu konuda Allah'ın emrine teslim olduğumuza şahit ol."
Onların Hz. İsa'yı kendi üzerlerine şahit tutmaları, aynı zamanda Allah'ı şahit tutmak demektir.
'Biz müslümanız' demeleri, kendi dinlerinin ve bütün peygamberlerin (as) dininin İslam olduğunu, havarilerin ikrar ve itirafıdır.
✽ اَحَسَّ lazım melzum alakasıyla mecazı mürseldir. عَلِمَ bildi, manasındadır. Küfür hissedilmez, küfrün eseri hissedilir.
✽ 'Allah'a yardımcılar kimdir' sorusu, Allah'a giden yolda, cihadda, iman davasında yardımcılar kimdir, demektir. Sebep söylenmiş, müsebbep kastedilmiştir.
✽ مَنْ istifham edatıyla akıllı varlıkların durumlarının belirtilmesi istenir. Akıllı kişinin durumunu bildirmek, onun özel ismi veya sıfatını zikretmekle olur. Bu istifhamla akıllı varlıkların cinsinden ziyade şahsiyetinden sual edilir. Bazen bir nükteye binaen cansızlar için مَنْ canlılar için de 'مَا ne' kullanılır.
✽ Hz. İsa onları zaten tanıyordu. Burada مَنْ اَنْصَارٖٓي اِلَى اللّٰهِ sorusuyla, Allah yolunda olmanın bir şahsiyet işi olduğu, bir karakter taşıma meselesi olduğunu vurgulanmıştır. 'Allah yolunun yardımcıları olacak, mert, vefalı, cesur, sabırlı, takvalı, akıllı, ihlaslı, sebatlı, inançlı, edepli, adaplı kim var?' diye sormuştur.
✽ 'Biz Allah'ın yardımcılarıyız' cümlesi sohbet sırasında vaki olan müşakaledir.
✽ Bu cümle, isim cümlesi olarak gelmiş, aslında 'Allah'ın yardımcıları olacağız' şeklinde gelecek zaman manasındadır. Muktezay-ı zahirin hilafına, müzari yerine isim cümlesi gelmiştir, sübut ve devam ifade eder. Yani; 'Her daim bu yardımcılıkta sabit kadem olacağız' demektir.
✽ Havarilerin 'Allah'ın yardımcılarıyız' demesi de mecaz-ı mürseldir. Sebeb söylenip, müsebbep olan Hz. İsa'ya yardım etmeyi kasdetmişlerdir.
✽ 'Biz Allah'a iman ettik' itnabtan iygaldir. Havariler bu cümleyle Allah yolunun yardımcısı olmanın ana özelliğinin iman olduğunu belirtmişlerdir.
✽ الْكُفْرَ 'Küfür' kelimesi ile 'İman ettik' fiili arasında biri isim biri fiil arasında olan tibak-ı icab vardır.
✽ 'Şahit ol ki biz müslümanlardanız' Ayetin bu cümleyle bitmesi hüsn-ü intihadır.
53- Ey Rabbimiz, indirdiğine inandık, peygambere de uyduk, bizi o şahit olanlar arasına kaydet!
Efendimiz'den önce gelen her peygamber gibi, Hz. İsa da İncil'de okuyup öğrendiği ve 'Ahmed' ismiyle yad ettiği Efendimiz'e büyük bir muhabbet besliyordu, onun ümmetinden olmayı bu ayetlerle Rabbinden istemişti. Efendimizin ümmetinin bütün ümmetlere şahit olacağını bildiğinden 'Beni şahitlerden yaz' diye dua etmişti.
Bu duası sebebiyle küffarın elinden kurtarılmış, göklere çıkarılmış, kendisine kanat takılmıştı. Şu anda da arşın etrafında meleklerle birlikte tesbih ile meşgul olmaktadır. Kıyamete yakın inip, İslam'ı tebliğ edip Efendimizin ümmetinden olacaktır. Doğrusunu en iyi Allah bilir.
Bu havarilerin tazarru ve yakarmalarıdır. Onlar, imanlarında ciddiyetlerini mübalağa ile ortaya koymak için, Hz. İsa'ya yardımcı olacaklarını arzettikten sonra bir de Allahu Teâlâ'ya arzettiler. Böylece Allah'ın birliğine ve peygamberlerin nübüvvetine şahadet eden her mü'minin alacağı mükâfaat kadar, Allah'tan mükâfaat istediler.
♦ Senin vahdaniyetine ve peygamberlerin doğruluğuna şahitlik edenlerle beraber yaz.
♦ Veya kendilerine tabi olanlara şahitlik edecek olan peygamberlerle beraber yaz.
♦ Ya da Ümmet-i Muhammed ile beraber yaz, demektir. Çünkü Ümmet-i Muhammed insanların hepsine şahitlik edecektir.
♦ "Bizi şahitlerle beraber yaz" sözü, havarilerin amel defterle-rinin göklerde melekler yanında olacağına işarettir. Cenâb-ı Hak, "İyilerin amel kitapları, hiç şüphesiz illiyyîndedir." (Mutaffifin, 18) buyurmuştur. Allahu Teâlâ, onların adını, mü'min şahitlerle beraber yazınca, onların nâmı, Mele-i A'la ve mukarreb melekler yanında meşhur olmuştur.
♦ Allahu Teâlâ, "Allah, kendinden başka hiçbir ilah olmadığına şahadet etti. Melekler ve ilim sahipleri de..." (Âl-i İmran, 18) buyurarak, ilim sahiplerini de şahitlerden saymış, onların adını kendi adıyla birlikte zikretmiştir. Bu büyük bir derece ve yüce bir mertebedir. Bundan dolayı havariler de, "Bizi şahitlerle beraber yaz" yani "Bizi, adlarını adınla beraber zikrettiğin o kimselerden kıl" demişlerdir.
♦ Cebrail (as), Hz. Muhammed'e "ihsân"ın ne demek olduğunu sorduğunda O, "Sanki Allah'ı görüyormuşsun gibi O'na ibadet etmendir" buyurdu. Bu da, kulun "gayb" makamında değil, "şuhûd" makamında olmasıdır. Havariler de "şuhûd ve mükâşefe" makamına yükselmek istemişlerdir.
♦ Allah'ı müşahede etme makamında bulunan kişi kendisine ge-len çeşitli güçlük ve elemlere aldırış etmez. Havariler, Hz. İsa'ya yardım ve korumayı üstlerine alınca, "Bizi, şâhidlerle beraber yaz" yani, "Bize gelecek çeşitli güçlük ve meşakkatlere aldırış etmememmiz için, bizi celâlini müşahede eden kimselerden kıl! demişlerdir.
'Şahitler' ifadesiyle kimlerin kasdedildiği ayet-i kerimelerden anlaşılmaktadır:
• Allah ile melekler, hak ve adaleti gözeten ilim sahipleri O'ndan başka ilah olmadığına şahittir. (Âl-i İmran, 18)
• İçinde amellerin kaydedildiği illiyyin adlı kitabı müşahede ede-cek olan mukarrebler. (Mutaffifin, 19-21)
• Şahit olarak gönderilen peygamberler. (Fetih, 8)
• Allah'ın nimetlendirdiği kişiler. (Nisa, 69)
• Allah adına şahitlik edenler. (Nisa, 135)
• Adaleti ayakta tutanlar. (Maide, 8)
İşte havariler bu kimselerle beraber yazılmayı, onların aralarına dahil edilmelerini istemişlerdir.
Havarilerin duasının Kuran'da zikredilmesinin sebebi, müslümanların da aynı şekilde dua etmelerini öğretmek içindir. Bu şekilde dua etmek, her çağın insanının ihtiyacına cevap veren bir duadır. Kişinin geçici, günlük ihtiyaçlarını yansıtan dualar kalıcı olamaz; ama bazı dualar her zamana hitap eder. Havarilerin duası da böyledir.
'Biz müslümanız' Hükmü ilahiye teslim olan, hükmüne razı olan, belasına sabredenleriz.
‘İndirdiğine’ İndirdiğin hükümlere, sırlara, lütuflara, hakikatlere inandık.‘Şahitlerle beraber yaz’ Celalinin şevahidine şahit, Cemalinin nurlarına şahit olanlardan yaz.
✽ 'رَبَّنَٓا Rabbimiz' cümlesinde mahzuf bir nida edatı vardır.
Nida edatı önemli bir şeyden haber vermek için seslenme şeklidir. Cümlenin gelişine göre çeşitli manalar ifade eder. Heyecan uyandıran sanatlardandır.
Nidanın gayesi; nida edilene önemli bir şeyi haber vermektir. Bunun için çoğunlukla nidayı emir, nehiy, istifham, şeri bir hüküm gibi önemli şeyler takip eder. Nidanın başlıca sekiz tane geliş sebebi vardır:
Tehassür (üzüntü ve keder), tenbih, iğra veya tahzir (teşvik veya uyarı), istigase (yardım isteme), nudbe (ağıt yakmak), taaccüp, temenni, ihtisas (özelleştirme). Bu ayette havarilerin 'Rabbena' nidası, temenni bildirir.
✽ 'مَٓا اَنْزَلْتَ İndirdiğine' sıfatlı kinayedir.
✽ 'Resule tabi olduk' cümlesindeki الرَّسُول 'den kasıt Hz. İsa olup, nisbetli kinayedir.
✽ 'اٰمَنَّا بِمَٓا اَنْزَلْتَ İndirdiğine iman ettik' cümlesi ile 'اتَّبَعْنَا الرَّسُولَ Resule tabi olduk' cümlesi و atıf harfiyle vasıl olmuştur. Tezayuftan camii aklidir. İman etmek amel etmeyi gerektirir. Ameli yapmak da Resule tabi olmakla mümkündür.
✽ Önceki ayetteki ' وَاشْهَدْ Şahit ol ' ile bu ayetin sonundaki 'شَاهِدِينَ Şahitler' kelimeleri arasında reddü'l aciz alessadri ve iştikak cinası vardır.
✽ Burada geçen ''شَاهِدِينَ Şahitler' ile Ümmet-i Muhammed kastedilmiştir. Nisbetli kinayedir.
✽ 'فَاكْتُبْنَا مَعَ الشَّاهِدٖينَ Bizi şahitlerden yaz' derken, 'onlardan say, onlardan kabul eyle' demek istemişlerdir. Müstearun minh; yazmak, kaydetmek, müstearun leh, dahil etmektir. Camisi; benzer yanları olanları bir grupta toplamaktır. Sanki Allah katında, 'Şahitler' grubunun özel bir listesi var da, havariler de o kıymetli listeye girmek istemektedirler. Böylece bu özel insanların listeden adları okunup, mükafatları verileceği zaman, onlar da kadro dışı kalmamış, mahrum edilmemiş olacaklardır.
54- Ve inkar edenler hile yapmaya giriştiler. Allah da onların hilelerini ortadan kaldırdı; Allah (cc) hileye ceza verenlerin en hayırlısıdır.
Hz. İsa'nın imtihanı anlatılırken cümle bir müşakale, itnabtan ibhamdan sonra izah fenleriyle başlamış. Onlar çeşitli hile ve entrikalarla Hz. İsa'yı çarmıha germeyi tasarlamış, onu ele geçirerek karşı tarafa yaranmak isteyen havarilerden birinin sureti Hz. İsa'ya benzetilerek onun yerine çarmıha gerilmiştir. Ayet-i kerimede 'Onu öldürmediler, onu asmadılar fakat kendilerine benzetme yapıldı' (Nisa, 157) buyrularak bu durum net bir şekilde anlatılmıştır.
Hz. İsa da kısa bir süre için Allah tarafından vefat ettirilip diriltilerek gökyüzüne kaldırılmıştır. Ve kafirlerin kirli ellerinden, kirli maksatlarından beri kılınmıştır.
Bu olayda olduğu gibi, müminler de kıyamet günü mücrimlerin, müşriklerin içinden alınarak yüksek mertebelere çıkacaklarını yüce Rabbimiz beyan buyuruyor.
Allah'ın elçisini öldürme teşebbüsünde bulunan bu kimseler, kendilerinden birini öldürüp çarmıha gerdiler, sonra da dönüp ona ilah diye tapmaya, çarmıh şeklini din sembolü haline getirmeye kalkıştılar. Yani yalanlarını asırlarca nesiller boyu yakalarında, bayraklarında taşıdılar. Taşımaya devam ediyorlar. Bu Allah'ın onlara mekridir. Kendi mekirlerine cezadır. Kıyamet günü de bu vebali taşıyarak gelecek, yaptıklarından rezil rüsva olacaklardır.
“Mekr” aldatmak, yalan söylemek, saptırmak, hile yapmak, dolandırmak, oyun yapmak, gizlice ve karanlıkta fesat çıkarmaya uğraşmak, bir şeyin toplanması ve sağlam yapılmasıdır.
Onların, Hz. İsa'ya karşı yaptıkları hile, öldürmek istemeleridir. Hz. İsa ‘Ya Rabbi, bana ve anneme sövene lanet eyle’ diye dua edince, onlara hakaret edenler, maymun ve hınzır şekline girmeye başladılar. Bedduasından korkup onu öldürmeye kalktılar.
"Mekr", birisine şer ve kötülük ulaştırmak için çareler aramak, başına oyun oynanmak istenen adamı, hiç ummadığı yerden yakalayacak olan gizli tedbir ve hileden ibarettir. Allah için, hile kurup çare araması düşünülemez. Allah hakkında kullanılan "mekr" kelimesi, müteşabih lafızlardandır.
♦ Allahu Teâlâ, mekr ve hileye karşı verdiği cezaya da "mekr" demiştir. Bu, tıpkı 'Kötülüğün cezası ona denk bir kötülüktür" (Şura 40) âyetinde olduğu gibidir. Cenâb-ı Allah hud'a ve tuzak kurmaya karşı verdiği cezayı "hud'a", istihzaya karşı verdiği cezayı da "istihza" olarak ifade etmiştir. (Sebebin adı müsebbebe verilmiştir.)
♦ Allah'ın onlara yaptığı muamele, mekr'e benzediği için, bu adı almıştır. (Müşakale, teşbihtir)
♦ Bu lafız, müteşâbihattan değildir. Mekr, mükemmel ve sağlam tedbir manasınadır. Sonra örfte, başkalarına bir şer ulaştırmak için alınan tedbir manasına kullanılmıştır.
Allahu Teâlâ' nın onlara karşı mekr’i:
1- İsa (as)'yı göğe kaldırmasıdır. Yahudilerin kralı, İsâ'yı öldürmek istedi. Cebrail (as) ise Hz. İsa'nın yanından hiç ayrılmıyordu. Yahudiler onu öldürmek istedikleri zaman, Cebrail (as) O'na, tepesinde bacası bulunan bir odaya girmesini emretti. Onlar, o odaya girdiklerinde, Cebrail (as) O'nu bacadan çıkarıp, onun suretini bir başkasına verdi. Onlar, bu adamı, Hz. İsa diye yakalayıp çarmıha gerdiler. O anda orada hazır bulunanlar üç gruba ayrıldı. Bir grup, "İlah aramızda idi, gitti"; bir başka grup, "O, Allah'ın oğlu idi", üçüncü grup ise, "O, Allah'ın kulu ve elçisi idi. Allahu Teâlâ O'nu göğe yükseltmekle ona ikramda bulundu" dediler. Her grup, ayrı bir cemaat oluşturdu. Efendimiz peygamber olarak gelinceye kadar, kâfir olan ilk iki grup, mü'min olan üçüncü gruba baskın çıktı.
2- Havariler, oniki kişi idiler ve bir evde toplanmışlardı. İçlerinden birisi münafıklık yapıp, yerlerini yahudilere bildirdi. Allahu Teâlâ da onu, aynen Hz. İsa'ya benzetti ve Hz. İsa'yı göğe yükseltti. Yahudiler, o münafığı Hz. İsa diye yakalayıp öldürdüler ve çarmıha gerdiler.
3- Hz. İsa göğe kaldırıldıktan sonra Yahudiler havarilere işkence yaptılar. Kızgın güneş altında tutarak onlara azab ettiler. Bu durum, Roma İmparatoruna ulaştı. Yahudilerin başlarındaki idareci Roma'ya bağlı biriydi. Ona, "İsrailoğullarından emrin altındaki insanların birisi, onlara peygamber olduğunu söylüyor, ölüleri diriltip körler ile alaca hastalığına tutulmuş olanları iyileştirdiğini gösteriyordu. O’nu öldürdüler" denildi. Bunun üzerine O, "Eğer bunu bilseydim, yahudilerin onu öldürmelerine mâni olurdum" dedi. Havarilere adam gönderip onları yahudilerin elinden kurtardı.
Havarilere Hz. İsa'yı sordu. Onlar da herşeyi anlattılar. Hükümdar onların dinine girdi ve çarmıha gerileni indirip toprağa gömdürdü. O çarmıhı alıp, kıymet vererek sakladı. Daha sonra İsrailoğullarıyla savaşıp, onlardan bir çok insan öldürdü. Böylece hristiyanlığın temeli Roma İmparatorluğunda zuhur etti. Bu imparatorun adı "Tabâris"di.
Hristiyan oldu, fakat bunu açıklamadı.
Daha sonra adı "Matlis" olan başka bir imparator geldi. Hz. İsa'nın göğe kaldırılmasının kırkıncı yılında Beyt-i Makdis'teki yahudilerle savaşıp bir kısmını öldürürken bir kısmını esir aldı. Kudüs'te taş üstünde taş bırakmadı. O zaman, yahudilerin Kureyza ve Nadir kabileleri Hicaz bölgesine hicret etti. Bunlar, Hz. İsa'yı yalanlamalarına ve öldürmek istemelerine karşı Allah'ın onlara verdiği cezalardır.
4- Allahu Teâlâ o yahudilerin üzerine İran Pers hükümdarını musallat etti. Onları öldürdü veya esir aldı. Allah'ın onlara karşı mekri, kuvvetli kullarını onlara musallat etmesidir.
5- Onlar, Allah'ın emirlerini gizleme ve dinini iptal etmek için hileler kurdular. Allahu Teâlâ da dinini yüce kılıp, şeriatını ortaya koydu. Yahudilere de, zillet, alçaklık verip perişan ederek mekrde bulundu.
Allah Teala, yolunu tıkamak isteyen, vahye karşı koyanların teşebbüslerine boşa çıkarmak için müdahale etmiştir. Nuh tufanı, Hz. İbrahim'in atıldığı ateşin söndürülmesi, Firavun'un denizde boğulması gibi olaylar, hakikate karşı kurulan tuzakların boşa çıkarılmasının örnekleridir.
Allah her zaman tuzak kuranların üstündedir ve onları mağlup eder. Hak ile batılın çatışması kıyamete kadar devam edecek, hakikati savunanlara karşı her zaman tuzak kurulacak ve Allah kurulan tuzakları bozacaktır.
Bu cümle; hakkı savunan ve dinin ayakta kalması için gayret gösterenlerin, karşılaştıkları tuzaklardan, hile ve düzenlerden yılmamaları için Allah'tan bir tesellidir.
Mekrullah
Allahu Teâlâ mekriyle kula istidraç verir ve onu ummadığı bir yerde, ummadığı bir zamanda ansızın yakalar.
Mevlanın sana olan ihsanından kork! Sen O'na daima isyan ettiğin halde Allah'ın devamlı sana lütufta bulunması, ikram etmesi ve iyilikte bulunmasından kork! Çünkü bu senin için bir istidraç olabilir.
İstidraç; müridin nefsini bilmemesi ve Rabbini hakkıyla tanımaması; şeyhlik, evliyalık iddia ederek; şeriat ve tarikata uymayan şeylerle edepsizlik yapması, kendisine mühlet verilip, kötü sonunun tehir edilmesinden dolayı helaka gitmesidir.
Kendisine mühlet verilmesini, ihmal zannederek şöyle der:
"Benim bu yaptığım eğer sui edeb olsaydı elbette maddi ve manevi nimetler kesilirdi, demek ki ben iyi bir haldeyim."
Bu durum, kişinin ancak basiret nurunu kaybetmesi veya nurunun zayıflamasındandır. Aslında o fark etmeden kaybetmekte, onun bilmediği bir cihetten nimetler kendisinden kesilmektedir.
Hatta çoğu defa, bütün benliğini baştan aşağı kötülük ve kusurlar kapladığı halde yine nimetleri kesilmez, ne var ki nimetlerin ziyadeleşmesinden, manevi olarak derecelerinin yükselmesinden mahrum edilir. Bu durum elbette nimetlerin kesilmesi demektir. Çünkü artış içinde olmayan, elbette azalmaktadır.
Efendimiz "İki günü eşit olan aldanmıştır" buyurdular.
Eğer bu Allahu Teâlâ'dan uzaklaşma olmasaydı elbette ki Allah seni başka şeylerden temizler, masivayı senden savardı.
Ahmed bin Hanbel (r.aleyh) bazı talebe ve arkadaşlarına şu tavsiyede bulundular:
"Allah'ın adaletinin satvetinden (seni kahretmesinden) kork! Fazl ü kereminden acımasını ümit et! Seni cennete koysa bile asla mekrullah'dan emin olma. Çünkü Hz. Adem'in başına gelenler cennette iken gelmişti.
Bazı insanlar cennete girecek, ancak en büyük nimetten, Cemalullah'ı görme şerefinden mahrum edileceklerdir. Onlara: "Yiyin için, afiyet olsun" denilecek.
Allahu Teâlâ yeme-içmeyle onları yüksek makamlardan mahrum edip Cemalullah'a kavuşturmayacaktır. Hangi mekr bunun üzerindedir? Ve hangi hüsran bundan daha büyük olabilir?" Mekrullah ve hüsrandan Allah'a sığınırız.
✽ مَكَرُوا Onlar hile yaptılar, İbtidai kelam, faide-i haberdir.
✽ مَكَرَ اللّٰهُ sohbet sırasında vaki olan müşakaledir. Bu cümlede müsnedin ileyhin alem olarak zikri; zihne yerleştirmek ve tazim içindir.
✽ Allahu Teâlâ'nın 'Ben' buyurmayıp açık ismini zikretmesi tecriddir.
✽ مَكَرَ ile مَاكِرِينَ arasında reddül aciz alessadri ve iştikak cinası vardır.
✽ وَاللّٰهُ خَيْرُ الْمَاكِرٖينَ Allah hile kuranların en hayırlısıdır, izafeti, muzafın şanı, muzafın ileyhin tahkiridir. Sanki insanların kurdukları hileler var, onların hayır dereceleri farklı farklı, kurulan hilelerin içinde ise en hayırlısı, Allah'ın hilesi, dercesine bir hezil ve tariz ifade etmiş.
✽ Cenâb-ı Hakk'a isnad edilen mekirden, hakiki manası kastedilmemiştir. Bu mekrin lazımı muraddır. Allah'ın mekri, onların mekirlerine verilen ceza anlamındadır.
✽ Mefuller mahzuftur, icazı hazıf vardır. Takdiri şöyledir: 'Onlar Hz. İsa'yı öldürmek için bir mekr kurdurlar, Allah da onların içlerinden birini Hz. İsa'ya benzeterek mekirlerini cezalandırdı.'
İcazın başlıca sebepleri, ezberi ve anlamayı kolaylaştırmak, sözün söylenmesi için dar bir vakit olması, bir şeyi gizlemek, sözü uzatmaktan gelen bıkkınlığı ve usanmayı gidermektir.
✽ Ayet-i kerime çok kısa olmasına, mefuller de hazfedilmesine rağmen, mekr-hile kelimesinin üç kere zikredilmesi, hilenin mahiyetine, kötülüğüne ve Allah'ın hileye ceza verme üslubuna dikkat çekmek için itnabdır.
İtnabın başlıca sebepleri de; manayı takviye etmek, maksadı iyice açıklayıp pekiştirmek, şüpheyi ortadan kaldırmaktır.
55- O vakit Allah (cc) şöyle buyurdu: ‘Muhakkak ki seni öldüreceğim ve seni kendime yükselteceğim, seni inkarcılardan arındıracağım ve sana uyanları kıyâmet gününe kadar kafirlerden üstün kılacağım. Sonra bana döneceksiniz ve Ben ihtilafa düştüğünüz hususlarda hüküm vereceğim.
'Teveffi' kelimesinin kökü olan vefa kelimesi; sözünü yerine getirmek, birine hakkını tamamen vermek, tam ölçmek, ecel gelip kişinin ölmesi demektir. 'Teveffa' şeklinde tefeul babından gelince, yaşamak, bir şeyi tam ve noksansız almak, Allah'ın kişinin ruhunu alması manasına gelir.
Dünyada gurbette olan insanı sılaya yani Rabbine götürdüğü, gurbet hayatına son verdiği, hapiste olan ruhu bedenden ayırdığı, ruh-beden ilişkisine son verdiği, bedenden ayırmak suretiyle ruhun önündeki engelleri kaldırdığı, ruh emanetini sahibine iade ettiği için ölüme 'vefat' denmiştir.
♦ "Senin ömrünü tamamlayacak olan benim. Ecelini tamamla-yınca senin canını alırım. Onların seni öldürmelerine fırsat vermem, hiç kimse senin canına kastedemez. Seni onların öldürmelerinden korurum" manasındadır. Hz. İsa'nın, onların hile ve tuzaklarından kurtu-lacağının müjdesidir.
Âyetteki vâv harfleri, tertip (sıra) ifâde etmez. Cenâb-ı Allah'ın, Hz. İsa'ya bu şeyleri yapacağını gösterir. Fakat nasıl ve ne zaman yapacağı hususları delile bağlıdır. Deliller de, Hz. İsa'nın canlı olarak göğe yükseltildiğini gösterir. Hz. Peygamber şöyle demiştir: "O (İsa) inecek ve Deccali öldürecektir.”
♦ "Şüphesiz ben seni, şehevî isteklerinden ve nefsinin hazların-dan öldüreceğim..." demektir. Cenâb-ı Hak daha sonra "Seni, kendime yükselteceğim" buyurmuştur. Allah'ın dışındaki her şeyden fani olmayan, marifetullah makamına ulaşamaz. Hz. İsa semâya yükseltilince, şehvetin, gazabın ve kötü huyların bulunmaması bakımından O'nun durumu, meleklerin durumu gibi olmuştur.
♦ "Teveffî kelimesi, bir şeyi tam ve noksansız olarak almak anla-mına gelir. Allahu Teâlâ insanların hatırına, Allah'ın yükselttiği şeyin Hz. İsa'nın bedeni değil de ruhu olduğu fikrinin gelebileceği için bu kelimeyi zikretti.
♦ "Ben seni öldürülmüş gibi yapacağım" manasındadır. Hz. İsa, göğe yükseltilip, yeryüzündeki haberi ve izi kaybolup silinince, adeta ölü gibi olmuştur
♦ Bu ifadede muzaf düşmüştür. Takdiri: مُتَوَفِّى عَمَلِكَ “Amellerini tastamam alacağım” şeklindedir.
Allahu Teâlâ Hz. İsa'ya kendi ruhundan ruh verdiği için, onu kimseye öldürtmedi.
‘Seni öldüreceğim’ Nefsani sıfatlardan, hayvani vasıflardan öldüreceğim, seni inayet cezbelerimle kendime yükselteceğim. (T. Nec-
miyye)
Bu ifadede bir muzaf mahzuftur. رَافِعُ عَمَلِكَ اِلَيَّ “Amelini bana yükselteceğim” takdirindedir.
♦ Seni kendime yükselteceğim, yani "Seni, keramet ve ikramı-mın mahalline, bulunduğu yere kaldıracağım" mânâsındadır. Allahu Teâlâ bunu, tefhîm ve tazîm sebebiyle, kendisine yükseltmek gibi kabul etmiştir. Nitekim Hz. İbrahim de Irak'tan Şam'a giderken "Muhakkak ki Ben Rabb'ime gidiciyim" (Saffat, 99) demiştir. Bazen sultan, "Bu emri kadıya ref edin, yükseltin!" der. Hacılar, "Allah'ın ziyareçileri" (Ka'be'ye) komşu olanlar da, "Allah'ın komşuları" diye isimlendirilir. Bu izafetler yüceltmek ve tazim bildirir.
♦ "Ben'den başka kimsenin senin hakkında hükmedemeyeceği bir mekâna yükselteceğim." Yeryüzünde, insanlar zahiren pekçok hüküm icra edebilirler. Göklerde ise, Allah'tan başka hiçbir hâkim bulunmamaktadır.
Hz. İsa'nın göğe yükselmesi
Yahudi kralı Hz. İsa'yı öldürmeyi kastedince, ona küçük penceresi olan bir eve girmesini emretti. Cebrail (as) o küçük pencereden Hz. İsa'yı göğe yükseltti.
Allahu Teâlâ Hz. İsa'ya nurdan elbise ve tüy giydirdi. Onun yeme ve içme lezzetini kesti.
Hz. İsa Arş'ın etrafında meleklerle beraber uçmaktadır.
Hz. Meryem yanında Hz. İsa'nın duası ile delilikten şifa bulan bir kadın olduğu halde, çarmıha gerilen yahudinin yanına geldi. İkisi de onu Hz. İsa zannederek ağlayacaklardı ki Allahu Teâlâ Hz. İsa'yı onların yanına indirdi. Hz. İsa onlara sordu:
- Kim için ağlayacaksınız? Onlar:
- Senin için! dediler. Hz. İsa:
- Allahu Teâlâ beni göğe kaldırdı. Bana ancak hayır isabet etti. Bu kişi onlar için bana benzetildi, dedi.
Yedi gün sonra Allahu Teâlâ Hz. İsa'ya "Mecdalaniyye dağına in! O dağ kadar kimse sana ağlamadı, üzülmedi. Sonra havarilerinin toplanmalarını iste. Ve insanları davet etmeleri için onları değişik yerlere gönder!"
Hz. İsa Mecdalaniyye dağında bir yere indi. Bütün dağ nur ile aydınlandı.
Hz. İsa havarileri topladı, her birini bir memlekete gönderdi. Aynı gece Allahu Teâlâ İsa Aleyhisselam'ı yine kendisine yükseltti.
Bu gece Hıristiyanların ateş yaktıkları gecedir.
Sabah olduğunda her havari gönderildiği milletin diliyle konuşmaya başladı. Mekrullah'ın bu olduğu da söylenmiştir.
"Seni onların arasından çıkaracağım, seninle onların arasını fasledip, ayıracağım" mânasına gelir.
Allah inanmayanlara murdarlık verir. Onlar pisliklerini diğer insanlara bulaştırmak isterler. Allah inkarcıların entrikalarından, pisliğinden Hz. İsa'yı uzaklaştırmış, onu temizlemiştir.
Haksız yere birini öldürmeye teşebbüs etmek sosyal bir kirliliktir. Allah kafirlerin bu kirinden Hz. İsa'yı arındırmıştır.
Allahu Teâlâ Hz. İsa'yı kendisine yükselteceğini söylemekle onun şerefinin yüceliğini gösterdi. Onu inkâr edenlerin içinden, kurtarmayı da tathîr (temizlemek) lafzıyla beyan etmiştir. Bütün bunlar, Allah katında Hz. İsa'nın mertebesinin çok yüce ve makamının da çok üstün olduğuna delâlet etmektedir.
Hz. İsa (as) ölmemiştir, onurlu bir şekilde göğe alınmıştır. Ahir zamanda tekrar yeryüzüne gönderildiğinde, ellerinde ve ayaklarında hiçbir yara izi olmadığı görülecektir. 2000 yıl önceki giysileri, üzerindeki beylik eşyaları ve 2000 yıl önceki parası ile yeryüzüne gelecektir.
Hıristiyanlar peygamberleri Hz. İsa'ya tabi olunca yahudilerden üstün oldular. Müslümanlar da son Nebi'ye uyarak, Hz. İsa hakkında hakk itikada sahip olmakla Hıristiyanlara üstün kılındılar.
Hz. İsa'ya iman edip yolunda gidenler kâfirlerden üstün tutulmuştur. Yani ona uyanlar, ruh bakımından kâfirlerden üstündürler. İnananların ahlâkı kafirlerin ahlakından daha güzel, edebleri de daha mükemmeldir.
İnananlar, her zaman hüküm ve efendilik bakımından kâfirlerden üstündür. Tarih; dinine, ahlâk esaslarına bağlanan her toplumun, dünyada diğerlerinden mutlaka üstün olacağını göstermektedir.
Ayet-i kerime ferdî üstünlükten ziyade toplumsal üstünlüğe dikkat çekmektedir. Demek ki inkarın bir ferdî bir de toplumsal boyutu vardır. İnkar ferdin gönlünde durmaz, topluma bulaşır ve hızla yayılır. Bulaşıcı bir hastalık gibi fert ve toplumun manevî bağışıklık sistemini tahrib eder.
Burada 'Kıyamet gününe kadar' buyrulması, bu üstünlüğün devamlılığını belirtmek içindir; yoksa kıyamet günü Müslümanların Yahudi ve Hıristiyanlara üstünlüğü son bulur manasına değildir.
♦ Bunun mânası şudur: Hz. İsa'nın dinine tâbi olanlar, Kıyamet gününe kadar, kahr, hakimiyyet ve hükümranlık vasıtasıyla Hz. İsa'yı inkâr edenlerin üstünde olacaklardır. Yahudiler Kıyamet gününe kadar zelil ve makhur olacaktır.
Bir peygambere tâbi olmak için onunla aynı dönemde yaşamış olmak gerekmez.
Hz. İsa Allah katında yücelik ve şerefe sahip olduğuna göre, ona tâbi olanlar da şeref bakımından inkarcılardan üstün olacaktır.
Mesih (as)'e tâbi olanlar, onun Allah'ın kulu ve resulü olduğuna inananlardır. İslâm geldikten sonra ise, ona tabi olanlar müslümanlardır. Hristiyanlar ise, her ne kadar kendilerinin Hz. İsa'ya muvafakat ettiklerini söylüyorlarsa da, Hz. İsa yaşasa bu cahillerin söylediği hiçbir şeye kesinlikle razı olmayacağı malumdur. Onlar aslında Hz. İsa'ya son derece muhalefet etmektedirler.
♦ Üstte bulunma’dan murad, hüccet ve delil bakımından üstünlük de olabilir. Mekân itibariyle bir üstünlük olmayıp, derece ve manevî üstünlük anlamına gelir.
Hz. İsa şöyle buyurdu: "İki kere doğmayan kişi semavatın melekutuna eremez."
Doğum iki çeşittir:
1- Mecburi doğum
2- İhtiyari doğum
Mecburi olan doğum Allah'ın yaratmasıyladır. Bunda insanın herhangi bir müdahalesi, kesbi, ihtiyarı yoktur. Bu zahiri doğumdur.
İhtiyari doğum, kesb ile olan doğumdur. Allahu Teâlâ sevdiği ve razı olduğunda; bu hasta nefis ve gönülleri en faziletli devaları ile tedavi eder.
Hz. İsa'nın âhir zamanda tekrar gelmesi
Hz. İsa Deccal'in zamanında adil bir hakem olarak semadan yeryüzüne inecek, putları kıracak, hınzırı öldürecek ve cizyeyi kaldıracaktır.
Mal o kadar çoğalacak ki hatta malı kabul eden kimse olmayacaktır.
O yeryüzüne indiğinde İslam'dan başka bütün milletler ve dinler yok olacaktır.
Deccali öldürdükten sonra Arablardan bir kadınla evlenecek, çocukları olacaktır.
Nüzulünden itibaren kırk yıl yaşadıktan sonra vefat edecektir. Müslümanlar cenaze namazını kılacaklardır. Çünkü İsa aleyhisselam bu ümmetten olmak için dua etmiş; duası kabul edilmişti.
Bu cümle kıl kadar şaşmayacak gerçek adaleti ve insanların karşılaşacakları cezanın ciddiyetini ortaya koyuyor. Ne insanların arzuları, ne iftira ederek vebali başkasına yükleme gayretleri bu hakikati değiştiremez.
Dönüş Allah'adır, kaçış imkansızdır. İnsanların ihtilafa düştükleri konularda Allah'ın verdiği hükmün hiçbir itiraz ve temyiz makamı yoktur.
حَكَمَ Fiilinin Kuran'da geldiği manalar:
1. Hüküm vermek
2. Karar vermek
3. Hakem yapmak (tefil babından geldiğinde)
4. Sağlamlaştırmak (İfal babından geldiğinde)
5. Hakimiyetine teslim olmak (Tefaul babından geldiğinde)
6. Sağlam muhakeme
7. Kanun
8. Heyet (hakem)
9. Hakim
10. Hikmet
İhtilaf çeşitleri
Dinî anlayışta ihtilaf ve ayrılığın iki şekli vardır:
Birincisi; ‘bir şeyin zıddını savunmak ve karşı tavır koymak’ anlamındaki, dine karşı yapılan ihtilaftır. Hak dine muhalif olmak, küfürdür. Allahu Tealâ’nın hükümlerine ters düşen, dinin hiçbir delili ile uyuşmayan, haramı helâl, helÂl-iharam yapan, insanı haktan uzaklaştıran bütün görüşler, söz ve davranışlar da sonu azap olan muhalefettir.
Kuran’ı keyfine göre yorumlamak, temel ölçüleri hiçe sayıp baştan sona bozuk bir anlayış ortaya koymak da bu inat ve düşmanlığı destekler. Bu ihtilaf dünyada fitneyi alevlendirir, ilahî azaba sebeptir.
İhtilafın ikinci manası ise, bir meselenin farklı bir yönünü bulmak, başka bir yoldan sonuca varmak ve bunu savunmaktır. İşte dinî anlayışta bu tür ihtilaf genişlik, zenginlik ve rahmettir.
Ashab-ı Kiram’ın, müçtehid imamların, müfessirlerin, hadis alimlerinin, kâmil mürşidlerin Kur’an ve Sünnet ışığında vardıkları yeni sonuçlar bu tür ihtilaftır ve haktır. Bunlar, mubah olan faydalı ihtilaflardır. Aslında buna ihtilaf yerine, farklı içtihad demek daha uygundur. İlk devir müctehidlerinden Süfyan-ı Sevrî (ra) şöyle der: “Şu konuda alimler ihtilaf etti demeyiniz. Bunun yerine, ‘alimler bu şekilde ümmete genişlik sağladılar’ deyiniz.”
Dinin bir takım hükümlerinde farklı görüşler bulunması, dinin esasında ihtilaf olduğunu göstermez. Bu, aynı hedefe giden farklı yolların kullanılmasından başka bir şey değildir. Her bir içtihad aynı elin parmakları gibidir. Hepsi beynin emrinde ve hizmetinde birbirlerini destekleyip kuvvet verirler.
Müctehidler, bütün içtihadlarını dinin daha güzel anlaşılması için yaparlar. Niyetleri sadece Allah’ın rızasına ulaşmaktır. Yaptıkları, müslümanların birliğini zedelemek değil, usulünce içtihattır. Zaten İslam, ehli olanlardan bu çalışmayı ister. Kur’an ve Sünnet’te açıkça hükmü ve usulü belirtilmeyen konularda içtihad etmek, İslâm alimleri için bir vazifedir. Dinimizin kıyamete kadar bütün insanlığa hitab etmesi ancak bu yolla mümkündür.
Bütün hak mezheblerin yaptığı bu iş, ana yoldan ayrılmak değil; onu aydınlatmaktır. Fitne değil, faydadır. Azab değil, rahmettir. Hak yolu daraltmak değil, açmaktır. Ve zorlaştırmak hiç değil, aksine kolaylaştırmaktır.
Kâfirler de müminler de kıyamete kadar fikir ayrılığı ve ihtilaf imtihanı içinde olacaktır. Efendimiz, ümmetinin kıtlık çekmemesi ve ihtilafa düşmemesi için Allahu Tealâ’ya dua ettiğinde Rabbimiz şöyle buyurdu:
“Ey Muhammed, diğer isteklerin kabul edildi. Fakat ihtilaf konusunda kesin hükmümüz verilmiştir; senin ümmetin de ihtilafa düşmekten kurtulamayacaktır.” (Müslim, Ebu Davud, Tirmizî)
Bu dünyada ihtilaf kaçınılmazdır. Ancak ihtilaf, helak sebebi olmamalıdır. Müslüman sevdiğini Allah için sever, sevmediğini Allah rızası için terk eder. İntikam için ihtilafa girmez, taassuba düşüp hak yemez, haklıyı inkâr etmez. O hak adamıdır ve düşmanı da olsa haklının yanındadır. İttifak ve ihtilaf hallerinde ölçüyü bilerek hareket etmelidir.
✽ ✽ ✽
"Çevremdeki bazı insanlarla aramızda anlaşmazlıklar oldu. Tartışma esnasında bir arkadaş bana hakaret etti. O sıra onunla irtibatımı kestim. Olayın üzerinden aylar geçti. Bir gün ona dedim ki; 'Senin çok arkadaşın var, bir de benim gibi kötü bir arkadaşın olsun.' Böylece aradaki buzlar eridi. Eriyen buzlardan akan sular toprağı yeşertti. Metot belli: Bir insanda on huy olsa, dokuzu kötü, biri iyi olsa o insana karşı çıkamayız." H. İsmail
✽ ✽ ✽
✽ ' اِنّٖي مُتَوَفّٖيكَ Seni öldüreceğim' cümlesi, isim cümlesi olduğu için, zaman ifadesi yoktur, sübut bildirir.
✽ Onların Hz. İsa'ya komplo kurup öldürmeye kalkışmalarının faydası olmayacağına tarizdir.
Mefhum-u lakabıyla; Seni ancak ben öldüreceğim, herhangi bir zamanda, bir başkası öldüremez, demektir.
✽ 'رَافِعُكَ اِلَيَّ Seni katıma yükselteceğim?' İsnad-ı mecaziden sebebe isnaddır. Allahu Teâlâ Hz. İsa'yı semada şerefli bir mekana yükselteceği için Zatına nisbet etmiştir.
✽ مُطَهِّرُكَ مِنَ الَّذٖينَ كَفَرُوا Seni küfredenlerden tertemiz seçip ayıracağım, cümlesi küfredenlerin maddi manevi pislikleri için bir istiaredir. Müstearun minh; Kir, necaset, müstearun leh; küfürdür. Camisi; zarar vermesi, asli fıtratı zedeleyip bozması, sevimsizlik, kerahattir. Kir; temizlenmediği takdirde sağlığı bozup bedeni hasta ettiği gibi, imansızlık da giderilmezse insanın asli fıtratını bozar, onu manen hasta eder, helake sürükler.
✽ Burada müstearun minh ve leh zikredilmemiş, müsteraun minhe ait bir şey zikredilmiştir, İstiare-i mekniyyedir. (Ölümün tırnakları misali gibi. bkz: Telhisul miftah)
✽ 'Sana uyanları kıyamete kadar kafirlerden üstün kılacağım' cümlesinde فَوْقَ Üst' kelimesinde mekana isnad vardır. 'Onları üst kılacağım' demek, 'Üstlerinde kılacağım' demektir.
✽ Bu aynı zamanda bir istiaredir. Manevi üstünlük, gerçekten üstte, yukarıda olmaya benzetilmiştir. Müstearun minh, فَوْقَ - Yukarılık, müstearun leh; değerli, üstün olma, kıymet ve şereftir. Camisi; tehlikelerden uzaklık, korunmadır. Yukarıda olan bir şeye ulaşmak daha güçtür. Allahu Teâlâ Hz. İsa'ya uyan samimi müminleri daima koruyacağını, değerli ve seçkin kılacağını bildirmiştir.
✽ 'Sana uyanlar' ile 'Küfredenler' arasında tibak-ı icab vardır.
✽ 'Sonra dönüşünüz Banadır.' Buradaki zamir Hz. İsa'ya, ona tabi olan Müslümanlara ve onu inkar edenleredir. Muhatab zamiri gaib zamiri üzerine tağlib ile burada iltifat olmuştur. Müjdeleme ve korkutmada zamirin gaibten muhataba iltifatı daha beliğ ve daha tesirlidir.
✽ ' مَا كُنْتُمْ فٖيهِ تَخْتَلِفُونَ İhtilafa düştüğünüz şeyler' İsm-i mevsulle sılası sıfatlı kinayedir.
✽ Ayet-i kerimede tefri vardır.
✽ الَّذٖينَ كَفَرُوا iki kere zikredilmiştir, tekrir sanatı vardır.
✽ رفع ile كفر arasında, رجع ile رفع arasında tek harf farkı ile, cinası müzariye lahık vardır.
✽ رجع ile جعل arasında da, cinası müzari vardır. ر- ل harflerinin mahreçleri birbirine yakındır.
56- O küfredenleri dünya ve ahirette şiddetli azaba çarptıracağım, onların yardımcıları da olmayacaktır.
Mümin-kafir herkesin dönüşü Allah'a ve aralarında O hüküm verecektir. Kafirlerin hali hem dünyada, hem ahirette şiddetli azap görmektir, hiçbir yardımcıları da yoktur.
Çünkü onlar gün gibi hakikatleri görmezden geldiler. Vahyi, peygamberi tanımadılar. Peygamberleri ölürüp, kitapları tahrif ettiler, hem kendileri saptı, hem de toplumu bir sel gibi batıla sürüklediler.
Ortaya hain, hileci, sahtekar, düzenbaz, menfaatperest, bağnaz, hodgam bir toplum çıktı. Aralarında vuku bulan nizalar, kavgalar, hileler, ezenler, ezilenler hırs girdabı dünyada, kendi başlarına bela oldular, azap oldular. Ahiret azabına gelince; sonu gelmeyen nedamet ve cehennem azabıyla cezalandılar.
Önce kafirlerin hali açıklandı, sonraki ayet de müminlerin halini bildirecektir. Çünkü kelam, korkutarak küfür ve inattan onları vazgeçirmek içindir.
Kafirin dünyadaki azabı, öldürülmek, esir edilmek, hastalıklar ve musibetler gibi şeylerdir.
Ahiret azabı
Ateş, dayanılmaz bir acıdır. İnsan bir kibrit çöpünün alevine bile parmağını bir saniye tutamaz. Korkunç bir acı duyar. Ancak bu dünyada bu ve benzeri şekillerde hissettiğimiz ateş azabı, cehennemdekinin yanında çok çok zayıftır. Çünkü insan, dünyada uzun süre yanamaz. Eğer yanan bir ateşin içine düşmüşse, 5-10 saniye içinde can verir, ateşin büyük acısını çok kısa bir anda yaşar.
Ancak cehennemdeki durum, çok korkunçtur, çünkü oradaki ateş insanı öldürmez, yalnızca acı çektirir. Cehennem ehli, sonsuza kadar sürecek olan bir ateşin içinde sonsuza kadar yanacaktır. Bu işlemin sonsuza kadar süreceğini bilmenin verdiği dayanılmaz bir çaresizlik, umutsuzluk ve yıkım içindedir.
Azabın bir başka yönü de, özel olarak yüzlerinin yakılmasıdır. İnsanı kibirlendiren, bu kibirle kendisini müstağni görmesini sağlayan vücudunun en önemli yeri yüzüdür. Çünkü yüz, kişiye ayrı bir fert olma özelliği kazandırır. "Ben" diye tanımlanan varlığın en belirgin göstergesidir. Güzellik ve çirkinlik kavramlarının en yoğun olarak toplandığı bölgedir. İnsanlar, yüzü ileri derece yanmış birisinin görüntüsüne rastladıklarında, şiddetli bir acımayla karışık ürperti hissederler. Ardından benzer bir felakete karşı Allah'tan koruma isterler. Hiç kimse böyle bir felaketi kendisine kondurmak istemez ve kısa sürede bu görüntü unutulur.
Ancak inkarcıların gaflette olduğu bir şey vardır ki, o da benzer bir sona hem de akıllarının alamayacağı kadar şiddetlisine adım adım yaklaşmakta olduklarıdır. Cehennemdeki ateş insan vücudunun her noktasına büyük acılar verir. Ama insanın yüzünün yanması en acısıdır. Gözler, kulaklar, burun, dil ve derinin, yani beş duyu kaynağının aynı anda bulunduğu tek ve en önemli bölgedir yüz. İnsan yüze gelecek darbelere karşı çok hassastır, en ufak bir harekete şiddetli bir refleksle cevap verir. Cehennemde ise yüz, ateşte kızartılır, kaynar sularla haşlanır. Acının en yoğun olarak hissedildiği yere en ağır işkenceler yapılır.
İnsanın en büyük organı vücudunu çepe çevre saran, hissetmesini, zevk almasını sağlayan derisidir. Kalınlığı birkaç milimetreyi geçmez. İnsanın en çok değer verdiği yüzü, elleri, kolları, bacakları ve diğer bütün organları deri tarafından sarmalanmıştır. Ancak deri hassaslığı yüzünden en büyük acı kaynağı olabilir. Derinin en zayıf olduğu nokta ise ateşe ve kaynar sıvılara karşı olan zafiyetidir. Ateş deriyi kavurur yakar, kaynar su ise haşlar. Kaynar su insanın derisini tek bir nokta boşta bırakmaksızın çepeçevre sarar. İncecik deriyi kabartır, deri iltihapla şişer, su toplar ve patlar, böylece dayanılmaz bir azaba neden olur. Dünyadaki fiziksel güzelliği, gücü kuvveti, makamı, şöhreti, hiçbir şeyi insanı kaynar bir suya karşı dayanıklı kılmaz.
Cehennem, çoğu insanın sandığı gibi yalnızca bir tür "dev fırın" değildir. Cehenneme giden insanlar ateşte yanacaklardır. Bu doğrudur. Ama cehennemde var olan tek şey ateş değildir. Orada insanı hem fiziksel hem de psikolojik yönden azaplandıracak çok çeşitli yöntemler vardır. Örneğin ateş ve kaynar suyun yanı sıra vahşi hayvanların saldırısı, akrepler, böcekler ve yılanlarla dolu bir çukura atılmak, farelerin saldırısına uğramak, canlı iken kurtlanmış yaralara sahip olmak ve bunların çok daha üstünde hayal gücünün bile alamayacağı bütün azap kaynakları, hem de hepsi aynı anda olabilir.
Dünyada insana en çok sıkıntı veren ortamlar dar, pis, karanlık ve sıcak ortamlardır. Çok sıcak, nemli ortamlar insanı boğar, yüksek nem en temel ihtiyaç olan nefes almayı zorlaştırır. Nefes alamamak insanı şiddetli biçimde bunaltır, göğsü daralır, kalbi sıkışır. Çok sıcak ve nemli havalarda gölge bile rahatlatıcı olmaz. Görünmeyen ama yoğun bir tabaka insanı çepeçevre kuşatır, nefes borusundan girip göğsünü tıkar. Saunalardaki yüksek ısı ve neme insan çok kısa bir süre dayanabilir. On dakika yoğun buhar altında kalmaya dayanamayan birisi saunaya kapatılsa kısa bir süre içinde fenalık geçirir. Biraz daha uzun kalırsa, nem ve sıcaktan kıvranarak ölür.
Cehennemde de bu boğucu atmosfer çok yoğun bir biçimde hakimdir. Dünyada sıcağa karşı birçok önlem geliştirmiş olan insan cehennemde çaresizdir. Ortam en sıcak çölden daha sıcak, en karanlık, izbe hücrelerden daha sıkıntı verici ve pistir. Sıcak, insanın en küçük parçası olan hücrelerine dek işler. Kafirler için kavurucu sıcağa karşı bir koruyucu, ferahlama veya serinleme imkanı yoktur.
✽ 'Kafirleri dünyada ve ahirette azaplandıracağım' cümlesinde icaz-ı hazıf vardır. 'Tevbe etmeden kafir olarak ölenleri' demektir.
✽ 'Onlara şiddetli bir azab ile azab edeceğim' cümlesinde meful-u mutlak tekit, nevi, adet bildiren, gadab-ı ilahiyi yansıtan bir tehdit ifadesidir.
✽ 'Dünya' ve 'Ahiret' kelimeleri arasında tibak-ı icab vardır. Aralarındaki و atıf harfi, vasıldan tezattır.
✽ 'Dünya ve Ahiret' kelimeleri sıfattır. Mevsufları olan 'Hayat' kelimesi hazfedilmiş, icaz-ı hazıf olmuştur.
✽ 'Dünyada ve ahirette onları azablandıracağım' buyruğu taksime katılan; bir şeyin kısımlarının tamamını zikretmek, sanatıdır.
✽ 'Onlara hiç bir yardımcı yoktur' buyruğu, itnabtan mesel tarikı cari olmayan tezyildir.
57- İman edip sâlih amel işleyenlere mükafatları eksiksiz verilecektir, Allah (cc) zulmedenleri sevmez.
Kuran'da bir gül goncası gibi açan; 'İman eden ve salih amel işleyenler' cümlesi mümin ruhlara huzur ve sürur veriyor. Sık sık vazifesini düzgün yapan mümine ödülü müjdelenip görevi hatırlatılıyor. 'Amene' ifal babından olduğu için şu manaları ifade eder:
1- Duhul: İmana dahil olmak. Yani iman zamanıyla mekanıyla insanı içine alan bir nur halesi, bir sakfi mahfuz, bir cennet bahçesi. O bahçeye giren huzur bulur, rahmete erer, iki cihanı aziz olur.
2- Vicdan (Bulmak): İmana giren kendini bulur, hedefini, gayesini, yolunu, yordamını bulur. Aslını, asaletini, cenneti en önemlisi Rabbini bulur, cemaline mazhar olur.
3- Sayruret (Olmak): İmana giren olgunlaşır, bütün yanlış inançlardan kötü amellerden, zulüm, nifak ve ayrılıklardan kalbi, bedeni ve ruhi güzelliklere dönüş yapar. Dış ülkeden kendi diyarına kesin dönüş yapan gurbetçiler gibi, vatan-ı asliyesine, elest bezminde verdiği sözün Rabbe kul olmanın sevincine döner. Olumsuzluklar kalkar, müsbet anlayış, müsbet yaşayış kendini gösterir.
4- Haynunet (Zamanı gelmek): Bir düşünürün dediği gibi; İnsan dünyaya geldiğinde değil, İslam'ı yaşayıp yaşatmaya başladığı zaman yeni doğmuştur.
İman insana zamanın kıymetini öğretir. Güneş ve ayın hesap için yaratıldığı şuurunu verir. Zamanla dinini, dünyasını disipline eder. Namaz kelimesinin iştikak-ı kebirinde, cinas-ı kalbinde yani tersten okunuşunda 'Zaman' lafzını görürüz.
5- İzale (Gidermek): İman küfrü, tağutu, putları, hevayı, nefsi, şeytanı ve dünya sevgisi gibi batıl ilahları yok etmek demektir. Bunlar kalpten izale edilmeden eski adetlere, alışkanlık, hobi gibi dine ters düşen şeyler terk etmedikçe kalbe girip yerleşmez. Onun için imana girme anahtarı olan kelime-i tevhidde önce 'La ilahe' ile bütün ilahları yok edip hatırdan gönülden çıkarmak sonra 'İllallah' Ancak Allah vardır, cümlesiyle isbat vardır. Ayrıca imanın gereğini yapıp, inandığımız Allah'ın emirlerini yerine getirip yasaklarından sakınıp sakındırmak da izale manasının kapsamındadır.
6- Kesret (Çoğalma): İman delillerle pekiştirilip amellerle desteklenirse ziyadeleşir. İman etmek, imanın kuvvetini, mertebesini artırmak, inanılacak hususları önce icmalen. sonra tafsilen tek tek inceleyip detaylarına inip imanı kuvvetlendirmek demektir.
7- Arzetme, sunma: İmanın gereğini yaşayarak, anlatarak insanların da imana gelmesi için tebliğ etmek, güzelce, kibarca, muhatabın anlayışına uygun bir tarzda sunmak ikram sunar gibi nezaketle davet etmek gerekir.
8- Zorlamak: Dinde cebir yok, dine girenleri, dinde olanları dindeki gevşekliklerini atmaları için mücadele etmek vardır. İman; hem kendi nefsinde hem mümin kardeşinde gaflete isyana, nisyana fırsat vermemeyi gerektirir.
9- Mübalağa: İmanın sınırlarını tesbit edip onun hakikatine ulaşmaya çalışmalı ve bu uğurda azami gayret göstermelidir.
Cümlenin aslı عَمِلوُا عَمَلًا صَالِحًا idi. Mefulü mutlak ile ameli üç boyutlu anlatan bir cümledir:
1- Tekit: Ameli kuvvetlendirmek, çoğaltmak, amellerdeki zaafları, noksanları gidermek.
2- Neviyet: Allah'ın rızası amellerde gizlidir. Mali, bedeni, kalbi amellerin hepsini yapmak. Amelleri çeşitlendirerek rızay-ı ilahiyi aramak.
3- Adet: Amellerde ölçülü olup sayısına, hududuna riayet etmek.
Nefsin azı çok gösterme hilesinden kurtulmak.
Allahu Teâlâ imân edenleri zikredip, sonra onları sâlih amel işlemekle vasfetmiştir. Çünkü amel-i sâlih imanın hakikatinden başka birşeydir.
Salih amel
Allahu Teâlâ insanı şerefli ve üstün olarak yaratmıştır. Kullarını geçici dünya hayatında Allah’a karşı kulluk vazifelerini yerine getirmek ve imtihanı kazanmakla mükellef kılmıştır. Bu itibarla insanın dünyadaki asli görevi de Allahu Zülcelal’e ibâdet ve taat olmuştur. ‘İnsanları ve cinleri ancak bana ibâdet etsinler diye yarattım.’ (Zariyat; 56)
Fakat insan zamanla bu aslî görevlerinden uzaklaşır, günahlara düşer. Bunun sebebi nefsin kötü istek ve arzularına uymaktır.
Akaidî ve imanî hükümleri kuvvetlendirerek meleke haline getiren ancak ibâdettir. Allah'ın emirlerini yapmaktan ve nehiylerinden sakınmaktan ibaret olan ibâdetle, vicdanî ve aklî olan imanî hükümler terbiye ve takviye edilmezse, eserleri ve tesirleri zayıf kalır. Bu hale, âlem-i İslâmın hal-i hazırdaki vaziyeti şahiddir. Ubudiyetin noksaniyetiyle enaniyet kuvvet bulur, nemrud zihniyeti çoğalır.
İbâdetler sayesinde kalbe ve ruha mânevi feyizler gelir. Bu feyzler akıl ve kalbi manen güçlendirerek, nefse galib gelmeye vesile olurlar.
"Allah zulmü sevmez" demek; "Allah zulmü murad etmez" demektir. Allah zulmü sevmediğinden, istemediğinden, iman edip salih amel yapanları mükafatlandırır.
Günahlar arasında başkalarına haksızlık etmekten daha büyük bir günah yoktur. Kul haklarının cezaları dünyada başlar ve yalnız failini değil, bütün kitleyi etkisine alır. Kul hakkı, evlada, gelecek nesillere sirayet eder.
Amme hakları çok daha yıkıcıdır. Vakfın çivisini söken mahvolur. Kamu hakkına girmenin en çok başvurulan yolu zekat vermemektir. Bu kamu hakkı yemenin pasif bir yoludur.
Kul hakkı bazen eşyaya ilişkin olmayabilir. Sövme, kötü söz, alay, kalp kırma birer kul hakkıdır. Bunlardan kurtulmak için tevbe yetmez. Böyle haklar altında olanlar önce ilgiliden helallik alacak, sonra da Allah (cc)’a tevbe edecektir.
Zâlim yaptığı haksızlığa tevbe etmeli, haksızlık ettiği kimseden dünyada iken helâllık almalı. Bu mümkün değilse onun için istiğfar edip duâ etmeli. Böylece helâllık ümidini kalbinde beslemelidir.
Dilersen rahmet-i Rahman’ı cana, bu dâr-ı dünyada incitme canı
Kerem-i Kerim’den ihsanı cana, bu dâr-ı dünyada incitme canı
Sular gibi yüzün yerlere koy ak, tevazu incisin gerdanına tak
Kullara kurban ol bu kibri bırak, bu dâr-ı dünyada incitme canı Efe Hazretleri
Zalim
✦ Allah (cc) bana şöyle vahyetti: ‘Ey Peygamberlerin kardeşi! Ey sakındıranların kardeşi! Kavmini korkut ve sakındır ki, benim evlerimden hiçbirine ve kendi evlerine zulmü ve karanlığı sokmasınlar. O karanlık ve zulüm kişinin ehline dönük olduğu sürece benim önümde namaz kılmasına rağmen ona lânet ederim. Bundan vazgeçerse onun işiten kulağı, gören gözü, dostu olurum. Onu peygamberler, sıddıklar ve şehitlerle berâber cennette benim komşum kılarım.’ Bir kimsenin, din kardeşine ırz veya mal yönünden bir zulmü varsa, bugünden helâlleşsin. Dinarın ve dirhemin olmadığı bir günde yakalanmaya kalmasın. Eğer yararlı bir ameli yoksa zulmettiği kimsenin günahı alınır, sırtına yüklenir. Hadis-i Şerif
✦ Yaptığı haksızlıkla bir zâlime yardım eden, bir müslümanın hakkının yok olması için zâlimle işbirliği yapan Allah’ın gazabına uğrar. Aynı günah kendisine de gelir. İbni Mesud
✧ Bir kimse, bir insana zulüm ettiği için, helâllık almak ister de onu ölmüş bulursa o zaman her namazın ardından, zulmettiği kimse için Allah’tan bağış talebinde bulunmalı. Böyle yaparsa bu haksızlığın sorumluluğundan kurtulur. Meymun b. Mihran
✧ İnsanların en zâlimi Allah’a isyan edip nefsine zulmedendir.
✧ Bir günah seninle Allah arasında bir şey ise Allah kerimdir, senden günahını bağışlayabilir. Ama bir günah seninle kullar arasında ise, bunun tek yolu vardır; o da zulmettiğin kimsenin gönlünü almaktır.
✧ Günahlardan sakın. Günahlardan her biri, bir kötülüktür. Onun kötülüğü bir mancınığa konup itaat duvarına atılır. Duvarı yıkar. Yıkılan duvardan nefsani rüzgâr girer, mârifet kandilini söndürür.
✧ Bir kimse zâlimdir ama Kur’an okur. Bu adam, Kur’an’ı okurken kendi kendine lânet okumuş olur. Çünkü Allahu Teâlâ şöyle buyuruyor: ‘Dikkat ediniz! Allah’ın lâneti zâlimler üzerinedir.’ (Hud:18)
✧ Kim bir zâlimin sıhhati için duâcı olursa, Allah’a isyan etmeyi göze almış demektir. Süfyan-ı Sevri
✧ Zulüm ve günahla övünenlere kin tutarak, Allah’a yaklaşabilirsiniz. Onlardan uzak durarak, ilâhi rızâya kavuşabilirsiniz. Hz. Îsâ
✽ ✽ ✽
Osmanlı’da adâlet, sâdece insanlara has değil, kurda, kuşa, toprağa ve suya da şâmildi. İşte bir Osmanlı kânunnâmesi:
‘... ve ayağı yaramaz beygiri işletmeyeler, at, katır ve eşek ayağını gözedeler ve semerin göreler ve ağır yük vurmayalar, zirâ dilsiz canavardırlar, her kangısında eksik bulunur ise sâhibine tamam itdüre, eslemeyanı tamam gereği gibi hakkından geline ve hammallar ağır yük vurmayalar, müteâref (örf) üzere ola...’
✽ ✽ ✽
✽ 'الَّذٖينَ اٰمَنُوا İman edenler' و atıf harfiyle 'عَمِلُوا الصَّالِحَاتِ Salih amel işleyenler'e bağlanmış, aralarında vasıldan tezayuf vardır. Camiisi; sadece iman yetmediği gibi sadece amelin de yetmediğini bildirir. İman ve amel bir bütünün iki yarısıdır.
✽ الصَّالِحَات'ın başındaki ال ahdi harici, cins ve istiğrak-ı hakiki bildirir.
✽ 'İman edip, salih amel işleyenler' arasında muraat-ı nazır vardır.
Muraat-ı nazır, bir cümlede mana bakımından birbirine uygun kelimelerin bir arada zikredilmesidir. Üç kısımda incelenir:
a) Lafzın lafza uyumu
b) Lafzın kastedilen manaya uyumu. Bu durumda cümledeki tüm lafızlar kastedilen manaya ve birbirine uyumludur.
c) Manaların uyumu. Buna teşabuhe'l etraf denir. Cümlenin sonunda, baş tarafa uygun bir kelimenin zikredilmesidir.
Muraat-ı nazıra mülhak bir diğer sanat da; iham-ı tenasüptür. Bir kelimenin uzak manasının cümledeki bir diğer kelimeye uymasıdır.
✽ Önceki ayette kafirler için 'اُعَذِّبُهُمْ Onları azaplandıracağım' buyurduğu halde burada müminler için فَيُوَفّٖيهِمْ اُجُورَهُمْ 'Onlara ödeyecektir' şeklinde geldi. Burada zamirin mütekellimden gaibe iltifat edip geçmesi; azab etme fiili ile "sevab verme" fiillerinin, Celal ve Cemalin değişmesinden olduğunu beyan içindir.
✽ فَيُوَفّٖيهِمْ اُجُورَهُمْ ' Onlara ücretleri tastamam ödenecektir' cümlesi istiare-i tebaiyedir. İman edip salih amel işleyen kimseler, ücret karşılığı çalışan kimselere benzetilmiştir.
✽ Bu ayet ile küfredenlerin zikredildiği bir önceki ayet arasında mukabele vardır.
58- Bu hüküm ve vakaları ayetlerden ve hikmet dolu Kuran’dan sana okuyoruz.
Bu anlatılanlar Zikr-i Hakim'in bize anlattığı ibret dolu kıssalar, hem birileri tarafından çarpıtılan olayların içyüzünü ortaya çıkarıyor. Hem duyan, okuyan, dinleyen kimselere ders ve ibret oluyor.
Kuran-ı Kerim hükümleri genelde kıssalarla teyid eder ki vaaz ü nasihat olsun, isyan ve inatta olanları irşad edip bu tutumlarından vazgeçirsin, müttakilerin huşu ve inkıyadını artırsın. Nitekim 'Kıssaları anlat ki tefekkür etsinler' (Araf, 176) buyrulmuştur.
"Tilâvet" ve "Kasas" kelimeleri, "bir şeyin peşi sıra başka birşey söyleme" mânasına gelir. Allahu Teâlâ, okuma'yı zatına nisbet etmiş, meleğin vahiy getirip okumasını, kendi okuması gibi saymıştır. (Sebebe isnad) Bu da, vahiy meleğine büyük bir şereflendirme ve yüceltmedir.
Buradaki bir diğer incelik de şudur: Cebrail Aleyhisselam'ın Kur'an-ı Kerim'i Efendimiz'e okuması Allah'ın emriyledir, hiçbir değişiklik olmadan birebir aktarmıştır. Onun için okuma işi Allahu Teâlâ'ya isnad edildi.
1) Bundan murat, Kur'ân-ı Kerim'dir.
♦ الَْحَكِيمُ kelimesi, الَْحَاكِمُ 'hükmeden' mânasında ismi faildir. Kendisinden hükümler elde edilmesi anlamında Kur'ân, Hâkim 'dir. (Sebebe isnad)
♦ "Telifinde, nazmında ve ihtiva ettiği ilimlerin, hüküm çoklu-ğunda hikmet sahibi..." manasındadır.
♦ الْحَكٖيمِ kelimesi الْمُحْكَمُ 'muhkem, sağlam, hikmet yüklü, kendisine herhangi bir halel gelmesi yollarından korunmuş, muhafaza edilmiş' manasında ism-i mefuldür.
Hakîm sıfatı, Kur'an'ın, beşerî fikirlerden korunduğunu, ona beşer fikrinin karışmadığını gösterir.
'Zikir' ismi de, Kur'an'ın geçmişteki mucizeleri hatırlattığını ifade eder.
2) الْحَكٖيمِ peygamberlere indirilen bütün kitapların aktarılmış olduğu "Levh-i Mahfûz"dur. Cenâb-ı Hak, bu kıssaları Levh-i Mahfûz'da yazılmış olan şeylerden olmak üzere indirdiğini haber vermiştir.
Bu ayet, din alimlerinin din adına söylediklerinin Kur'an'a dayanması gerektiğine işaret etmektedir. Din alimleri, eğitimde, "din" ile "din kültürünü" birbirinden ayırmalıdır ki, ilahî mesaj insanlara yalın olarak ulaşabilsin.
Kur'an
Kuran’ın insanlara bildirdiği emirler ve tavsiye ettiği hikmetler, hakikatler pek çoktur. Kuran insanlara Allah’ın varlığını, birliğini, kutsiyetini, büyüklüğünü bildirir.
İnsanları ilme, tefekküre, düşünmeye davet eder. İnsanlara gaflet içinde kalmamalarını, Hakk’ın hikmetine, kudretinin eserlerine bakmalarını emreder.
Kuran, gönderilen peygamberlerin bir kısmına dair malumat verir. Onların yüksek vazifelerini, nasıl başardıklarını ve bu vazifeler uğrunda ne kadar fedakarlıkta bulunduklarını bildirir. Bütün insanların Hâtemü'l enbiya’ya tabi olmalarını emreder.
Geçmiş ümmetlere ait en ibretli hadiseleri, tarihi vakaları bildirir, insanları ibret almaya davet eder, günahkar kavimlerin korkunç akıbetlerini haber verir.
Kuran insanlara, düşmanlarına karşı daima kuvvetli bulunmalarını, her türlü müdafaa vasıtalarını hazırlamalarını ihtar eder. İcabı halinde cihat meydanlarına atılmalarını, yurtlarını, maddi ve manevi varlıklarını can ile mal ile korumaya gayret etmelerini emreder.
Kuran, medeni, içtima, hayatın intizamı için lazım gelen esasları, hükümleri bildirir, insanlardan bir takım haklara, vazifelere riayet etmelerini ister.
Kur'an, Hakk’ın emirlerini, nehiylerini kabul edip ona göre hareket eden iman sahipleri için dünya ve ahiret nimetlerini müjdeler, imansız vicdanlar için de hazırlanmış bulunan kötü akıbetleri, cehennem azabını hatırlatır.
✦ Resulullah hastalandığı zaman Muavvizâtı (ihlas, felak, nas) okuyup mübarek ellerine üfler ve eliyle bütün vücudunu sıvazlardı. Hadis-i Şerif
✦ Kim Allah (cc)’ın kitabından bir ayet dinlerse onun için kat kat sevap yazılır. Kim de Kuran’ı okursa onun için nur olur. Hadis-i Şerif
✦ Kuran’ı öğreniniz, onu çocuklarınıza da öğretiniz. Muhakkak siz Kuran’dan sual olunacaksınız ve ona göre amellerinizin karşılığını göreceksiniz. Aklı olana vaiz olarak Kuran yeter. Hadis-i Şerif
✦ Allah (cc) hürmetle, tecvitle Kur'an okuyanları, seherlerde istiğfar edenleri ve Allah’ı zikredenlerin sesini sever. Hadis-i Şerif
✦ Allah (cc), takva ile okunan Kur'an sesini sever. Hadis-i Şerif
✦ İhlas suresini bin defa okuyan nefsini Allah (cc)’tan satın almıştır. Hadis-i Şerif
✦ Her kim Kuran’ı kendi re’yi ile tefsir ederse cehennemdeki yerine hazırlansın. Hadis-i Şerif
✧ Kuran’ı kendi indî mütalaanıza yamamaya kalkmayın, zihin artıkları ile bulandırmayın.
✧ Kuran’dan her ayet, cennette bir derecedir.
✧ Kuran’ı hayatınızın eksenine yerleştirin. Allah (cc)’la tanışmak isteyen, nefsiyle tanışmak isteyen Kuran okusun.
✧ Kur'an ve hadis-i şerif ezberleyerek zihninizin hakkını veriniz.
✧ Beşeriyet alemi ne kadar yükselirse yükselsin hiçbir vakit Kuran’ın ulvi talimatından müstağni bulunamaz. Bu talimata muhalif şeyler ise haddi zatında yükselme değil, bir alçalmadır.
✧ Dünya ihtiyarladıkça Kuran gençleşiyor. Bediüzzaman
✽ ✽ ✽
Abdurrahman es-Sekafi'ye
‘Kuran- Kerim’i okuyan fakat manasını bilmeyen okuduğunun faydası var mıdır?’ diye soruldu.
Şöyle cevap verdi:
‘Bir hasta düşünün; kendisine bir ilaç verilirse fakat onun ilaç olduğunu bilmese ve içse bu ilacın faydası olur mu olmaz mı?’ ‘Elbette olur’ dediler.
‘İşte bu da onu gibidir. Hatta hasta olan bir kimseye Kuran-ı Kerim’in faydası ilacın faydasından daha çoktur.’
✽ ✽ ✽
Kur'an mucizesi
Bir şair veya yazar, bir hikayeyi veya hususi bir manayı bir daha ifade etmek istese ikinci sözü önceki kadar parlak ve değerli olmaz. Kuran’da peygamberlerin hayat hikayeleri, alemin başı ve sonu, Allah (cc)’ın sıfatları ve dini hükümler tekrarlandığı halde; ibareleri gereği kadar kısa veya uzun, çeşit çeşit üsluplarda, değişik kelimelerle, usanç ve bıkkınlık vermeyerek, bilakis karıştırıldıkça kokusu artan misk gibi çok hoş biçimlerde ele alınıp ifade edilmiştir.
Cidden insanı hayran bırakan taraf, Kuran’da anlatılan sahnelerin esasta bir olmalarına rağmen, ne kadar çok anlatılırsa anlatılsın, hiç tekrar meydana getirmemesidir. Aksine her seferinde, külliyet veya cüziyatında muhakkak öncekinden farklıdır. Bu da tıpkı hiçbiri diğerine benzemeyen, birbirinden çehresiyle, seyir ve hareketiyle bir başkalık gösteren milyarlarca insan yaratmak gibi büyük bir mucizedir.
Kur'ân-ı Kerîm;
♦ Duygudan ziyade akla hitap eder.
♦ İnsan hayatının her bölümüyle ilgilenip ruhla beden arasında denge sağlar.
♦ İnsanı yeme, içme, uyuma ve benzeri basit şeylerin dar çerçe-vesinden çekip alır; daha yüce amaçlar için yaratıldığını öğretir.
♦ Bir sanat varsa mutlaka bir sanatkâr; bir plân varsa mutlaka bir plânlayıcı var, diyerek insanı nefs bataklığından alıp kâinat düzeniyle karşı karşıya getirir.
♦ İnsan ruhundaki safiyet ve yüceliğe, beden sağlığına, sinir sis-temine; bedene ve ruha zararlı her şeyi yasaklar; yararlıyı mubah sayar.
♦ Hayatın hareketten ve hareketin ciddi mücadeleden ibaret oldu-ğunu, fakat bunun ilimden ışık almasının, ilmin de dinden, imândan güç almasının lüzumunu açıklar.
♦ Günlük ibâdetle ruha ve bedene canlılık kazandırır; sinir siste-mini düzeltir; kafayı dinlendirir.
♦ Ferdin dimağına ve kalbine her dem sosyal yapının bir parçası olduğunu işler.
♦ Bilimsel verilere kapı açarak insanı ciddi araştırmaya sevk eder.
♦ Tek kelimeyle, insanca yaşamanın yol ve yöntemini hayat kanunlarına uygun biçimde düzenler.
Kuran-ı Kerim’e Hürmet
Mushafı her kitabın üstünde bulundurmalıdır. Üzerine başka hiçbir şey koymamalıdır. Kuran-ı Kerim okunurken sessizce ve hürmetle dinlemelidir. Mushaf yapraklarını, satırlarını, kelimelerini ve bütün mübârek isim ve yazıları, hakir ve aşağı yerlerde görünce hemen kaldırmalıdır.
Kuran-ı Kerim ve diğer din kitaplarına karşı ayak uzatmak mekruhtur. Yüksekte olursa mekruh olmaz. Mushafı, okumayı bilmeyenin hayır ve bereket için evinde bulundurması sevaptır. Kuran-ı Kerim’i okumak sünnet, dinlemek ise farz-ı kifayedir. İş görenlerin arasında ve camide yanında yüksek sesle Kuran-ı Kerim okumaya başlamak günah olur.
Mushafı abdestli olarak almalı ve okumalı, sağ el ile tutmalı, dizden aşağı koymamalı, bitirince açık bırakmamalı, başka bir iş yaparken kapayıp, yüksek bir yere koymalı, okurken konuşmamalı konuşulursa tekrar euzu okuyarak başlamalıdır. Mushafı ve Kuran-ı Kerim bulunan bandı, teybi de ayağa kalkarak almalıdır. Onları da yüksekte muhafaza etmelidir.
✦ Kuran'a saygı gösteren Allah’a saygı göstermiş olur. Hadîs-i Şerîf
✦ Kuran'ı iyi okuyan için cennette köşkler yapılır.
✦ Kur'an, kendine sarılanların koruyucusu, kendine uyanların kurtarıcısıdır. Kuran’a uyan doğru yoldan şaşmaz ki kınansın, eğrilmez ki doğrulsun. Hadîs-i Şerîf
✦ Kur'an yeryüzüne uzatılmış ilâhi bir urgandır; bir ucu Allah’ın, diğer ucu da sizin elinizdedir. Ona tutunanlar doğru yolu bulur, helâk olmaktan kurtulur, ona tutunmayanlar ise doğru yoldan uzaklaşır. Hadîs-i Şerîf
✦ Kişi Allah rızası için Kur’an okuduğu zaman melekler o kimsenin alnından öper. Hadis-i Şerif
✦ Kuran’ı en güzel okuyan o kimsedir ki okuduğunu duyduğu zaman Allah’tan korktuğunu simasında müşahede edersin. Hadis-i Şerif
✦ Nice Kur’an okuyan vardır ki, Kur’an ona lânet eder. Hadis-i Şerif
✧ Akıl Kuran'ın irşadı altında oldukça kıymetlidir. Yoksa ateş böceğinin başındaki ışık gibi olur. Başında bir ışık parlıyor fakat önünü bile aydınlatamıyor.
✧ Kur’an kimlere lânet eder?
1- Allah rızâsı için okumayanlara.
2- Teganni ederek (yanlış uzatmalar yaparak) okuyanlara.
3- Gösteriş ve para için okuyanlara.
4- Hükmüyle amel etmeyenlere.
5- Kötü kelimeler konuşanlara.
6- Kur’an’ı unutanlara.
✦ Her kim, Kur’an’ı öğrenir ve özürsüz olarak unutursa, unutmuş olduğu her âyet başına derecesi indirilir. Ayrıca Kur’an onu eli kesik ve dâvâcısı olarak yakasına yapışmış olduğu halde huzur-u ilâhiye çıkar. Hadis-i Şerif
✦ Hangi evde Kur’ân-ı Kerim okunursa, orada bolluk, bereket çoğalır, şeytanlar uzaklaşır ve melekler oraya hücum eder. Hangi evde Kur’an okunmazsa, o evde darlık, sıkıntı, huzursuzluk baş gösterir. Rahmet melekleri oradan uzaklaşır ve şeytanlar orayı istilâ ederler. Hadis-i Şerif
✦ Kur’an’ı okuyan ve ezberleyenlere hürmet edin. Onlara hürmet eden, bana hürmet etmiş olur. Hadis-i Şerif
✦ Kur’ân-ı Kerim kıyâmet günü gelecek ve Allâhu Teâlâ’ya: ‘Allah’ım! Kur’an okuyana şeref elbisesi giydir!’ diyecek, hemen o zâta elbiselerin en değerlisi giydirilecek. Sonra Kur’an: ‘Rabbim! Ona şeref tacı giydir’ diye niyaz edecek; o kimseye şeref tâcı giydirilecek. Sonunda Kur’ân-ı Kerim: ‘Yâ Rabbi! O kulundan râzı ve hoşnut ol! Senin hoşnutluğundan üstün birşey yoktur’ diyecek, Kur’an okuyan kimse mânevi mertebelerin en yükseğine ulaşacak. Hadis-i Şerif
✦ Kim geceleyin hizbini veya hizbinin bir kısmı okumadan uyursa bunu sabah namazı ile öğle namazı arasında tamamlasın. Bu takdirde, sanki gece (mutad vaktinde) okumuş gibi aynı sevaba nail olur. Hadis-i Şerif
✦ Kur’an ehli (yani onu okuyan, onunla amel eden) cennete girdiği vakit, kendisine: “Oku ve yüksel!” denilir. O da okur ve yükselir. Her ayet için bir derece verilir. Böylece o bildiği ayetleri sonuna kadar okur (ve her biri için bir derece alır). Hadis-i Şerif
✦ Kim Kur'an öğrenir, öğretir ve anlarsa ben onun cennete sevk edici bir delili olurum. Hadis-i Şerif
✦ Şu Kuran’ı muhafazaya itina gösterin. Muhammed’in nefsini kudret elinde tutan Zat-ı Zülcelal’e kasem olsun Kur’an-ı Kerimin (hafızalardan) kaçması, develerin bağlarından boşanıp kaçmasından daha kolaydır. Hadis-i Şerif
✧ Yağmur yeryüzünün baharı, bereketi olduğu gibi, Ku’ran da kalplerin bahar ve bereketidir. Malik b. İyaz
✧ Kur’an’ı ezberden okuyan bin sevaba, yüzünden okuyan iki bin sevaba kavuşur.
✧ Taharet-i kamiliye ulaşamamış kimse Kuran’ın hakikatine muttali olamaz.
✧ Kur’an irşadı altında bir istikamet bin kerametten daha üstündür.
✧ Benim için en kötü ve uğursuz gün, hiç Kur'an okumadığım gündür. Hz. Osman
Kur’an-ı Kerim, bu alemle yaratıcısı arasındaki ilişki ve bu alemdeki uyum konusunda zaman zaman evrenin bazı gerçeklerini anlatır. Kur’an-ı Kerim’in anlattığı bu gerçekleri insan aklının varsayımlarına, teorilerine ve “bilimsel gerçekler” denen bulgulara bağlamak doğru değildir.
Kuran’ın anlattığı gerçekler nihaî, kesin ve mutlak gerçeklerdir. Oysa bilimsel araştırmaların bulguları, nihaî ve kesin olmayan gerçeklerdir. Bu gerçekler, araştırmacının yaptığı deneyler, bu deneylerin yapıldığı ortamın şartları ve deneyde kullanılan araçların imkânları ile sınırlıdır. İnsan bilgisinin elde edebildiği bütün bilgi birikimi Kur’ani hakikatlerin çok az bir kısmını oluşturmaktadır.
Kur’an, şartlar ne olursa olsun, hiçbir zaman bu tür bir cevabın alanı değildir. Çünkü Kur’an, bu tür ayrıntılı bilgilerden çok daha önemli bir görevi yerine getirmek için gelmiştir. Kur’an-ı Kerim bir astronomi, bir kimya ya da bir tıp bilimi kitabı olsun diye gelmiş değildir.
Onun ilgi ve bilgi alanı insan psikolojisi ve insan hayatıdır. Kur’an-ı Kerim’in görevi; varlık alemi ve bu alemle yaratıcısı arasındaki ilişki, insanın bu alemdeki konumu hakkında genel bir düşünce oluşturmak; bu düşünceye dayanan bir hayat düzeni kurmaktır. Kur’an-ı Kerim sapmalar ve yozlaşmalar karşısında insan fıtratını korur, içinde yaşayacağı düzenin sağlıklı olmasını sağlar, böylece yüce Allah’ın bağışladığı yetenekleri serbestçe kullanmasını mümkün hale getirir. Ona evrenin mahiyeti, yaratıcısı ile ilişkisi, mahiyeti hakkında genel bir düşünce verir. Ardından ayrıntıları anlamak ve bunlardan yararlanmak üzere yapacağı çalışmalarla kendisini başbaşa bırakır, ona tafsilâtlı bilgi vermez.
Kurulan bu hayat doğrultusunda gelişme imkanı bulan insan aklı, bilimsel araştırmalara, deneylere ve uygulamalara girişmek üzere serbest bırakılır. Akıl da bu yollardan giderek ulaşabileceği sonuçlara ulaşır. Çünkü insanın yeryüzündeki halifeliğinin temeli budur, bu fıtratta yaratılmıştır. Fakat ulaştığı bu sonuçlar ne nihaî ne de mutlak sonuç olmayacaktır.
✽ ذٰلِكَ نَتْلُوهُ 'İşte sana bunu okuyoruz' cümlesinde iktidab sanatı vardır.
✽ نَتْلُو 'Okuyoruz' fiilinin müzari gelmesi, istimrar-ı teceddüdi içindir. Allahu Teâlâ ayetleri o gün Efendimiz'e okuyordu, halen de ümmetine okumaya devam etmektedir. Çünkü ikinci şahıs zamiri 'Sen' umum ifade eder. Efendimiz'e (sav) hususi olmayan hitaplarda, okuyan herkesi muhatap alır.
✽ الذِّكْرِ الْحَكٖيمِ Zikr-i hakim'in الْاٰيَاتِ Ayetler'den sonra zikredilmesi, tecriddir. Tekit bildirir. ال 'lı gelmesi, ahdi harici ve istiğrak-ı hakikidir. Hikmetin ve zikrin tamamı Kur'an-ı Kerim'dedir.
✽ Kur'an için 'Zikr-i Hakim' buyrulması sıfatlı kinayedir. Sıfatın gayesi; mevsufu övmek ve tekit içindir.
✽ 'Zikr-i Hakim' isnad-ı mecaziden masdara isnaddır. 'Hikmet' vasfı zikre verilmiş. Mecaz-ı mürselden müsebbep zikredilmiş, sebep kastedilmiştir. Asıl 'Hakim' zikrin sahibi olan Allahu Teâlâ'dır.
59- İsa’nın misali Allah katında gerçekten Adem’in misali gibidir. Onu topraktan yarattı. Sonra ona ‘Ol’ dedi, o da oluverdi.
Hz. İsa'nın babasız olduğuna inanmayanlara mantık yollu muazzam bir cevap... Hz. Adem'i hem anasız, hem babasız yaratan Allah babasız bir çocuk yaratma kudretine sahip değil midir? Azıcık aklın, zerre kadar mantığın varsa bu kıyaslamayı anlar şüphe zindanından çıkarsın. İnkarcı güruhun ortaya attığı yalanın peşinden gitmezsin.
Allahu Teâlâ, "Muhakkak ki İsa'nın hali de, Allah indinde Âdem'in hali gibidir" (Âl-i İmran, 59) buyurdu. Allah'ın Hz. Adem'i babasız olarak yaratması imkansız görülmediğine göre, Hz. İsa'yı babasız yaratması hiç imkansız görülemez.
Hz. Âdem'in de ne babası, ne annesi vardı. Fakat kimse onun Allah'ın oğlu olduğunu söylemeye gerek duymamıştı. Hz. İsa için de aynı şey söz konusudur.
Birinin babasız ve annesiz olarak var olması babasız olarak var olmasından daha büyük, daha harikulade bir yaratmadır.
Burada garib bir hadise başka bir garib hadiseye benzetilerek misal getirildi. Bununla hasımların şüphelerini ortadan kaldırmak istenmiştir. Kendisinden daha garib bir şeye nazaran bu misal daha garib'tir.
Farenin balçıktan, yılanların bitkilerden ve akreplerin de güzel kokulu bir tür nebattan meydana gelmesi gibi birçok canlı normal olmayan bir üreme ile meydana gelir. Bir çocuğun babasız olarak meydana gelmesi, haydi haydi mümkündür.
Hz. Âdem'in topraktan yaratılması, aklın almayacağı bir şey olmadığına göre, Hz. İsa'nın da, annesinin rahminde bir araya gelmiş ve toplanmış kandan yaratılmış olması da imkansız değildir.
Bu ayet, mantık yollu kelamdır, Hz. İsa'ya kudsiyet atfedenlere şunu söylemektedir: Hz. Adem de, Hz. İsa da baba olmadan yaratıldığı halde, neden Hz. Adem'e kudsiyet vermemektedirler? Üstelik, Hz. İsa'nın sadece babasız dünyaya gelmesine karşın, Hz. Adem hem babasız, hem de anasız dünyaya gelmiştir.
Ayet-i kerime bu teşbihle, aynı zamanda bir tebliğ metodu öğretmektedir. İnsanların inkar ettiği, batıla saptığı bir olay, geçmişteki benzer bir olay ile açıklanabilir. Allahu Teâlâ, Hz. İsa'nın yaratılışı ile, Hz. Adem'in yaratılışı arasındaki benzerliğe dikkat çekerek, üzerinde düşünülmesini istemiştir. Çünkü geçmiş, o andaki veya gelecekteki bir olayın anlaşılmasında önemli rol oynayabilir.
♦ Adem (as), bu âyette de belirtildiği gibi, topraktan yaratılmıştır.
♦ O, sudan yaratılmıştır. "O, sudan bir beşer yaratıp da, onu soy sop haline getirendir" (Furkan, 54)
O'nun sudan yaratılışı ise, kendisinde, eşyanın şekilleri tecelli edebilecek bir saflık ve arılıkta olsun diyedir. Sonra, Allahu Teâlâ, yoğun olanı latîf olanla karıştırıp, çamur haline gelsin diye, suyla toprağı birbirine katmıştır. "Ben muhakkak çamurdan bir insan yaratıcıyım" (Sad, 7) âyetinde ifâde edilen husus budur.
Sonraki mertebede, "Andolsun, biz insanı çamurdan (süzülmüş) bir sülâleden yarattık" (Mü'minun, 12) buyurmuştur. "Sülâle" çamurun en latîf ve iyi kısmından süzülüp, alınmış olandır. Sonra Allahu Teâlâ, insan için şu üç sıfatı zikretmiştir:
a) O, salsâldandır. Salsâl: Hareket ettirildiği zaman içinden ses veren çömlek gibi, çın çın ses çıkaran kuru şeydir.
b) Hame' dendir. Hame, bir müddet su içinde kalıp, rengi siyahlaşan şeydir.
c) Kokusu değişmiş olandır.
♦ Çamurdan yaratılmıştır. "Ki O, yarattığı her şeyi güzel yapan, insanı yaratmaya da çamurdan başlayandır. Sonra O, bunun zürriyetini hakîr bir sudan meydana gelen nutfeden yapmıştır" (Secde, 7-8).
♦ Çamurdan elde edilmiş bir hülâsadan, özden yaratılmıştır. "An-dolsun, insanı çamurdan (süzülmüş) bir hülâsadan yarattık. Sonra onu, sarp ve sağlam bir karargâhta bir nutfe yaptık" (Mû'minun, 12-13).
♦ Cıvık bir çamurdan yaratılmıştır. "Andolsun ki biz onları, cıvık bir çamurdan yarattık" (Saffat, 11)
♦ Salsâl'dan, kuru bir çamurdan yaratılmıştır. "Andolsun, biz in-sanı kuru bir çamurdan, sûretlenmiş bir balçıktan yarattık" (Hicr, 26). "İnsanlar aceleden yaratılmıştır" (Enbiya, 37).
♦ "Andolsun ki biz insanı, bir meşakkat içinde yarattık" (Beled, 4)
Hz. Adem'in Topraktan Yaratılmasındaki Hikmet:
· Toprak gibi mütevazi, örtücü ve bağışlayıcı olsun diye.
· Toprağa çok bağlı olsun diye. Çünkü Hz. Âdem, yeryüzündeki-lere halife olmak için yaratılmıştır.
· Allahu Teâlâ kudretini izhâr etmek için, cisimlerin en çok ışık saçanı olan ateşten şeytanları yaratarak, onları dalâlet karanlıklarına müptelâ kıldı.
Cisimlerin en latifi olan havadan melekleri yaratarak, onlara son derece büyük güç ve kuvvet verdi.
Cisimlerin en kesifi olan topraktan Hz. Adem'i yarattı, sonra ona muhabbet, marifet, nur ve hidâyet verdi.
· İnsan, şehvet, gazab ve ihtiras ateşini söndürsün diye topraktan yaratılmıştır. Çünkü bu ateşler, ancak toprak ile söner.
İnsan vücudundaki elementlerle, topraktaki elementler arasındaki benzerlik, insanın topraktan yaratıldığının en büyük delilidir. Atılan bütün tohumların canlanması, topraktaki elementlerin hayatın başlangıcını teşkil ettiğini gösterir.
Toprak üretkendir, onun bu özelliği insana üretken olma şeklinde intikal etmiştir. Toprağın; işlenmesi, işlenmeyi kabul etmesi, yumuşaması, atılan tohuma hayat vererek bereketi temin etmesi aynen insana intikal etmiştir; o da eğitim vasıtasıyla işlenebilir, yumuşayabilir, verilen bilgiyi kabullenip onu zenginleştirerek hayat verebilir. Toprağın verimlisi ve verimsizi olduğu gibi, insanın da verimlisi ve verimsizi vardır. Her şekle girmesi, toprağın etkiye açık olduğunu gösterir, insan da bütün iyi veya kötü etkilere açıktır. İşte bu özellikler, insanın aslının toprak olmasından kaynaklanmaktadır.
Topraktan yaratılma devam etmektedir. İnsanın sofrasına gelen bitkisel ve hayvansal gıdaların kökeninde toprak bulunduğu için, sonuçta insan da topraktan yaratılmış olmaktadır.
✽ ✽ ✽
Bir yumurta hiçbir zaman elimize paketlenmeden ulaşmaz. Yirmi dört saatlik bir üretim faaliyetinin neticesi olan bu leziz nimet, mutfağımıza kadar güvenle ulaşabilmesi için dikkatle planlanmış bir ambalaj içinde bize sunulur.
Yumurta kabuğu; kırıp attığımız bu mükemmel ambalaj, mimarisi ve estetiğiyle akılları hayrete düşüren bir sağlamlık, pratiklik ve geometri şaheseridir. Yumurtanın sarısı ve akı, tavuk vücudunda ayrı ayrı yerlerde imal edilir. Sonra bu mamul yaklaşık on altı saat süren bir işlemle ambalajlanır.
Önce yumurtanın şekline bir bakın. Parmaklarınızla iki ucundan ne kadar kuvvetle bastırsanız kırılmadığını göreceksiniz. Bu sağlamlığın yanında pürüzsüz ve kusursuz bir şekli de vardır. Normalde çok iyi bir kalıba ihtiyaç duyan bu eser, içinde hiçbir kalıp bulunmayan tavuk vesilesiyle bize sunulmaktadır. Yumurtayı paketlemekle görevli olan bez, tavuğun vücudundaki bütün kalsiyum ve karbonat iyotlarını çeker. Öyle ki kalsiyum eksildiği zaman, kabuğun hammaddesi olarak tavuk, kendi kemiklerini kullanır.
Bir fabrika düşünün ki, tavuk kanı gibi bir maddeden hem yumurta sarısını, hem akını, hem de yumurta kabuğunu ayrı ayrı çıkarsın. Beş on santimlik bir üretim şeridi içinde bütün bu işleri tek tek gerçekleştirdikten sonra da kan ve dışkı gibi arasından yumurta gibi temiz ve faydalı bir gıda üretsin. Bir şeyden her şeyi yapan kudret ve ilim sahibinden başka bu fiile mührünü basabilecek kim var? Modern teknoloji tavuğun besininden veya kanından yumurta yapabilecek bir fabrikayı kuramadı. Olmaz ya, eğer kurmuş olsaydı, bu gün bir yumurtayı on beş kuruşa değil, yüzlerce liraya yiyemezdik.
‘İnsan yediği şeye bir baksın!’ (Abese, 24)
Her yumurta kırışınızda kabuğu atmadan önce ona uzun uzun bir bakın. Size bu nimeti böyle mükemmel bir ambalaj içinde göndereni düşünün. O’nun adını anın, afiyetle yiyin ve şükredin.
✽ ✽ ✽
♦ Efendimiz'in yanına gelen Necran hristiyanları heyeti, Hz. Peygamber'e 'Ey Muhammed dostumuzdan (Hz. İsa'yı kastediyorlar) bahsediyormuşsun" dediler. Hz. Peygamber "Nasıl zikrediyomuşum?" diye sordu.
- Onun Allah'ın kulu olduğunu iddia ediyormuşsun.
- Evet, O Allah'ın kuludur.
- Hiç İsa gibi babasız doğan birini gördün veya haber aldın mı?
Daha sonra heyet, Resulullah'ın yanından çıktılar. Onların arkasından Cebrail (as) bu ayeti getirdi.
♦ Necran heyeti Hz. Peygamber'e "Bize Meryem oğlu İsa'dan bahset" dediler. Hz. Peygamber "O, Allah'ın Meryem'e ilka ettiği bir kelimesidir" diye cevap verdi. Onlar "İsa bundan üstündür" diye itiraz ettiler. Bunun üzerine "Hiç kuşkusuz İsa'nın misali Adem'in misali gibidir..." âyeti nazil oldu. "İsa'ya, Adem gibi olmak yaraşmaz" demeleri üzerine de bundan sonraki "Artık sana bu ilim geldikten sonra kim seninle onun hakkında tartışırsa..." âyet-i kerimesi nazil oldu.
♦ Necran halkının efendilerinden iki papazları Seyyid ve Akıb, Hz. Peygamber'e geldiler ve ona İsa'yı sordular: "Her Âdemoğlunun bir babası var. İsa'nın durumu nedir ki babası yok?" Bunun üzerine bu âyet-i kerime indi.
✽ اِنَّ مَثَلَ عٖيسٰى عِنْدَ اللّٰهِ كَمَثَلِ اٰدَمَ 'Allah katında İsa'nın misali, Adem'in misali gibidir' cümlesi, teşbihtir. Müşebbeh; Hz. İsa'nın yaratılışı, müşebbeh-i bih; Hz. Adem'in yaratılışıdır. Vech-i şebesi; sünnetullah üzere cari olan sebepler zinciri ile değil de 'Kün feyekün' ile yaratılmalarıdır. Vech-i şebe cümlede zikredildiği için mufassal teşbihtir.
✽ مَثَلَ عٖيسٰى eli مَثَلِ اٰدَمَ itnabtan terdittir.
✽ قَالَ لَهُ كُنْ فَكَانَ "Ol dedi, oldu" yerine "يَكُونُ Olur" şeklinde mazi gelecekken müzari gelmesi muktezayı zahirin hilafına kelamdır. Zihinde canlandırmak içindir.
✽ خَلَقَهُ مِنْ تُرَابٍ - Onu topraktan yarattı, derken طِين yerine تُرَابٍ kelimesinin seçilmesi, muraatı nazıra mülhaktan ihamı tenasübtür. Hz. İsa'ya ilahlık isnad edenleri red etmek için Hz. Âdem gibi topraktan yaratıldığı belirtilmiştir.
✽ خَلَقَهُ مِنْ تُرَابٍ ثُمَّ قَالَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ cümlesinde tenazu vardır. Bu zamir Hz. Adem'e de, Hz. İsa'ya da raci olabilir.
✽ İlk önce Hz. İsa ile Hz. Adem'den ayrı ayrı bahsetti. Sonra da ikisine ait yaratılma mevzuunu ayrı ayrı değil, icmalen zikretti. Leffi neşrin ikinci kısmı, müteaddit şeylerin tafsilen zikrine girmiş oldu.
✽ كُنْ فَيَكُونُ ifadesinde icazı hazıf vardır. كُنْ emri hazırının haberi, يَكُونُ 'nün ismi ve haberi mahzuftur.
✽ Bu ifade mantık yolllu kelamdır. "Hz. Adem'in bir baba ve ana olmadan yaratılmasını nasıl kabul ediyorsanız, Hz. İsa'nın da aynı şekilde yaratıldığını neden kabul etmeyesiniz?" demektir.