60- Hak Rabbindendir, sakın şüphe edenlerden olma!
Hitabı habibine döndürerek müthiş bir tariz yapıyor. Bu olay Rabbinden haktır, sakın şüphe edenlerden olma! Efendimiz yakinin zirvesinde olduğu halde 'Kızım sana söylüyorum gelinim sen anla' üslubunda bize ve tüm insanlığa şüpheci olmamayı emrediyor.
Şüphe insanın hızını keser, kuşkulandırır. Zihnini, kalbini rahatsız eder. Şüphe aradaki sevgiyi, saygıyı, iletişimi, dostluğu keser. Kalbin safiyetini, şefkatini, merhametini bir kurt gibi kemire kemire yok eder. Şeytanın kalbe en büyük giriş kapısıdır. Şüphe üzüntülerin, gam ve kederlerin menbaıdır. Bunalımın, huzursuzluğun en büyüksebebidir. Delilikten istiare-i mekniyedir.
'Sana anlattığımız Hz. İsa ve annesinin haberleri, Rabbindendir, gerçek ve doğrudur. Hıristiyanların "İsa Allah'ın oğludur, Meryem bir ilah doğurdu" ve benzeri sözleri asla doğru değildir."
الْإِمْتِرَاءُ şüphe etmek, demektir. İftial babından ism-i faildir. Arapların koyunu ve deveyi sağdığında söylediği مَرَيْتُ النَّاقَةَ وَالشَّاةَ "Deveyi ve koyunu sağdım" ifâdesinden alınmıştır. Şüphe eden kimse, şüphesi sebebiyle, süt sağılırken hızlandığı gibi, bir mücadeleyi hızlandırır, mücadeleye sebebiyyet verir.
Hitabın Efendimiz'e olması teşvik ve heyecanlandırmak yoluyla ziyade tesbit içindir. Çünkü bir şeyden nehyetmek, nehyedilen kimseden o nehyedilen fiilin sudurunun tasavvurunu gerektirir.
Oysa Efendimiz kendisine indirilenin sıhhatinda asla şek ve şüphe etmezdi. Bunun manası: Sen yakinine devam et! Üzerinde olduğun kalbi mutmainlikte sebat et. Bunda şekten ve şüpheden münezzeh ol!
Efendimizin ismet sıfatına sahip olması, (günahtan korunmuş, masum olması) mihneti ve nehyedilmeyi kaldırmaz.
35. ayet ile bu 60. ayet arasında ele alınan meseleler, insanların şüphesini ortadan kaldırmayı hedeflemektedir. Allahu Teâlâ önce hakikati öğretti, sonra da şüphe etmemeyi emretti. Gerçeğin öğretilmediği yerde şüphe olacaktır.
Şüphe
✦ Şüpheli şeylerden kaçınarak Allah’a kavuşana Allah (cc) bütün Müslümanların sevabı kadar mükafat verir. Hadis-i Şerif
✧ Şüphe, amelde gevşekliğe sebep olur. Duyguların değil, zekanın bir kusurudur.
✧ Kalbin hastalığı şüpheler ve şehvetlerdir. Bunlar tefekküre, zevk almaya, anlayışa mani olur.
✧ Şeytanın en kuvvetli aldatma metodu şüphe bırakmaktır. Şüphe güvensizlikten, bilgisizlikten ve vesveseden kaynaklanır. Şüphe ekseriyetle faydasız bir ızdıraptır.
✧ Bilgi kuşkudan, iyilik acı çekmekten, kararlı olmak korkudan kurtarır.
✽ 'اَلْحَقُّ Hak' müsnedin ileyhinin ال ile marife gelmesi, marifeyi marife ile tarif, tahsis içindir. Yani hak, sadece Rabbinden geliyorsa haktır, başka türlüsü mümkün değildir.
Mefhum-u lakabı ile; Rabbinden olmayan bir şey, batıldır.
✽ 'Benden' buyurmayıp ''مِنْ رَبِّكَ Rabbinden' buyurması tecriddir.
✽ 'مِنْ رَبِّكَ Rabbin' derken, tağlib. Allahu Teâlâ sadece Efendimizin değil, alemlerin Rabbidir.
✽ 'Sakın şüphe edenlerden olma' hitabı Efendimiz'e yöneltilmişse de o zaten şüphe etmez, ümmetine bir tarizdir.
✽ Hak ve şüphe arasında tibaka mülhaktan ihamı tezat vardır.
✽ ' لَا تَكُنْ مِنَ الْمُمْتَرٖينَ Sakın şüphe edenlerden olma' nehyi burda irşad ve tehdit bildirir.
Delalet-i tazammuniyesi şöyledir: Şüphe etme, şüphe edenlerle aynı ortamlarda bulunma, şüpheye düşürecek yayınlardan, toplantı ve konuşmalardan uzak dur.
✽ 'Sakın şüphe edenlerden olma' mefhum-u muhalefeti ile şunu bildirir: İmanda yakin sahibi ol, delillerle hakiki imana ermeye çalış.
✽ 'Şüphe edenlerden olma' nehyini önündeki cümle destekliyor: Çünkü hak Rabbindendir. Dal biddelalesi ile, Rabbinden olmayan şeylerde şüphe et, onları çok tahkik et, hemen güvenme demektir.
✽ Dal bil işaresi ile de şunu bildirir: Bir şüphe varsa, onda batıllık vardır. İçinde şüphe ve tereddüt kırıntıları bulduğumuz bir husus, Rabbimizden uzak, şaibeli bir iş demektir.
61- Sana bilgi geldikten sonra artık kimse seninle bu konuda tartışacak olursa de ki: ‘Gelin sizin çocuklarınızı, bizim de çocuklarımızı çağıralım, sizin kadınlarınızı ve bizim kadınlarımızı ve siz ve biz de onlarla bir araya gelelim ve sonra duâ edip yalan söyleyenlere Allah (cc)’ın lanetini dileyelim!’
Efendimiz'e gelen ilim, hüccete ve delile lüzum bırakmayan nezd-i ilahiden gelen gerçek ilim. Buna rağmen Efendimiz'le tartışan kimseler delilleri gördüğü, duyduğu halde bir türlü kabule yanaşmıyorlar. O zaman karşılıklı beddualaşmaya çağrılıyorlar. Bunu kabul etmiyorlar, başlarına bela gelmesinden korkuyorlar. Cizye vermeyi kabul ediyorlar.
Demek ki; inanmamanın sebebi delilsizlikten kafalara yatmaması değil, kabule yanaşmamaları kitabullahın ahkamını değiştirmelerine karşılık aldıkları paranın kesilmesidir.
Yemin etmekten Necranlıları alıkoyan, hakikatte Hz. Muhammed'in son peygamber olduğunu bildikleri halde inkar etmeleridir. Bu asırda da öyle değil mi?
Bir adam bir yanlışı yapıyorsa, bir hurafeye inanıyorsa gerçekler karşısında onu savunuyor. Yaptığı suçtan tevbe edeceğine ikaz edeni suçluyor. Sanki 'Ben yapıyorsam doğrudur' havasına giriyor. Bu yalanlama, bu zeytinyağı gibi üste çıkma, bu cidal, bu münakaşa, bu cazgırlık yalan temeli üzerine kurulmuş bir serserilikten başka bir şey değil. Mertçe 'Ben inanmıyorum' demiyor da ağzında geveleyip duruyor. Yüce Allah laneti bu yalancılar üzerine gönderiyor.
"Bu açık seçik delillerden, net ve berrak cevaplardan sonra kim kalkar da seninle mücadele ederse, onlarla konuşmayı kes ve onlara inatçılara yapılacak şekilde muamele et. Bu muamele de, senin onları "mülâane" (karşılıklı lânetleşme)'ye çağırmandır."
Hz. Peygamber , Necrân hristiyanlarına deliller getirip, onlar da inkarlarında ısrar edince, Hz. Peygamber onlara "Eğer getirdiğim delilleri kabul etmiyorsanız, Cenâb-ı Hak bana, sizinle lânetleşmemi emretti" dedi. Onlar, "Ey Ebe'l-Kâsım! Hele bir dur da, arkadaşlarımızın yanına varıp, bu hususu aramızda konuştuktan sonra, tekrar sana gelelim.." dediler. Gidip arkadaşlarıyla görüştüklerinde kraldan sonra gelen ve içlerinde söz sahibi olan kimseye: "Ey Abdu'l-Mesih, söyle bakalım ne dersin?" dediler.
Abdülmesih, "Ey hristiyan topluluğu, Allah'a yemin ederim ki, siz Hz. Muhammed'in bir peygamber olduğunu anladınız. Yine onun, sahibiniz Hz. İsa hakkında hak sözü getirdiğine de yemin ederim. Yine Allah'a yemin ederim ki, bir peygamberle lânetleşmeye giren topluluğun ne yaşlısı sağ kalır, ne çocukları büyür, hepsi mahvolur. Yine yemin ederim ki, eğer siz bu işe girişirseniz, soyunuz ve nesliniz kurur. Ama bundan kaçınır, dininiz üzere yaşamaya devam eder ve bulunduğunuz hali sürdürmeye devam ederseniz, onunla anlaşın ve memleketlerinize geri dönün!.." dedi.
Bu esnada, Hz. Peygamber , üzerinde siyah kıldan bir aba olduğu halde evinden dışarı çıkmıştı. Hz. Hüseyin'i kucağına almış, Hz. Hasan'ı elinden tutmuş, peşinde Hz. Fatma, onun ardında da Hz. Ali vardı. "Ben duâ ettiğim zaman, siz 'amin!' deyin" dedi.
Bunun üzerine Necrân piskoposu, "Ey hristiyanlar, ben karşımda öylesine yüzler görüyorum ki, onlar Allah'tan, bir dağı yerinden oynatıp yok etmesini isteseler, muhakkak ki Allah o dağı yerinden götürür. Lanetleşmeyin, aksi halde helak olur, yok olursunuz. Ve yeryüzünde, kıyamete kadar tek bir hristiyan kalmaz.." dedi.
Ardından "Ey Ebu'l-Kasım, biz seninle lânetleşmemeye ve dinin hususunda sana müdahale etmemeye karar verdik.." dediler. Hz. Peygamber de, "Lanetleşmediğinize göre müslüman olunuz. Müslümanların lehine olan, sizin lehinize, aleyhlerine olan da sizin aleyhinize olur.." deyince, onlar bunu kabul etmediler, direttiler. Hz. Peygamber, "En kısa zamanda sizinle savaşıp, işinizi bitireceğim" deyince, onlar, "Bizim, Araplarla savaşacak gücümüz yok. Fakat seninle anlaşak istiyoruz. Bini Safer bini de Recep ayında iki bin takım elbise, demirden yapılmış normal otuz zırh, bir miktar da para verelim, sen bizimle savaşma, dinimizde serbest kalalım" dediler.
Hz. Peygamber onlarla, bu şartlarda anlaşma yaptı ve şöyle dedi: "Canımı kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim, helak o Necrânlılara öylesine yaklaşmıştı ki... Eğer onlar lanetleşmeye girmiş olsalardı, maymunlar ve domuzlar haline getirilecekler, bu vadi ateş olup onları yakacak ve Allah Necrân ve halkının kökünü kurutacaktı.. Ağaçların tepelerinde kuşları bile... Bir yıla kalmayacak bütün hristiyanlar helak olacaklardı..."
Hz. Peygamber'in siyah futa içinde evinden çıkıp, Hz. Hasan geldiğinde onu, o futanın içine soktuğu; Hz, Hüseyin, Hz. Fatıma ve Hz. Ali geldiklerinde de, aynı şekilde onları da futanın içine sokup; "Ey ehl-i beyt, Allah sizden her türlü kiri gidermek ve sizi tertemiz yapmak diler" (Ahzâb, 33) âyetini okuduğu rivayet edilmiştir.
Burada 'Oğullar' zikredilip, kız çocukları zikredilmedi. Çünkü onlara göre erkek çocuklar, kız çocuklardan daha izzetli idi.
Veya 'Kadınlar' zikredilerek, kız çocuklar onlara tağlib edilmiştir.
Kadınların da özellikle zikredilmesi, değerli bildiği ailesinden herkesi, kalbinin bağlı olduğu kişileri çağırmaya işarettir.
Bu âyet Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin'in, Hz. Peygamber'in oğulları gibi olduğuna delâlet etmektedir. Çünkü Allah 'Oğullarını çağır' buyurmuş, o da Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin'i çağırmıştır.
İbtihal, lanet olsun olmasın, çok gayretli bir şekilde dua etmek manasındadır.
Allah’ın adeti, bir kavme kökünü kurutma cezası geldiği zaman, çocuklar ve kadınlar dahil herkesin imha edilmesidir. Bu, o kavmin mükellefleri için bir ceza iken, çocuklar için bir ikab değil, aksine onların ölüm ve elemleri kavimlerine bir azab yerine geçmektedir. İnsan, çocuklarına ve ailesine karşı aşırı derecede şefkati vardır. Çoğu kez insan, kendini çoluk çocuğuna feda edip, onlara bir kalkan olur. Hz. Peygamber , çocuklarını ve ailelerini beraberinde getirmiş ve hasmı davalarından vazgeçirme hususunda bu daha tesirli, hasmı korkutmada daha güçlü ve gerçeğin kendi tarafında olduğuna daha kuvvetli delil olsun diye, onlara da böyle yapmalarını emretmiştir.
Bu hâdise, Hz. Muhammed'in peygamberliğine delildir. Çünkü Hz. Peygamber , onları azabın gelmesiyle korkutmuştur. Azabın onların başına geleceğine bu kadar güvenerek konuşmak ancak peygamber olan kimsenin yapabileceği bir şeydir. Ayrıca Hristiyanların mübâheleye yanaşmamaları da Efendimizin nübüvvetinin delilidir. Çünkü onlar Tevrat ve İncil'de Hz. Peygamberin peygamberliğine delâlet eden şeyleri biliyorlardı, başlarına geleceklerden korktukları için lanetleşmekten kaçındılar.
Nasıl Mücadele?
Hakkı söylemek dışında münakaşa ve cedeli terk edip öfkeden uzaklaşmak, yumuşak davranmak sufiyye ahlakındandır. Cedel ve münakaşayı sevenlerde nefis çok daha ataktır. Müslüman, arkadaşının nefsini kabarmış görünce ona kalbiyle mukabele eder. Kalp ile mukabele gören nefiste, korku ve soğukluk izale olur. Böylelikle cedel fitnesinin ateşi söner.
"Sen kötülüğü en güzel şekilde sav. O zaman bakarsın ki seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost oluvermiştir." (Fussilet, 34)
Geçimli olabilmek için, cedelden uzak durmak gerekir. Münakaşayı terk etmeli, muhataba yumuşak davranmayı itiyat haline getirmelidir. Yerli yersiz tartışmalar, bilakis karşısındakinin sevgisini azaltır, dostluğu giderir, hatta düşman eder. Hem istenilen yerine getirilmemiş, hem de düşman kazanılmış olur.
Kin ve hileden temizlenmiş nefislerden cedel ve münakaşa arzusu çıkarılıp atılmıştır. Nefiste kin ve hile bulundukça, insanın içinde cedel ve münakaşa duygusu da bulunur, insanın içinden çekişme duygusu çıkınca, dışında da bunun eseri kalmaz. Dünyadan uzaklaşan ve zühdünün ateşi, nefsini eriten kimsede kin ve hileden eser kalmaz. Cedelden uzaklaşmış olur.
Allah bir kuluna hayır dilediğinde ona amel kapısını açar ve cedel kapısını kapatır. Allah bir kuluna şer dilediğinde de ona amel kapısını kapatır ve cedel kapısını açar.
İslâm'ın temel özelliklerinden birisi de tebliğdir. Her Müslüman, aynı zamanda bir tebliğcidir. Öğrendiğini nasıl yaşarsa, aynı şekilde, bir diğer gönüle de ulaştırmak, İslâm'ı yeni bir insana taşımak ister. Bugün ise yapılan yanlış, tebliğden çıkıp, iç cedele yönelmektir. Sanki tartışmasız hiçbir İslâmî konu yokmuş gibi, İslâm'ı bütünüyle bir cedel alanı haline getirmek, son dönemde düşülen en büyük yanlışlardandır.
Bugün insanlık İslâmî bilgiye ve imana susamıştır. Müminler, nefisleri aradan çıkarıp, Allah Resûlü'nün emanet bıraktığı davayı gönüllere taşımanın yolunu bulmak zorundadır. Her mümin kendini Medine'ye gönderilen Mus'ab b. Umeyr'in kimliğinde, Bizans İmparatoru Heraklius'a Peygamber mektubu taşıyan bir sahabenin kişiliğinde farz etmelidir. Bugün tartışmaya, cedele değil, tebliğe ihtiyaç vardır.
İnkar, yalanlama, şüphe ve kıskançlık laneti çağırmaktadır. İnsanlar bilgiye sırtlarını döndükleri müddetçe, insanlığın üzerine lanet yağmaya devam edecek ve insanlık büyük zarar görecektir.
✽ ✽ ✽
Ebu'I Hasan Hemedani anlatır:
Gençliğimde bir gece Cafer el Halidi'nin yanındaydım. Onun meclisine gitmeden önce evde bir kuşu fırına atıp pişirmelerini söylemiştim. Aklım hep evdeydi. Cafer bana:
"Bu geceyi bizimle beraber geçir" dedi. Ben bir bahane ile eve döndüm.
Kuşu fırından çıkarttılar. Önüme koydular. Evdekilerin gafil oldukları bir anda kapıdan bir köpek girdi. Kızarmış kuşu önümden kapıp kaçtı. O sırada kuşun altında pişen pilavı getiren hizmetçinin eteği bir yere takılıp, düştü. Bütün pilav yere döküldü.
Sabah olduğunda Cafer'in huzuruna vardım. Gözleri bana iliştiğinde şöyle dedi:
"Meşayih-i Kiram'ın kalbini hoş tutmayan kişiye eza verecek bir köpek musallat kılınır."
✽ ✽ ✽
Yalancı
✦ Kul şaka da olsa yalanı, haklı da olsa münakaşayı terk etmedikçe tam iman etmiş olmaz. Hadis-i Şerif
✧ Hile ile iş gören mihnet ile can verir. İnsanlar küçük başarılarını daha yenir hale getirmek için üzerine yalanlardan biber eklerler.
✧ Allah indinde en büyük hata yalan, en büyük pişmanlık kıyamet günündeki pişmanlıktır. Hz. Ali
✧ Yalanı sökmeden hakikati dikmeye çalışma! Tutmaz. C. Şahabettin
✧ En büyük yalancı en çok kendinden bahsedendir.
✧ Akıllı bir kimse nefsi yalana meyilli olsa bile yalan söylemez.
✧ Her kim şehvetinin arzu ettiği şeyi terk eder de, bunun sevincini kalbinde bulmazsa, o kişi yalancıdır. İbrahim Havvâs
✽ 'Seninle onda mücadele ederse' cümlesinde حَٓاجَّكَ fiilinden sona gelen فِيه harf-i ceri istiare-i tebaiyedir. Mücadelenin derin bir kuyu gibi çıkılmaz olduğunu, bataklık gibi insanı içine çektikçe çektiğini ifade eder.
✽ 'مِنْ بَعْدِ مَا جَٓاءَكَ مِنَ الْعِلْمِ Sana gelen ilimden sonra' cümlesinde geçen 'İlim' kelimesi umum, hususi olarak kastedilen vahiy, ayetler, Hakk'ın delilleridir.
✽ 'Sana gelen ilimden sonra mücadele ederse' tabiri, dal bil delalesi ile mücadelenin ilimden sonra olmasının, çok daha kötü olduğunu bildirir.
✽ 'Oğullarımızı, kadınlarımızı ve kendimizi çağıralım' cümlesi itnabtan ittiraddır. Ayrı ayrı sayıldığı için tefridir.
✽ Lazım; oğullarımızı, kadınlarımızı çağıralım; Melzum, ailelerimizi bir araya toplayalım.
✽ Dal biddelalesi ile; delilden, ilimden yüz çeviren insanlara, ayet hadis okumaya, ikna çabalarına gerek olmadığını bildirir. Onların anlayacağı dil ile ikna edilmeleri yeterlidir.
✽ Delaleti tazammuniyesi ile; insanın ciddi olduğu konularda ailesini feda etmekten kaçınmayacağını bildirir. Hak üzere olan, kendinden, ilminden bir çekincesi olmayan canını feda etmekten kaçınmaz, eşini çocuğunu dahi öne sürer.
✽ 'Allah'ın laneti yalancıların üzerine olsun' cümlesinde 'Yalancılar' umum, hususi olarak inanmakta direnen Necran Hıristiyanları kastedilmektedir.
✽ Mantık yollu kelam: Benim hak üzere olduğumu kabul etmiyorsunuz. Öyleyse hak üzere olan sizlersiniz, yalancı olan benim. Bana lanet etmekten korkmamanız gerekir. Hak üzere olan siz olduğunuza göre, lanetten korkmanıza gerek yok, çünkü bana gelecek. Ama lanetten korkup, kaçınırsanız, benim doğru olup sizin yalancı olduğunuzu kabul ettiniz demektir.
62- Şüphesiz bu anlatılanlar gerçeğin ifadesidir, Allah (cc)’tan başka ilâh yoktur, şüphesiz o Allah (cc) her şeye galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir.
'Şüphesiz bu; hak haberdir.'
Bu surede ve bütün Kur'an genelinde anlatılan kıssalar hak kıssalardır. Konular çok veciz şekilde anlatılmış, alınması gereken derslere işaret edilmiş. Bize düşen, bu kıssaların içinde inci mercan toplamak.
Bize düşen binbir çeşit çiçekle bezenmiş bu gülşenden arı gibi bal toplamak. Bize düşen bu bahri ummandan gönül ibriğimizi doldurup kalbimize abdest aldırıp huzuru ilahide huzur bulmak. Kıssası anlatılan peygamberler gibi metanetli, fetanetli, sadakatli, emin tebliğci olma yolunda ilerlemek. Efendimizi iyi tanıyıp gösterdiği sıratımüstakimde emin adımlarla ilerlemek.
'Allah'tan başka ilah yoktur.'
Hz. Nuh'tan bu yana insanlar zaman zaman tevhidden ayrılmış, fakat beyinlerinde mevcut olan inanç merkezi onları rahat bırakmamış olacak ki hakkın boşaldığı yeri batılla doldurmuşlardır.
Ya da hakkın yanına batılları eklemişlerdir. Böylece neticede ya kafir, ya da müşrik güruh ortaya çıktı. Cenab-ı Hak ilk defa Hz.Nuh'a inzal ettiği 'La ilahe illallah' kelime-i tayyibesindeki 'La' ile küfür, şirk, bidat, nifak, şikak, Allah'tan başka ne kadar canlı cansız tağut varsa hepsini savurup atmakta. 'İllallah' ile isbatın çerağını yakmaktadır.
Nasibi olan tevhid güneşinden ışığını alır. Zulümle soğumuş vicdanını ısıtır. Karanlıklar, karalıklar gönüllerden nur-u iman, nur-u Kuran, nur-u tevhid ile ruşen olur. İki cihanı cennet olur. Kendine vaad edilen iki cennet mekanı olur.
Tevhidden uzaklaşan kendinden, dininden, insanlığından, Rabbinden kaçar. Karun gibi batar. Cehenneme doğru gide durur. Artık ellerinden tutan olmaz. Derununu inat, kibir, taassup çepeçevre sarmış, çemberli taş olmuş yüreklere ulaşmak ne uzak! Heyhat! Ola ki Rabbimin inayeti yetişe...
“Kasas” peşipeşine gelen manaları ihtiva eden haber, demektir. Dine irşâd eden, hakka götüren ve kurtuluşu talep etmeyi emreden hususları içine alan sözlerin tamamıdır.
Bu ifade daha önce geçtiği halde burada tekrar getirilmesi, tevhid gerçeğini tekid etmek ve zihinlere iyice yerleştirmek içindir.
Kur'ân-ı Kerim'de ve hadislerde Allah'ın şerîkinin ve ortağının olmadığı sık sık vurgulanır. “Allah'tan başka ilah yoktur. O, tektir ve ortağı yoktur” buyruğu daima tekrarlanmaktadır.
Bir okulda iki müdür, bir şehirde iki vali olmadığı gibi, kâinatın sahibi de birdir. Bazen olur ki, Sultan bir olur, saltanatında ortağı olmaz. Fakat icraatında O'nun memurları, O'nun ortağı sayılırlar. Halbuki Allah, kâinattaki tasarrufunda, icraatında, yardımcılara ve ortaklara muhtaç değildir. Her şeyin anahtarı O'nun yanında, her şeyin dizgini O'nun elindedir. Her şey, O'nun emriyle halledilir.
Kâinata bakıldığı zaman, her şeyde Allah'ın birlik mührü görülmektedir. Her bir kanun, Allah'ın birliğine delildir. Yer çekimi kanunu, bütün canlılarda geçerli olan büyüme, üreme ve çoğalma kanunları gibi kanunlar, her yerde tek bir zatın mührünü ve hükümranlığını gösterir. Burada iş yapan kanunlar değil, kanunun koyucusu ve kudret sahibi olan Allah'tır.
Özenirsen gardaş tevhide özen
Tevhiddir nefsin kalasın bozan
Hiç kendi kendine kaynar mı kazan?
Çevre yanın ateş eylemeyince . Yunus Emre
Hz. İsa, ölüleri diriltmeye, anadan doğma körler ile alacalı hastaları iyileştirmeye muktedirdi. Cenâb-ı Hak 'Aziz' ismini getirerek, sanki şöyle demiştir: "Bu kadar kudret, ulûhiyyet için yeterli değildir. İlâh'ın, kendisine karşı konulamayan, engellenemeyen azîz ve gâlib olması gerekir. Halbuki siz Hz. İsa'nın böyle olmadığını kabul ve itiraf ediyor, üstelik yahudilerin onu öldürdüğünü söylüyorsunuz.
Hristiyanlar, Hz. İsa'nın gaybtan haber verdiği için ilâh olması gerektiğini söylüyorlardı. Cenâb-ı Hak 'Hakim' ismini zikrederek, sanki şöyle demiştir: "Bu kadarcık ilim, ulûhiyyet konusunda yeterli değildir. İlâh'ın hakîm olması, yani bütün malumatı ve bütün işlerin neticelerinin nereye varacağını bilmesi gerekir.”
Aziz; kuvvet ve galebe sahibi olmak manasında izzet kelimesindendir. Allah, mutlak surette kuvvet ve galebe sahibidir. Emir ve iradesine karşı bütün bu kainatın hiç hükmü yoktur. O, muradına karşı asla mağlup edilmez. İsterse bir saniyenin binde biri kadar kısa bir zamanda bu muazzam varlık hemen sönüverir.
İzzet sıfatı, Kuran’da birçok yerlerde azap ayetleri yerinde geçmiştir. Fakat bu ism-i şerifin yine birçok defa Hakim ismiyle birleştiği görülür. Bunun manası, Allah’ın kudreti galiptir, fakat hikmeti ile kötülerin cezasını tehir eder, kötülük edip durmakta olan insanları cezalandırmakta acele etmez demektir.
Bazı büyük insanlar vardır ki, kuvvetlerini gösterirler ama kullanmazlar. Bu insanların bu hali; bu ism-i şerifin bir mazharıdır. Onlar Allah (cc)’ın bu isminden nasip almışlardır.
Allah (cc)’ın izzet ve intikam sıfatlarının birleştiği azdır. İnsanların dünyada ettiklerine karşılık Allah hikmeti ile izzetinin tecellisini geri bırakmamış olsa çoktan her şey alt üst olurdu.
Kula gereken...
Bütün heveslerine hakim ve galip olmaya çalışmak, isteklerini, arzularını temiz, dürüst, helal yollardan temin etmek, her işinde, her sözünde akıl ve basiretin icab ettirdiği hududu aşmamaya gayret etmektir.
Hakim, ‘iyileşmek amacıyla men etmek, düzeltmek, hükmetmek’ anlamına gelen 'hüküm' masdarından sıfat olup, hüküm ve hikmet sahibi demektir.
'Hakim' eşyaları sağlam ve eksiksiz yapandır. Eşyanın sağlam yapılması, güzel bir planla ve takdir edilen bir yapıyla oluşturulmasıdır. Yoksa her yapının sağlam yapılı ve yıkılmaz olduğu kastedilmemektedir. Çünkü alemde, karınca gibi son derece zayıf varlıklar da vardır. Ancak bu varlıkların yaratılış sanatı, onları yaratanın varlığına delalet eder.
Allah’ın hiçbir işi hikmetsiz ve faydasız değildir. Emir ve nehiylerindeki, işlerindeki hikmet ve faydaların gayesi, kainatın intizamı ve devamıdır. Yoksa kendi zatına ait bir menfaat değildir. Allah’ın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur.
Kula gereken...
Her şeyde bir hikmeti bulunan Yaratıcıyı yüceltmek ve O’na kulluk etmektir.
Bir kul ibadet kastıyla, Allah (cc)’ın sonsuz hikmet deryalarını düşünür, sezebildiği kadar görürse, imanı kuvvetlenir. Mesela vücudumuzun ayakta durabilmesi için alacağımız gıdanın medhaliyle (giriş yeri), vücudumuza zararlı maddeleri atacağımız mahrecin (çıkış yeri) yaratılış tarzını düşünmek bile ‘Ya Rabbi! Ne büyüksün, ne hakimsin!’ dedirtir. Ağzımız, yemeğin nefasetini görelim, duyalım, iştahımız artsın, yemekte zararlı bir madde varsa, ekşimiş ise atalım diye burnumuza yakın yaratılmıştır. Fakat iğrendiğimiz mevaddı gaitanın (dışkı maddelerinin) mahreci de, his kuvvetlerimizden mümkün olduğu kadar uzak yaratılmıştır.
'Ya Aziz, ya Hakim' sabah namazından sonra kırk kere okunursa Allah (cc) kimseye muhtaç etmez. 'Ya Hakim' 684 defa çekilirse ilim ve hikmet sahibi olunur.
Gece abdestli Hakim ismini söyleyenin kalbini, Allahu Teâlâ sırlar hazinesi yapar. Tefekkür 'Hakim' ismine mazhar olanlarda olur.
✽ Cümlede birkaç tekit, اِنَّ ve haberine dahil olan lam, kasır cümlesi ve müsnedlerin marife gelmesi, inkari kelamdır.
✽ هٰذَا ism-i işareti iktidabtır. İşaret-i akliyedir, tecessüm bildirir.
✽ "مَا مِنْ اِلٰهٍ اِلَّا اللّٰهُ Allah’tan başka ilah yoktur" cümlesinde kasr-ı sıfat alel mevsuf vardır. Uluhiyet sıfatı Allah’a tahsis edilmiştir. Ama mevsufun (Allah’ın) başka sıfatları da bulunduğunu ifade eder. Kasrı mevsuf alessıfatta bunun aksine; sıfatın mevsuftan başkasında da bulunması gerekir.
✽ Ayetin bu kasır cümlesi ile bitmesi hüsn-ü intihadır.
✽ اِنَّهُ şeklinde zamir gelecekken وَاِنَّ اللّٰهَ şeklinde isim gelmesi, muktezayı zahirin hilafına kelamdır. Zihne yerleştirmek, gayrılardan ayırıp tahsis etmek içindir.
✽ 'الْعَزٖيزُ الْحَكٖيمُ' müsnedleri arasında و atıf harfi yok, fasıldan kemal-i ittisal vardır. Yani; güçlü olmak için, hakim olmak, neyin nerede nasıl olması gerektiğini en iyi şekilde bilmek gerekir. Güç olmadan da bu bilginin faydası olmayacağı için, hakim olmak da aziz olmaya, izzete bağlanmıştır.
✽ Müsnedler ال ile marife geldi, marifeyi marifeyle tarif, kemalde mübalağa ve tahsis bildirir. Yani; Sadece Allah aziz ve hakimdir, O'ndan başka kimse aziz ve hakim değildir.
✽ Mefhum-u lakabı ile; Allah aziz ve hakimdir, sizler ise güçsüz ve hikmetten yoksunsunuz.
63- Ama onlar yine de yüz çevirirlerse, muhakkak Allah (cc) fesatçıları hakkıyla bilendir.
'Eğer onlar bunca açık ve parlak delilleri, belgeleri gördükten sonra yine de sana anlattığımız tevhidden ve hakikatten yüz çevirirlerse şüphe yok ki Allah onları bilir.'
Onların 'Fesadçı' olarak adlandırılmaları, delillerden sonra yüz çevirmenin alemi ifsaddan başka birşey olmadığını gösterir. Tevhidi kabul etmeyenlerin bu hareketi gerçekten büyük bir fesaddır. Yeryüzündeki bütün fesatlar bu hakikati itiraf etmemekten doğar.
Fesat
Bu kelimenin çok çeşitli anlamları vardır; başıbozukluk, bozulma, kötülük, günah, anarşi. Ve bu kelime kevni, ahlaki veya soysal bir kanunun ihlalini ifade eder. Dolayısıyla fesat birçok biçimde tezahür edebilir. Eğer yerde gökte Allah (cc)’tan başka ilahlar olsaydı ikisi de fesada uğramış, yani bozulup gitmişti. Firavun’un İsrailli erkek çocuklarını öldürme şeklindeki zalimane uygulaması ve dokuz kişinin Hz. Salih’e karşı gelmesi birer fesat örneğidir.
İnsanın dünyada sebep olduğu fesat, onun kendisine verilen hürriyeti suistimal etmesinin sonucudur. Oysa insanın hürriyeti sınırsız değildir. Yol açtıkları fesat sebebiyle önceki kavimlerin birçoğu Allah (cc) tarafından helak edilmiştir.
Doğrulukla vefa, sabırla hilim, cesaretle cömertlik ikizdir. Dünyanın kemali, dünyanın salah ve düzeni bunlara bağlıdır. Bunların zıtları her ayrılığın sebebi, her fesadın temelidir.
✧ İrfan sahibi olduğunu iddia edenlerin günah işlemesi, muhabbet ehli olduğunu söyleyenin hıyaneti, Allah (cc) yolunda oldukların söyleyenin yalanı zamanı fesada verir. Ebu Hafs
✧ Hesabı unutan fesada devam eder.
✧ İtaatten, sevgiden ve yardımdan kaçınma halleri devam ederse, mülkün temeli sarsılır, beşerin salah ve düzeni fesada ve düşmanlığa maruz kalır.
✽ Şartın cevabı fa-i cezaiye ile isim cümlesi olarak geldi.
✽ Lazım-melzum alakasıyla fesad çıkaranları bilir; yani onları cezalandırır, demektir.
✽ 'Allah bilir' cümlesinde 'Ben bilirim' buyurmayıp 'Allah' ism-i zahiri ile gelmesi tecriddir.
✽ اِنْ ve اِنَّ edatları harfleri itibarı ile aynı, harekeleri farklıdır. Cinas-ı muharreftir.
✽ 'Eğer yüz çevirirlerse' şartına cevaben 'Allah yüz çevirenleri bilir' cevabı yerine 'Fesatçıları bilir' buyrulması, vasıtalı kinaye olarak şunu ifade eder: Yüz çeviren, tevbe etmeyecek, kötülüklerini arttıracak ve fesadçılardan olacaktır. Allahu Teâlâ onun fesadını bilir ve cezasını verecektir.
✽ Delalet-i mutabıkiyesi ile; yüz çevirmenin bir ifsad, bozgunculuk, zarar veren bir kötülük olduğunu bildirir.
✽ Delalet-i tazammuniyesi şudur; Hak'tan yüz çevirmek sadece kişisel bir günah olarak kalmaz, başkalarına yayılan bir ifsad hareketine dönüşecektir.
64- Söyle onlara ey kitap ehli, gelin aramızda müşterek olan bir kelime etrafında toplanalım. Allah (cc)’tan başkasına tapmayalım, hiçbir şeyi O’na ortak koşmayalım: Allah (cc)’tan başka kimimiz kimimizi Rab edinmeyelim! Yine de yüz çevirirlerse bizim Müslüman olduğumuza şahit olun’ deyin.
Necrân hristiyanları delilleri reddetmişler, mübaheleye de yanaşmayıp, cizye ödemek suretiyle müslümanlara boyun eğmeyi kabul etmişlerdi. Hz. Peygamber , onların iman etmeleri hususunda son derece istekli olduğu için, Allahu Teâlâ sanki şöyle demek istemiştir:
"Ey Habibim, bu konuşma üslûbunu bırak; aklı selim ve temiz fıtrat sahibi olan herkesin, insaflı olduğuna şehadette bulunacağı bir başka üslûba geç ve 'Ey Ehl-i Kitap! Hepiniz, bizimle sizin aranızda müsavi olan bir kelimeye gelin: Allah'tan başkasına tapmayalım' de!"
تَعَالَوْا "Gelin" yani, çağrıldığınız şeyi inceleyin. Çünkü bunun aslı اَتَّعَالِى lafzından alınmıştır. Bu kelime, alçak yerden yüksek olan başka bir yere yükselmek demektir. Sanki çağıran kişi yüksekte çağırılan kişi de alçak bir yerdedir. Ona kendisine yükselmesini emretmektedir. Sonra bu kelime çok kullanıldığı için, çağırılan herkes için çağrılan o yere yönelmesini isteme manasında gelmiştir.
Manası: Görüşünüz ve delillerinizle gelin, iddialarınızı isbatlayın, demektir. Yoksa bedenlerinizle gelin demek değildir. Çünkü onlar zaten Efendimiz'in karşısındaydılar.
سَوَاءٌ adalet ve insaf demektir. İnsafın hakikati, bir şeyin yarısını vermek, ortalamaktır. Zulmü terketmek ancak, ortayı gözetmekle mümkündür. Kişi başkasına verdiğinden daha fazlasını kendisine aldığı zaman, denge bozulur.
كَلِمَةٍ سَوَاءٍ Âdil, dosdoğru ve aynı olan bir kelimeye gelin. O kelimeye gerek siz, gerek biz iman ettiğimiz zaman, eşitlik ve istikâmet üzere olmuş oluruz, demektir.
Yani, "İfâde etmede birbirimize karşı insaflı olduğumuz, hiç kimsenin birbirine zulmetme meylinin bahis mevzu olamıyacağı; bir kelimeye, bir esasa gelin ki, bu da, "Ancak Allah'a tapmamız ve Ona hiçbir şeyi şirk koşmamamızdır."
Burada "Ehl-i Kitap" ile kastedilen Necrân hristiyanlarıdır. Ancak sebebin hususi olması hükmün umumi olmasına ters değildir. Bu nedenle hitap Medine yahudilerini de içine alır.
Bu davet; sadece Allah'a kulluğa çağrıdır. Ne insana, ne de taşa uluhiyet hakkı vermemeye davet eder. Bu davet kulları, kullara kulluk etmemeye çağırır. Herkes Allah'ın kuludur.
İslam mutlak bir hürleştirme hareketidir. Kulları kullara kulluktan kurtaran asil bir davadır. İnsan sadece İslam nizamında tüm bağlardan kurtulup gerçek hürriyete erer.
İmânın gerçek ölçü ve anlamı, aklın, sağduyunun, sıhhatli düşüncenin hakikati anlayıp kavraması ve samimiyetle inanmasıdır.
Tevhidin Pratik Görüntüleri
1- Kâinatta tevhid: Kâinattaki her varlık, bu inancı bize haber veriyor. (Zâriyat, 20-21)
2- Siyâsette tevhid: ‘O gökte de yerde de tek ilâhtır.’ (Zuhruf, 84)
3- Toplumda tevhid: Ümmetiniz bir tek ümmettir ve Ben de sizin Rabbinizim. O halde gereği gibi ibâdet edin.’ (Enbiyâ, 92)
4- Kişide tevhid: İman edenler, İslâmın kendilerinden istediği ‘muvahhid’ tipli insan olmak, hayatlarının her ânında tevhid inancını göstermek, kulluğu tek bir Rabbe yapmak durumundadırlar.
5- Yürekte ve dilde tevhid: Müminler, tevhid kelimesine yürekten inanırlar, dilleriyle de inandıklarını ortaya koyarlar. Sonra da bu inançlarını fikirde, düşüncede, ahlâkta, ibâdette, sosyal hayatta ve her konuda gösterirler.
Hristiyanlar bu ayette zikredilen üç şeyi de yapıyorlardı. Allah'tan başkasına, yani Hz. İsa'ya ibâdet etmiş, Allah'a onu eş tutmuşlardı. Helâl ve haram kılma konusunda âlimlerine ve zahidlerine itaat ediyorlar, alimlerine secdeye kapanıyorlardı.
Onlara göre riyâzat ve mücâhede konusunda kâmil olan herkeste, lâhûtilik yani ilahlık vasfı'nın hulul ettiği görülür; o kimse ölüleri diriltebilir, körleri ve alaca hastalarını iyileştirebilirdi. Onlar, böyle olan kimseye her ne kadar Rab demeseler bile, o kişi hakkında rubûbiyyet mânâsının tahakkuk ettiğini kabul ediyorlardı. Günahlar konusunda âlimlerine itaat ediyorlardı.
Ümmetim için şirkten ve gizli şehvetten çok korkuyorum. Ancak onlar, güneşe, aya, taşa ve puta tapmayacaklar, fakat amelleri ile insanların beğenisini kazanmaya çalışacak, Allah’ı yücelttikleri gibi insanları da yüceltip putlaştırarak şirk koşacaklardır. (Mişkatül-Mesabih Sunen-i İbn Mace)
Kula kulluk etme! Unutma ki sen de kulsun.
Ve gerektiğinden fazla önem verme! Yoksa, unutulursun.
♦ Yahudiler Hz. Peygambere "Hristiyanların Hz. İsa'yı Rab edinmeleri gibi, bizim de, sadece seni Rab edinmemizi istiyorsun!" dediler.
Hristiyanlar da, "Ey Muhammed! Sen, yahudilerin Üzeyr (as) hakkında söylemiş oldukları şeyi senin hakkında söylememizi istiyorsun" demişlerdi. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak bu âyeti indirdi.
♦ Bu âyet-i kerime rahipler ve papazlar hakkında nazil olmuştur. Hz. Peygamber bu âyet-i kerimeyi Habeşistan'daki Ca'fer bin Ebî Tâlib'e göndermiş; o da Necâşî'nin de hazır bulunduğu bir mecliste Habeşistan ileri gelenlerine bu âyet-i kerimeyi okumuştur.
♦ Özellikle Medine yahudileri hakkında nazil olmuştur.
♦ Bu âyet-i kerime de diğerleri gibi yine Necran hey'eti hakkında nazil olmuştur.
✽ "Allah'tan başkasına tapmayalım" cümlesi kasrı sıfat alel mevsuftur. Hüküm vakıaya uygun olduğu için hakikidir.
✽ 'Bizimle sizin aranızda müsavi kelime' cem; bu kelimenin ne olduğunu açıklayan kısım taksimdir.
✽ 'Bizimle sizin aranızda müsavi kelimeye gelin' cümlesi istiaredir. ' تَعَالَوْا Gelin' fiili, anlaşın, kabul edin anlamındadır. Camisi; iradenizle, isteğinizle karar verin. Nasıl ki; bir yere yürümek için kişi karar verir, beyin ayaklara emir verir ve adım atar. Böylece insan önceki yerinden farklı bir yere, eski yerinden yeni bir yere gelmiş olur. Bir inanca karar verip, kabul etmek de, kendi iradesiyle yeni bir başlangıç yapmaktır.
✽ 'Bizimle sizin aranızda müsavi kelime' sıfatlı kinayedir.
✽ Mecaz-ı mürselden; sebep olan 'Kelime' zikredilmiş, müsebbep olan 'Kelimenin hükmü' kastedilmiştir.
✽ 'Kelime' müfred zikredilmiş, tağlib yapılmıştır. Çünkü devamında pek çok 'kelimeler' zikredilmiştir.
✽ Cüz 'Kelimeye gelin' denip, kül, 'Kelimelerden oluşan cümlelere gelin' kastedilmiştir.
✽ 'Bizimle sizin aranızda müsavi kelimeye gelin' cümlesinden sonra gelen; Allah'tan başkasına tapmayalım, O'na hiç bir şeyi ortak koşmayalım ve birbirimizi Rabler edinmeyelim, cümleleri itnabın; ibhamdan sonra izah bölümüdür. Yine ayet-i kerimenin tamamı itnabtan tefridir.
✽ اَلَّا ve اِلَّا kelimeleri harfleri itibarı ile aynı, harekeleri itibarı ile farklıdır. Cinas-ı muharreftir.
✽ 'Allah'tan başkasına tapmayalım, O'na hiç bir şeyi ortak koşmayalım, bazımız bazımızı rabler edinmeyelim' sohbet sırasında vaki olan müşakaledir. Çünkü müslümanlar zaten bunları yapmıyorlardı. Ama sanki onlar da yapıyormuş gibi, cümlenin ilk üslubunu bozmadan, 'Biz' diye devam etti.
✽ Bu aynı zamanda, ümmeti-i Muhammed'e ince bir tarizdir. O an için müslümanlar Allah'tan başkasına tapmasalar da; ileride haram-helal hususunda Allah'ın hükmünün önüne başka şeyler geçireceklerine dikkat çekmektedir.
✽ 'O'na hiç bir şeyi ortak koşmayalım' tevcihtir. Hem ehl-i kitabın Hz. İsa ve Hz. Üzeyir hakkındaki şirklerini, hem de müminlerin küçük şirk sayılan riyalarını, ibadeti bırakıp öne geçirdikleri şeyleri aynı anda bildirir.
✽ 'Birbirimizi rabler edinmeyelim' cümlesi de tarizdir. Müminler birbirlerini de, ehli kitabı da rab edinmez. İleride olabileceğine, bundan kaçınmaya bir tariz vardır.
✽ Ehl-i kitab, aslında birbirlerine açıkça 'Siz bizim rabbimizsiniz' demiyorlardı. Halk, rahiplerin yaptıkları tahrifleri kabul ediyorladı. Rahipler de zenginlerden gelecek menfaatler kesilmesin diye, mevkilerini kaybetmemek uğruna onların isteğine uygun şekilde haram ve helalleri değiştiriyorlardı. Müstearun minh; Rab edinmek, müstearun leh; itaat etmek, dediklerini kabul etmek. Camisi; sorgusuz-sualsiz kabullenme, verdiği hükme razı olmak'tır.
✽ مِنْ دُونِ اللّٰهِ 'Allah'tan başka' kelimesi, muktezay-ı zahirin hilafına kelamdan, zamir yerine açık ismin zikredilmesidir. Zihne yerleştirmek, kalbe korku bırakmak, korkuyu kuvvetlendirmek için gelmiştir.
✽ 'De ki; biz müslümanlarız' lazım; melzumu 'Biz Allah'tan başkasına tapmayız, O'na şirk koşmayız, birbirimizi Rab edinmeyiz.'
65- Ey ehli kitap, niçin İbrâhim hakkında tartışıyorsunuz? Tevrat da, İncil de ondan sonra indirildi, bu kadar da düşünmüyor musunuz?
'Ey ehli kitap! İbrahim'in yahudi veya Hıristiyan olduğunu nasıl iddia edersiniz? En basit şeyleri bile algılayamayacak kadar körleştiniz mi? Hiç akıllanmıyorsunuz.'
Kur'an Hz. İbrahim'in Hanîf (tevhid) inancında bir müslüman olduğunu bildirir. Tevrat ve İncil'de de, onun yahudi veya hristiyan olduğuna dair bir bilgi yoktur.
Hristiyanlar Hz. İbrahim'in dini üzere değillerdir. Hz. İsa, Hz. İbrahim'den sonra gönderilmiştir. Hz. İbrahim devrinde Hz. İsa'ya ibâdet, kesinlikle meşru değildi. Yahudilerin de aynı şekilde, Hz. İbrahim'in dini üzere olmaları mümkün değildir. Hz. İbrahim'in Hz. Musa ile arası bin sene, Hz. İsa ile arası iki bin senedir.
Tevrat ve İncil'in kendisinden sonra nazil olduğu bir peygamberi kendi dinlerinden göstermek tarihe ters düşmektir. 'Aklınızı kullanmıyor musunuz?' veya 'Düşünmüyor musunuz?' ifadesi, tarihi gerçekleri değiştirmeye çalışmanın akıldan uzaklaşma olduğuna, meselelere akılla yaklaşmanın önemine işarettir.
Günümüzde de, gelecekte de tarihî olayları ters yüz edenler olacaktır.
Yasaklanan tartışma
Kuran’da gerçek bilgiye ve kesin delile dayanmayan, yanlışı doğru, doğruyu yanlış göstermek suretiyle hakikati reddetme ve bâtılı savunma amacına yönelik tartışma yasaklanmış, kesin delil ve gerçek bilgiden hareketle yanlış fikirleri çürütme, gerçeği ispat edip savunma maksadıyla yapılan tartışmalar caiz görülmüştür.
'Allah’a ve peygambere itaat edin ve aranızda çekişmeyin sonra gücünüz, kuvvetiniz gider, sabredin, Allah sabredenlerle beraberdir” (Enfal, 46)
Bu ayet-i kerime müslümanların çekişmeye ve mücadeleye girmemelerini emretmektedir. Gerçek zamanla ortaya çıkar. Bu nedenle yüce Allah inananlara daima sabırlı olmaya çağırır.
Din, iman, ahiret ile ilgili meseleleri alaya almak, o kişinin ahmak olduğuna delildir. Böyleleri ile mücadele etmek kişiyi ancak küçültür. En iyisi böylelerini “kabil-i hitap görmeyerek” cevap vermemektir.
Hz. İsa, kendisine soru soran birine cevap verdiği halde adam anlamamazlıktan gelir, Hz. İsa’yı zorlamaya çalışır. Hz. İsa da ondan yüz çevirerek yoluna devam eder. Bunun üzerine havariler “Ey Muallim! Sen ölmüş bedenleri Allah’ın izni ile diriltiyor, ölmüş kalpleri sözlerinle hidayete ulaştırıyorsun. Bu adama neden cevap vermedin?” derler. Hz. İsa (as) “Evet öyledir. Ancak bu adam ahmaktır. Ahmakların ıslahı mümkün değildir” şeklinde cevap verir.
Efendimiz 'Haklı dahi olsa münakaşadan vazgeçmedikçe kişinin imanı tamam olmaz' buyurarak dinde mücadele ve münakaşayı yasaklamıştır.
Çünkü Allah’ın hükümlerinde mücadele, itiraz ve kabul etmemek, amelden kaçınmak anlamındadır. Bu ise imanın zaafından kaynaklanır. Peygamberimiz Hz. Musa’nın Yahudilere “Allah sizin bir inek kesmenizi emrediyor” demesine karşılık Yahudilerin “Nasıl bir inek? Rengi nedir? Yaşı kaçtır?” gibi sorular sormasının emre itaatsizlik ve amel etmemek için direnmek olduğunu belirterek “Siz Allah’ın emirlerini elinizden geldiği ve gücünüzün yettiği kadar ifa edin, yasakladıklarından da kesinlikle kaçın ve gereksiz soru sormayın” buyurmuşlardır.
İmani meseleler ancak müdavele-i efkar, fikir alışverişi ve samimi öğrenme amacını taşımak suretiyle konuşulmalı ve öğrenmelidir.
Mesail-i İmaniyenin münâkaşa suretinde bahsi caiz değildir. Dakik mesâil-i imaniyeyi, mizansız mücadele suretinde cemaat içinde bahsetmek caiz değildir. Mizansız mücadele olduğundan tiryak iken zehir olur. Diyenlere, dinleyenlere zarardır. Belki böyle mesâil-i imaniyenin itidal-i demle, insafla, bir müdavele-i efkâr suretinde bahsi câizdir.
Bu çeşit mesâili münakaşa etmenin şartı insaf ile hakkı bulmak niyeti, inatsız bir surette, ehil olanların mabeyninde, sûi telakkiye sebep olmadan müzakeredir. O müzakere hak için olduğuna delil şudur ki: Eğer hak, muarızın elinde zahir olsa müteessir olmasın, belki memnun olsun; çünkü bilmediği bir şeyi öğrendi. Eğer kendi sözünün haklı çıktığına taraftar olup, haklı çıktığına sevinse, hasmının haksız ve yanlış olduğuna memnun olsa insafsızdır. Hem zarar eder. Çünkü haklı çıktığı vakit o münazarada bilmediği bir şeyi öğrenmiyor, belki gurur ihtimaliyle zarar edebilir. Eğer hak hasmının elinde çıksa, zararsız bilmediği bir meseleyi öğrenip menfaattar olur, nefsin gururundan kurtulur. Demek insaflı, hakperest, hakkın hatırı için nefsin hatırını kırıyor. Hasmının elinde hakkı görse yine rıza ile kabul edip taraftar çıkar ve memnun olur.
İşte bu düsturu ehl-i din, ehl-i hakikat, ehl-i tarikat, ehl-i ilim kendilerine rehber ittihat etseler ihlası kazanırlar. Ve vazife-i uhreviyelerinde muvaffak olurlar. Ve bu fecî sukût ve musibet-i hâzıradan rahmet-i ilâhiye ile kurtulurlar. Bediüzzaman
✽ Ayetin sonu 'Hâla akletmeyecek misiniz?' cümlesi ile bitti. Mücadelenin aklı iptal ettiğine, mücadele edenlerin aklı kullanma konusunda eksik kaldığına işarettir.
✽ Tevrat ve İncil ancak ondan sonra indirildi; kasrı sıfat alel mevsuf, kasrı kalp. Fiille mefulün fih arasında kasır. İstisna cümlesi olduğu için beyan-ı tağyir.
✽ Mefhum-u istisna. Yani Hz. İbrahim devrinde bir ihtilaf, Hıristiyan ve Yahudi ayrımı yoktu. Bunlar, ondan sonraki devirde doğdu.
✽ 'Tevrat ve İncil ondan sonra indirildi' lazım, Hz. Musa ve Hz. İsa ondan sonra peygamber gönderildi, melzum.
✽ 'Ey ehli kitap, niçin mücadele ediyorsunuz?' derken iki gruba toplu bir nida yapıldı. Oysa bu iki grup, Hz. İbrahim'e ayrı ayrı sahip çıkıyor, birbirlerini yalanlıyordu. 'Tevrat ve İncil ondan sonra indirildi' derken hıristiyan ve yahudiler birbirinden ayrıldı. Leffi neşrin icmalen zikredilen kısmıdır.
✽ Mantık yollu kelam; Tevrat ve İncil ondan sonra nazil oldu, dolayısıyla Hz. İbrahim'in ne yahudi ne de hıristiyan olması imkansızdır. Sizler boş bir iddia ve yalan içindesiniz.
66- İşte siz öylesiniz, biraz bilgi bildiğiniz hususta hadi tartıştınız, ama ne diye hiç bir şey bilmediğiniz hususta tartışıyorsunuz? Oysa Allah (cc) bilir, siz bilmezsiniz.
Aslında Allah onları gerçek manada "ilim" ile tavsif etmemiştir. Şu manayı murad etmiştir: 'Siz, bildiğinizi iddia ettiğiniz hususlarda peygamberle çekiştiniz. O halde, hakkında kesinlikle bilginiz olmayan hususlarda onunla nasıl çekişebiliyorsunuz?'
Ey ehl-i Kitap! Hadi diyelim ki, Tevrat'tan ve İncil'den azıcık bilgi sahibi olduğunuz İsa konusunda tartıştınız. Ama hakkında tartışmaya esas olabilecek bir bilginiz olmadığı halde İbrahim (as) konusunda ne diye tartışıyorsunuz? Siz ne anlayışsız ve gafil insanlarsınız! Tevrat'ta ve İncil'de İbrahim'in dini zikredilmedi ki; ne diye İbrahim'i parmağınıza doluyorsunuz?
Tartışma kuralları
Kur'ân-ı Kerîm İbrahîm Peygamber hakkında Yahudî ve Hıristiyanların bilgisizce ve inatlaşırcasına tartışmaya kalkışmalarını kınarken bize bu konuda bazı kuralları dikkate almamızı hatırlatıyor.
Bir konu hakkında tartışmaya başlamadan önce:
• O konuyla ilgili bilgileri toplayıp değerlendirmek,
• İddia edilen şeyin mümkün olup olmadığını araştırmak,
• İlgili rivayetler ve nakiller arasında bağlantı kurmaya çalışmak',
• Toplanan bilgileri belli bir sıraya göre düzenleyip plânlı biçimde hazırlıklı olmak,
• Karşı taraftan gelecek haksız iddiaları, öne sürecekleri delilleri az-çok tahmin edip ona göre doyurucu cevaplar ve deliller toplamak,
• Mantık kurallarını iyi bilmek,
• Hakk'ı sonuna kadar savunmak, karşı tarafın haklı olduğu kesinlik kazanınca tereddüt etmeden kabullenmek,
• Kırıcı, üzücü, küçültücü söz ve davranışlardan kaçınmak; karşı taraf ölçüsüz de olsa nezaket ve edep kaidelerine saygılı olmak gerektir.
Tartışmanın bir usûlü ve bir ahlâkı vardır. Bilinen konuları tartışmaya açmak saygısızlık ve ahlâk dışı bir davranıştır. Bilgi gibi bir değeri tartışma alanına çekerek ona zarar verilmemelidir.
Bilmediği bir konuda tartışma yapmak ise daha kötü bir davranıştır. Konuyu bilene bırakmak en doğru davranıştır. Bu nedenle ayetin sonu 'Allah bilir; siz bilmezsiniz' cümlesi ile bitirilmiştir.
Münazaranın amacı Allah için doğruyu bulmaya çalışmak ve hakka teslim olmaktır. Bu nedenle dini konularda, bilhassa imana taalluk eden meselelerde münakaşa ve münazara caiz değildir. Zira bir taraf diğerini mağlup edeceğim derken dalaletini istemiş olacağı için çok tehlikelidir. İmam-ı Azam (ra) ilk zamanlarda Kelamî konularda münazaralara giriyordu. Ancak oğlu Hammad’ı bu gibi münazaralardan sakındırmıştır. Nedenini sorunca da “Ben girdiğim her münazarada hakkın muhatabın elinde zahir olmasını temenni ediyorum. Ama siz karşınızdakinin yanlışta ve dalalette olmasını temenni ediyorsunuz. Oysa küfre rıza küfür, dalalete rıza dalalettir” demiştir.
“Ömer b. Hattab ile Hz. Osman, istişare esnasında öyle münakaşa ederlerdi ki dışarıdan onları görenler ‘Artık bunlar bir araya gelmezler’ düşüncesine kapılırlardı. Ancak onlar en güzel ve tatlı bir şekilde ayrılırlardı.” Said b. Müseyyeb Kenz
Peygamberimiz bir gün sahabelerin kader konusunda tartıştıklarını gördü. Onların yanına gitti ve “Sakın bu konuda münakaşa etmeyiniz. Sizden öncekiler hak konusunda münakaşa ederek ayrılığa düştükleri için helak olmuşlardır. Allah sizi bu gibi konularda münakaşa etmekten sakındırmıştır. Biliniz ki Yahudiler yetmiş bir, Hıristiyanlar yetmiş iki fırkaya ayrılmışlardır, benim ümmetim ise yetmiş üç fırkaya ayrılacaklardır. Bu fırkalardan kurtulacak olanlar bizim yolumuz ve sünnetimiz üzere gidenler, ashabım ve ashabımın yolundan gidenler, Allah’ın dini üzerinde cidal ve münakaşa etmeyenler ve herhangi bir günah sebebiyle ehl-i tevhit ve ehl-i kıbleden herhangi birini tekfir etmeyenler ve cemaatten ayrılmayanlardır.
✦ Her münakaşanın kefareti iki rek'at namazdır. Hadis-i Şerif
✧ Ancak şöhret için uğraşan, tartışmayı sever. Şöhret ise afettir. Münakaşa, dostun dostluğunu azaltır, düşmanın düşmanlığını artırır. Salih mümin kibirli olmaz, vakar sahibidir, dünya işlerinde kolaylık gösterir. Din işlerinde sağlam olur. Hiç münakaşa etmez! İmam Gazali
✧ Tartışmanın dinde yeri yoktur. Tartışma kalbleri katılaştırır, kin ve nefret doğurur. Malik bin Enes
✧ Birbiriyle söz yarışında bulunanlar felah bulmazlar. Bid’ate düşmekten de kendilerini muhafaza edemezler. Ahmed b. Muhammed el-Mervezî
✧ Ben arkadaşımla tartışmam. Çünkü tartışmada ya o beni yalancı çıkaracak ya da ben onu kızdırmış olacağım. İbn Ebi Leyla
✧ Bir gün İmam-ı Azam, önceleri ilim halkasına katılıp daha sonra terk eden Davud-i Tâî hazretlerine:
- Niçin inzivaya çekildin, halktan ayrıldın, diye sordu. Davud-i Tâî
- Tartışmayı terk etmek suretiyle nefsimle mücahede etmek için, dedi. İmam-ı Azam hazretleri:
- İlim meclislerine katıl, anlatılanları dinle fakat konuşma. İşte senin için nefsini kıracak mücahede budur, dedi.
Davud-i Tâî hazretleri diyor ki: Ben de öyle yaptım. Gerçekten nefsim için bundan daha güç gelen bir mücahede görmedim.
✧ Ömer bin Abdülâziz'in kâtibi Meymûn b. Mihran'a şöyle denildi: 'Sen neden arkadaşına küsüp onu terketmiyorsun?' Cevap olarak dedi ki: 'Çünkü ben onunla ne husumet ederim, ne de cedel'.
✧ Kişiyi konuşmada fazla inatçı, cedelci veya görüşünü beğenmiş olarak gördüğün zaman bil ki onun zararı zirveye ulaşmıştır. Bilâl b. Sa'd
✧ Münakaşadan sakının. Zira münakaşa anı, alimin cahillik ettiği vaktidir. O vakitte şeytan alimin doğru yoldan sapmasını arzular. Müslim b. Yesar
Tartışmanın Zararları
Mira, başkasının konuşmasındaki bir eksikliği belirtmek suretiyle o konuşmaya yapılan herhangi bir itiraz demektir. Bu eksiklik ya lâfızda, ya mânâda veya konuşanın maksadında olur.
Lafza yapılan itiraz; gramer veya lûgat cihetinden kelimedeki bir eksikliği belirtmekle, cümlenin tanzim ve tertibi cihetinden olur. Bazen de dil sürçmesinden ötürü sözüne itiraz edilir. Durum ne olursa olsun, başkasının konuşmasındaki eksikliği belirtmenin bir faydası yoktur.
Mânâ bakımından itiraz, 'Senin dediğin gibi değildir. Çünkü sen filan filan yönden bu konuşmada yanıldın' diyerek yapılır.
Mira, muhatabın konuşmasını münker görmeyi ve konuşmasına yapılan itirazı terketmekle bırakılabilir. Dinlediğin konuşma hak ise tasdik et! Eğer bâtıl ve yalansa, aynı zamanda dinle ilgili değilse sus!
Maksadına itiraz etmeye gelince, 'Şu söz haktır, fakat senin bu sözden kasdettiğin hak değildir. Senin maksadın bozuktur!' veya buna benzer sözlerle yapılır. Bu tür mücadele, eğer ilmî bir meselede cereyan ederse, 'cedel' ismi verilir. Bu durumda Müslümana farz olan susmaktır, inat ve tenkid değildir. İstifade tarzında sorar, itiraz şeklinde değil de tariz etmede ince ve zarif davranır.
Cedel ise; başkasını susturmak, âciz bırakmak, konuşmasını tenkid ile onun değerini düşürmek, kusurlu bulmak ve cahilliğe nisbet etmektir. Mücadelenin alâmeti, hakka dikkat çekerken karşıdakinin hoşuna gitmeyecek şekilde yapılmasıdır. Muhatabın hatasını açıklar. Bunu da karşıdakinden üstün olduğunu, muhatabının değersiz ve eksik olduğunu açığa vurmak için yapar. Oysa kendini tezkiye etmek rubûbiyet sıfatlarındandır!
Biri, 'Hava sıcaklığı 25 derece' dese, buna, 'Hayır 30'dan aşağı değil' demek, onun sözüne itirazdır, 'Sen bilmiyorsun, bu işten anlamazsın, sen ahmaksın, ben akıllı ve bilgiliyim' demektir. Kendini büyük görmektir. Lüzum yokken, karşımızdaki şahsın kusurlarını bulup kendisine göstermek günahtır. Çünkü hatasını söylemekle kalbini kırmış oluruz. Zaruretsiz incitmek haramdır. Böyle hususlarda başkasının hatasını söylemek gerekmez. Susmak ise imanın kemalini gösterir.
Bir insanın hiç günahı olmasa, 'insanları doğru yola davet ediyorum' diye tartışmaya girse, günah olarak ona yeter.
Mira ve Cedele devam eden, bu helâk edici sıfatları takviye etmiş olur. Bu ise mâsiyettir. Cedel, hiçbir zaman başkasını üzmekten uzak olamaz. Kendisine itiraz edilen kişi aklına gelen herşey ile itiraz edeni tenkid eder. Böylece iki tartışmacının arasında şiddet gittikçe kızışır. Tıpkı birbirine hırlayan iki köpeğin arasındaki sürtüşmenin kızışması gibi... Onların herbiri diğerini ısırmaya fırsat kollar. Ceza bakımından daha büyük ve arkadaşını susturmak hususunda daha kuvvetli çıkışlara yeltenir.
Bunun tedavisi ise, kendi faziletini belirtmeye zorlayan, başkasını kusurlu ve eksik göstermeye iten yırtıcılık sıfatını kırmaktır.
⁕ Tartışan kişi haklı olduğunu kabul ettirebilmek için sert, hırçın, öfkeli davranır. Kontrolünü kaybeder, aklı ile hareket edemez. Muhatabının doğru sözlerine kulak veremez ve kendi yanlışlarını savunmaya devam eder. Cedelleşme kine yol açar, dostlar arasında kin ateşini körükler. Fikrinin kabul edilmediğini gören tartışmacı muhatabına kin duyar, bazen ömür boyu affedemez.
⁕ Tartışma, insanı gıybete zorlar. Gıybet ise mahza ateştir. Tartışmacı galip gelirse övünür, kendisiyle gurur duyar. “Şöyle şöyle dedim, susturdum!” der. Kendini beğenmişlik ise yasaklanmış bir haldir.
⁕ Tartışmada üstün gelmek için muhatabın kusurları sayılır, dökülür. Müminin kusurlarını ortaya dökmek ise yasaktır, günahtır.
⁕ Tartışma esnasında galip gelme isteği ile yalana ya da zanna başvurulur, dinleyicilerin gözüne girmeye çalışmak da riyayı beraberinde getirir. Tartışma hararetiyle bu günahlardan kaçınmak hayli zordur.
⁕ Tartışmak gerçeği inkâra yol açar. Gerçeğin rakibin ağzından çıkmasından hiç hoşlanılmaz ki bu da kişinin maneviyatı açısından bir felakettir.
⁕ Tartışma inada sebep olur. Bu inatla doğruyu kabul etmek imkansızlaşır. İnsanlarla cedelleşen, münakaşa eden kimse mürüvvetsiz olur. Böyle insanlar başkaları tarafından sevilmez, dostları olmaz.
Cedelleşme öyle bir tabiattır ki kişi bundan dolayı kendisine bir sevap geleceğini zanneder, hırsı daha da artar. İnsana düşen; ehl-i kıble hakkında dilini tutmasıdır. Bir bid'atçıyı tenha bir yerde, cedelle değil, nasihat yoluyla ve uygun dille uyarmalıdır. Çünkü cedel, karşısındaki insanın zihnine 'Bu adam beni şaşırtmak için konuşuyor, hile yapıyor' fikrini getirebilir. 'Bu bir sanattır. Benim mezhebimin ehlinden olan mücadeleciler de bu sanatın benzerlerini eğer isterlerse yapar' zanneden bidatçı, batıl fikrine daha da sarılır. Kalbinde bidat iyice kuvvetlenir. Bid'atçıya nasihatın fayda vermeyeceğini anlarsa, onu bırakıp, kendisiyle meşgul olmalıdır.
Allah bu tartıştığınız konuları ve herşeyi bilir. Sizin ise ilminiz mahduttur. Tartışmanız bilgiye dayanmadığı için, köksüz ve geçersizdir.
✽ هَا tenbih, اَنْتُمْ mübtedadır.
✽ 'Bilginiz olan şeyde mücadele ettiniz'; lazım-ı faide-i haber cümlesidir.
✽ 'فٖيمَا لَكُمْ بِهٖ عِلْمٌ Bilginiz olan şey' tabirinde مَا ism-i mevsulü tahkir içindir. 'Bildiğinizi sandığınız bir takım şeyler' demektir.
✽ 'Bildiğiniz şeyde mücadele ettiniz' tarizdir. 'Hem biliyorsunuz hem de neden mücadele ediyorsunuz? Bunda bir tezat var' demektir.
✽ Onların bildiklerini sandıkları şey, aslında hak batıl karışık bilgilerdi. Kitapları tahrif edildiği için bilgileri de karışmıştı. Ama Allahu Teâlâ müşakale sanatıyla bu karışık malumata onların diliyle 'Bildiğiniz şey' buyurdu.
✽ 'Bilmediğiniz şeyde neden mücadele ettiniz?' sorusu, azarlama, kınama ve hayrette mübalağa için tecahül-ü ariftir.
✽ 'Bildiğiniz şey' ve 'Bilmediğiniz şey' tabirleri sıfatlı kinayedir.
✽ فٖيمَا لَكُمْ بِهٖ عِلْمٌ Bilginiz olan şey ile ' فٖيمَا لَيْسَ لَكُمْ بِهٖ عِلْمٌ bilginiz olmayan şey' arasında tibak-ı selb vardır.
✽ وَاللّٰهُ يَعْلَمُ Allah bilir, وَاَنْتُمْ لَا تَعْلَمُونَ siz bilemezsiniz, cümleleri arasında ikili mukabele vardır.
✽ 'Allah bilir' cümlesinde 'Bilmek' kalp fiilinin iki mefulü de mahzuftur. Umum ifade eder, yani 'Allah herşeyi bilir.'
✽ Aynı şekilde 'Siz bilmezsiniz' cümlesinde de mefuller umum ifadesi için hazfedilmiştir. Yani; 'sizler hiçbir şey bilemezsiniz.'
✽ 'Allah bilir, siz bilemezsiniz' cümlesi, lazım-ı faide-i haberdir.
✽ وَاللّٰهُ يَعْلَمُ Allah bilir, cümlesi ile وَاَنْتُمْ لَا تَعْلَمُونَ Sizler bilmezsiniz, cümlelerinde müsnedin fiil gelişi hükmü takviye eder.
✽ فٖيمَا لَكُمْ بِهٖ عِلْمٌ Bilginiz olan şey ile ' فٖيمَا لَيْسَ لَكُمْ بِهٖ عِلْمٌ bilginiz olmayan şey' arasında itnabtan terdit vardır.
✽ يَعْلَمُ - لَا تَعْلَمُونَ - عِلْمٌ kelimeleri arasında iştikak-ı sağir ve reddü'l aciz alessadr sanatı vardır.
67- İbrâhim ne Yahudi ne de Hıristiyandı. Bir tek Allah (cc)’a inanan gerçek bir Müslümandı; müşriklerden değildi.
Hz. İbrahim'in müslümanlığından maksat, usûl (itikad) bakımından İslâm dini üzere olması olabilir. Yani Hz. İbrahim itikad bakımından yahudi ve hristiyanların inançlarına muhalif, İslam inancına sahiptir.
Hz. İbrahim'in müslümanlığı, furû (ahkâm) bakımından İslâm dinini tatbik etmesi de olabilir. Çünkü Allahu Teâlâ o ahkâmı, Hz. Musa'nın şeriatıyla neshetti. Sonra Hz. Muhammed zamanında da, Hz. Musa'nın şeriatı neshedildi. Hz. Muhammed'in şeriatının çoğu, Hz. İbrahim'in şeriatına uygun olup, çok az farklılıklar vardı.
Tevhid inancına zarar veren ameller
1- Sihir: Cinlerle küfre düşmeye karşılık işbirliği içinde bulunan kimselerin kalp ve bedende hastalık, ölüm gibi fiziksel etkiler meydana getirebilen, eşlerin arasını açan, bâzı muska, üfürük, tılsım vs.’yle yaptığı bir fiildir. Bu amel küfürdür, bu işle uğraşan da kâfirdir. (Bakara suresi, 102)
Sihri çözmek, sihre maruz kalan kimseyi Allah’ın izniyle kurtarmak iki yolla mümkündür. Eğer sihir, yine sihirle çözülürse; bu küçük küfürdür. Kur’ân ve Sünnet’te sabit olan duâları okuyarak (rukye ile) çözülürse, bu câizdir.
2- Kâhinlik: Medyumluk da denilen kehânet, geleceği bildirme iddiasıdır. Kâhin veya medyum, Allah’dan başka kimsenin bilemeyeceği gaybî durumları, geleceği bildiğini iddia eder. Bu iddia küfürdür, onun sözlerini doğrulayan da küfre düşer.
3- Falcılık ve astroloji: Yıldız ve burçları, yeryüzünde meydana gelen olaylarda etkili kabul etmek şirktir. Sahibini İslâm’dan çıkarır. Yıldızların yaratılma gayesi; gökyüzünü süslemek, yolcuların yollarını belirlemesi ve ‘Mele-i A’la’yı dinlemeye kalkan şeytanların taşlanmasıdır.
Ancak yıldız hareketlerinin dünya olaylarıyla karşılaştırması yapılarak benzerlikler bulunmaya gidilirse bu, tevhidin kemâline aykırı olmakla birlikte sahibini küfre götürmeyen küçük şirk olur.
4- Nazarlıklar, muskalar: Kur’an’dan olmayan, mavi boncuk gibi taşların nisbi veya külli etkisine inanan şirke düşer. Bunların koruduğuna veya bir musibetten kurtardığına inanmaktan sakınmalıdır.
Böyle şeylerin hayır ve şerre neden olduğuna inanan büyük şirke, bu yalnız bir şüpheden ibaretse küçük şirke düşmüş olur.
Menfaatleri ve mazarratları yaratan, ancak Allah’dır. Bütün vukuat sebeplerle meydana geliyorsa da, sebepler yoğu var etmez. İnsanın menfaat ve mazarratında hâkim ve rakipsiz müessir ancak O’dur.
Kur’ân veya Sünnette yer alan; cin ibtilâsı ve hastalar için okunan zikir ve duâlar bu kapsama girmez. Buna rukye denir.
Hz. İsa'nın ilâh olduğunu söyleyen Hıristiyanların, teşbih inancında olan yahudilerin müşrik olduklarına bir tarizdir.
Bir kişiyi tanıtırken veya bir konuyu anlatırken, ne olmadığını söyleyerek onu anlatmak en uygun yoldur. Öncelikle o kişi veya konuyu olumsuzluklardan soyutlamak, sonra da olumlu özelliklerini sıralamak gerekir.
Diğer taraftan şuna da işaret edilmektedir: Önemli olan Allah'ın birliğine inanmak, O'na bütün benliğiyle teslim olmak ve müşrik olmamaktır. Yahudilik ve Hristiyanlık'ın arkasına sığınıp şirk koşma hatasına düşmemektir.
Te'vilâtı'n Necmiyye'den
Allah (cc), ehli şirk oldukları için iki milletten de Hz. İbrahim’i tenzih edip, Hanif ve Müslim diye isimlendirdi. Hanif; Allah (cc)’ın rızasına teslim olarak masivadan yüz çeviren demektir.
Haset, insanın cibilliyetine temerküz etmiş olmakla beraber ilimle uğraşanlara, özellikle ilmi sefihlerle tartışmak, alimlere karşı üstünlük sağlamak için mal toplamaya vesile kılmak, mevki elde etmek, dünya erbabı indinde kabul görmek amacında olan alimlere tahsis edilmiştir.
Allah (cc)’ın kendisine hikmet verdiği onu neşr edip halka faydalı olan her alim de haset edilir.
Yahudi alimlerinin Efendimiz’e hasetleri bu kabildendi. Bu yüzden nebiyi inkar ve kendi saltanatlarını sürdürmek gayesi ile yapmadıkları hile, desise, kötülük kalmadı.
✽ 'İbrahim ne Yahudi, ne Hıristiyan, hanif müslümandı, müşriklerden de değildi' cümlesi, lazım-ı faide-i haberdir. Muktezay-ı zahirin hilafına inkar edeni etmeyen yerine tenzil ederek, tekitsiz gelmiştir.
✽ 'İbrahim ne Yahudi, ne Hıristiyan değildi' dedikten sonra zaten hanif olduğu anlaşılacağı halde 'O hanif idi' buyrulmuş, tetmin ile itnabtır.
✽ 'Hanifen müslimen' şeklinde sıfatlı gelmesi; tekit ve tazim bildirir.
✽ 'Hanif' kelimesi ile, 'Müşrik' kelimesi arasında tibak-ı icab vardır.
✽ 'Müşriklerden değildi' cümlesi, Yahudi ve Hıristiyanların müşrik olduklarına tarizdir.
68- Muhakkak ki İbrâhim’e en yakın olanlar, ona uyanlarla şu peygamber ve müminlerdir. Allah (cc) müminlerin dostudur.
Tevhid inancı geleceği geçmişe, geçmişi geleceğe taşır, zaman mefhumunu ortadan kaldırır. Tevhid inancıyla zaman ve mekan farkı ortadan kalkar.
Ayet-i kerime; bir peygambere yakınlığın dil ile değil, gönüldeki iman ile olacağını bildirmektedir.
Eğer aşık isen yare, sakın aldanma ağyare
Düş İbrâhim gibi nare, bu gülşende yanar olma. Seyyid Seyfullah
Peygambere uyanlar
✧ Nefsim için en güvendiğim amelim Efendimiz’in ashabına sevgi ve hürmetimdir. B. Hafi
✧ Ehli sünnet bir kimseyi görünce sanki ashab-ı kiramdan birini görmüş gibi olurum. Bidat ehli birini gördüğüm zaman da münafıklardan birini görmüş gibi olurum. Ebû Muhammed Bebrahari (ks)
✧ Kim sünnete dört elle sarılırsa Allah (cc) onun gönlünü marifet nuru ile parlatır, kalbini marifet ışığı ile nurlandırır. Ebû Abbas Ademi (ks)
✧ Allah’a ulaşan en emin yol; bütün iş, hareket ve ibadetlerde Efendimiz’in sünnetine tabi olmaktır. Ebû Ali Cürcani
✧ Resulullah Efendimiz’in varisi onun işlerine uyan ve şeriatına tabi olandır. Ebul Hasan Harkani
✧ Allah’a hakkıyla iman ve Resulü’ne tabi olmaktan daha büyük keramet yoktur. Ebû Hasan Şazeli
✧ Sünnete uygun yapılan az bir ibadetin sevabı bidat işlenerek yapılan çok amelden kat kat daha fazladır. S. Sakati
✧ Peygamberler, peygamberlere tâbi olup izlerinde yürüyenler, muhabbet ehli olup, Allahü Teâlâ'yı ve O'nun ‘Seviniz’ buyurduklarını sevenler, ziyandan kurtulup, nîmetlere kavuşmuşlardır.
✽ ✽ ✽
Hizmet ruhunun muazzam misallerinden biri de Hz. Veheb b. Kebşe’dir. Bu mübarek sahabinin türbesi Çin’dedir. Efendimiz onu Çin’e tebliğ hizmetinde bulunmak üzere vazifelendirmiştir. Halbuki o zamanın şartlarıyla Çin bir yıllık mesafededir. Bu sahabi oraya gidip uzun müddet tebliğde bulunduktan sonra gönlünü kavuran Resûlullah hasretini bir nebze olsun dindirebilmek ümidiyle Medine yollarına düşmüştü. Bir yıl süren çileli yolculuğun ardından Medine’ye vasıl olmuş, fakat ne yazık ki Hz. Peygamber vefat ettiği için onu görememiştir. Resulullah’ın kendisine emrettiği hizmetin kutsiyetinin idraki içinde tekrar Çin’e dönmüş ve bu hizmetteyken ruhunu teslim etmiştir.
✽ ✽ ✽
"Yardımı, desteği, muvaffak kılması, onları yüceltmesi ve onlara ikramda bulunmasıyla onların yardımcısıdır."
Tevhid inancına sahip olan insan, aynı zamanda Allah'ın dostluğunu da kazanarak O'na yakın olmuştur.
Peygambere yakın olan Allah'a, Allah da ona yakın olur.
İman ile yakınlık arasında ilişki vardır. Birbirini sevmeyen, saygı duymayan, birbirinden ayrı düşen mü'minler, imanlarını gözden geçirmelidir. İman; insanın gönlünden çıkarak sosyal hayatı kucaklamalıdır.
Allah'ın dostluğu
“Ben kulumu sevince (adeta) onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı, düşünen kalbi ve konuşan dili olurum.” Hadis-i Kudsi
Farz ve nafile ibadetlerle Allah’a yaklaşmaya çalışanı, Allah kendisine yaklaştırır. Ve onu iman derecesinden ihsan derecesine yükseltir. Artık bu insan kalp huzuru içinde, sanki Allah’ı görüyor gibi tam bir murakabe ile Allah’a ibadet eder. Kalbi, Allah’ın marifet, muhabbet, azamet ve heybeti ile dolu, Allah ile sıcak dostluk kurarak, O'na âşık olur.
Nihayet kulun kalbindeki bu derin marifet ve basiret, gönül gözüyle kendisi tarafından da müşahede edilir. Kalp Allah’ın azameti ile dolunca, bu durum kalpten Allah’tan başkasını siler götürür. Kalpte, kulun nefsi arzularını düşünmek gibi bir şey kalmaz.
Bu kul, Mevla’nın istek ve iradesinden başka bir şey istemez. Artık o sadece Allahu Zülcelal’in zikrini konuşur, O'nun emri ile hareket eder, konuşmasında, dinlemesinde, bakmasında ve tutmasında hep Allah ile beraberdir.
İşte hadisi kutsî’deki “Ben onun işiten kulağı, gören gözü olurum” ifadelerinden maksat budur.
Allah dostu ârifin alameti üçtür: Ma’rifetinin nûru, veraının nûrunu söndürmez. Zahiri ahkâma ters düşen bâtın ilmine inanmaz. Allah’ın nimet ve kerametine nâil olması onu haramların sınırını zorlamaya sevketmez.
Allah’ın dostluğuna erebilmenin şartı, Allah’ı sevmek O’nun tarafından sevilmek, müminlere karşı tevâzu, kâfirlere karşı vakar sahibi olmaktır. Allah yolunda kınayanın kınamasına aldırmadan hizmet sevdâlısı olabilmektir.
Allah dostunun özellikleri:
• Her durumda Allah’tan râzı,
• Farzları yerine getirip haramlardan kaçınan,
• Dünyada üstünlük ve riyâset sevdâsı olmayan,
• Dünya kaygısıyla mal toplamaya ve biriktirmeye yönelmeyen,
• Dünya azlığına kanâatle sabreden, çokluğuna tasadduk ve in-fakla şükreden,
• Övülmekle yerilmeyi müsâvî gören,
• Allah’ın verdiği güzel hasletlerle ucba kapılmayan,
• Güzel ahlak sahibi,
• Arkadaşlık ve dostluğunda keremli,
• İnsanî ilişkilerinde hilm sahibi ve yük kaldıran,
• Allah’ın teşvik ettiği güzel amellerle meşgul.
Allah dostu odur ki, nefsine tek pay biçmez;
Kırk yıl bir ekşi ayran özler de onu içmez.
♦ Ca'fer bin Ebî Tâlib ve arkadaşları Habeşistan'a hicret etmişti. Hz. Peygamber de Medine-i Münevvere'ye hicret edip Bedir zaferini kazandı. Kureyşliler bu ilerlemeler karşısında ne yapacaklarını istişare etmek üzere Dâru'n-Nedve'de toplandılar.
Yapılan istişare sonucunda, Bedir'de öldürülenlerin öcünü Necâşî'nin yanına giden sahabelerden alabileceklerini düşündüler. Necâşî'ye hediyeler takdim edip, yanında bulunan sahabeleri teslim alacak, böylece Bedir'deki kayıplarının hıncını o sahabelerden çıkaracaklardı.
Amr bin As ve Umara ibn Ebî Muayt'ı elçi olarak seçtiler. Bu iki kişi, deniz yoluyla Habeşistan'a geldiler, Necâşî'nin huzuruna girince ona secde ettiler. Selâm verip, şöyle dediler: Kavmimiz size karşı samimi duygularla doludur, teşekkürlerini ilettiler, İşlerinin düzgün gitmesini diliyorlar.
Daha önce buraya gelmiş olan bazı adamlarımız hakkında seni uyarmamız için bizi gönderdiler. Çünkü onlar yalancı bir adamın arkadaşlarıdır. Bizim içimizde çıkan bu yalancı, kendisinin Allah'ın elçisi olduğunu iddia ediyor. Bir takım beyinsizler dışında, içimizden hiç kimse ona tâbi olmadı. Esasen biz onları iyice sıkıştırmış ve topraklarımızda dar bir vadiye sığınmaya mecbur etmiştik. Hiç kimse yanlarına girmiyor, kimsenin de oradan çıkmasına müsaade etmiyorduk. Neredeyse açlık ve susuzluktan öleceklerdi.
Durumları iyice ağırlaşınca amcasının oğlunu sana gönderdi. Böylece senin dinini ifsad edip, hükümranlığını ve halkını alt üst etmek istiyor. Onlara karşı dikkatli ol. Sen onları bize ver, verebilecekleri zararlara karşı biz senin yerine onlara yapılması gerekenleri yapalım.
Onların senin dinini, hükümranlığını ve halkını bozmak istemelerinin alâmeti şudur: Senin dininden yüz çevirdikleri için yanına girdiklerinde sana secde etmezler, insanların selâmladığı gibi seni selâmlamazlar."
Necâşî onları çağırttı. Gelince Ca'fer ibn Ebî Tâlib kapıdan seslendi: "Allah'ın hizbi yanına girmek için senden izin istiyor." Necâşî: "Evet, izin verilmiştir, Allah'ın emanı ve zimmeti ile girin" dedi. Amr bin As arkadaşına baktı ve "Kendi dillerinde "hizbullah" deyişlerini ve Necâşi' nin onlara cevabını duydun mu?" dedi. Bu hiç hoşlarına gitmedi.
Ca'fer ve arkadaşları Necâşî'nin yanına girdiler, ona secde etmediler. Amr "Büyüklenerek sana secde etmediklerini görmüyor musun?" dedi. Necâşî onlara sordu:
- Sizi bana secde etmekten ve dışarıdan gelenlerin selâmladığı gibi selâmlamaktan alakoyan nedir?
- Biz sadece seni ve hükümdarlığını da yaratmış olan Allah'a secde ederiz. Onların yaptığı selamlamayı biz daha önce putlara taparken yapardık. Ama Allah bize bir Nebiyy-i sâdık gönderdi, Allah'ın ona bildirdiği bir selâmı emretti ki bu selam, cennet ehlinin selâmıdır.
Necâşî, onların söylediğinin hak olduğunu anladı. Çünkü bu selam Tevrat ve İncil'de de aynen vardır.
- Biraz önce kapıdan "Allah'ın hizbi" diye seslenen hânginizdi? Ca'fer (ra) cevap verdi:
- Bendim.
- Sen konuş.
Bunun üzerine Ca'fer (ra) söze başladı:
- Sen, yeryüzü krallarından bir kralsın ve ehl-i kitabdansın. Senin yanında çok söz de zulüm de uygun olmaz. Arkadaşlarım adına ben cevap vermek isterim. Bu iki adama emret, biri konuşsun, diğeri sussun, sen de konuşmamızı dinlersin.
Amr, Ca'fer'e, "Konuş" dedi. Ca'fer, Necâşî'ye sordu:
- Bu adama lütfen bir sor: Biz köleler miyiz, yoksa özgür insanlar mıyız? Eğer biz sahiplerinden kaçmış köleler isek bizi onlara geri verirsin.
Necâşî sordu, Amr,
- Hayır, onlar köle değil, şerefli hür insanlardır, dedi.
- O ikisine sorar mısın; Biz insanların haksız yere kanlarını akıttık da üzerimize kısas mı gerekiyor? Amr,
- Hayır, bir damla bile akıtmadılar, dedi.
- Biz haksız yere insanların mallarını aldık da geri ödememiz mi gerekiyor?
Bu soru üzerine Necâşî, "Ey Amr, eğer insanlardan kantar kantar mal almışlarsa onları ben ödeyeceğim" dedi. Amr:
- Hayır bir kırat bile haksız yere mal almamışlardır, dedi.
Necâşî "O halde bunlardan ne istiyorsunuz?" diye sordu. Amr şöyle konuştu:
- Biz onlarla aynı din üzere, babalarımızın dini üzere idik. Ama bunlar o dini bıraktılar ve başka bir dine tabi oldular, biz kendi dinimizde kalıp ona sarıldık. Onların kavmi, geri götürmek üzere onları bize teslim etmeniz için bizi gönderdi.
Necâşî bu defa Cafer'e (ra) sordu:
- Bana doğru söyleyin; daha önce üzerinde olduğunuz din nedir, tabî olduğunuz bu yeni din nedir? Ca'fer (ra) cevap verdi:
- Önceden üzerinde olduğumuz din şeytanın dini ve emri idi. Biz Allah'ı inkâr eder taşlara tapardık. Kendisine döndüğümüz din ise Allah'ın dini İslâm. Onu bize Allah'ın elçisi getirdi. Bir de Meryem oğlu İsa'nın kitabı gibi, ona da uygun bir kitab getirdi.
Necâşî
- Ey Ca'fer, şimdi biraz dur, büyük bir şey konuştun, deyip çanı çaldı, bütün rahip ve papazların yanında toplanmalarını emretti. Papazlar ve rahipler yanında toplanınca sordu:
- İncil'i İsa'ya indiren Allah adına söyleyin, İsa ile kıyamet arasında gönderilecek bir peygamber var mı?
Papazlar cevap verdi:
- Allah için İsa bize böyle bir peygamberi müjdeledi ve "Kim ona iman ederse bana iman etmiştir, kim onu inkâr ederse beni inkâr etmiştir" dedi.
Necâşî bu sefer Cafer'e (ra) sordu:
- Bu adam size ne diyor, neyi emrediyor, neyi yasaklıyor?
- Bize Allah'ın kitabını okuyor, ma'rufu emrediyor, münkeri yasaklıyor, güzel komşuluğu, sıla-i rahimde bulunmamızı, yetime iyi davranmamızı emrediyor. Tek ve ortağı olmayan Allah'a kulluk etmemizi emrediyor.
- Onun size okuduklarından bize bir şeyler oku.
Bunun üzerine Ca'fer (ra) onlara Ankebût ve Rûm Sûrelerini okudu. Necâşî'nin ve arkadaşlarının gözleri yaşardı.
- Ey Ca'fer, bu güzel sözlerden bize daha oku, dediler. Ca'fer (ra) Kehf Sûresini de okudu.
Amr, Necâşî'yi kızdırmak istedi, "onlar İsa ve annesine sövüyorlar" dedi. Necâşî: "İsa ve annesi hakkında ne diyorlar?" diye sordu. Cafer (ra) da onlara Meryem Sûresi'ni okudu. Sûrede İsa ve Meryem hakkındaki âyetler gelince Necâşî şöyle dedi:
- Vallahi bunlarla Mesîh'in söyledikleri arasında zerre kadar fark yok, Mesîh sizin şu söylediklerinizden fazla bir şey söylememiştir. Gidin; siz benim ülkemde size sövecek veya eziyet edeceklerden emniyettesiniz. Müjdeler olsun size, sakın korkmayın, bugün İbrahim'in hizbi benim korumam altındadır.
- Ey Necâşî, İbrahim'in hizbi de nedir? dediler. Şu cevabı verdi:
- Bu topluluk ve yanından geldikleri arkadaşları (Muhammed) ve onlara tâbi olanlardır.
Müşrikler bunu inkâr ettiler, kendilerinin İbrahim'in dini üzere olduğunu iddia ettiler. Necâşî, Amr ve arkadaşına hediyelerini iade etti ve
- Verdiğiniz bu hediyeler rüşvettir, bunları alın. Allah beni kral yaptı ve benden rüşvet almadı, dedi.
Ca'fer (ra) şöyle der: Necâşî'nin yanından ayrıldıktan sonra bizler, en hayırlı ülkede, en şerefli komşular arasında olduk.
Allah Tealâ o gün, onların İbrahim (as) hakkındaki tartışmaları üzerine Rasûlü'ne Medine'de bu âyet-i kerimeyi indirdi.
♦ Bu ayet Yahudi reisleri hakkında nazil olmuştur. Onlar; "Ey Muhammed, aslında sen de kesin olarak biliyorsun ki İbrahim'in dinine insanların en lâyığı, senden ve başkalarından daha lâyık olanlar bizleriz. Çünkü o yahudi idi. Senin bizim dinimize gelmemen de sırf sendeki çekememezliktendir" demişlerdi. İşte bunun üzerine Allah Tealâ bu ayet-i kerimeyi inzal etti.
✽ İbrahim'e yakın olmak, iman ve inanç bakımından yakınlıktır. Sebeb-müsebbep alakasıyla mecaz-ı mürseldir.
✽ 'Hz. İbrahim'e yakın olanlar, bu peygamber ve iman edenlerdir' derken هٰذَا النَّبِيُّ şeklinde ism-i işaret gelmesi tazim içindir.
✽ 'İnsanların en yakını' diyerek cem yapılmış, ona uyanlar, bu peygamber ve iman edenlerdir, diyerek taksim edilmiştir.
✽ 'O'na uyanlar' tabiri zaten Hz. İbrahim'in dinine inananları bildirir. Tekrar 'İman edenler' olarak ism-i mevsulle sılasının ayrıca zikredilmesi; Efendimizin ümmetini bildirir, nisbetli kinayedir.
✽ Kavli bil mucibtir. 'İbrahim'e tabi iseniz, veya iman edenler iseniz İbrahim'e yakınsınız. Eğer bu sayılan gruplara dahil değilseniz İbrahim'e uzaksınız demektir.'
✽ 'Allah müminlerin dostudur' lazım, onları yakınlığına eriştirir, korur destekler melzumdur.
✽ 'Allah iman edenlerin dostudur' cümlesinde zikredilen müminler umum, hususi olarak kastedilen Hz. İbrahim, ona tabi olan hanif dini mensupları, bu peygamber (Efendimiz ) ve ümmet-i Muhammed'dir.
✽ اٰمَنُوا kelimesi ile الْمُؤْمِنٖينَ kelimesi arasında iştikak cinası vardır, reddül aciz alessadridir.
69- Kitap verilenlerden bir kısmı sizi yoldan çıkarmak isterler, fakat ancak kendilerini yoldan çıkarırlar da bunun farkına varmazlar.
مِنْ harf-i cerri baz'iyyet (kısım) ifade eder. Çünkü onların içinde, iman etmiş olanlar vardı.
Hak'tan sapmak ve hüccetleri kabul etmemek, ehli kitabın vazgeçmedikleri bir yoldur. Bununla da yetinmemiş, 'Hz. Muhammed (sav) kendisinin peygamber olduğunu iddia ettiği halde, Hz. Musa ve Hz. İsa'nın peygamberliğini de kabul ediyor' gibi sözlerle, iman edenlerin kalbine şüpheler atıp, onları saptırmak için ellerinden gelen her şeyi de yapmışlardır.
· Başkalarını saptırmaya çalıştıkları için, ilahî cezaya müstehak oldular. Nefislerini helak ettiler. Kendilerini, yararsız, hatta zararlı, gözlerini hakkı görmez hale getiren şeylerle meşgul ettiler.
· Kendilerini hidâyet ve hak bilgisinin dışında bıraktılar. Hidâyetten uzaklaşan, "sapıtmış" diye vasfedilir.
· Mü'minleri saptırmak için ellerinden geleni yapıp, mü'minler onlara iltifat etmeyince, hileleri boşa çıktı. Bundan bir netice alamayarak hüsrana uğradılar. Onlar birşeye inanmışlar, daha sonra durum onların tasavvur ettiklerinin aksine ortaya çıkmıştır.
Kitap Ehli alimlerinden ve başkanlardan bir kesim şüphe tohumlarını ekmek, bazı Müslümanları da dinlerine sokabilmek için Müslümanlar arasında sapıklığı yerleştirmeyi arzu ettiler. Fakat onlar arzularını elde edemezler, ancak kendilerini saptırırlar. Bu saptırmanın vebali yalnız onlara aittir. Çünkü faydasız, günah ve masiyete düşüren zararlı bir işle uğraşıyorlar. Onlar bunun farkında değiller, kötü hallerini anlamıyorlar. Bunun mü'minlere değil, kendilerine zarar verdiğini bilemiyorlar.
Bu ifade; onlara yapılan en ileri derecede bir yergi ve küçümsemedir.
Nadîr, Kurayza ve Kaynukâ oğulları Yahudileri, Muâz b. Cebel, Ammâr İbn Yasir ve Huzeyfe b. Yeman'ı (ra) kendi dinlerine davet etmişler, "kendi dininizi bırakıp Muhammed'in dinine tâbi oldunuz" diye kınamışlardı. Bu âyet-i kerime de bu hadise üzerine nazil oldu.
✽ 'İsterler' fiili yerine 'وَدَّتْ sevme' fiilinin kullanılması istiaredir. Camisi; yönelme, eğilim, istektir. Ehli kitabın Ümmet-i Muhammed'i saptırma hevesi, onlarda aşk derecesinde bir istek halini almıştı. Bunu kalplerinde yer alan derin bir tutkuyla istiyorlardı.
✽ 'Arzu ettiler' sebep söylenmiş, müsebbep kastedilmiştir. 'Sizi dininizden döndürmek için pahalı, ucuz neleri varsa hepsini sarfettiler, çaba gösterdiler' demektir.
✽ Bu cümle, dal bid delalesi ile müminlerin çok uyanık olmaları gerektiğine işarettir.
✽ وَمَا يُضِلُّونَ اِلَّٓا اَنْفُسَهُمْ 'Kendilerinden başkasını sapıtamazlar' kasr-ı mevsuf alessıfat, kasrı kalptir. Fiille meful arasında kasır yapılmıştır.
✽ لَوْ يُضِلُّونَ kelimesi ile مَا يُضِلُّونَ kelimesi arasında tibak-ı selb, iştikak cinası ve reddü'l aciz vardır.
✽ مَا يَشْعُرُونَ kelimesi kalp fiilidir, iki mefulü de hazfedilmiş; malum olduğu için, fazla sözden sakınmak için ve umum ifadesi için, yani 'O ehli kitab hiçbir şeyin farkında değiller.'
70- Ey ehli kitap ne diye göz göre göre Allah’ın ayetlerini inkar ediyorsunuz?
Yahudi ve hıristiyanlar, Allah katından, daha önce kendilerine gönderilen kitapları teyid edecek bir kitabın geleceğini ve bir de peygamber gönderileceğini çok iyi biliyorlardı. Hazreti Peygamberin peygamberlik delilleri onlar için hiç de meçhul değildi. Böyle olmasına rağmen, Hazreti Peygamberin davetine icabet etmiyorlar, en kendi kitaplarının emrine de tâbi olmuyorlardı.
Allahu Tealâ bu âyetle, bir taraftan âyetleri inkâr ettiklerini açık ve kesin bir beyanla ortaya koymuş, bir taraftan da, "niçin inkâr ediyorsunuz?" sorusu ile, inkârlarının akıbetini hatırlatacak en büyük ihtarı yapmıştır.
Allah'ın âyetleri
Bu ayetler, Tevrat ve İncil'de varid olan bazı âyetlerdir.
· Bu iki kitapta bulunan, Hz. Muhammed ile ilgili müjdelerdir.
· Veya bu ayetler, bu iki kitapta, Hz. İbrahim'in hanif bir müslüman olduğu hususunda yer alan ifâdelerdir.
· Yahut bu ayetler, Tevrat ve İncil'de, gerçek dinin İslâm olduğunu gösteren ifâdelerdir.
Onlar, Tevrat'ı değil, bilâkis Tevrat'ın delâlet ettiği şeyi inkâr ediyorlardı. Buna göre, mecaz yoluyla, delilin ismi medlule verilmiştir. (Sebeb-müsebbep alakasıyla mecazı mürsel)
Ancak bu inkar hakikat de olabilir. Çünkü Ehli kitab Tevrat'ı bizzat tahrif etmiş, Hz. Muhammed'in peygamberliğine delâlet eden âyetlerin mevcudiyetini inkâr etmişlerdi.
♦ Onlar, müslümanların ve kendi avam tabakalarının yanında, Tevrat ve İncil'in, Hz. Muhammed'in peygamberliğine delâlet eden âyetleri ihtiva ettiğini inkâr ediyorlar; sonra kendi aralarında başbaşa kaldıklarında, Hz. Muhammed'in peygamberliğinin doğruluğuna şehâdet ediyorlardı. Bu inkarları inad, ilim, şuhud ve cuhud küfrüdür.
♦ Onların inkar ettikleri âyetlerden murad, Kur'ân-ı Kerim ise, mana şöyle olur. “Siz, Kur'ân'ın bir mu'cize olduğunu avam insanlar yanında inkâr ediyor, ama sonra kalbleriniz ve akıllarınızla, onun bir mucize olduğuna şehâdet ediyorsunuz.”
♦ Bu âyetlerden murad, Hz. Muhammed'in elinde zuhur edenmu'cizeler ise, şahitlikleri şu manadadır: Siz, diğer peygamberlerin elinde zuhur eden mu'cizelerin, onların doğruluklarına delâlet ettiğini kabul ediyorsunuz. Çünkü mu'cize, Cenâb-ı Hak tarafından tasdik edilmek demektir. O halde siz, Hz. Muhammed hakkında da aynı şeyin söz konusu olduğuna şehadette bulunuyor, ama bu mucizeleri inkar ediyorsunuz.
✽ 'Niçin inkar ediyorsunuz?' sorusu, tahakküm için istifham-ı inkaridir. Zemde mübalağa ifade eden tecahül-ü ariftir.
✽ 'ايَاَتِ الله Allah'ın ayetleri' idmaçtır. Hem ehli kitabın kendi kitaplarında geçen, son peygamberi tasdik eden ayetler, hem de Efendimiz'e (sav) inen Kur'an ayetleri anlaşılmaktadır.
✽ 'Siz şahitler olduğunuz halde' hal cümlesidir. وَاَنْتُمْ تَشْهَدُونَ şeklinde müsnedin fiil olarak gelmesi, hükmü takviye eder. İsim cümlesinin sübutunu müzari fiilin istimrar-ı teceddüdisini aynı anda bildirir. Yani bu şehadet sizde sabittir, şahit olmaya asırlardır devam ediyorsunuz, edeceksiniz.
✽ ' تَشْهَدُونَ ' mefulü faideyi çoğaltmak için hazfolunmuş. Yani sizler, Tevrat'a şahitken, Kuran'a şahitken, Hz. Muahmmed'e şahitken niçin inkar ediyorsunuz?
Dal bil ibaresi ile, şahit olduktan sonra inkar etmenin çok daha kötü olduğunu bildirir. Bu sadece inatçılıktan doğan bir küfürdür.
✽ ' تَكْفُرُونَ ' ile ' تَشْهَدُونَ ' arasında tibaka mülhaktan ihamı tezat vardır.
71- Ey kitap ehli niçin hakkı bâtıl ile karıştırıyorsunuz, bile bile gerçeği gizliyorsunuz?
Hakkı gizlemeye uğraşan için iki yol vardır:
Kalbleriyle Hz. Muhammed'in hak peygamber olduğunu bildikleri halde, O'nu inkâr etmek. 70. âyette, bu davranışı nehyetmiştir.
İkinci yol, şüpheler meydana getirmek, delil ve beyyinâtı gizlemek için çalışmaktır. Allahu Teâlâ bu âyette de, bu davranışı nehyetmiştir.
İlk davranış, azgınlık ve sapıklık makamıdır; ikinci makam ise, başkalarını azdırma ve saptırma makamıdır.
Hakkı gizleyerek başkasını sapıtmaya çalışan kimse, ya bir şüphe atar. "Niçin hakkı bâtıl ile karıştırıyorsunuz?" kısmı buna işarettir.
Ya da, hakka delâlet eden delili gizler. "Ve gerçeği gizliyorsunuz" kısmı da buna işarettir.
Burada 'Hakkı bâtıl ile karıştırma' birkaç mânadadır:
♦ Tevrat'ı tahrif etmeleridir. Onlar, vahyedilmiş hak âyetleri, mu-harref ve uydurma şeylerle karıştırıyorlardı. Böylece Allah'ın, kitapları ve peygamberleri vasıtasiyle bildirdiği hak, yahudî ve hıristiyan din adamlarının görüş ve tevîlleri altında gizli kalıyor, hiç kimsenin bu haktan haberi olmuyordu.
♦ İnsanları şüphelendirmek için, günün başlangıcında müslüman olduklarını söyleyip, akşamleyin İslâm'dan rücû etmede aralarında anlaşmışlardı.
♦ Tevrat'da, hem Hz. Peygamber'in peygamberliğine delâlet eden müjde, sıfat ve vasıfların bulunması, hem de bunun zıddını vehmettiren şeyler vardı. (Muhkem ve müteşabih ayetler gibi) Onlar, bu ayetlerin birisini diğerine karıştırarak, zayıf inançlılara meseleyi çelişkili göstermeye uğraşıyorlardı.
♦ Hz Muhammed'in Hz. Musa'nın hak olduğunu itiraf ettiğini, Tevrat'ın da Hz. Musa'nın şeriatının neshedilmediğine delâlet ettiğini söylüyorlardı. Bütün bunlar akılları karıştırmak için ortaya şüphe atmaktır.
'Hakkı batıl ile karıştırıyorsunuz?' ayetin bu bölümünde yer alan (لبس) kelimesi, bir meseleyi şüpheli duruma getirip içinden çıkılmaz hale sokmak için karıştırmaktır.
Lugattaki anlamları; elbise giymek, erkekle kadının beraber olması, zırh, elbise, ilaç fitilidir.
İfal babından gelince, karıştırmak, karışmak, şüphelenmek, bir şeyin bir şeyi örtmesi, bürümesi anlamına gelir.
Müminler de hakkı batıla karıştıran rahip ve hahamların durumuna düşmemek için Allah'ın ayetlerini para karşılığında yanlış yorumlamaktan sakınmalıdır. Çıkar çevrelerine hizmet için dini parçalayıp dünyayı tamire kalkan, ikisini de kaybeder. Çünkü şahsiyetsizlere kimse değer vermez.
'Cehalet ve hurafe erbabı değil, ilim ve marifet erbabı olan sizler bunu biliyorsunuz.'
Onları Allah'ın dîninden saptıran ve bu dîni yahudîlik-hıristiyanlık adı altında parça parça eden şey, haham ve râhiblerin, âyetleri kendi heva ve hevesleri istikametinde tevil ederek hakkı bâtıl ile karıştırıp gizlemelerinden başka birşey değildir.
Burada 'Biliyorsunuz' fiilinin mefulü zikredilmedi. Mefulün hazfı faideyi çoğaltmak için olabilir.
♦ Siz bunu inâd ve hasedinizden dolayı yaptığınızı biliyorsunuz.
♦ Bu gibi işleri yapanlara verilecek cezanın büyük olduğunu biliyorsunuz.
✽ 'Ey ehli kitap, niçin hakla batılı karıştırıyorsunuz?' cümlesindeki istifham tehdit ifade eder.
✽ تَلْبِسُونَ fiili, karıştırmak fiili yerine kullanılmış, istiare-i tebaiyedir. Müstearun minh; Elbise giydirmek, hissi, Müstearun leh; Gerçekleri örtmek, aklidir. Camisi ise, Gizlemek, çirkinleştirmek, örtbas etmek, kapatmaktır. Nasıl ki, düşmanlık duyguları olan, hasedçi, cimri biri güzel bir şeyin gözükmemesi için onu kapatır, kimseyle paylaşmak istemez. Ehli kitap da batıl görüşlerini ve fikirlerini Kuran'ın mükemmel hakikatlerinin üzerine örterek, insanların görmesini engellemektedir.
✽ 'Hakla batılı karıştırmak' ifadesi için 'تَلْبِسُ ' fiili kullanılmıştır. Hakikatini düşünmek mümkün olmadığı için istiare-i inadiyedir. Çünkü hakla batıl, giydirilebilecek müşahhas şeyler değildir. Fiille yapıldığı için istiare-i tebaiyedir. Kolay anlaşıldığı için istiare-i ammiye kısmına girer. Müstearun minhe, yani giydirme fiiline meyli olduğu için istiare-i muraşşahadır. Çünkü ardından gelen cümlede 'Hakkı gizliyorsunuz تَكْتُمُونَ الْحَقَّ' diyerek 'تَلْبِسُونَ' fiilindeki mecazi anlam kuvvetlendirilmiştir.
✽ 'Hakkı gizliyorsunuz' cümlesi 'Hakkı batılla örtüyorsunuz' cümlesini tekit eder. Bu tekidin gelmesi dinleyenin zihninde tahakkuk ve yanılgıyı def içindir. İki cümle arasında atıf yapılması ihtisarla beraber kısaltmak içindir. Vasıldan tezayuf vardır, camii aklidir. Yani hakla batılı karıştırmakla, gizlemek birbirinin ikizidir. Karıştıran onu elinden geldiğince gizler, gücü yeteni gizler, gücü yetmeyeni batılla karıştırır.
✽ تَكْتُمُونَ - تَلْبِسُونَ 'Niçin hakkı batılla karıştırıyorsunuz, niçin gizliyorsunuz' müzari geldi. İstimrar ve teceddüt anlamıyla, ehli kitabın bu gizleme tavrını sürekli devam ettirdiklerine, ettireceklerine işarettir.
✽ 'تَكْتُمُونَ - Gizliyorsunuz' ile 'تَلْبِسُونَ - Karıştırıyorsunuz' fiilleri arasında muraat-ı nazır vardır.
✽ الْحَقَّ kelimesinin ikinci gelişi, reddül aciz alessadri olup, aynı zamanda muktezayı zahirin hilafına kelamdır, zamir yerine isim gelmiştir. Zihne yerleştirmek, kalbe korku bırakmak içindir.
✽ الْحَقَّ kelimesinden murat, hakkı bildiren ayetler, Tevrat'ta geçen hükümlerdir. Masdara isnad yapılmıştır. Ve sadece hakkı bildiren ayetleri değil, hakkı ifade eden her tür bilgi, haber, ipucunu gizledikleri için, gizleme fiili dışında başka faaliyetler bu gizlemeyi destekledikleri için husus söylenip umum kastedilmiştir.
✽ 'Siz bildiğiniz halde وَاَنْتُمْ تَعْلَمُونَ ' hal cümlesinde, kalp fiili olan 'Biliyorsunuz'un mefulleri hazfoldu. Bu da neyi bilip bilmediklerinin meçhul olduğuna işaret eder. Bu hal, öncesini tekit eden hal-i müekkededir. Onların hainliklerine tarizdir.
✽ Ayet-i kerime 'Ey ehli kitap' hitabıyla başladı. Sonu da 'Bildiğiniz halde وَاَنْتُمْ تَعْلَمُونَ' fiiliyle bitiyor, kitap ve bilme kelimeleri arasında muraat-ı nazırdan teşabuhel etraf vardır. (Başın sona uygun bitirilmesi)
✽ Burada ehli kitabın üç farklı suçu zikredildi: Hakkı batılla karıştırmak, hakkı gizlemek ve bunu bile bile yapmak. Zemde mübalağa bildirir. İtnabtan tefridir.
72- Kitap verilenlerden bir kısmı: ‘İman edenlere indirilene günün evvelinde inanın, sonunda inkar edin, belki bu surette dönerler!' dediler.
Yahudi ve hristiyanlar, bu ifade ile Kuran’ın tamamını kastediyorlardı. Ehli kitap, bu nifak projesini uygulamaya başladılar. Hz. Muhammed'in şeriatını, bazı zamanlarda kabul ediyor, bir zaman sonra yalanlıyorlardı.
Zayıf Müslümanlar, onların yalanlamalarını görünce, "Bu tekzîb, haset ve inattan olsaydı, ilk başta onu tasdik etmezlerdi. Demek ki Ehl-i Kitab Hz. Muhammed'in durumunu iyice düşünerek, değerlendirdikten, nübüvvetinin delillerini araştırıp, tam tefekkür ve eksiksiz incelemelerinden sonra, O'nun bir yalancı olduğunu anladılar" dediler. Böylece bu yol, Hz. Muhammed 'in nübüvvetinin sıhhati konusunda müslümanların zayıfları yönünden bir şüphe sebebi oldu.
"وَجْهَ النَّهَارِ" "gündüzün evveli" manasınadır. "Vech" herşeyin insana bakan tarafı ve yüzüdür. Sabah'a 'günün yüzü' denilmesi, sabahları yüz gibi parlak olduğundan dolayıdır.
Bir başka tefsire göre, 'İman edenlere indirilen' ifadesi ile, kıblenin değiştirilmesi ile ilgili ayetleri kastetmişlerdir.
"Gündüzün evveli" sabah namazı; "sonu"; öğle namazıdır. Hz. Peygamber, Medine'ye geldikten sonra Beyt-i Makdis'e doğru namaz kılmaya başladı. Yahudiler son derece memnun olarak, bunun devamını arzuladılar. Kıblenin Ka'be'ye çevrilmesi, bir öğle namazı esnasında oldu. Bunun üzerine Ka'b İbn Eşref ve diğerleri "Mü'minlere indirilene gündüzün evvelinde inanın, gündüzün sonunda ise inkâr edin" Yani, “Sabah namazını kıldıkları kıbleye inanın. Çünkü bu, haktır. Öğle namazını kıldığı kıbleyi ise inkâr edin" demişlerdir.
Ayette bahsedilen inkâr ettikleri "gündüzün sonu" budur.
Kıblenin Ka'be'ye çevrilmesi, yahudilere ağır gelince birbirlerine şöyle dediler: "Gündüzün evvelinde Ka'be'ye doğru Müslümanlarla birlikte sabah namazını kılın, gün sonunda da bu kıbleyi inkâr ederek, ikindiyi Beyt-i Makdis'e doğru kılın. Size:
- Kabe'ye karşı namaz kıldıktan sonra Kabe'den niye döndünüz? derlerse;
- Kabe'nin değil Kudüs'ün gerçek kıble olduğu anlaşıldı, deyin.Böylece müslümanlar şüphelenir; "Ehl-i Kitap ilim sahibidir. Eğer onlar bu kıblenin bâtıl olduğunu anlamasalardı, bunu bırakıp Beyt-i Makdis'e dönmezlerdi" derler. Kıblelerini bırakıp Beyt-i Makdis'e dönerler."
"Biz şüpheyi onların kafalarına attığımızda, belki Muhammed'in taraftarları O'nun dininden bu yola dönerler."
Veya "Kâbe'den beyt-i Makdis'e dönerler."
Yahudîlerin, müslümanları İslâm'dan uzaklaştırmak için başvurdukları bu oyun, insan tabiatına uygun düşen bir kaideye istinad eder. Çünkü insan, hak olduğunu bildiği şeyden dönmediği gibi, hakkın başlıca özelliği de, hak olduğu bilindiği sürece, kendisinden dönülmemesidir.
Nitekim bu gerçek, Bizans İmparatoru Herakliyüs tarafından da biliniyordu. Hazreti Peygamber hakkında bilgi sahibi olmak için Ebû Süfyân'a yönelttiği sorulardan biri şöyleydi: "Onun dinine giren bir kimse, sonrasında o dinden geri dönüyor mu?" Ebû Sufyân bu soruya "hayır" cevabını vermişti. (Sahih-i Buhârî)
Ancak Yahudîler; bu gerçeği anlamadılar. Hakkı anlayıp, tanıyanın artık ondan geri dönmeyeceğini bilmedikleri için bu umuda kapıldılar.
Günümüzde de bir kısım imansızlar, batılı müsteşrik yazarların kitaplarından İslam hakkında yanlış bilgi aldıktan sonra, ayet ve hadislerle kitaplarını süsleyerek Müslüman görünüp İslam düşmanlığı yaparlar. "Kur'anı okudum içinde birşey yok" diye yalan söyleyerek Müslümanlardan zayıf imanlıları kandırmaya çalışırlar.
1991 yılında kırk yaşlarında iki kadın "Kırk senedir müslümandık, çok şükür hristiyan olduk" diye basına açıklama yaptı. Ancak bir gazeteci kadınların nüfus kağıdını yayınlayınca, Ermeni asıllı iki kadın oldukları ortaya çıkmıştı.
Yahudilerin hile ittifakının bildirilmesindeki hikmetler
♦ Bu hile, onların sır olarak sakladıkları, hiçbir yabancının bilmediği bir oyundu. Hz. Peygamber'in bunu bildirmesi, gaybtan haber verme mucizesi oldu.
♦ Allahu Teâlâ, mü'minleri Yahudilerin böyle bir hile üzerinde anlaştıklarından haberdar edince, bu hilenin mü'minlerin kalplerinde hiçbir tesiri olmamıştır. Eğer bildirmese, bu hile henüz iman ve itikadları zayıf olan bazı müslümanların kalplerinde etkili olabilirdi.
♦ Bu hilelerinin ortaya çıkarılarak rezil edilmeleri, Yahudileri bu gibi tuzaklardan caydıran bir ikaz olmuştur.
Hz. Muhammed'e günün başlangıcında iman, günün sonunda inkar etmeleri, kitap ehlinde inanç tutarlılığı olmadığını göstermekte ve onlarla ilgili psikolojik bir analiz yapmaktadır. Yahudiler hakkı gizlemekte öylesine inat ettiler ki, Hazreti Muhammed'in getirdiği saadet güneşini göremiyecek hale geldiler. Bir kısmı Mescid'e gelip sabahleyin Resûlullah ile namaz kıldılar, akşam olunca bağlandıkları yeni dinden çıktıklarını çevreye duyurmaya çalıştılar. Bu şekilde müslümanları şüpheye düşürmek için kendi inançlarına ihanet edecek kadar ileri gidip, fanatikleştiler. Böyle insanlar her zaman var olacaktır.
♦ Ureyne kasabalarının (veya Hayber'in) 12 hahamı vardı. Kendi içlerinde "Eğer Muhammed'in her getirdiği şeyi yalanlarsanız, halk yalancı olduğunuzu anlar. Fakat O'nun getirdiği şeylerin bir kısmını kabul edip, bir kısmını inkâr ederseniz, câhil halk onu yalanlamanızın, inadınızdan değil, adaletinizden dolayı olduğunu zanneder, böylece de sözlerinizi kabul ederler" diye ittifak ettiler.
Birbirlerine şöyle dediler:
"Günün başında Muhammed'in dinine girin "Muhammed'in hak peygamber olduğuna, doğruluğuna şehadet ederim" deyin; günün sonunda da inkâr edin ve "Biz âlimlerimize, hahamlarımıza dönüp sorduk, onlar da bize Muhammed'in bir yalancı olduğunu, sizin din adına herhangi bir şey üzere olmadığınızı söylediler. Biz de önceki dinimize döndük. O bize sizin dininizden daha hoş göründü" deyin. Belki böylece onlar da "Bunlar günün başında bizimle beraberdiler. Onlar öyle bilmeden, durduk yere bir şeyden dönmezler. Eğer dönmüşlerse mutlaka bildikleri bir gerçek vardır. Şimdi bunlara ne oldu?" diyerek dinlerinde şüpheye düşerler."
Bunun üzerine Allah Tealâ bu âyet-i kerime ile Rasûlü'ne onların bu durumunu haber verdi.
♦ Ayet-i kerime kıblenin Beytu'l-Makdis'ten Ka'be'ye çevrilmesi ile alâkalıdır. Hz. Muhammed'in, onların kıblelerine muhalefeti yahudilerin zoruna gitmişti. Ka'b bin Eşref ve arkadaşları şöyle dediler:
"Ka'be'nin kıbleye çevrildiğine dair Muhammed'e inen âyete inanmış görünerek gündüzün başında Ka'be'ye doğru namaz kılın. Gün sonunda da Ka'be'nin kıble oluşunu inkâr edin ve Beytu'lMakdis'teki eski kıbleniz olan Sahra'ya dönün. Bunu görünce belki "Bunlar ehl-i kitab, bizden daha bilgililer" deyip onlar da bizim kıblemize geri dönerler."
Allah Tealâ da bu hile konusunda mü'minleri sakındırmak ve uyarmak, onların sırlarına muttali kılmak üzere bu âyeti indirdi.
♦ Ehl-i kitap, İslâm'ın doğruluğunda zayıf itikatlı müslümanları şüpheye düşürmek için hilelere başvurmuşlardı. Yahudi ve hristiyan âlimleri aralarında anlaştılar. Birbirlerine şöyle dediler: Münafıklık yapıp müminlere uyduğunuzu gösterin. Ancak kendi kardeşlerinizle başbaşa kaldığınız zaman dininizde sebat edin. Müminler kararsızlık içine düşer, siz de onlara karşı münafıklığı sürdürürsünüz. Böylece durumları zayıflar, dinleri yok olup gider. Neticede sizin dininize dönmüş olurlar." Ayet-i kerime her iki grup hakkında nazil olmuştur.
✽ Ehli kitabın 'İman edin - اٰمَنُوا' sözü müslümanların kelimeleriyle ifade edilmiş bir müşakaledir.
✽ 'İman edenlere indirilene الَّـذٖٓي اُنْزِلَ عَلَى الَّذٖينَ اٰمَنُوا' ifadesinde ism-i mevsuller, ehl-i kitabın diliyle tahkir bildirir. İman edenlerden ve Kur'an-ı Kerim'den ismi mevsulle bahsedip, isimlerini dillerine yakıştırmadıklarına işaret eder.
✽ 'İman edenlere indirilen' sıfatlı kinayedir. Kuran-ı Kerim kastedilmiştir.
✽ 'Gündüzün evvelinde iman edin, sonunda inkar edin' cümlesi, mecazı mürekkeptir. Maksatları özellikle zaman bildirmekten ziyade, kaypaklık edin, onlarla dalga geçin, demektir. Yine aynı ifade rücu bildirir.
✽ 'اٰمِنُوا وَجْهَ النَّهَارِ Gündüzün evvelinde iman edin' ile 'اكْفُرُٓوا اٰخِرَهُ Sonunda inkar edin' cümleleri arasında tibak-ı icab vardır.
✽ اٰمَنُوا mazi fiili ile اٰمِنُوا emri hazırı arasında, cinası muharref vardır. Yazılışları aynı, harekeleri farklıdır.
✽ لَعَلَّ kelimesi cinas-ı kalptir. (Tersten de okunuşu aynıdır.)
✽ Delalet-i mutabıkıyesi: Ehli kitap müminlere iman ettiklerini söyleyip, onları kandırarak dönmelerini sağlamaya çalışırlar.
✽ Delalet-i tazammuniyesi: Onların hususiyetleri; müminlerle alay etmek, onları küçümsemek, inkara çevirmeye cüret etmeleridir. Müminleri dinden, imandan soğutmak için her türlü taktiğe başvurur, psikolojik savaş teknikleri ile onları soğutarak yıldırma politikası uygularlar.
'Gündüzün evvelinde inkar edin, sonunda ise inkar edin' cümlesi, hilelerindeki inceliği, derinliği bildirir. Çünkü gündüzün başı insanların yeni bir güne başladıkları, umut vaad eden bir zamandır. Müminler yahudilerin iman etmesinden umutlanırlar. Akşam ise herkesin evine çekildiği, kararmayla beraber hüzünlerin çöktüğü bir zamandır. Yahudilerin o anda inkar etmeleri, müminlerin geceyi umutsuz, gamla geçirmelerine yol açar.
✽ Delalet-i iltizamiyesi: Yahudilerin mahiyeti gerçekleri gizlemek, batılı süslü göstermek, müslümanlara hile kurmak, aşağılamak, alay etmektir. Kendi menfaatleri için haklı haksız herşeyi alet ederler.
✽ Dal bid delalesi: Ayeti kerime düşmanın yaldızlı sözlerine kanmamak gerektiğini bildirir. Hz. Ömer'in dediği gibi; insanları tanımak için ticaret, yolcuk yapmak ve uzun zaman bir arada yaşamak gerekir. Bunun için insanlara tam anlamıyla güvenmeden uzun zaman izlemek gerekir. 'Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz.'
Mümin her zaman uyanık, tedbirli, ferasetli olmalı, imanını şüpheden yakine, amelini ihlasa, ahlakını hamideye yükseltmelidir. Muhatabımız bilgili de olsa, imanı takvası yoksa, sözlerine, tereddütlerine kapılmamamız, etkilenmemiz gerekir.
✽ Dal bil iktizası: Yahudilerin kafalarını iman yönünde değil, inkar ve inananları küfre sokma yönünde hileye çalıştırdıklarını anlıyoruz. Demek ki oturup düşünmüşler, bir araya gelmiş ve bir lobi faaliyeti oluşturmuşlar.
✽ Dal bil işaresi: Nasıl ki imanda kökleşmiş olanlar imanı hem yaşar, hem yaşatmak ister, imanın yayılıp kuvvetlenmesine, müminlerin çoğalmasına gayret eder. Yahudi gibi, inkarda inad etmekte kökleşenler de kendi gibilerinin çoğalmasını, kendi suçlarının görülmemesini hedefler, yandaşlarını çoğaltmak ister. Bunun için hak delilleri olmadığından batılı, yalanı, vesveseyi, hileyi kullanır, akla hayale gelmedik desiseler kurarlar.
73- Ve kendi dininize uyanlardan başka kimseye inanmayın!’ dediler. De ki: ‘Muhakkak doğru yol Allah’ın yoludur, size verilenin benzeri başka birine veriliyor veya Rabbiniz katında size üstün gelecekler diye mi endişe ediyorsunuz?’ De ki: ‘Nimet ve ihsan muhakkak Allah’ın elindedir, dilediğine verir, Allah ihsanı bol olan her şeyi bilendir.’
Yahudîler, peygamberliğin yalnız kendilerine âit olduğuna ve kendilerinin Allah'ın hâs kavmi olduklarına iyice inanmışlardı. Araplar arasından kendileri dışında bir peygamber çıkması, bir de ona kitap indirilmesi, hased damarlarını iyice kabarttı. Bu yüzden müslümanları da saptırma gayretlerine giriştiler. Kendi aralarında özel kurallar belirlediler. Şöyle diyorlardı:
"Sakın kendi dîninizden olmayanlara inanmayın, onları tasdik etmeyin. Hele size verilen kitab gibi başka bir kitabın müslümanlara da verilmiş olabileceğini, size gönderilen peygamber gibi, müslümanlara da bir peygamberin gönderilmiş olabileceğini sakın itirafa kalkışmayın. Bunu özellikle müslümanların yanında söylemeyin. Aksi halde Rabbınızın yanında bunu size karşı delil olarak kullanırlar ve size gâlib gelirler."
Oysa bu yahudîler düşünmüyorlardı ki, peygamberlik, Allah'ın bir lütfudur ve bunu kullarından istediğine verir.
"Dininize tâbi olandan başkasına inanmayın” cümlesi, Yahudilerin önceki ayette geçen sözlerinin devamıdır.
♦ "Tevrat'ın ahkâmını kabul etmeyen, hükmünü değiştiren hiçbir peygamberi kabul etmeyin" manasındadır. Yahudiler bu tutumu bugüne kadar sürdürmüşlerdir.
♦ Bunun anlamı sırlarını Müslümanlara açıklamamalarıdır. "Dininize uyanlardan başkasına güvenmeyin, sırrınızı ve sahip olduğunuz bilgileri başkalarına açıklamayın. Elinizde bulunanları Müslümanlara göstermeyin. O vakit onlar o bilgiyi sizden öğrenir ve bu hususta size eşit olurlar. Hatta ona olan ileri derecedeki imanları sebebiyle sizden üstün olur, ellerinizde bulunanları size karşı delil edinirler. O vakit sizin aleyhinize delil ortaya konulmuş olur, dünya ve ahirette bu delil sizi bağlayacaktır" demektir.
♦ "Müslümanlara size verildiği gibi Allah'ın kitaplarından bir kitap verilmiş olduğunu doğruladığınızı gizleyiniz ve bunu açıklamayınız. Bu açıklamayı yalnızca sizin dininize uyanlara yapınız, Müslümanlara yapmayınız. Böylelikle sizin yapacağınız bu açıklamanın onların dinlerine sebatlarını arttırması önlenmiş olur. Müşriklere de açıklamayınız ki, Müslümanlar onları İslâm'a çağırmasın. Yani Kitap Ehli gibi Müslümanların da Allah'tan gelmiş bir kitapları olduğunu doğruladığınızı öğrenmesinler, bu bilgiyi onlardan gizleyiniz."
♦ Bu cümle, 'Gündüzün evvelinde iman edin' sözüne racidir. "Meseleleri ters yüz etmekten maksadımız ancak, dinde size uyanların dininiz üzere devam etmelerini temin etmektir. Ancak dininize tâbi olanlar için böyle bir iman gösterin. Yani; sizden Müslüman olup da talimatlarınıza göre hareket edenlere açıklayın. Çünkü; böylelerinin İslâm'ı bırakıp eski inançlarına dönmeleri diğerlerinin dönüşüne göre daha inandırıcı olur" mânâsındadır.
Ayetin işarî tefsiri şöyledir: Siz ancak halinize ve yolunuza uygun düşenlerle birlikte olunuz, onlarla oturup kalkınız. Çünkü muvafakat etmeyen, murafakat etmez. (Size uygun düşmeyen, size arkadaşlık etmez.)
Yahudi ve hristiyanların uluslararası siyasette ve komşuluk münasebetlerinde izledikleri yol, kendilerinden başkasına inanmamaktır.
Bugün Birleşmiş Milletler adını taşıyan kuruluş bu ayetin doğruluğunu ortaya koymaktadır. Birleşmiş Milletler genel sekreteri hristiyan olması nedeniyle Bosna Hersek'e gitse, katil Sırpların elbisesine kanı sıçradığı için Bosnalı müslümanı suçlar. Filistin'e gitse yahudi askerler Filistinlinin evini yakıp yıkarken Filistinli müslüman zorluk çıkarttı, güvenlik güçlerine karşı geldi, diye müslümanı mahkum eder.
Keşmir'de ineğe tapanları, Azerbeycan'da Ermenileri, Kıbrıs'da Rumları savunur ve onlara inanırlar. Müslümanlara destek olmaz ve inanmazlar. Çünkü iç dünyalarında İslam'ın üstünlüğüne inanır ve hased ederlar. İneğe tapanların hiçbir zaman kültür üstünlüğüyle yahudi ve hristiyanları etkilemeyeceğini bilirler. Ama Müslümanlık yahudi ve hristiyan ülkelerinde saf haliyle duyurulabilse kendilerinin kaybedeceğinin farkındadırlar.
Bu bildiklerini açıkdan söylemez, "biz her dine saygılıyız, bize göre bütün dinler eşittir" diyerek tarafsız gibi görünürler. Kendi karışık altınlarıyla hakikisini aynı yerde teşhir etmekle kalitelerini artırmak isterler. Müminler onlara yine de şu gerçeği hatırlatmalıdır:
Yol, Allah'ın yoludur.
'Allah onunla dilediğini imana hidayet nasib eder ve onu iman üzere sebatkar kılar. Hidayet, inayet ve tevfik Allah'tandır, sizin tuzaklarınız ve hileleriniz kimseye zarar vermez.'
Bu cümle Yahudilere cevaptır. Onların tuzak ve hilelerinin her zaman uzayıp giden kıymetli bir şey olmadığını beyan etmektir.
"Ey Yahudiler! Sizin hileleriniz, tuzaklarınız, desiseleriniz, hakkı gizlemenizin herhangi bir etkisi olmaz. Kitaplarınızda ümmî peygamber Muhammed'e dair bildiklerinizi ister gizleyin, ister hakkı açıklayın, fark etmez ey Yahudiler! Bu, Allah'ın hidayet nimetini hiçbir şekilde değiştiremez."
اَنْ يُؤْتٰٓى اَحَدٌ مِثْلَ مَٓا اُوتٖيتُمْ "Size verilenin misli birine verilir (diye mi?)" Bu ifade Allah’ın sözüdür.
♦ Mahzuf bir fiil için ل takdiriyle mefulün lehtir. 'Sizin sırt çevirmeniz size verilenin mislinin başkasına verilmesinden dolayıdır; başka bir şeyden dolayı değil. Siz hasediniz yüzünden Kuran'ı Kerim'i inkara götürüp söylediklerinizi size söyletti.
♦ Nefy anlamını vermek üzere Hemze'yi esreliyerek; "Verilmez" diye de okunmuştur. Anlam şöyle olur: Ya Muhammed de ki; Asıl hidâyet Allah'ın hidâyetidir. Size verilenin bir benzeri kimseye verilmez; yahut onlar Rabbinizin katında onu size karşı delil gösteremezler. Yani yahudiler batıl yolla size karşı mücadele vererek; biz sizden daha faziletliyiz, diyemezler.
'اَوْ يُحَٓاجُّوكُمْ - Yahut size üstün gelecekler diye' cümlesi "verilmesi" kavline atıftır. Cemi zamiri اَحَدٌ 'e aittir. Çünkü buradaki 'اَحَدٌ bir kişi' cemi manasınadır. Yani 'Birine sizin kitabınızın benzerinin verilmesiyle küfrünüzden dolayı o size galebe edecektir.'
♦ Hitap, müminlere ise mana şöyle olur: "Ey mü'minler, dininize uyanlardan başkasına inanmayınız, size verilen lütuf ve dinin benzerinin herhangi bir kimseye verileceğine de inanmayın, size muhalefet edenlerin Rabbiniz hususunda, dininiz hakkında size karşı delil getirebileceklerine, buna güç yetirebileceklerine de inanmayın, tasdik etmeyin."
Ya da cümle, Yahudilere aittir.
♦ "(O güruh şöyle derler:) Size verilenin benzerinin başka birisi-ne de verildiğine veya o müslümanların Rabb'iniz indinde size karşı hüccetler getireceğine (inanmayın)" manasındadır.
♦ 'Rabbinizin huzurunda kıyamet günü sizinle karşılıklı deliller öne sürerler de bugün onlara peygamberlerinin hak, dinlerinin de hak olduğunu itiraf ederseniz, bu onlar adına aleyhinize delil olur. Onun için yahudilikten başka hak din olmadığında ve ondan gayrisinin batıl olduğunda ısrarınızı sürdürün.'
♦ 'Size verilenin misli' derken, ilim, hikmet, kitap, delil, menn, selva, denizin yarılması ve buna benzer üstünlük ve ikramlara atıfta bulunulmaktadır. Yani, bütün bunlar ancak size verilmiş şeyler olabilir. Sizin dininize tabi olanlar dışında, size verilenlerin benzerinin herhangi bir kimseye verileceğine inanmayınız.
'Kıyamet gününde delillerle sizi susturur.' Elbette Allahu Teâlâ'nın vahyettiği bir zat Rabbinin katında muhaliflere deliller getirip onları susturacaktır.
Veya yahudiler Kıyamet gününde Rabbleri nezdinde Ümmet-i Muhamme'e karşı delil getireceklerdir. Şayet onlar, bunun Allah'ın lütfundan dolayı verildiğini bilselerdi Rabbleri nezdinde delil getirmeye kalkışmazlardı.
Burada 'fadl' kelimesinden murad, Kur'an ve İslâm'dır. Kur'an ve İslâm Allah'ın elindedir. Dilediğine onu verir.
Veya faziletten maksat, peygamberliktir. Peygamberlik, müstehak olma sebebiyle değil, Allah'ın dilemesine bağlıdır, O'nun lütfuyla tahakkuk eder.
"Fadl" kelimesinin asıl anlamı, fazlalık anlamına gelir. Çoğunlukla "lütuf ve ihsanın fazlalığı..." anlamında kullanılır. Hayır olan hasletlerde, başkalarından fazla ve üstün olan kimseye, "fâdıl" denir.
Daha sonraysa "fadl" kelimesi, failinin (Onu yapanın) başkasına ihsan etmeyi düşündüğü her çeşit menfâat hakkında daha fazla kullanılır olmuştur.
Yüce Allah bu buyruğunu gayet mücmel bir ifade ile zikretti ki; Allah'ın rahmetini ümit etmeye devam edilsin, ondan korkanlar da korkmayı sürdürsün.
Allahu Teâlâ yahudilerden şu iki şeyi nakletti:
1) İslâm hakkında müslümanların kafasında şüphe meydana getirmek için, gündüzün başında iman edip, günün sonunda da inkâra sapmaları. Cenâb-ı Hak, yahudilerin bu hilelerine, “Şüphesiz hidayet, Allah’ın hidayetidir” buyurarak cevap verdi. Allah'ın hidâyetinin yanında, böylesi zayıf bir şüphenin hiç bir gücü söz konusu olamaz.
2) Yahudilerin kendilerine verilen kitap, hikmet ve nübüvvetin mislinin veya aynısının başka bir kimseye verilmesini kabul etmeyerek, yadırgamaları. Cenâb-ı Hak, onların bu tuzaklarına da, "De ki: "Lütfu inayet muhakkak ki Allah'ın elindedir. Onu, dilediğine verir" buyruğu ile cevap vermiştir.
"Ey Yahudiler! Bütün işler yalnız Allah'ın elindedir. O, fadlın sahibidir, fadla kadir ve muktedir olandır. Peygamberlik de Allah'ın tasarrufundadır, size ait değildir. Veren de O'dur, vermeyen de. O dilediğine iman ve ilimle lütfeder, dilediğini saptırır, basiretini köreltir. Gözünü kör eder, kalbini, kulağını mühürler. Mutlak lütuf sahibi O'dur. Hayır bütünüyle onun elindedir, kullarından dilediğine verir. Rahmetini yani peygamberliği dilediğine tahsis eder. Müminleri de sınırsız ve nitelendirilmeyecek kadar büyük lütuflarla mümtaz kılar. Onun lütfü geniştir, büyüktür. Rahmeti her şeyi kuşatmıştır, sınırsızdır. Rahmetinin etkilerini sınırlandırmaya imkân yoktur.
Sizin dışınızda sizden herhangi bir kimseye size verilenin benzerinin verilmesini inkâr edip böyle bir şey olmaz, demeyin. Peygamberliğin yalnızca İsrailoğulları'na yahut muayyen bir nesep veya belli bir şerefli zümreye hasredilmesi mümkün değildir."
Bu şekilde Ehli Kitab'ın birbirlerine yaptıkları tavsiyeleri ve mü'minlere karşı kurdukları tuzakları reddeden ayetler mü'minlerin nefislerini takviye etmektedir.
İnsanları saptırıp, şüpheye düşürmek için bir süre iman ettiğini açıklamak, sonra da küfre dönerek hakikati gizlemek ve aldatmaya çalışmak sonuç vermeyen, mantıksızca ve çocukça bir davranıştır. Böylelerine ancak kendileri gibi saf ve kıt akıllı kimseler aldanır. Çünkü din ve iman ile oynamaya kalkışmak, ihlâslı ve samimi olanların alâmeti değildir.
Hased
Bu ayet-i kerime yahudilerin hasedleri sebebiyle Efendimizin nurundan mahrum kaldıklarını bildirmektedir. Hased; nefisten temizlenmediği takdirde kişinin dalaletine sebep olabilir.
Hased nefsin kötü ahlaklarındandır. Kişi bol bol kelime-i tevhid, ezkar ve dualarla, kainattaki her eserin Cebbar olan Allahu Teâlâ'dan geldiğine inanmakla; kıskançlığını izale edip gidermelidir.
İnsanların ilim, amel, ahlak ve diğer faziletlerde derece derece olması Allah'ın insanlığa bir rahmetidir. Bunlar ancak aziz ve alim olan Allah'ın ezeli ilminin takdiriyledir.
Kıskanç insan, Allah'ın layık olmayan bir kişiye ihsanda bulunduğu zanneden, Hak Teâlâ hakkında yakışıksız bir düşünceye kapılan sefih ve beyinsiz biridir.
Hased her ne kadar insanın fıtratına zerk edilmiş, az çok bütün insanlarda var olan bir şey ise de; hususiyetle; ilmi sefihlerle çekişmek, alimlere karşı gururlanmak, onlara üstünlük taslamak, ilmi mal toplamaya, makam ve mevkiye vesile etmek, ehli dünya nezdinde kabul görmek ve benzeri Allah'dan gayri dünyevi bir maksat için elde etmeye çalışan kişiler hasedle özdeşleşmiştirler.
Bunlar Allah'ın ilimden bir kelime verdiği ve sahip olduğu bu ilmi halka neşreden, topluma faydalı olan her gerçek alimi kıskanırlar.
✧ Altı sınıf insan hesabdan önce cehennem ateşine gireceklerdir.
1- Amirler; benden sonra zulüm ve zorbalık sebebiyle
2- Arablar; ırkçılıkları sebebiyle
3- Dehhaklar (köy, aşiret ağaları, oymak reisleri, şeyhler ve yetkililer) kibirleri sebebiyle
4- Tüccarlar; hıyaneti sebebiyle
5- Şehir ve köy ehli; cehaletleri sebebiyle
6- İlim ehli ise hasedleri sebebiyle hesab'dan önce cehenneme girerler.
✧ Hasedin hiçbir cinsi caiz değildir. Ancak iki şeyde haset etmek caizdir ki bunlara hased değil, gıpta denir:
Birincisi: Allah ü Teâlâ'nın kendisine verdiği malı Hakk yolunda harcayan kişi
İkincisi: Allah'ın kendisine verdiği hikmet, ilim ve marifeti insanlara öğreten ve dağıtan kişi.
Bu şekilde olan hased gıpta'dır ve caizdir.
✧ Üç şey bütün hataların aslıdır. Onlardan sakının ve kendinizi koruyun ve onlardan sakının.
1- Kibir
2- Hırs
3- Hased
✦ Sizi kibirden sakındırırım! Çünkü kibri İblis'i Hz. Adem'e secde etmemeye sevk etti. Hadis-i Şerif
✦ Beşinci kat sema'da bir melek var. Güneş aydınlığı gibi aydın ve nurani bir şekilde kulun ameli yükselirken ona uğrar. O melek:
"Dur! Ben hased meleğiyim! Götürün o ameli sahibinin yüzüne çarpın! Çünkü o adam hased (ve kıskanç) bir kişiydi. Hadis-i Şerif
✧ Allah bir fazileti yaymayı dilediğinde kıskançların dillerini bu işe vasıta kılar.
✽ ✽ ✽
Yüz yirmi yaşında bir adam gördüm. Ona: 'Senin ömrünü uzatan nedir? diye sordum. O da;
'Hasedi terk ettim ve böylece uzun ömre sahip oldum dedi. Esmai
✽ ✽ ✽
Allah alîm’dir, kim ihsanına müstehak, kim rahmet ehli onu bilir.
Yüce Allah vasidir. O’nun ilmi, kudreti, rahmeti, affı, keremi hesapsızdır. Her şeyde hükmünü yürütür. Her şeye gücü yeter, ilminden bir zerre bile gizlenemez. Kudreti önünde hiçbir kuvvet tutunamaz. Rahmeti geniş olduğu gibi, zalimleri ve facirleri kahretmesi de yamandır.
Allah (cc) alîmdir. Bir vali düşünelim; vilâyetlerinde olup bitenler şöyle dursun, oturdukları binânın içinde ve dâima temas hâlinde bulundukları adamlarının çevirdikleri tuzaklardan bile haberi yoktur. Onların bildikleri binse, bilmedikleri yüzbinlercedir. Tedbirleri ve yaptıkları da böyledir. Allah (cc) ise, bütün hilkat âleminde neler oluyor ve daha neler olacak, bütün bunları ilmiyle takdir etmiş, tâyin ve tensip buyurmuştur. Takdirinin hükmüne göre işleri yürüten de ancak kendisidir.
Allah (cc), her insanın içini-dışını, kâbiliyetini ve bütün rûhi meyillerini bilir. İyilikle kötülükten hangisine daha fazla düşkün olduğunu ve bunların ayrıldığı noktaya gelince, hiçbir zorlama ve tazyik görmeden, kendi arzusuyla hangi tarafa yöneleceğini ve istediği gibi tasarruf etmek üzere verdiği ömrünü, servetini, mevkiini nasıl ve hangi yollarda kullanacağını en ince tafsilâtıyla bilir, buna göre ezelde her kul için bir fihrist çizmiştir. Allah’ın çizdiği bu fihristte, kulun daha vücudu yaratılmadan, hayatına âit görüp geçireceği bütün hâdiseler tesbit edilmiştir.
Meselâ Ali’nin hangi târihte, hangi sene, ay, gün, saat ve dakikada, arz kürenin hangi noktasında, hangi memleketin, hangi mahallesinin, hangi evinin, hangi odasının, hangi köşesinde ve ananın rahminden ne sûretle doğacağını, doğduğu dakikadan itibâren, her an geçireceği ahvâli, ne kadar yaşayacağı, müddet-i ömründe kaç nefes alıp vereceği, ciğerlerinin ne kadar hava, mide ve bağırsaklarının ne kadar gıda sarfedeceği, santimine, milimetresine kadar, ağzından ne kadar ve mâhiyette sözler çıkacağı, kulağının neler işiteceği, gözlerinin neler göreceği, ellerinin neler yapacağı, burnunun neler koklayacağı, ağzının neler tadacağı, kafasının neler düşüneceği, hangi kadınla evleneceği ve ne kadar çoluk-çocuk sâhibi olacağı, iyi veyâ kötü, bütün dış ve iç işleri yazılmıştır.
Allah (cc), bir tek insanın ahvâlini nasıl böyle ilmiyle, kudretiyle yaratmışsa, bütün yaratılmışların da görüp geçireceği şeyleri öylece kuşatmıştır. Âlemde körü körüne, rastgele kâbilinden hiçbir hâdise yoktur. Ne kadar ehemmiyetsiz olursa olsun, her hâdise mutlaka O’nun münâsip görmesi ve müsaade etmesiyle olur. Bir yaprağın düşmesi, harekete geçen bir zerrenin kımıldayışı hep O’nun izin vermesiyle ve irâdesiyle vukua gelir.
Nice lütfun var bize,
Sensin muin, yar bize,
Dokunmasın nar bize,
Ya Allah, ya Hakk, ya Nur,
Ya Vasiu, ya Ğafur!
✽ 'Ancak sizin dininize tabi olana iman edin' dediler, cümlesi kasırdır. 'Tabi olmayın' fiiliyle başladığı için kasrı sıfat alel mevsuftur.
✽ Bu kasır kasrı kalptir. Ehli kitap kendi taraftarlarına önce 'iman edin' deyip, sonra bunun aksini emrettiler.
✽ ' Size verilenin benzeri birine verilir' bu ifade Yahudilerin cümlesi olarak düşünüldüğünde, 'İnanmayın' fiiline atıftır. Yani, size verilenin benzerinin bir başkasına verildiğine veya size Rabbiniz katında bununla bir hüccet getirebileceklerine inanmayın, manasındadır. Bu durumda 'Yahudiler dediler ki' şeklinde bir hazıf vardır. Müsned ve müsnedin ileyhin hazfı, tahkir içindir.
✽ Allahu Teâlâ'nın cümlesi olarak düşünüldüğünde, hazfedilen fiilin mefulün lehidir, lam harf-i ceri mahzuftur: 'Sizin sırt çevirmeniz size verilenin mislinin başkasına verilmesinden veya size üstün gelecekler diyedir; başka bir şeyden dolayı değil.' Bu durumda müsned ve müsnedin ileyh 'Allah buyurdu ki' şeklindedir, hazıf tazim ve faideyi çoğaltmak içindir.
✽ Burada aynı zamanda tenazu vardır. Meful olan mekulu'l kavlde iki fail çekişmektedir.
✽ Bu ayet-i kerime Kur'an-ı Kerim ayetleri içinde irabı en derin olan ayetlerden biridir. Alimler bu ayeti dokuz farklı tefsirle açıklamışlardır.
✽ 'De ki, fadl Allahın elindedir' cümlesinde istinafen fasıl vardır. 'Onların kafalarındaki, Peygamberlik İsmailoğullarına verilebilir mi' gizli sualine cevaptır.
✽ 'Fadl Allah'ın elindedir' cümlesi itnabtan iygal, mübalağa nüktesi için geldi. Zaten 'Hidayet Allah'ındır' cümlesinde bu anlam vardı.
✽ 'Fadl, Allah'ın elindedir' cümlesi istiare-i asliyedir. Allah'ın eli'nden maksat, iradesindedir, kudretindedir demektir. Camisi, istediği şekilde tasarruf edebilme yetkisi olmasıdır. 'Onu dilediğine verir' cümlesi de istiareyi muraşşaha kılmıştır.
✽ 'De ki; hidayet Allah'ın hidayetidir' cümlesinde müsnedin ileyhin marife gelmesi; marifeyi marifeyle tahsis, kemalde mübalağa içindir.Yani hidayet ancak Allah'ındır, başkasında gelen hiç birşey hiçbir zaman hidayet değildir, doğruya iletemez.
✽ 'De ki; hidayet Allah'ın hidayetidir' cümlesi tecriddir. Sanki 'birkaç tane hidayet var, bunların içinde gerçek hidayet Allah'ın hidayetidir' diye ifade edilmiş.
✽ Tekit gelmesi, inkarî kelamdır. Bir diğer açıdan da muktezayı zahirin hilafına, bildiğiyle amel etmeyeni inkar eden mevkiine koymaktır. Çünkü ehli kitap aslında hidayetin Allah'tan olduğunu biliyorlardı. Bu cümle onlar için lazım-ı faideyi haberdir.
✽ 'Hidayet Allah'ın dinindedir, kitabındadır' denmeyip, Hidayet Allah'ın hidayetidir, buyrulmuş. İsnad-ı mecaziden masdara isnaddır.
✽ Lazım; Hidayet Allah'ın hidayetidir, melzum; onun bildirdiği, peygamberine vahyettiği kitabla anlaşılanlar, öğrenilenlerdir.
✽ 'De ki hidayet Allah'ın hidayetidir' cümlesi mantık yollu kelamdır. Yani 'Siz Allah'ın hidayetindeyseniz, doğru yoldasınız. Ama Allah'ın hidayeti üzerinde değilseniz, batıldasınız, kendiniz karar verin' demektir.
✽ 'Size verilenin misli' sıfatlı kinayedir. اُوتٖيتُمْ ile يُؤْتٖيهِ fiilleri arasında iştikak cinası ve reddül aciz alessadri vardır.
✽ Allah vasi ve alim'dir, cümlesinde 'ذُو' muzafı mahzuftur. İhsan ve ilim sahibidir, anlamındadır. Muzafın ileyhler de hazfedilmiş olabilir: Nimeti, rahmeti geniş olandır. Hazıflar faideyi çoğaltmak içindir.
✽ Allah vasi ve alim'dir, cümlesi itnabtan tezyil, mesel tarikı cari olandır.
74-Rahmetini dilediğine tahsis eder. Allah çok büyük lütuf sahibidir.
"O, rahmetini dilediğine has kılar. Allah, büyük fazl sahibidir"
Bu ifade, önceki ayeti tekid eder. Ancak, iki ayet arasındaki fark şudur: Fadl, fazlalık ve ziyâde demektir. Bu fazlalık, ilâve yapılan şeyin aynı cinsindendir. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Lütfu inayet, muhakkak ki Allah'ın elindedir" buyruğu ile, kendisinin, onlara verdiği yüce makamların bir mislini de, kullarından bazısına verebileceğini, hatta aynı cinsten daha fazlasını bile verebileceğini beyân etmiş, sonra da, "O, rahmetini dilediğine has kılar" buyurmuştur.
Rahmet ise fazldan daha üstün bir şeydir. Bu rahmet, şeref ve mertebe bakımından, yahudilere verdiğinden farklı bir mertebeye ulaşabilir. Hatta onlara verdiği ile mukayese edilemeyecek kadar yüce ve üstün olabilir.
Allahu Teâlâ'nın kullarını aziz edip, ikramda bulunmasının mertebeleri sonsuzdur. O'nun in'âmını ve ikramını muayyen mertebelere ve şahıslara has kabul etmek, kudret ve hikmetinin kemâlini bilmemektir.
Yahudiler, dünyaya birçok ahlaksızlığı öğrettiği gibi ırkçılık hastalığını da bulaştırmıştır. Bu ırkçılık onlara çok pahalıya mal olmuş, milyonlarca insanı tüketmiş ama onlar hala hastalığından memnun görünmekteler.
Oysa izzet, Allah'a, Rasulüne ve onlara iman edenlere aittir. İmanını yitiren hangi ırkdan olursa olsun izzetini yitirir.
İnsanlığa bir rahmet tecellisi; Peygamberlik...
İnsan irade ve hürriyet nimetiyle birlikte büyük bir imtihana tabi tutulmuş, cennet ve cehenneme aday kılınmıştır.
Öte yandan insan, canlısıyla, cansızıyla, alemdeki birçok varlığın karakterlerini bünyesinde toplamıştır. Taş gibi sert de olabilir, pamuk gibi yumuşak da. Kurnazlıkta tilkileri, merhametsizlikte canavarları çok geri bırakabilir.
Her yöne gidebilen, dilediğini yapabilen, doğru ve yanlış hareket edebilen ve çok farklı ve birbirine zıt şeyler söyleyebilen bu varlık için bir rehber gereklidir. Bu rehber akıl olamaz. Çünkü akıl varlık alemini kimin yarattığını, insandan neler istediğini, hangi işlerden razı olduğunu, ölüm ötesinin hangi beldeye çıktığını cevaplandıracak güçte değildir.
Aklın bu acizliği, bir rehberi gerekli kılar. Bu rehber; peygamberdir. Peygamber Allah (cc)’ın razı olduğu insan modelidir. Taklit edilmesiyle hidayete kavuşulan örnek şahsiyettir.
Peygamberlerin sayısı yüz yirmidört bindir. Bunlardan resul olanlar üç yüz onbeştir.
Necip Fazıl Kısakürek birgün vapurla Karaköy'e geçerken yanına bi adam gelip;
- Üstad ne gerek vardı peygamberlere, biz kendi yolumuzu kendimiz bulurduk, der. Necip Fazıl başını kitaptan kaldırıp cevap verir:
- O zaman vapura neden bindin yüzerek geçsene karşıya!
Belagat
• 'Rahmetini dilediğine tahsis eder' cümlesi, kinayedir. Peygamberlik rahmet kelimesiyle ifade edilmiştir.
• يَشَٓاءُ Dileme, fiili kalp fiilidir. İki meful alır. burada ikisi de mahzuftur, fazla sözden kaçınmak ve muhatapça malum olup anlaşılan bir şey olduğu içindir. Yani 'Rahmetini tahsis etmeyi dilediği kişiye' demektir.
• ' Rahmet - رَحْمَة ' ve ' fadl - فَضْل ' kelimeleri arasında muraat-ı nazır vardır.
• 'Allah büyük fadl sahibidir وَاللّٰهُ ذُو الْفَضْلِ الْعَظٖيمِ ' cümlesi itnabdan; tezyil, mesel tarikına cari olan kısmına girer.
TEZYİL : İtnab bölümlerinden olan tezyil, kelime anlamı olarak kuyruk demektir. kelamın sonuna eklenen ifadedir. Eğer bu ek cümle, kullanıldığı cümleden başka bir yerde kullanılınca, manada bir eksiklik, yanlışlık olmuyorsa bu tezyile 'Mesel tarikına cari tezyil' denir.
Eğer bu ek, başka bir yerde kullanılınca eksik mana doğuyorsa bu itnab cümlesine 'Mesel tarikına cari olmayan tezyil' denir.
75- Kitap verilenlerden öylesi vardır ki bir yük altın bıraksan onu sana iade eder, yine öylesi vardır ki kendisine bin dinar versen ayak diretip ısrar etmedikçe onu sana ödemezler. Bu onların; ‘Câhil Araplara karşı bizim için bir sorumluluk yoktur’ demeleri yüzündendir, bile bile Allah’a yalan söylerler.
Ayeti kerimenin önceki kısımla irtibatı
Önceki ayetlerde, yahudilerin müslümanları saptırmak için birbirlerine tavsiyeleri, kendilerine, benzeri kimseye verilmemiş olan dinî mertebe ve makamlar verildiği iddiaları, "Dininize tâbi olandan başkasına inanmayın" şeklindeki sözleri, kendilerinden başkasına itimat edilmez, demelerinden bahsedilmişti. Bu ayette de, onların başka bir kötü hali; emânete hıyanetleri bildirildi.
Bu ayet; onların ahlakını hatırlatıp, tekrar kınamakta, müslümanları şüpheye düşürme tezgahlarını ve nübüvvet delillerini gizlemelerini yermektedir.
Çok miktardaki malı gereği gibi koruyup onu tastamam ödeyen kimsenin, az olanı da bu şekilde ödeyeceği öncelikle söz konusudur.
"Kıntar" çok sayıda, "dinar" az sayıda maldır. Yani "Ehl-i kitap içinde, kendilerine çok sayıda para ve mal emanet edildiği halde emâneti yerine getiren son derece güvenilir kişiler olduğu gibi, kendilerine az miktarda mal emânet edilse bile hıyanet etmekten çekinmeyen son derece hain kişiler de vardır." ب harfi emanetin ilsakı içindir. Çünkü kendisine bir şey emanet edilen kişiye, o şey ilsak edilmiş, ona yaklaştırılmış ve muhafazası kendisine bitiştirilmiş demektir.
"Bir kantar" pek çok sayıda demektir. Bir tartı ağırlığı olarak miktarı yüz rıtıldır. Bir rıtıl ise 2,5 kilodur.
"Dinar" ve "kıntâr" kelimelerinin muhtevasına, para ve mal olarak verilen emânet ve borçlar da girer.
"Dinar" kelimesinin aslı "دٖينَار "dır. Çokça kullanıldığı için kelimenin hafifletilmesi arzusuyla iki ن dan birisi "ي"ya dönüştürülür. Buna delil ise, çoğulunun "دنَانِير"; ismi tasgirinin "دُنَيْنِير" şeklinde gelmesidir.
Malik bin Dinar şöyle der: Dinar «din» ile «nar-ateş» kelimelerinden mürekkep bir sözcüktür. Onu hakkıyla alıp da yerine sarfeden dindardır ve ateşten korunmuştur. Onu haksız bir şekilde alana nar-ateş vardır.
Ayet-i kerimenin bu cümlesi, kitap ehli için bir övgü değildir. Bu ifadeden kitap ehli'nin bir bölümünün olsun, âdil olduğu anlamı çıkmaz. Müslümanların fasıkları arasında bile emanetleri tastamam yerine getiren ancak yine de adaletli sayılmayan kimseler bulunabilmektedir. Çünkü adalet ve şehadet için, karşılıklı ilişkilerin iyi olması, malda emanetin gereğini yerine getirmek yeterli değildir. Kitap ehli "Ümmîler hakkında bize karşı bir sorumluluk yoktur" demektedir. Müslümanın malının, namusunun kendisi için mubah olduğuna inanan biri nasıl adaletli olabilir, nasıl adil olduğu söylenebilir?
Hz. Ali'ye sordular: 'Dirheme niçin «Dirhem», dinara niçin «Dinar» denilmiş?'
Hz. Ali şöyle cevap verdi: Dirhem; daru-hemm'dir. Yani «üzüntü evi»dir. Dinarı da ilk basan ateşperestlerdir. Bundan dolayı «ateş dini» mânâsını taşıyan «dinar» kelimesi ona ad olmuştur.
Az miktarda hainlik edip vermeyenin, büyük miktarlarda hainlik yapma ihtimali daha yüksektir.
Cümle; bütün hallerden ve vakitlerden istisna-i müferrağ'dır. 'O kişi emanetini hiçbir halde ve hiçbir zaman sana ödemez; ancak sen devamlı üzerinde durmadıkça veya onun başına mübalağa ile dikilmedikçe vermez. Ancak bir takım deliller getirip, muhakeme olunca, ısrarla isteyince verir.'
1- قاَئِمًا Hakiki manasında kullanılmıştır. "Bizzat onun yanında dikilip ondan ayrılmadıkça..." demektir. "O, yanıbaşında dikilip durduğun müddetçe, peşine takılıp yanından ayrılmadıkça kendisine verdiğin şeyi itiraf edip kabul eder. Fakat işi ihmal edip geriye bırakır ve ertelersen, onu takibe ara verecek olursan, senin kendisindeki alacağını inkâr eder."
2- قاَئِمًا mecazî manada kullanılmıştır. Israr etmek, çekişmek, davalaşmak ve istemek mânâlarındadır.
Bir şeyi ısrarla isteyip peşine düşen kimse, o şey için kâim (ayakta) olmuş olur. Onun peşini bırakan kimse ise, ona aldırmamış, oturup kalmış gibi olur. Tepesine düiilip durmakla devamlı istemek kastedilmiştir
Allahu Teâlâ, bir kısmı emaneti tastamam ödeyen, diğeri ise tepesine dikilip durmadıkça ödemeyen olmak üzere iki kısmı zikretmiştir. Ancak, tepesinde dikilip dursan dahi yine ödemeyen üçüncü bir kısım daha vardır. Sadece bu iki kısmın zikredilmesi, çoğunlukla onlar görüldüğü ve mutad olan bunlar olduğu içindir. Üçüncü kısma ise az rastlanılır. O bakımdan burada ifade çoğunluk hakkındadır.
Ebu Hanife, borçluların hapsedileceğine "Tepesine dikilip durmadıkça..." buyruğunu delil göstermektedir. Bu şekilde borçluyu takip etmek ve onun tasarrufunu engellemek alacaklının hakkı olduğuna göre; onun hapsedilmesi de caizdir.
"Tepesine dikilip durmadıkça" buyruğunun; yüzünü kendisine gösterip senden çekinip utanmadıkça; anlamına geldiğini de söylenmiştir. Çünkü haya gözlerdedir. İbn Abbas şöyle der: Gözleri görmeyen bir âmâdan ihtiyacınızı gidermesini istemeyin, çünkü haya gözlerdedir. Sen kardeşinden bir ihtiyacını gidermesini isteyecek olursan senden utanıp görmesi için yüzünü ona göster ve gözlerine bak.
"Ümmî" ana, asıl, kök, anne'ye mensûb olan, demektir. Hz. Peygamber yazı yazmadığı için 'ümmi diye adlandırılmıştır. Çünkü yazı yazamayan, annesinden doğduğu gibi yazı yazamama işini sürdürmüş, demektir.
Hz. Peygamber "Ümmü'l-Kurâ" "Beldelerin anası, aslı..." olan Mekke'ye nisbet edildiği için de ümmî vasfını almıştır.
Araplar, daha önce kendilerine kitap verilen bir kavim olmadıkları için onlara da 'Ümmi' denirdi.
'Onların bize bir yolları yoktur' yani, bizi ayıplama ve muaheze etmeye yolları, istemeye, vermemiz için zorlamaya kudretleri yoktur, bizim hakkımızda bir yol istemeye hakları yoktur, demektir. Çünkü istenen şeyler ancak taleb edilen kişide, istenen o şeye yol bulunduğu zaman elde edilir.
Yani; "bizim şeriatımızda; ister emanetlerine hiyanet edelim, isterse mallarını haksız yere yiyelim diğer milletlere karşı ne yaparsak yapalım, bize bir günah yoktur" dediler.
Onların bunu helâl görmesi ve hıyânet etmeleri, "Arapların, ele geçirdiğimiz malları hususunda bize bir mesuliyet terettüb etmez" demelerindendir. Bir Yahudiye «Niçin yanındaki emaneti yerine getirmiyorsun?» denildiğinde «Arapların malını yemekte bizim hiçbir sorumluluğumuz yoktur. Allah onu bize helal kılmıştır» derdi.
Yahudilerin bunun helal olduğuna inandılar, çünkü dinleri konusunda çok mutaassıbdılar. "Bizim dinimizde olmayanların öldürülmesi, ne şekilde olursa olsun mallarının alınması helâldir" diyorlardı.
Aslında yahudîlerin bu yaptıkları, hep aynı hayal mahsulü gururdan kaynaklanıyordu: Kendilerinin daima Allah'ın hâs kulları olduklarını zannederek her türlü kötülüğü, zulmü mubah saymak, kendilerinden olmayanları küçük görmek...
Bu âyet nazil olduğu zaman, Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
"Allah'ın düşmanları (yahudiler) yalan söylüyor. Cahiliyyedeki her şey, benim iki ayağım altındadır (hükümsüzdür). Ancak, emânet müstesna. Emânet, ister itaatkâr olsun, ister günahkâr olsun, sahibine verilmelidir."
Ayrıca Yahudiler, "Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz; bizim dışımızda kalan insanlar ise, bizim kölelerimizdir. Biz kölelerimizin mallarını yediğimiz zaman hiç kimse bundan dolayı bizi sorgulayamaz" diyorlardı.
Veya Yahudiler bu sözü, kendi dinlerine tâbi olmayan herkes hakkında söylemiyor, sadece Hz. Muhammed (sav)'e iman etmiş olan Araplar hakkında söylüyorlardı. Câhiliyyede bir takım insanlarla alış-veriş edip, bu insanlar müslüman olunca, yahudilerden mallarını istediklerinde, "Sizin bizde herhangi bir hakkınız yoktur. Çünkü sizler dininizi terkettiniz" demişlerdi.
Adamın birisi İbn Abbas'a şöyle dedi: 'Biz kasten zimmet ehli mallarından bir tavuk, bir koyun alır ve bu konuda bizim için bir sakınca yoktur, deriz.' İbn Abbas ona şu cevabı verdi: Bu kitap ehlinin: "Ümmîler hakkında bize karşı bir sorumluluk yoktur" demelerine benzer. Şunu bilin ki zımmîler cizyeyi ödedikleri takdirde gönül hoşluğu ile olmadığı sürece malları size helâl olmaz.
Hak ve emanetlerin ödenmesi hususunda Allah'ın şeriatında mümin ile mümin olmayan arasında ayırım söz konusu değildir. Çünkü hak kutsaldır. Hakkın niteliği, o hakka sahip olanın kişiliğinden etkilenmez. Yahudiler ise ahde vefayı bizatihi yerine getirilmesi gereken bir hak olarak kabul etmemektedirler.
' وَهُمْ يَعْلَمُونَ bildikleri halde' cümlesinde meful zikredilmedi. Onların bildikleri şey, hıyanetin haram olması veya söylediklerinin yalan olmasıdır.
Onlar, kendi dinlerinde olmayan kimselere hıyanet edilebileceği hükmünün Tevrat'ta zikredildiğini söylemişlerdi. Bu sözleri söylerken, yalan konuştuklarını kendileri de biliyorlardı. Çünkü kendi kitapları olan Tevrat, aralarındaki garip ve miskinlere zulmetmemelerini, mal ve haklarını gasbetmemelerini tenbih etmekte, hatta ihtiyacı olduğu zaman düşmanlarına dahi yardım etmelerini emretmekteydi.
İşte, bu şekilde Kur'an onların yalanlarını belgelemiş ve mahkum etmiştir. Böyle olan kimselerin hıyanetleri daha büyük, suçları daha ağır olur.
Yahudilerin bu iddiası, Allah'a karşı bir iftira ve büyük bir yalandır. Çünkü Allahu Teâlâ bütün dinlerde şunları vacib kılmıştır:
1- Emaneti sahibine vermek.
2- Başkasının malını gasb etmemek.
3- Başkasının eşyasına, kendisine zarar vermemek.
4- Başkasına hıyanet etmemek.
5- Başkalarına zulmetmemek.
Borcunu ödememek, hırs, hevanın galebesi, nefsin aşağılığı, aklın bozuk, karar-himmetin aşağılığı, nefis ve şeytan ilkasındandır. Ayrıca halkla mübaşeret, dünyaya dalmak, Allah (cc)’tan utanmamak da bu hainliğin sebeplerindendir. (T. Necmiyye)
Hz. Musa'nın şeriatında geçen on emir:
Allah'ın Rabbin ismini boş (ve yalan) yere ağza almayacaksın.
Yalan haber taşımayacaksın;
Haksız şahit olmak için kötüye el vermeyeceksin.
Kötülük için çokluğun peşinde olmayacaksın
Bir dâvada adaleti bozmak için çokluğun ardına saparak konuşmayacaksın.
Eğer düşmanın kaybolan öküzüne, yahut eşeğine rastlarsan, mutlaka onu kendisine geri getireceksin.
Yalan şeyden uzak ol. Ve rüşvet almayacaksın.
Ve garibe gadretmiyeceksin. Garibin gönlünü bilirsin; çünkü Mısır diyarında gariptiniz.
Emanete riayet
Ayet-i kerime, emanete riayetin imanın ayrılmaz vasfı olduğunu bildirmektedir. Müslim'in Sahîh'inde geçen hadiste; emanetin, rahim ile birlikte Sırat'ın iki tarafına dikileceğinin bildirilmesi, öneminin büyüklüğünü gösterir. Her ikisini gereği gibi koruyanlar dışında, kimse sırattan geçme imkânını bulamayacaktır.
Emanet Kuran’da özel ve genel iki anlamda kullanılır.
Genel anlamı, bir ferde düşen, dini, ahlaki, hukuki veya siyasi mahiyetteki bütün sorumlulukları ifade eder. Kişinin başka bir kişiyle yaptığı anlaşmaya sadık kalması, Allah (cc)’a karşı vazifelerini yerine getirmesi, melekelerini ve kabiliyetlerini uygun şekilde kullanması gibi. İnsan yükümlülüklerini ifası konusunda Allah (cc) tarafından hesaba çekilecektir.
Özel anlamı; Ahzap Suresi 72. ayette, semavat ve arza emanetin sunulduğu, fakat onların kabul etmedikleri, buna karşılık insanın onu yüklenmeyi kabul ettiği bildirilen emanettir. Bu emanet, Allah’a itaat etmektir. Semavat ve arz emaneti taşımayı kabul etmeyerek, Allah’a gayrı iradi kulluğa razı oldular. İnsan da onu yüklenmeyi kabul ederek Allah’a itaat ya da itaatsizlik etme hürriyetine sahip olmayı seçti. Bu anlamda, itaatsizlik eden her insan, bu emaneti zayi etmiş demektir.
✦ Emniyeti olmayanın imanı, sözünde durmayanın dini yoktur. Hadis-i Şerif
✦ Allah bir kulu helak etmek istedi mi ondan hayayı çekip alır. Ondan hayayı çekip aldı mı, artık sen onun ancak buğzeden ve buğzedilen kimse olduğunu görürsün. Sen onu ancak buğzeden ve buğzedilen olarak gördün mü, artık emanet de ondan çekilip alınır. Emanet ondan çekilip alındı mı, sen onun ancak hain ve hainlik yapan olarak bilinen bir kimse olduğunu görürsün. Bu şekilde onun hain ve hainlik yaptığı bilinen bir kimse olarak gördün mü, artık rahmet de ondan çekilip alınır. Bu sefer sen onu ancak kovulmuş ve lanete uğramış olarak görürsün, Onu koğulmuş ve lanete uğramış olarak da gördün mü, bu sefer İslâm'ın boyunduruğu ondan çekilip alınır. Hadis-i Şerif
✦Emanete riayet rızkı, hıyanet ise fakirliği celbeder. Hadis-i Şerif
✦Cahiliye döneminde olup da şu ayaklarımın altında olmayan hiçbir şey yoktur. Bundan emanet müstesnadır. Çünkü emanetin iyi olana da kötü olana da eksiksiz olarak ödenmesi vaciptir. Hadis-i Şerif
✦Sırrı ifşa hainliktir. Hadis-i Şerif
✦ Hz. Huzeyfe şöyle buyurdu: ‘Bize Resulullah iki hadisi şerif söyledi. Ben bunların birini gördüm, ötekini de bekliyorum. Resulullah bize evvela emanetin insanların kalplerinin derinliğine indiğini, sonra Kuran inerek ondan ve sünnetten birşeyler öğrendiklerini anlattı. Sonra da bu emanetin kaldırılmasından bahsetti. Buyurdu ki:
'İnsan uykusunu uyur. Bu esnada emanet kalbinden alınır da ufacık bir siyah leke halinde kalbinde kalır. Sonra yine uykuya dalar. Bu sefer kalbinde emanetin kalan kısmı da alınır. Bunun eseri de kabarcık gibi kalır. Ayağının üzerine bir kor yuvarlanıp da nasıl kabarcık hasıl olur ve içinde bir şey olmadığı halde onu kabarmış görürsün. Onun gibi bir şey.'
Sonra ufak taşlar alarak onları ayağının üzerinde yuvarladı. Şöyle devam etti:
'İnsanlar o hale gelecek ki alışveriş yapacaklar. Birinin doğru dürüst hareket ettiği görülürse ‘Filan oğullarından emin bir adam var’ denilecek. Hatta adamın kalbinde hardal tanesi kadar iman olmadığı halde onun hakkında ‘O ne metin, o ne zarif, o ne akıllı adamdır!’ denilecek.'
Hz. Huzeyfe sözüne devamla:
‘Vallahi öyle günler gördüm ki, sizin hanginizden alışveriş yapacağım diye hiç gam yemezdim. Çünkü alışverişte bulunduğum kimseyi bana hıyanetten müslümansa dini men ederdi. Hıristiyan yahut Yahudi ise ona da Eaman vermezdi. Bugün ise sizlerden filan ve falandan başka kimseyle alış veriş yapamaz oldum.’
İslâm, insan ruhunu geliştirir, vicdanları berraklaştırır, duygulara yön verir. Allah'ın sevgi ve büyüklüğünü, kudret ve adaletini bütün görkemiyle kalblere, zihinlere işler. İnsanı yalnız midesiyle başbaşa bırakmaz; onu behimî sıfat ve davranışlardan çekip insanlık fazîleti potasında olgunlaştırır. Böylece ona büyük sorumluluklar yükler; sınırsız hürriyetin zulme ve karanlığa uzandığını hatırlatır; hizmet aşkını biri Allah'a, diğeri hemcinsine olmak üzere iki yönde değerlendirir. Bu bakımdan Müslüman güven kaynağı, doğruluk örneğidir.
İslâm öyle bir devir geçirdi ki, o devirde «Kime güvenebiliriz?» sorusuna, «Her müslümana güvenebilirsiniz!» cevabı verilmişti. O devir saadet devri idi. Sonra bir devir daha gelip geçti, aynı soru yine soruldu. Ama verilen cevap biraz farklı oldu:
«Birkaç kişi hâriç herkese güvenebilirsiniz!» Korkarım ki bir devir gelsin, aynı soru tekrarlansın ama verilen cevap çok değişik olsun: «Birkaç kişi müstesna, başka hiç kimseye güvenemezsiniz!» İşte o zaman Müslümanların kıyameti kopmuş sayılır. İmam Gazali
Yiye her kim ki bir âdemden tuz ekmek
Gerek canı gibi onu gözetmek
Gözetmeyip ona olsa hıyânet
Gözünü tuz tutar, dizini ekmek.
Sebeb-i Nüzulü
Birisi, Abdullah İbn Selâm’a emânet olarak bin iki yüz ukiyye altın bırakmıştı. Abdullah o emaneti sahibine vermişti. Bir başkası da yahudi Finhas İbn Âzûrâ'ya bir dinar emânet vermişti. Fakat o bu emanete hıyanet edip bunu vermedi. Bunun üzerine, bu âyet-i kerime nazil oldu.
Ayeti kerime Yahudilerin emanet ve hıyanet ehli olmak üzere iki kısım olduklarını açıklıyor.
a) Onların ehl-î emânet olanları, müslüman olanlarıdır. Yahudilik üzere devam edenlerse, hıyanette ısrarlı olanlardır. Çünkü onların batıl inançlarına göre, kendi dinlerinde olmayan kimseleri öldürüp onların mallarını almaları helâldir.
b) Ehl-i kitaptan emânet ehli olanlar hristiyanlar, hıyanet ehli olanlar ise yahudilerdir. Çünkü Yahudiler; daha çok ihanet içinde yaşadıklarından bu, onlarda bir huy halini almıştır.
Allah kitap ehli arasında hainlik edenlerin de, güvenilir olanların da bulunduğunu haber vermiştir. Müminler bunu ayırd edemezler. O bakımdan hepsinden uzak durmaları, aldanmamaları gerekir.
Belagat
✽ 'Ehli kitaptan kimi vardır ki; ona bir kıntar emanet versen sana geri öder. Kimi de vardır ki; bir dinar versen ayak diretip ısrar etmedikçe ödemez.' İki kısım arasında 4'lü mukabele sanatı vardır:
مِنْهُمْ ile مِنْ اهْلِ الْكِتاَبِ |
مَنْ ile مَنْ |
|
اِنْ تَأْمَنْهُ ile اِنْ تَأْمَنْهُ |
بِقِنْطَارٍ ile بِدٖينَارٍ |
لَا يُؤَدِّهٖ اِلَيْكَ ile يُؤَدِّهٖ اِلَيْكَ |
✽ Ancak ayak diretince öder, cümlesi nasıl ödeyeceklerini bildirdiği için kasr-ı tayindir. Ödeme şekillerinden tek birine kasrettiği için de kasr-ı ifraddır.
✽ 'Üzerinde ayak diretmedikçe' cümlesi tecessümdür.
✽ Tazammuni olarak da ısrar etmenin etkili olduğunu bildirir.
✽ "Bu, şöyle demeleri yüzündendir" cümlesinde, yahudilerin şer ve fesatta aşırı gittiklerini ifade etmek için uzağı gösteren ذالِكَ ismi işareti kullanılmıştır.
✽ 'Ümmiler hakkında bize bir yol yoktur' cümlesinde icaz-ı hazif vardır. "Ümmîlerin mallarını yememizde bize bir vebal yoktur" demektir.
✽ 'Ümmiler hakkında bize bir yol yoktur' cümlesi, ehli kitabın ağzından kizb-i haberdir.
✽ Ehli kitabın bunu yapmaları, kendi dışındakileri cahil görüp, insan saymadıkları içindir. Dal biddelalesi ile; kibrin, başkalarını insan yerine koymamanın, hak ihlallerine yol açtığını ifade eder.
✽ 'Bize yol yoktur' ifadesinde yol-سَبِيل kelimesi 'Sorumluluk' anlamında istiaredir. Yol insanı menziline ulaştırdığı gibi, mesuliyet de kişiyi hedefine ulaştırır.
✽ 'Bile bile Allah'a yalan uydururlar' cümlesi itnabdan mesel yerine cari olmayan tezyildir.
✽ Yalan zaten bilerek yapılır, 'Bildikleri halde' hali müekkededir.
✽ يَقُولُونَ ile قالوُا arasında iştikak cinası ve reddül acez alessadri vardır.
✽ هُمْ يَعْلَمُونَ cümlesinde müsnedin fiil geliş hükmü takviye eder. هُمْ يَعْلَمُونَ cümlesinde müsnedin ileyh tahsis için takdim edilmiştir.
Mütekellimin amacına göre takdim tehirler kelama güzellik kazandırır ve etkisini arttırır. Müsnedin ileyhin takdim edilip terkibin de müsbet olması tahsis ifade etmiştir. İnkar makamında tekit içindir.
76- Evet, kim verdiği sözü yerine getirir ve Allah (cc)’tan korkarsa muhakkak Allah (c.c.) takvâ sahiplerini sever.
'بَلٰى Hayır' kelimesi hakkında:
♦ بَلٰى’da vakf yapılır. Sonraki cümle müstenefedir. Bu cümle sırf yahudilerin "Ümmîlerin bize karşı bir yolu yoktur" şeklindeki sözlerini reddetmek için getirilmiştir.
İki kişi arasında bir ahid, bir sözleşme ve anlaşma varsa, her ikisi de bu sözleşmeye uymak zorundadır. Mal alışverişine dayalı akidler, emanetler ve alışverişten doğan borçlar da böyledir. Kim birisine bir şey emanet ederse, yahut ödünç mal verir, veya belirli bir sürede ücreti ödenmek üzere bir mal satarsa, kendisine emanet olunan emaneti, ödünç alan aldığını, mal alan da malın ücretini ödemek zorundadır. Kısacası, ahde vefa göstermek şarttır. Bu, hem insan olarak yaratılmanın, hem de Allah'ın dînine tâbi olmanın bir gereğidir
♦ بَلٰى kelimesinde vakf yapılmaz. Kendisinden sonra yeni bir söze başlamak için getirilmiştir.
Buradaki ahd, Allah'ın Hz. Muhammed'e , onun getirdiği ilahi kitaba iman etmeyi nazari ve ameli kuvvetin mükemmelliğiyle gerektiren bütün ilahi ahd ve misakları içine alan bir ahddir.
Yahudîler bu iki ahidden hiçbirine vefa göstermemişler, ahidlerini yerine getirmemişlerdir. Allah'ın ahdine vefa gösterselerdi, peygamberleri Hz. Mûsâ'ya indirilen Tevrat'ın emir ve tavsiyelerine uyarak son Peygambere îman eder, Kurân'a da tâbi olurlardı. Fakat yahudîler, Hazreti Peygambere düşman olmakla Allah'ın ahdine, insanların mallarını haksız yolla yemek ve emanete hıyanet etmekle onların ahdine vefa göstermemişlerdir.
Ahde vefa
Âyet-i kerime, ahde vefanın önemine delâlet eder.
Bütün taatler iki ana noktaya dayanır: Allah'ın emrine saygı ve O'nun mahlukatına şefkat. Ahde vefa, her ikisini de içine alır.
Ahde vefa, insanların menfaatine sebep olduğu için Allah'ın mahlûkatına şefkat göstermek demektir. Ahde vefâ'yı yerine getirmek, Allah'ın emirlerine ta'zim edip saygı göstermektir.
Ahde vefa, insanın kendisi hakkında da olabilir. Kendi ahdini ve sözünü yerine getirmek, tâatleri yapmak, haramları terketmektir. Akıllı kişiye düşen sevinç ve üzüntü anında, gizlide, aşikarda vermiş olduğu ahdi muhafaza etmektir.
✦ Dört şey vardır ki, kimde bu şeyler bulunursa halis münafık olur. Kimde de bunlardan bir haslet bulunursa terk edinceye kadar onda nifaktan bir şey bulunmuş olur:
1- Bir şey emanet edilirse ihanet eder.
2- Haber verdiğinde yalan söyler
3- Sözleşme yaptığında (vefa ve söze bağlılığı terkeder ve böylece karşısındakini) mağdur eder.
4- Düşmanlıkta haktan ve adaletten yüz çevirir. Hadis-i Şerif
'Tuhfe' kitabında şöyle geçer: Münafıkların alametleri bu dört şeyle sınırlı değildir. Bilakis içi ve dışı bir olmayan her iki yüzlü insan münafıktır. Efendimiz'in 'Münafıkların alametleri dörttür' buyurarak sayı vermesi, makamının icabıdır.
✦ Emaneti olmayan kimsenin îmanı, ahdi olmayan kimsenin de dîni yoktur. Hadis-i Şerif
✦ Ey Muhâcirler! Beş haslet vardır ki, bunlarla imtihan edilmenizden, sizin aranızda olmalarından ve bu kişilere yetişmenizden Allah’a sığınırım!
1- Bir toplumda fuhuş yaygın hale gelir ve aleni olarak yapılmaya başlarsa, taun ile diğer hastalıklar ve hatta öncekilerde görülmeyen hastalıklar, bozulmalar olur.
2- Ölçüde ve tartıda hile yapılması. Yıllar sürecek kıtlık ve geçim sıkıntısı çekerler. Devlet büyükleri ve yöneticilerin zulmü artar.
3- Zekatı vermemeleri. Gökten inen yağmur azalır. Eğer yeryüzünde yaşayan hayvanlar olmasa, bir damla bile yağmur yağmaz.
4- Allah ve Resulüne verdikleri ahdi bozmaları. Bu topluma dışarıdan bir düşman musallat olur ve ellerinde bulunan şeylerin bir kısmını onlardan alırlar.
5- Devlet büyükleri ve yöneticilerin Allah’ın kitabı ile hükmetmemeleri. Allahu Teâlâ onların içine korku verir, kargaşa ve huzursuzluk içinde boğuşurlar. Hadis-i Şerif
Şüphesiz verilmiş sözde durmayıp ahdi bozmak Allah (cc)’ın öfkesini kazanmaya sebep olur.
Mümin beladan kurtulması için verdiği sözlerin hükümlerini gösterip gereğini yerine getirmek mecburiyetindedir.
Sözlerinde durmayıp emanetlere hainlik edenlerin cezası, Allah nezdinde zina, hırsızlık, içki içmek, kumar oynamak ve anne babaya karşı gelmek gibi diğer büyük günahları işleyenlerden daha ağırdır. Çünkü ahdi bozmanın kötülüğü umumidir. Bunun vereceği zarar daha büyük ve daha tehlikelidir.
Gencin biri dünyanın süs ve güzelliklerine bakmamak üzere Allahu Teâlâ hazretleriyle bir akit yaptı, Allah'a söz verdi. Bir gün pazara uğradı. Orada inci ve cevherle işlenmiş çok pahalı bir kemer gördü, çok beğendi. Sonra geçip gitti.
Kemerin sahibi gencin büyük bir beğeniyle kemere baktığını görmüştü. Genç oradan ayrıldıktan sonra, cevher ve inci işlemeli altın kemer ortalıktan kayboldu. Adam hızlıca gencin arkasına takıldı, onu yakaladı ve:
"Hırsız! Sen benim kemerimi çaldın!" diyerek onu sultana götürdü. Sultan o gence baktığında;
"Bence bu genç hırsız değil" dedi. Adam:
"Hayır! O benim süslü, altın kemerimi çaldı!" diyerek kemerinin özelliklerini anlattı. Sultan gencin aranmasını emretti. Kemeri gencin belinde buldular. Sultan gence:
"Ey genç! Utanmıyor musun hayırlıların elbiselerini giyiyor ve facirlerin amellerini yapıyorsun?"
Genç şaşkın bir şekilde kemere baktı:
"Ey Mevlam! Vazgeçiyorum! Vazgeçiyorum! İlahi bir daha böyle bir şey yapmayacağım" dedi.
Sultan gencin dövülmesini emretti. O sırada gaib'ten bir ses işittiler. Şöyle diyordu:
"Bırakın onu! Onu dövmeyin! Biz onu te'dib ve terbiye etmek istedik."
Bunun üzerine sultan genci bıraktırdı, iki gözünün arasından öptü.
"Bana kıssanı haber ver! Hikayeni anlat?" dedi. Genç hikayeyi anlatınca sultan taaccub etti.
Bu hadise üzerine kemerin sahibi:
"Bu kemeri sana hediyye ediyorum! Allah aşkına bunu kabul et. Ve bana hakkını helal et!" dedi. Genç:
"Hayır, kabul etmem. Bu senin işin değildir. Bunu yapan her sanat ve işin sahibi olan Allahu Teâlâ'dır" dedi.
Ayetteki "ahde vefa", borcunu vaktinde ödemeyi ifade etmektedir. Borcu ödemek, alacaklıya zulmetmemek, takvadır. Takva, sosyal ilişkilerde güzel ve adaletli davranmaktır.
Ahde vefa, haksızlıktan sakınmak, yani insan olmanın sorumluluk ve bilincini taşımak ilahî sevgiyi celbeder, kişiyi Allah'ın sevgili kulları arasına dahil eder.
Allah; güzel davrananları, kötülük ve haksızlıktan sakınanları sevdiğini beyan ederek, ahde vefa göstermeyi teşvik etmektedir. Ahde vefa göstermemek, haksızlıktan sakınmamak, Allah'ın sevgisini kaybettirir.
Ayet, ahde vefasızlığı, kötülük ve haksızlığı önlemenin yollarından birinin sevgi olduğuna, sevgisizliğin nelere mal olacağına işarettir.
Müttaki
“Takva” fiili sözlükte; bir şeyi korumak, himaye etmek, zarar verecek şeylerden çekinmek, bir şeyi başka bir şeyle, bir tehlikeye karşı korumaya almak demektir.
‘‘İttika’ sözlükte; vikayeyi kabul etmek, bir başka deyişle, vikayeye girmek, elem ve zarar verecek şeylerden sakınıp kendini koruma altına almaktır.
‘Müttaki’ ittika eden, takva sahibi kimse demektir.
Kur’an gelmeden önce Arapça’da takva; insan ve hayvan gibi canlı bir varlığın kendini, dışarıdan gelebilecek bir zarara karşı savunması anlamına gelmekte idi. Kuran’ın gelişi ile takva Allah’ın korumasına girmek, nefsi korkuttuğu şeylerden korumak, Allah’ın emrini tutup azabından korunmak, Allah’a karşı sorumluluk bilinci taşımak anlamını kazandı.
Muttaki, facirler gibi kulluk örtüsünü yırtıp atan, Allah’tan çekinmeyen değildir. Onlar Allah’ın koyduğu sınırları aşmaktan kaçınan, bütün isyanlardan ve günahlardan Allah’ın korumasına sığınan kimselerdir.
✦ Allah katında bütün halklar ve milletler eşittir. Arabın Arap olmayana üstünlüğü, ancak takva iledir. "Sizin Allah katında en iyiniz, takvaca üstün olanınızdır." Hadis-i Şerif
Takvâ, yedi azayı muhafaza edip üç yüz altmış çeşit afet ve günahlardan çekinmektir.
Seninle haram arasında aşılması imkansız dağlar teşekkül ve tekevvün ediyorsa sende takva var demektir.
Muttakilerin Kur’an’da yer alan sıfatlarından bazıları şunlardır:
• Muttakiler, inanılması gereken bütün iman esaslarına şüphesiz iman ederler.
• Mallarını Allah yolunda çekinmeden infak ederler.
• Namazı gereği üzere ikame ederler, namazın mü’minin haya-tındaki yerini bilirler ve onu yerine getirmenin çabası içindedirler.
• Gerek Allah’a gerekse insanlara söz vermişlerse, sözlerinde dururlar
• Allah’ın yolunda yürümek, günahlardan kaçınmak, Allah’ın dinine yardım etmek konularında sabırlıdırlar.
• Öfkelendikleri zaman öfkelerine hakim olurlar. İntikam peşine düşmezler.
• İnsanların kendilerine yaptıkları hataları bağışlarlar.
• Günah işledikleri zaman hemen tevbe edip, Allah’tan mağfiret dilerler.
• Günahta ve hatada ısrar etmezler.
• Her konuda Allah’a ve Resûlüne itaat ederler.
• Onlar dünyada da ahirette de birbirlerinin dostudurlar.
• Herkese adaletle davranır, kimsenin hakkına tecavüz etmezler.
• Bütün işlerinin salih amel olmasını isterler. Allah’tan hakkıyla korkarlar.
• Allah’ın dini uğruna çalışan ve cihad eden kimselerdir.
İnsanın kurtuluşu için Allah’ı tanıyıp takva üzere yaşaması yeter. Yalan olarak da tevbe ettikten sonra günaha tekrar dönmesi yeter.
Takva, bir anlamda dikenli yolda yürürken kendini korumak gibidir. Bu da sabır ve dikkatle olur.
Nebi hep şöyle dua ederdi: ‘İlahi! Senden hidayet, takva, iffet ve insanlara muhtaç bırakmayacak bir zenginlik isterim.’
Huzeyfe b. Yeman anlatır:
– Salih bir zât: “Rüyamda genç bir delikanlı gördüm. Kimsin?” dedim. O,
- Ben takvayım, dedi.
- Nerede kalırsın?
- Hep mahzun olup da ağlayan kalpte.
Sonra, simsiyah bir kadın görüm. “Kimsin?” dedim.
- Kahkahayım, dedi.
- Nerede kalırsın?
- Her neşeli, hoppa kalpte.
✽ Onlar hem mesuliyetimiz yok, diyerek hak ihlalini savunuyorlardı. Ümmi, diyerek de müslümanları küçümsediler. Bu ayetteki 'Bela' ilk iddialarına cevaptır. 'Allah müttakileri sever' cümlesi de o küçümsemelerine cevaptır.
✽ 'Kim ahdini yerine getirirse' cümlesi, 'Ve sakınırsa' cümlesine atfedilmiş, vasıldan tezayuf vardır. Ahdini yerine getirmeyen müttaki değildir, müttaki olmayan da ahdini yerine getirmekte tam hassas olamaz.
✽ Takva ve müttaki kelimeleri arasında hem reddül acez hem de iştikak-ı sağire vardır.
Reddül acez, bir elbisenin üzerine aksesuar olarak kullanılan şerit, süs, kurdele vb.nin hem robaya hem eteğine koyulması gibi, aynı lafzın bazen aynısının bazen değişik kalıplarda gelmiş halinin cümle içinde yer almasıdır.
✽ 'Allah müttakileri sever' lazım, melzumu; Onları korur, yardım eder, cennetle mükafatlandırır demektir.
✽ الْمُتَّقٖينَ kelimesinin ال lı marife gelmesi, ahdi harici, cins ve istiğrak-ı hakikidir. Allah müttakiliği sever, müttakilerin her türlüsünü genç-yaşlı, kadın-erkek her müttakiyi sever. Müttakilerin hepsini sever, Geçmişte yaşamış, gelecekte yaşayacak hepsini sever.
77- Allah’a (c.c.) verdikleri sözü ve ettikleri yemini az bir değere değişenlere gelince, onları ahirette bir nasibi olmayacaktır. Allah (c.c.) kıyamet gününde onlarla konuşmayacak, onlara bakmayacaktır, onları temize de çıkarmayacak, onlara acıklı azap vardır.
Âyetin öncesiyle irtibatı:
Önceki ayette yahudilerin insanların mallarına yaptıkları hâinlikleri ve bile bile yalan söyledikleri beyân edildi. Mal konusunda hıyanet, yalan yeminle yürür. Bunun için yalan yemine yeltenen kimselere va'îd-i ilâhi'yi ifâde eden bu âyet-i kerimeyi peşisıra getirmiştir.
Ancak âyetin manası umumidir, yalan yere yemini nehyetme hususunda, yalan yemine yeltenen herkes hakkında nâzil olmuştur.
"Ahit" kişinin, başkası için yerine getirmeyi üstlendiği şeydir. Eğer bu yükümlülük iki taraflı olursa 'filân filân ile ahitleşti' denir.
Allah'a olan ahidler; Allahu Teâlâ'nın emrettiği, haklarında deliller getirdiği, peygamberlerden alınmış olan ahidler ve kişinin kendisini yapmakla sorumlu tuttuğu şeylerdir.
Din başlıbaşına ilâhî bir müessesedir. Şunun, ya da bunun aklına uysun, görüşüne uyum sağlasın diye hiç kimsenin onu değiştirmeye, keyfî biçimde yorumlamaya hakkı yoktur. Din bütün esaslarıyla bir bütündür; bölünmeyi, bir kısmının beğenilip, bir kısmının beğenilmemesini hiçbir suretle kabul etmez.
Borçlanan ve borcunu ödemek için söz verenler, aslında Allah'a söz vermektedirler. Allahu Teâlâ insanın insanla yaptığı bir antlaşmayı, verdiği sözü önemsemekte ve kendisine verilmiş gibi kabul ederek, 'Allah'a olan ahidler' buyurmaktadır.
Yapılan antlaşmaya veya edilen yemine sadık kalmak insan onuru için çok önemli bir davranıştır. Sözüne ve yeminine sadık kalmak kamil insan olmanın olmazsa olmazıdır.
Ahdine vefa göstermek ve yeminine sadık kalmak insanı nasıl yüceltirse, ahd ve yeminini az bir menfaat uğruna satmak da insanı o kadar değersizleştirir. Ahde vefa göstermek ve yemine sadık kalmak, hiçbir maddî değerle ölçülemez.
اَيْمَان Yemin kelimesinin çoğuludur. Yemin, aslında sağ el anlamındadır. Sonra Allah adına yemin etme anlamında kullanılır olmuştur. Çünkü söz veren kişi, sağ elini arkadaşının sağ eline koyar ve sözünü yerine getireceğine dair yemin ederdi.
'Yeminini satmak' ifadesi, sebeb-i nüzule göre, malını yalan yere satmak anlamındadır. Bir müslüman, bir malı yüz liraya almış ise, satış zamanında 'yüz on liraya aldım, yüz on bir liraya sana satayım' diye müşteriyi ikna etmeğe çalışırsa, müşteri de ikna olup bu malı bu fiyata alırsa, bu alış veriş haramdır. Çünkü kandırılma ve aldatma vardır. Ama yüz liraya alınan bir malı «Ben bunu bine satıyorum» derse ve o şekilde satarsa beis yoktur.
Allah Resulü şöyle buyurdu:
'Yalan yere benim minberim yanında yemin eden bir kimse ateşteki yerine hazırlansın. Velev ki yaş bir misvak için olsa da.' (Yeminler Hz. Peygamber devrinde minberin yanında yapılırdı.)
'Bir Müslümanın malını yemin ile koparan bir kimseye Allah cenneti haram, ateşi vacip kılar.' Bunun üzerine:
- Ya Resulallah; az bir mal da olsa böyle midir? diye soruldu. Resul-ü Ekrem şu cevabı verdi:
- Bir misvak dahi olsa, Arak ağacından bir dal, bir çırpı dahi olsa, hüküm budur.
Bir anlaşmadan dönen kimse, döndüğü o anlaşmadan kat kat üstün bir menfaat elde edeceği için döner. Ancak Allah'a karşı yeminle teyid edilmiş bir ahidden dönüldüğünde, bunun bedeli ne olursa olsun, insan gözünde ne derece yüksek görünürse görünsün, çok düşük ve kıymetsiz kalacaktır. Bu sebeple âyet-i kerîmede "Allah'a olan ahidlerini ve yeminlerini az bir ücret mukabili satanlar..." denilmiştir. İnsan Allah'ın ahdini böyle bir ücretle değiştirecek olursa hüsrana uğrar; zararlı çıkar.
Münafıklar, Allah’a karşı haksızlık, hıyanet ve küfranı nimette bulunmaktan çekinmezler. İnsanları kandırabilmek için her türlü yalanı söyleyebilecekleri gibi, yalan yere yemin etmekten de sakınmazlar. Gizliden gizliye müslümanları zayıflatıp çökertmeye, onların arasına çeşitli ihtilaf tohumları ekerek birbirlerine düşürmeye çalışırlar.
✧ Ne yalan ne de doğru yere olsun şimdiye kadar Allah’a bir kere yemin etmedim. İmam Şafi
✧ Yalan yere yemini hafife alma. Aksi halde Allah’ın cezasına çarptırılırsın. Hz. Ali
✧ Yemine gerek görmeyecek kadar sözlerine sadık ol.
✧ Harama düşerek akla, yalana düşerek lisana gaflet eder, imanı ziyan ederiz.
Ahdini ve yeminini az bir karşılık için satan insanların ahirette nasibi olmayacaktır, âhiretteki hayır ve nimetlerden hiçbir payları yoktur. Ahdine vefa gösterme ve yeminine sadık kalma, ahirette insana bir nasip temin edecektir.
Allahu Teâlâ, ahdini ve yeminleri az bir fiyata satanlara beş çeşit ceza vermiştir. Bu cezaların dördü, onların sevaptan mahrum olmaları, beşincisi ise, azabın en şiddetlisine duçar edilmeleridir.
Bu umumî hüküm, tevbe edilmemiş olması şartıyla mukayyettir.
Ahiret
Günümüz insanının çoğu, ahiret inancından uzaktır. Hayatı yalnız dünyada rahat etmek ve iyi yaşamaktan ibaret sanırlar. Onlara göre yaşamanın gayesi, eğlenmek, gezmek, rahat etmekten ibarettir.
Tekrar dirilmek mantığın gösterdiği cevapla mümkündür. Allah’ın azameti bir insanı hiç yoktan yaratmaya muktedirken, ikinci defa yaratmaya muktedir değil midir?
Aklı başında olan insan, ne dünya umurundan kazandığına mesrur, ne de kaybettiği şeye mahzun olmaz. Zira dünya durmuyor gidiyor, insan da beraber gidiyor. Sen de yolcusun, bak ihtiyarlık şafağı kulaklarının üstünde tulu etmiştir. Başının yarısından fazlası beyaz kefene sarılmış, vücudunda tavattun etmeye hazırlanan hastalıklar, ölümün keşif kollarıdır. Maahaza ebedi ömrün önündedir. O ömrü bakide göreceğin rahat ve lezzet ancak bu fani ömründe sa’y ve çalışmalarına bağlıdır. Senin o ömrü bakiden hiç haberin yok. Ölüm sekeratı uyandırmadan evvel uyan!
✦ Müslüman bir kul kabirde sual olunduğu zaman Allah (c.c.)’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in O’nun kulu ve resulü olduğuna şehadet eder. Hadis-i Şerif
✦ Cehennem üzerine sırat köprüsü kurulur. İlk geçen ümmetimle ben olurum. Hadis-i Şerif
✦ Kıyamet günü insanların Allah (c.c.)’a en sevgili olanı, O’nun ikramına en yakın ve en yüksek mertebede bulunanı adaletli idarecilerdir.’ Hadis-i Şerif
Ahirete inanmak imanın altı şartından biridir. Öldükten sonra tekrar dirileceğine inanmayan kafir olur. Ahirete böyle giderse ebedi olarak cehennem azabına mahkûm olur.
Dünya nimetleri az, ahiret nimetleri ise devamlıdır.
Dünya nimetleri keder, üzüntü ve kötülüklere bulaşmıştır. Ahiret nimetleri ise her türlü bulanıklıklardan arınmış olup tertemizdir.
Allahu Teâlâ, onları sevindirecek ve onlara fayda verecek herhangi bir kelâm söyleyip konuşmaz.
Allah adını şahsi çıkar uğrunda yalan yere kullanmak, ilâhî âyetleri, şer'î hükümleri az bir menfaat karşılığında değiştirmek kesinlikle yasaktır. Çünkü bu hususların önemsenmediği bir toplumda, din, ahlâk, sorumluluk ve fazilet ışığı kalmaz. Millî ve sosyal yapılar ciddi biçimde hasar görür, düzen bozulma tehlikesine mâruz kalır.
Karşılıklı güven kökünden yıkılıp yerini güvensizliğe bırakır.
Bu bakımdan toplum düzenini şahsî çıkarlarına alet edip onu altüst edenlere hayat kanunu hiçbir zaman gülümsemez. İlâhî rahmet havası onlara doğru esmez. Kıyamet günü ise bu gibilere verilecek ceza çok daha acıklı olacaktır.
Bir insana değer veren bir kimse, ona iltifat eder. Ve bakışlarını sürekli ona yöneltir. Allah'ın nazar etmesi, değer vermesi, kuluna lütuf ve ikramda bulunmasıdır. Bu bakma, bizzat görme mânasında değildir. Çünkü Allahu Teâlâ onları gördüğü gibi, başkalarını da görür. Yine, bu bakmadan murad, bir şeyi görmek için, ona doğru yüz çevirmek de değildir. Çünkü bu şekilde görmek, ancak cisimlere mahsustur. Rabb'imiz bir cisim olmaktan yüce ve münezzehtir.
Bu ifâdeler, Allahu Teâlâ'nın gazabının şiddetini beyan eder. Bir kimse, birine öfkelendiğinde ona, "Seninle konuşmayacağım!" der ve bazen de gözüne görünmemesini emrederek,"falancanın yüzünü görmeyeyim!" der. O adamın adı geçtiğinde, kızgın olan kimse, onu hayır ile yâd etmez. Bu tabirler, gazabın şiddetini ortaya koymaktan kinayedir.
Bağışlamak suretiyle onları günahlarının kirlerinden temizlemez, aksine onlara ceza verir, azâb eder. Dostlarını medhü sena ettiği gibi, onları asla medhü sena etmez.
Cenâb-ı Hakk'ın kullarını tezkiyesi, bazen meleklerin lisanıyla olur. "Biz, dünya hayatında da, âhirette de sizin dostlarınız.” (Fussilet, 31).
Bazen de, doğrudan doğruya olur. Dünyadaki şekli, "Tevbe edenler, ibâdet edenler, hamd edenler... (yok mu?).." (Tevbe, 112) âyetinde ifâde edildiği gibi; âhiretteki şekli de, "Rahim olan Rab'den bir selâm vardır.” (Yasin 58) ayetinde ifade edildiği gibidir.
Üç kimse vardır ki; Kıyamet günü Allah onlara nazar etmez, temize çıkarmaz. Onlara elim azap vardır:
1- Bir kimse ki; yolculuk esnasında fazla suyu vardır, yol arkadaşlarına vermez.
2- Bir devlet başkanına sırf dünyalık için bîat edip idareciliğini onaylayan ve o dünyalığı kendisine verirse sözünde duran, vermediği takdirde ise sözünden dönen kişi.
3- Ticaret yapan bir adam ki; ikindiden sonra bir malı satarken o malı, gerçek öyle olmadığı halde şu şu fiyata aldığı hususunda Allah adına yemin eder, müşteri de kendisine inanır.
✦ Komşusunun hanımı ile zina edenin, Allahu Teâlâ yüzüne bakmaz, onu Cehenneme koyar. (Hadis-i Şerif, Deylemi)
✦ Ebu Zerr (ra) anlatıyor: "Resûlullah 'Üç kişi vardır, Kıyamet gününde Allah onlara ne konuşur, ne nazar eder ne de günahlardan arındırır, onlar için elim bir azab vardır!" buyurdu ve bunu üç kere de tekrar etti.
"Ey Allah'ın Resûlü! Öyleyse onlar büyük zarara ve hüsrana uğramışlardır. Kimdir bunlar?" dedim. Şöyle saydı:
Elbisesini kibirle, yerlere kadar salıp süründüren..
Yaptığı iyiliği başa kakan,
Malını yalan yeminlerle reklam eden kimseler! (Müslim, Ebu Dâvud, Tirmizî, Nesâî)
✦ Kim gösteriş için bir elbise giyerse, o elbiseyi çıkarıncaya kadar Allahu Teâlâ onun yüzüne bakmaz. (Hadis-i Şerif, İbni Asakir)
✦ Üç kişi vardır, Kıyamet günü Allahu Teâla hazretleri onlarla konuşmaz, nazar etmez, günahlardan da arındırmaz, onlara elim bir azab vardır: Zina eden yaşlı, yalan söyleyen devlet reisi, büyüklenen fakir. Hadis-i Şerif
Kıyamet
İman; Hakk'ın gayba dair bildirdiği şeyleri kalbin tasdik etmesidir.
O anda mahşer halkının korkularından dizlerinin bağı çözülüp ayakta duramayacaklar ve çökecekler geri çekileceklerdir.
O günde herkes donmuş kalmış ve hatta yüzü koyun yere serilmiş olacaklardır.
Bu arada asiler ve zalimler vay halimize derler. Feryat ederler.
Sadıklar ise nefsi nefsi deyip yerlere kapanırlar.
Bunlar bu halde iken cehennem ikinci defa hücum eder ve mahşer halkı hemen cehenneme atılacaklarını sanarak daha çok korkarlar. Cehennem durmaz. Üçüncü defa saldırıya geçer. Bu sırada herkes yerlere serilir. Korku içinde bakınıp dururlar.
Zalimlerin durumu ise bu sırada çok daha perişandır. Ciğerleri gırtlaklara gelir. Said olsun şaki olsun herkesin aklı başından gider.
İşte bundan sonra peygamberlere sorular başlar. Peygamberlere karşı yapılan bu muameleyi mahşer halkı gördüğü vakit asi ve mücrimlerin korkusu daha da artar.
Bu suretle evlat anne baba ve kardeş karı ve kocalar birbirinden kaçmaya başlar. Sonra hepsi teker teker hesaba çekilir. Yaptıklarının azından çoğundan gizlisinden aşikaresinden ve bütün azalarından sorulurlar.
Ebu hureyre (ra) diyor ki: Resul-i Ekrem’e “Kıyamet günü rabbimizi görecek miyiz” diye sorduk. Rasul-i Ekrem:
“Bulutsuz havada öğle vakti güneşi görmeye bir engeliniz var mı? Ayın ortasında bulutsuz havada ayı görmenize bir mani var mı?” Onlar 'yoktur' deyince Rasul-i Ekrem:
- Nefsim yedi kudret elinde olan Allah (c.c.)’a yemin ederim ki Rabbinizi görmekte de size bir mani olmaz.
Kulu alır ve ona:
- Ben sana ikram etmedim mi? Seni kavminin efendisi yapmadım mı? Seni evlendirmedim mi? Atları develeri emrine vermedim mi? Seni milletine başkan yapmadım mı? Ganimet malının dörtte birini aldırtmadım mı?
Kul 'evet, hep böyle oldu' der. Allahu Teâlâ “Bana mülaki olacağın bu günü düşünmedin mi?” buyurur. Adam 'Hayır düşünmedim' der. Allahu Teâlâ “Sen nasıl beni unuttunsa Ben de seni terk ederim” buyurur.
Bir an için kendimizi Allah huzurunda düşünelim. Melekler yakamızdan yapışmış. Bizi Allah’ın huzuruna getirmişler.
Allahu Teâlâ 'Şu gençliği sana vermedim mi? Onu nerede kocalttın? Ben sana yaşama mühletini vermedim mi? Ömrünü nerede sarfettin? Ben sana bilgi öğretmedim mi Verdiğim malı nereden kazandın?' diye soracağı vakitteki hacalet ve kepazeliği düşünelim.
Çünkü O bize verdiği nimetleri sayarken, bu nimetlere karşı bizim yaptığımız günahları yüzümüze vuracağını hatırlamalı. Ve o günün hacalet ve rüsvaylığını düşünelim. Şayet inkara kalkışırsak bütün azalarımız yaptıklarına şahadet edecektir.
Sebebi Nüzulu
· Âyet, yahudi âlimleri hakkında nazil olmuştur. Yahudi âlimlerinden bir grup bir kıtlık senesi sıkıntıya düşüp Medine'de oturan zengin yahudi Ka'b bin Eşref'e geldiler. Ka'b "Bu adamın kitabınızda Allah'ın elçisi olduğunu bilmiyor musunuz?" dedi. Onlar: "Evet, sen bilmiyor musun?" dediler. Ka'b "Hayır" dedi. "Biz şehadet ediyoruz ki o Allah'ın kulu ve elçisidir" dediler. Ka'b "Allah sizi bir çok hayırdan mahrum etti. Size bir şeyler vermem ve ailenizi giydirmem için bana geldiniz. Allah sizi de ailenizi de mahrum kıldı.." dedi. Onlar hemen telaşlandılar, "Kafamız karıştı, dur, biraz yavaş ol, ona bir gidelim, bakalım, bir de gözlerimizle görelim" deyip döndüler.
Hz. Muhammed'in kitaplarındaki vasıflarını değiştirerek başka sıfatlar yazdılar. Sonra Hz. Peygamber'e geldiler, onunla konuştular, sorular sordular. Sonra da Ka'b'ın yanına dönüp, "Biz onu Allah'ın elçisi sanıyorduk. Yanına varınca gördük ki geleceği müjdelenen peygamber o değilmiş; onun niteliklerini kitabımızda haber verilen peygamberin niteliklerinden farklı bulduk" dediler. Yanlarında bulunan biraz önce yazdıkları niteliklerin bulunduğu Tevrat nüshasını Ka'b'a gösterdiler. Ka'b ferahladı, onlara mal vererek infakta bulundu. İşte bunun üzerine Allahu Tealâ bu âyet-i kerimeyi indirdi.
· Âyet, yahudi âlimlerinin, "Ümmîler hakkında bize mes'uliyet yoktur" şeklindeki iddiaları hakkında nazil olmuştur. Onlar, bu konuda elleriyle bir kitap yazmışlar ve onun, Allah katından olduğuna dair yemin etmişlerdi.
· Âyet-i kerime, Eş'as İbn Kays ile bir arazi için davalaşan adam hakkında nazil olmuştur.
Eş'as ibn Kays cahiliye devrinde, adamı destekleme şartıyla onun bir arazisini almıştı. Bu araziyi elinde tutmaya devam ediyordu. Hz. Peygamber adama "Bu arazinin sana ait olduğuna dair elinde bir delilin var mı?" diye sordu. Adam 'Arazinin benim olduğuna dair Eş'as aleyhinde bana şahitlik edecek kimse yok' dedi. Allah'ın Rasûlü : "O halde Eş'as'ın yemini" buyurdu. Eş'as yemin etmek üzere kalkınca Allah Tealâ bu âyet-i kerimeyi indirdi.
Eş'as yeminden geri durdu ve "Allah'ı ve sizi şahid tutuyorum ki hasmım doğru söylüyor" dedi. Araziyi sahibine iade etti, hattâ onun hakkından üzerinde bir şey kalır korkusuyla kendi arazisinden de bir miktarını ona verdi, bu arazi ondan sonra da mirasçılarının oldu.
· Âyet-i kerime, malına rağbeti artırmak için yalan yere yemin etmiş bir adam hakkında nazil olmuştur. Adam günün başında malını satmak üzere pazara çıktı, akşama kadar satamadı. Akşama doğru bir müşteri geldi, malı almak üzere pazarlığa giriştiler. Satıcı "sabahleyin bu malı filân fiyata satmadığına, akşam olmasa o fiyata asla satmayacağına" dair yemin etti. Allah Tealâ bunun üzerine bu âyet-i kerimeyi indirmiştir.
· Âyet-i kerime, İmriu'1-Kays ve Abdan İbni-Eşva' el-Hadramî hakkında nazil oldu. Bir arazi konusunda anlaşmazlığa düştüler. Abdan şikâyetçi, İmriu'1-Kays davalı olarak Hz. Peygamber'in hakemliğine başvurdular. Abdan "Ey Allah'ın elçisi, bu adam babamdan bana intikal eden bir arazime el koydu" dedi. İmriu'1-Kays "Orası benim arazim, ekip biçiyorum. Onun hiçbir hakkı yok" dedi. Allah'ın Rasûlü Abdan'a 'Bu arazinin sana ait olduğuna dair ya bir delil getirirsin ya da hasmına yemin teklif edeceğim" buyurdu. Abdan "Ey Allah'ın elçisi, yalan yere yemin eder ve arazimi alır gider." deyince Efendimiz; "Madem delilin yok, senin için onun yemininden başka yol yok" buyurdu.
Sonra "Her kim mü'min kardeşinin malından bir kısmının üzerine oturmak için yalan yere yemin ederse Allah'a, Allah ona öfkeli olduğu halde kavuşur" buyurdu. Bunun üzerine İmriu'1-Kays "Ey Allah'ın elçisi, hak kendinin olduğunu bile bile hakkını karşısındakine bırakana ne var?" diye sordu, Efendimiz "Cennet" deyince, İmriu'l-Kays:
"Seni şâhid tutuyorum ki ben o araziyi ona bıraktım" dedi, davadan vazgeçti. Allahu Tealâ da bu âyeti inzal etti.
"Allah'ın ahdini satanlar" Allahu Teâlâ'nın misak günü kendilerinden tevhid hakkında ahid aldığı kişiler demektir.
"Ve yeminlerini satanlar" Bu yeminler, Allah'ın kullarından bu dünyadaki mükellefiyetlerine dair aldığı yeminlerdir.
"Az bir para karşılığında" Bu az para, dünya meta ve süsleri, beş duyunun ve nefsani sıfatların günah kazandıran şeylere meylidir.
Dini satmak açık ve büyük bir zarardır. En büyük ustalık dünyayı sarfedip dini satın almaktır.
'Ve onların yüzlerine bakmaz.'
Allah, onlara lütfu ihsanıyla nazar etmez. Allah onlarla konuşmaz; yakınlık, ikram ve tefhimle konuşmaz.
Onlara bakmaz. İnayet, rahmet nazarıyla bakıp merhamet etmez.
✽ 'Ayetleri satarlar' değiştirirler anlamında istiare-i tebaiyedir. Anlaşmayı bozup sözünü yerine getirmeyen biri olursa, bu bozgunculuğunun karşılığı olarak mutlaka bir şeyler alması gerekir ki, ayette de bu, bir değiş-tokuş akdi olan 'satın alma' kelimesiyle ifade edilmiştir. Alınan bu karşılık 'az' قَلٖيلاً olarak isimlendirilmiştir. Hakikatte bu bedel ve karşılık ne kadar çok olsa da, günah ve sorumluluğuna oranla yine de azdır. 'Onların ahirette nasibi yoktur' cümlesi ile istiare-i muraşşaha olmuştur.
✽ 'Onların ahirette nasibi yoktur' cümlesi de, ayrıca istiare-i temsiliyedir. 'Sevap' nasib-pay kelimesi ile istiare edilmiştir. Sanki ahirette herkese yaptıklarına karşılık bir pay dağıtılıyor, ama onlar dünyada hak etmedikleri için, kendilerine hiç bir pay ayrılmamış. Camisi mahrumiyet, muhtaç olduğu anda ellerinin boş kalmasıdır.
✽ 'Allah onlarla konuşmaz.' Konuşmak en güzel iletişim yoludur. Allahu Teâlâ'nın Hz. Musa ile konuşması medih olarak anlatılırken, burada da ceza olarak konuşmaması zikredildi. Konuşmamak en büyük cezadır. O yüzden dinimizde üç günden fazla küs kalmak yasaklanmıştır.
✽ Aslında Allahu Teâlâ onlara pay olarak azabı verecek, konuşma olarak da gadab-ı ilahi ile hitap edecektir. Ancak tağlib yapılmış, onlara verilecek azap ve gadab ile yöneltilecek hitap, hiç yok sayılmıştır. Bu ilâhî gazap ve hidayetin ileri derecesini anlatmak için kullanılmış mecazî bir ifadedir.
✽ "Onlara bakmaz." Bu da onların önemsenmeyeceklerini ve onlara gazap edileceğini mecaz yoluyla ifade etmektedir. "Filân filâna bakmaz" denilirken "Ona ehemmiyet verilmez" demektir.
Dünyada bakmamanın nasıl etkilediğini, üzdüğünü görüyoruz. Bakışlar tebessümlü değilse, insanın canını yakan bir azaba dönüşür. İşte bu ceza, ahirette Allahu Teâlâ tarafından, en kıymetli, en yüce merci tarafından uygulanacaktır.
✽ 'Onları temize çıkarmaz.' Onlara iyilikte bulunmaz, onları övmez. Bu da iyilikte bulunmama anlamını ifade eden mecazî bir ifadedir.
✽ Onların günahı hem Allah hem kul hakkını içeren kasıtlı ve büyük günahlardan olduğu için peş peşe azaplarla, tekitli olarak (و 'dan sonra gelen ل 'lar ziyade ve tekit içindir) tefrî edilmiştir.
✽ Buraya kadar azapların peşpeşe sayılması tefrî ve ittiraddır. Onlara azab-ı elim vardır, cümlesi sayılan azapları cem etti. Bu sayılan şeylerin hepsi insanın canını yakan elem verici azaplardır.
✽ ' اَلٖيمٌ ' sarftaki beş farklı ismin ortak kalıbı olan ' فَعِيلٌ ' kalıbından gelmiştir:
-İsmi fail; elem veren
-Mübalağalı ismi fail; çok çok elem veren
-İsmi meful; elem çeken
-Sıfat-ı müşebbehe; elemde kalıcı
-Masdar; elemin kaynağı.
Bu anlamları ayrı ayrı düşünürsek; Elem veren, çok çok elem veren, elem çeken, elemde kalıcı, elemin kaynağı anlamlarına gelir. Yani o kadar acı dolu bir azab ki; elemin kendi bile acı çekiyor.
78- Kitap verilenlerden bir kısmı var ki, kitaptan olduğunu sanasınız diye; kitaba bakarak dillerini eğip bükerler, oysa o kitaptan değildir. ‘Bu Allah’tandır!’ derler. Oysa o Allah’tan değildir. Bile bile Allah’a karşı yalan söylerler.
Bu ayet-i kerimede yahudi ve hristiyanlar hakkında genel bir ifade kullanılmıştır. Ancak bir önceki 76. âyete atfedilmesi, özellikle yahudiler hakkında olduğunu gösterir. Yahudilerin alim ve önderlerinden Ka'b bin Eşref, Mâlik, Huyey bin Ahtab, Ebu Yâsir ve şair Şu'be bin Amr, Malik b. Sayf gibileri, müslümanlar karşısında aleyhlerine olabilecek yerleri değiştirip Tevrat'a ya bir şeyler ekler ya bir şeyler eksiltir ya da anlamını değiştirirlerdi. Yahut da Tevrat'tanmış vehmini verecek ve bunu tahrif edilen sözlerin Allah'ın sözünü olduğunu zannettirecek nağmelerle okurlardı.
Müslümanların kalblerine şüphe sokarak onları haktan uzaklaştırmak için günün sabahında îman edip akşamı bu îmandan dönen yahudîler, ehl-i kitabın bir gurubunu teşkil ediyordu. Başka bir gurup, emanete hıyanetlik eden ve müslümanların malını haksız yere yemekte hiçbir sorumluluk bulunmadığını ileri sürenlerdi. Bu âyet-i kerîme de, yahudîlerin üçüncü bir gurubunu daha tanıtıyor; Allah'ın kitabını tahrif eden, kitaptan olmayan sözleri, dillerini eğip bükerek okuyan ve Allah'ın sözü imiş gibi bir hava veren sahtekârlar.
يَلْوُونَ fiili 'ليَّ ' kökünden türemiş olup bükmek, eğmek, sarmak ve değiştirmek anlamına gelir. Kişinin, birine karşı normal davranışını ters istikamette değiştirmesi, birini fikrinden vazgeçirmek demektir. Yani dillerini, Allah katından indirilmiş olan ayetlerden saptırıp çarpıtılmış ifadelere yönlendirmek için eğip bükerler.
Dili eğip bükmek, avurtları şişirerek, çok yaldızlı laflar ederek, mübalâğa ile dili eğip, bükerek konuşmaktır. Zemmedilmiş kötü bir harekettir. Allahu Teâlâ, onların yazıp uydurdukları bu kitabı okumalarını kınamak için, "dili eğip bükmek" diye ifâde etmiş; "okumak" fiilini getirmemiştir.
Ayetin bu kısmı bir din mensubunun, başka bir din mensubunu kandırmak için neler yaptığını açıklamaktadır. Yahudîlerin Hazreti Peygambere ve müslümanlara karşı içlerini dolduran kıskançlık, kin ve düşmanlık, onları, daima söyledikleri sözleri bile tahrifle söyleyen bir kavim haline getirmişti.
Tevrat'ta Hz. Muhammed'e delâlet eden âyetlerde bir kelimeye yöneliyor, o kelimenin irabını, mânayı değiştirecek bir biçimde tahrif ediyorlardı.
Veya Peygamber'e selâm verirken "es-selâmu aleyküm" yerine "es-sâmu aleyküm" diyorlardı. 'Es-sâm' ölüm demektir. Rasulullah'a ölüm temenni ediyorlar, Hazreti Peygamber de 've aleykum-Size de' diyerek onlara bu temennilerini iade ediyordu.
Bir diğer örnek de, Nisa Suresi 46. ayetinde zikredilen husustur.
Efendimize "İşittik ve itat ettik" diyecekleri yerde sözlerini tahrif etmişler ve "işittik, isyan ettik; işit işitemez olası" demişlerdi. "Bizi de dinle; bak" anlamında 'riayet' kökünden değil de "ahmaklık ve saflık" kökünden "sözü dinlenmeyecek adam" manâsında "râinâ" demişlerdi.
Kendi uydurdukları sözleri nağme ve ahenkle okuyarak, bu uydurduklarının da Tevrat’dan ayetler olduğu vehmini insanlara veriyorlardı. Bunun dışında, Hz. Muhammed'in sıfatlarını bozdukları bir kitap yazıp, onu gerçek kitaba karıştırmışlar, sonra da, "O, Allah katındandır" demişlerdir.
Tevrat’ın Tahrifi
Bu tahrif, küçük bir grup tarafından yapıldı. Sonra o değiştirdikleri kısmı, avam ve câhil halka sundular.
Hz. Muhammed'in nübüvvetine delâlet eden âyetler hususunda, kalbin iyice düşünüp tefekkürde bulunmasına ihtiyaç vardır. Yahudiler, aklı karıştıran soruları ve insan düşüncesini karartan itirazları halka sunuyorlardı. 'Allah'ın bu âyetlerden muradı, sizin değil bizim söylediğimiz manadır' diyorlardı. Böylece dinleyenlerin kafası karışıyor, delilleri karışık görüyorlardı. Onların tahrifleri ve dillerini eğip bükmeleri budur. Bu, tıpkı şuna benzer: Hakkı söyleyen bir alim Allah'ın kitabından bir âyeti delil getirdiğinde, haksız olan ona çeşitli şüpheler, sorular sunar ve "Allah'ın o âyetten muradı, senin zikrettiğin mâna değildir" der.
"Kitap"tan maksat, Tevrat; "Bu, Allah katındandır" dedikleri şey de Eş'iyâ, Ermiya ve Habakûk gibi diğer peygamberlerin kitaplarındaki hükümlerdir. Yahudiler, tecrübesiz, toy, Tevrat'tan habersiz, cahil bir topluluk buldukları zaman, uydurdukları bu şeyleri Tevrat'tanmış gibi söylüyorlardı. Fakat akıllı ve zeki bir toplulukla karşılaştıklarında bunların, Hz. Musa'dan sonra gelen peygamberlerin kitaplarında yer aldığını iddia ediyorlardı.
· "Siz onu kitaptan sanasınız diye... Halbuki o, kitaptan değildir" cümlesi ile, "O, Allah katındandır, derler. Halbuki o, Allah katından değildir" cümlesi mânâ bakımından aynıdır. Te'kid için farklı iki lafızla tekrar edilmiştir.
· Bu iki ifâdenin farklı manalarda olduğu düşünülürse, "Siz onu kitaptan sanasınız diye... Halbuki o kitaptan değildir" ifâdesi, hususî bir nefiydir. Sonra bu hususî mânadaki nefye, umumî bir nefyi atfedilerek "ve, O, Allah katındandır, derler. Halbuki o, Allah katından değildir" buyurmuştur.
Çünkü birşeyin kitapta olmaması, Allah katından olmadığı anlamına gelmez. Zira şer'î hükümler kitap, sünnet, icma, kıyasla da sabit olur ki, bunların hepsi de kitapta bizzat olmadıkları halde, Allah katındandır.
• Allah katından olmayanı Allah katındanmış gibi göstermek, kitabı devre dışı bırakmayı da kapsar. Kitapta olup olmadığına bakmadan görüşünü doğrudan Allah'a isnad etmek, zulmün doruk noktasıdır.
Yalan söylemek zaten bilerek yapılır. 'Bile bile' cümlesiyle tekitlenerek, kasdi günahların daha fazla cezayı hak ettiğinin altı çizilmiştir.
Bunun Allah katından olmadığını kendileri de bilirler. Bu uydurmalar şeytanın ve nefislerinin eseridir. Kalpleri katılaştığı ve aşırı derecede büyüklenip cesaretlendikleri için bunu üstü kapalı olarak değil de açıkça ifade etmektedirler.
Kendi kişisel görüşünü Allah'a isnad eden ilim veya din adamı hidayet yolunu tıkamaktadır. Bu zalim ilim ve din adamları, halkı da yoldan çıkarıp, onların din konusunda gelişi güzel fetva vermelerine sebep olurlar. Bu durum, toplumu zulme götürür; neticede Allah'ın doğru yolu göstermesine engel olur. Vahyin olmadığı yerde karanlık, zulüm, sapma ve doğru yolu kaybetme vardır.
Kuran'ı yanlış anlatanlar, Kur'an'ı iyi bilmeden fetva verenler ve kişisel görüşlerini Allah'ın vahyi imiş gibi öne sürenler, dinde reform fikrinin uyanmasına neden olmaktadırlar.
Kur'an değiştirilemez, din adamları sadece Allah'ın indirdiği vahye tâbi olmak zorundadır, kişisel görüşleriyle din öğretiminden vazgeçmeleri gerekmektedir. Din kültürü ile vahyi ayıramayanlar fetva verme yetkisine sahip değildirler. Bu kimselerin, kitaptan olmayanı kitaptan, Allah katından olmayanı Allah katından göstererek yahudi ve hristiyanların düştüğü hataya düşmeleri kaçınılmazdır.
Bile bile günah...
Günah, nefsin isteklerine boyun eğmek; isyan ise, otoriteyi tanımamak, tanımak istememektir. İsyan, Allah'ın varlığını inkâr demek olmadığı hallerde bile küfürdür. Şeytan inkâr ettiği için değil isyan ettiği için kâfir olmuştur. İnsan, haram olduğunu inkâr etmediği, hafife almadığı ve alay konusu edinmediği takdirde hiçbir günah onu dinden çıkarmaz.
Günahta ısrar etmek imanın yokluğundan değil, bilakis imanın zayıflığından ileri gelir; zira her mü'min günahın, Allah'tan uzaklaşmaya ve âhirette ceza görmeye sebep olduğunu bilir. Müznibin günaha girmesinin ise birçok sebebi vardır. Bunlardan biri va'dedilen cezanın gaib olup hâzır (gözönünde) olmamasıdır. Nefis ise, hâzırdan etkilenecek şekilde yaratılmıştır. Bu bakımdan nefsin va'dedilenle etkilenmesi, hâzır ile etkilenmesine oranla zayıftır.
İkincisi, insanı günahlara teşvik eden şehvetler, zatından dolayı derhal yapılır; çünkü şehvetler şu anda hâzır olup insanın gırtlağına yapışmış; âdet ve ülfiyet (alışkanlık) sebebiyle kuvvet bularak onu istilâ etmiştir. Âdet beşinci bir tabiattır.
Yalan
✦ Yalandan sakınınız. Zira yalan imana yabancıdır (onunla bağdaşmaz). Hadis-i Şerif
✦ Helak olacağınızı bilseniz dahi doğruluktan ayrılmayın. Kurtulmak için tek ümit dahi olsa yalana başvurmayın. Hadis-i Şerif
✦ Şaka da olsa yalan insanın yüzünü kara eder. Bir defa yalan söyleyen üç defa melundur. Hadis-i Şerif
✧ Bir olayı anlatırken tek bir yanıyla yetinmek yalancılıktır.
✧ Çok mal haramsız, çok laf yalansız olmaz.
✧ Dört şey olmadan dört şeyi iddia eden yalancıdır:
1- Allah’ın haram kıldığı şeylerden sakınmadan, Allah’ı sevdiğini iddia eden
2- Fakirleri, yoksulları aşağı görerekRasulullah’ı sevdiğini iddia eden
3- Sadaka vermeyerek cenneti sevdiğini iddia eden
4- Günahlardan sakınmadığı halde cehennem ateşinden korktuğunu iddia eden yalan söylemiştir.
✧ Uhrevi bir gayeden mahrum olan kişinin akıllılık iddiası bir yalandan ibarettir. Vehb b. Münebbih
✧ Halk yalanla avutanı, gerçekle korkutana tercih eder. C. Şahabettin
✧ Baş kulağını alaya, yalana dolana kapa da aydın can şehrini gör.
Dudağından yalan kokusu tütenlere…
Ölmek üzere olan bir hastanın yanına ağzı çok kötü kokan biri oturmuş, başını ona yaklaştırarak kelime-i şehadeti telkin ediyor ve okuyarak ona üflüyordu. Hasta her ne kadar yüzünü ondan çevirmek istiyorsa da o kendi tarafına döndürmekte ısrar ediyordu. Nihayet hasta çok bunaldı. ‘Ey aziz!’ dedi, ‘bırakır mısın ben temiz ve güzel bir halde öleyim, yoksa son nefesimin murdar bir şeyle bulaşmasını mı istersin?’
Cihanda fazilet ehli pek azdır. Her boşboğaza kulak vermemelidir. Hele dudaklarından yalancılık kokusu tütenlerin nefesleri çekilir şey değildir.
✽ 'Dillerini eğip bükerler' samimi olmadıklarını gösteren mecaz-ı mürekkebdir. Aynı zamanda zihinde canlandıran bir tecessümdür.
✽ Aslında sözlerini eğip büküyorlar, alete isnad yapılmıştır.
✽ 'Kitap'tan sanasınız diye' cümlesinde kitapla Tevrat kastedilmiştir. Nisbetli kinayedir.
✽ 'Bu kitaptandır, o Allah katındandır' cümleleri kizb-i haberdir.
✽ مِنَ الْكِتَابِ ile وَمَا هُوَ مِنَ الْكِتَابِ ve هُوَ مِنْ عِنْدِ اللّٰهِ ile وَمَا هُوَ مِنْ عِنْدِ اللّٰهِ arasında tibak-ı selb vardır.
✽ 'O kitaptan değildir, Allah katından değildir' cümleleri sıdk-ı haberdir.
✽ قَالَ nin yalan söyleme manası da vardır. 'Allah'a bile bile yalan söylüyorlar' cümlesinde meful olan الْكَذِبَ kelimesi ile aralarında muraat-ı nazırdan iyhâmı tenasüp vardır.
✽ Onlar insanlara yalan söyleyip, kandırsalar da, esasen Allah'ın bildiği birşeyi yanlış söyleyerek Allah'a yalan söylemiş sayıldılar. Yoksa onlar, Allah ile bizzat karşı karşıya gelip O'na yalan söyleyemezler. Mecaz-ı mürselden, müsebbep söylenmiş, sebep kastedilmiştir.
79- Allah’ın kendisine kitap bilgi ve peygamberlik vermiş olduğu bir kimsenin bütün bunlardan sonra kalkıp insanlara: ‘Benim kullarım olun, Allah’ın değil!’ demesi düşünülemez, belki o: ‘Allah’ın adamları olun, çünkü siz kitabı okuyor ve onu inceliyorsunuz!’ der.
"Hiç bir beşere, erkek yahut kadın, tek veya topluluk olsun hiç bir insana "Allah'dan başka bana da kul olun' demesi yakışmaz."
Bu ifade, şöyle demeye benzer: "Ben Zeyd'e ikramda bulunayım da o da kalksın beni aşağılasın ve beni önemsememiş olsun. Olacak şey değil!"
Bu şekildeki olumsuz sigalar, gerçekleşmesi aklen caiz olmayan umumi olumsuzluk için kullanılır. Bundan maksat şudur: Allah'ın kendisine peygamberlik verdiği ve şeriat gönderdiği bir peygamberin ulûhiyet iddiasında bulunması asla gerçek değildir. Bırakın fiilen meydana gelmesini aklen tasavvur dahi edilemez.
Yaratılmışlar içerisinde en çok sevilen, anadan, babadan candan üstün bilinen peygamberler, kendilerine kitap, hikmet ve nübüvvet verildiği halde insanları kendisine kul olmaya çağırmaları yasaklanmıştır.
· İnsanın nazarî ve amelî (teorik ve pratik) iki kuvveti vardır. Nazarî kuvveti, ilim ve gerçek bilgiler ile kemâle ermedikçe; ameli kuvveti de kötülüklerden iyice temizlenmedikçe insan nefsi, vahyi ve nübüvveti almaya müsait olmaz. Nazarî ve amelî kuvvette meydana gelecek böyle bir mükemmellik, bu gibi söz ve itikadların peygamberlerden sadır olmasına mânidir.
Peygamberler, ruhen de güzel sıfatlarla mevsuftur. Allahu Teâlâ onlara ancak temiz nefisleri ve güzel ruhları olduğu için kitap vermiştir. Temiz nefislerden, böyle bir iddianın çıkması imkansızdır.
· “Eğer o peygamberler böyle söylemeye yeltenselerdi, Allah onları bundan men ederdi" manasındadır.
· Allahu Teâlâ, bu gibi iddialarda bulunmayacağını bildiği kulla-rını nübüvvet ve risaletle şereflendirir.
Allah'ın peygamberlik vererek bütün insanları tek dîne davet etmesi için görevlendirdiği, kitap indirerek bu dînin bütün esrarını öğrettiği ve bütün bu işleri bir peygamber olarak yürütebilmesi için özellikle seçip terbiye ettiği bir insanın, kendisine bu görev verildikten sonra, davet ettiği insanlara "Şimdi Allah'ı bırakın da hepiniz bana ibadet edin" demesi hiç mümkün olur mu? Aklı başında olan bir insanın böyle bir şey olabileceğini düşünmesi mümkün müdür?
İnsanları Allah'ın dînine davet etmek üzere peygamber olarak seçilen insan, hiç tereddüt edilmesin ki; insanların Allah'ı en çok bileni ve O'na en çok ibadet edenidir. Çünkü böyle olmayan bir peygamber, Allah'a itâatte insanlara örnek olamaz.
Ayeti kerimedeki 'Allah kendisine Kitabı, hükmü ve peygamberliği verdikten sonra' ifadesi, üç şeye işarettir: Önce semavî kitap nazil olur; sonra da peygamberin aklında o kitabı anlama melekesi meydana gelir. "Hüküm" kelimesi bu melekeye işarettir, ilim mânasındadır. Sonra, peygamber o kitabı anladığı zaman, halka tebliğ eder. Buna da "nübüvvet" kelimesiyle işaret edilmiştir.
Hüküm; hikmet anlamına gelir, şeriatin sırlarını inceden inceye kavramaktır.
Bu âyet; bir yandan da gerçek peygamberle, yalancı peygamberin arasındaki farklara işaret etmekte, mü'minlere bir ölçü vermektedir.
Hak Peygamberin özellikleri:
1. Temiz soydan seçilir. Onu seçen bizzat Allah'tır. Halk tarafından seçilmez.
2. Bütün bilgisi vahye dayanır. Tahsile ihtiyacı yoktur. Onun öğretici ve eğiticisi bizzat Allah'tır.
3. İffet simgesi bir anadan doğar.
4. Hayatı baştan sonuna kadar düzenlidir; insanı küçülten, ruhu karartan, vicdanı silik hale getiren her tür düşünce, söz ve davranışlardan korunmuştur.
5. Kendiliğinden din adına konuşmaz, Allah'tan ne alırsa ancak onu yansıtmakla me'murdur.
6. Gerektiğinde dünya işleri hakkında çevresiyle istişarede bulunur; bunu hiçbir zaman küçüklük saymaz. İsabetli görüşlere, sağlam düşüncelere saygılıdır.
7. Hayatının hemen her bölümü ve safhası insanlara yol gösterici, kafaları aydınlatıcı ve vicdanları geliştirici ölçüdedir.
8. Çok zeki ve yeteneklidir. Sağlam düşünceye sahiptir. Cesaret ve soğukkanlılığın üst düzeyindedir.
9. Beşerî ilişkileri çok ölçülü, anlamlıdır. Başkasıyla alay etmez, kahkaha ile gülmez, bağırarak konuşmaz, izin istemeden kimsenin evine girmez.
10. Edep ve terbiyenin, nezaket ve nezahetin doruğundadır.
11. Yalnız Allah'ın hoşnudluğunu kazanmak için çalışır; başkasından ne bir teşekkür, ne de bir karşılık bekler.
12. Kendinden yana bir çıkarı, ya da iddiası yoktur. Her şey Allah için, din için, insanlık içindir.
13. Kendini her zaman ve her yerde Allah'ın kulu ve peygamberi olarak tanıtır; bunun ötesinde bir ilgi ya da üstün bir sıfat istemez. Kınayanların kınamasından endişe duymaz.
14. Kendisini ilâhlaştırmak isteyen hayranlarını derhal uyarır ve ölçüyü kaçırmalarına aslâ imkân vermez ve müsamaha da etmez.
15. Mal toplamaz, servet edinmez; bütün güç ve yeteneğini Allah'ın buyruklarını yerine getirmeğe harcar; insanların mutluluğu için çalışır.
16. Sözleri arasında tam bir tutarlık vardır. Ne kadar yaşlansa bile bunamaz.
17. Açlığa, musibetlere, felâketlere karşı son derece dayanıklı ve sabırlıdır.
Yalancı Peygamberin özellikleri:
Yalancı peygamberde bu sayılanların onda dokuzu yoktur. Tarihte ortaya çıkan bir takım yalancı peygamberlerin hayatı incelendiğinde, bu ölçülere uymadıkları açıkça görülecektir. Sahte peygamber Tufayl oğlu Amir, Habib oğlu Müseyleme, 19. asırda ortaya çıkan Bahailik ve Babîlik, Hindistan'da ortaya çıkan Kadiyanî'lik gibi. Örneğin; Şirazlı Mirza Ali Muhammed, Hindistanlı Mirza Gulam Ahmed, önce din adamı kisvesiyle ortaya çıkmışlardı. Çevre bulunca bu kez Mehdi rolüne girmişler, biraz daha çevre bulunca kendilerini Rab ilân edecek kadar ileri gitmişlerdi. «Ben bir aynayım, bende görünen Allah'tan başkası değildir» demeye başlamışlardı.
Büyüklük Hastalığı
Peygamberlerin özelliklerinden birisi, Fetânet-Zeki olmaktır. Ayet-i kerimede, peygamberin kendisine ibadete çağırmayacağı belirtilirken; idmaç yoluyla onların her tür akıl hastalığından uzak olduğu da belirtilmiştir. Çünkü bir insanın, -haşa- ilahlık, peygamberlik veya mehdilik iddia etmesi, aslında akıl hastalığı alametidir.
Günümüzde psikiyatri biliminde incelenen hastalıklardan biri de; Hezeyanlardır. Hezeyan; imkansız şeylerin gerçek olduğuna inanmak, gerçek saymaktır. Hezeyan, hakkında yeterli delil bulunmayan bir konuya tersine ihtimal verilmeyecek şekilde duyulan yanlış kabuldür. Uzaylıların beynine yerleştirdikleri bir cihazla onu yönettikleri, gizli servisler tarafından takip edildiği, gibi.
En sık görülen hezeyan çeşitleri; sürekli birileri tarafından kendisine kötülük yapılacağını düşünmek, kıskançlık, büyüklük, suçluluk, önemli birinin kendisine âşık olduğu şeklindedir.
Kendisinin mehdi olduğunu iddia ederek etrafına pek çok insanı toplayan kişiler, -dolandırıcı değilse- genellikle hezeyanlı bozukluk 'paranoya' hastasıdırlar. Paranoyada, şizofreniden farklı olarak, tek bir hezeyan vardır; bu hezeyan sistemlidir, tuhaf değildir. Hezeyanıyla ilgili çok geniş ve detaylı açıklamaları vardır. Etrafında olup biten hemen her şeyin, o kişiye göre hezeyan sistemi içinde bir yeri vardır. Mesela kendisinin mehdi olduğuna inanan bir hasta, şehirde çıkan orman yangınının kendi mehdiliğini kutlamak için bir işaret olduğunu söyler. Bu kişiler dışarıdan oldukça normal görünürler. Yaptıkları açıklamalar çok derinlemesine değerlendirilmediğinde makul gelebilir.
Mesihlik ya da mehdilik iddia eden kişilerin normal gibi görünmeleri ve davranmalarına, çok bilgili ya da eğitimli olmalarına aldanmamak gerekir. Bu durum psikiyatrik bir rahatsızlığın parçası olabilir.
Şizofreni genellikle genç yaşlarda (18-20 civarı), hezeyanlı bozukluk (paranoya) ise genellikle orta yaşlarda (40’dan sonra) başlar. Paranoyada, şizofreniden farklı olarak, kendine bakım bozulmaz, yüz ifadesi donuklaşmaz, zihni faaliyetleri fakirleşmez, garip konuşma veya davranışlar görülmez, gaipten ses duyma veya görüntüler nadirdir, hayatlarını kendi başlarına sürdürebilir ve çalışabilirler.
Bu nedenle paranoya hastaları doktora gelmezler, yakınları tarafından getirilebilmeleri de çok zordur. Ancak adli bir duruma sebep olduklarında mahkeme tarafından muayene için yönlendirilebilirler. Paranoya hastalığı oldukça nadirdir, toplumda 100 binde 2-3 kadar görülür. Tedavi edilmezse kronikleşir, kendiliğinden düzelmez, şizofreni hastalığına da dönüşmez, aynı şekilde devam eder.
Hezeyanlı kişilerin çevresindeki insanlar bu hezeyana ortak olabilir, tıpkı akıl hastası gibi akıl yürütürler ancak aslında akıl hastası değillerdir, sadece etki altında kalmışlardır. Asıl hastadan uzaklaştıklarında, bir süre sonra düşünce tarzları değişir ve tedavi edilmese bile düzelirler. Buna “paylaşılmış hezeyan” denir. Mesela kıyametin kopmak üzere olduğuna liderleri tarafından inandırılan Amerikalı bir grup insan topluca intihar etmişti.
Mehdilik hezeyanı olan hastalar, hezeyanlarını İslami bir mesele üzerine bina etmelerine rağmen dinin temel esasları ile çelişen fikirlerinin olmasıdır.
Bazen hezeyanı anlamak kolaydır. Mesela şeyhinin peygamber olduğuna inanan ve şeyhinin itirazlarına rağmen bu fikrinden vazgeçmeyen, hatta namazını şeyhine doğru yönelerek kılan bir hasta (her ne kadar işini gücünü düzgün yapsa ve bu konulara girilmediğinde çok normal gözükse de) çevresindekiler normal olmadığını düşünür. Ama hezeyanı olan kişi zeki, bilgili ve kültürlü ise durum zorlaşır ve çevresinde kendisine inananlar çıkar.
Akıl hastalığı (muhakeme bozukluğu) zekâdan bağımsız işler. Çok zeki bir insan da, zekâsı az olan bir insan da akıl hastası olabilir. Şizofreni, kişinin zekâsını kullanmasına mani olsa bile, paranoya hastaları zekâ ile ilgili bir zorluk yaşamaz. Böyle bir hasta, mesela çok başarılı bir şekilde matematik problemleri çözebilir.
Hezeyanlı hastalar, kendilerini anlamayan, kendilerine karşı bir dünyada yaşadıklarını hissederler. Paranoyanın temelinde, düşük benlik saygısı vardır. Kendilerini büyük görerek, önemli kişi ve kuruluşların kendi peşinde olduğuna, kötülük etmeye çalıştığına inanarak, aşağılık komplekslerini telafi ederler.
Genellikle hastalar bu hallerini kabul etmez. “Bu doktor da beni yok etmeye çalışan ekibin adamı. İlaçlarla beni zehirliyor” diye düşünür. Bu kişilerin hezeyanlarını doğrudan değiştirmeye çalışmak yararsızdır. Böyle bir yaklaşım saldırı olarak algılanır. Sırf onun gönlünü almak için hezeyana inanır gibi davranmak da yanlıştır. Yaşadığı sıkıntı ve çıkmazlar üzerine konuşularak iletişim sağlanabilir.
Âyet-i kerimede hazıf bulunmaktadır. وَلٰكِنْ يَقُولُ لَهُمْ كُونُوا رَبَّانِيّٖنَ "Fakat onlara, "Rabbaniler olunuz! der" takdirindedir. Karîne bulunduğundan يَقُولُ 'Der' kelimesi hazfedilmiştir.
Rabbânî; insanlara büyük hususlardan önce bilginin küçük hususlarını öğreterek terbiye eden, eğiten kimse demektir. Adeta o işleri kolaylaştırmak hususunda Rabbe uyuyor gibidir.
♦ Bu kelimenin aslı "rabbî"dir. Mübalağa ifade etmesi için "ا ile ن" harfleri eklenmiştir. Boynu kalın olana "رَقْدانِ" suya kanmışa "رَياَّن" susuza عَطْشَان denilmesi gibi. Daha sonra da nisbet ifade etmek üzere "ي" harfi ilave edilmiştir. İbadetinin çokluğundan ve ilminin bolluğundan Rabbe yönelmiştir.
♦ 'Rabbaniler' cemidir. Müfredi "رَباَّن" diye gelir. Bir kimsenin işini çekip çeviren kimseye; "rabbân: çekip çeviren" denir. "Rabbaniler"' insanların işlerini çekip çeviren, ıslah edip düzelten kimselerdir.
♦ Rabb'e mensub, O'na ait, demektir. "Rabb'i biliyor, O'na itâate devam ediyor" mânasındadır.
♦ İlim erbabı demektir. İnsanlara ilim öğretip, onları eğiten ve onların durumlarıyla ilgilenenlerdir. ي-ن harfi mübalağa için getirilmiştir.
♦ Ümmetin, idareci ve alimleri demektir.
♦ Öğrenen, öğrendiğiyle amel eden ve hayır yollarını başkalarına öğretmekle meşgul olan insan demektir. Böyle yapan kimseler olgunlaşıp Allah'a mensup kullar haline gelirler. Allah'ın 'Rab' sıfatına bürünmek için kitabı inceleyip öğrenmek, hayata geçirmek ve öğretmek gerekir.
Rabbâni; Rabbe mensup, razı kul, ilim ve amel sahibi, taate devamlı, ilmini Rabden alan, Rabbine hiçbir şeyi tercih etmeyen, Allah'ın ahlakı ile ahlaklanan, halim, hikmet sahibi, âlim fakihler ve muttakilerdir. Bu kelimenin Arapça değil İbrânîce olduğu da söylenmiştir.
Peygamberler, insanları kendilerine kul yapmak için değil, Allah'a yaraşır kullar yetiştirmek için eğitim vermektedirler.
İlahi marifet ve taata yönelen kişiye "Allah adamı" denilmesi gibi, dinine şiddetle sarılan insana 'Rabbâni' denir.
Hiçbir kimsenin gücü yettiğince Kur'ân'ı ezberlemeyi bırakmaması gerekir. Çünkü Allah; "Rabbânî olun" diye buyurmuştur. Dahhâk
İbn Abbas'ın vefat ettiği gün Muhammed b. Hanefîyye şöyle demişti: "İşte bugün bu ümmetin rabbânîsi öldü."
'Sizin kitab öğrenmeye, dersini yapmaya yani okumaya devam etmeniz sebebiyle' demektir.
Burada kitabı öğretmenin okumadan önce zikredilmesi, kitabı öğretmenin okumaktan çok daha şerefli ve üstün olmasındandır.
Ayetteki « تُعَلِّمُونَ » kelimesini « تَعْلَمُونَ » okumuşlardır. Yani «kitaptan öğrendiğiniz» anlamındadır. "Öğrendiklerinizi öğretmedikçe öğrenmiş sayılmazsınız" demektir.
«تُعَلِّمُونَ Kur'an'dan öğrettiğinizi» demektir. 'Ders okuduğunuz' tabiri de fıkıh müzakeresi anlamındadır. Zira Ashab-ı Kiram aralarında fıkhı müzakere ederlerdi. Bir âyetin getirdiği ahkâmı aralarında müzakere ile anlamaya çalışırlardı.
İlim ve ders yapmak Allah'ın ibadetine sımsıkı sarılmanın, Rabbaniliğin sebebi kılındı. İster hür, ister köle, ister erkek, ister kadın olsun, kim var kuvvetiyle Kur'an öğrenmeye çalışmazsa, mazur sayılmaz. Çünkü Cenab-ı Hakk 'Katıksız kul olun, Rabbâniler olun. Bu da kitabtan öğrettiğiniz, öğrendiğiniz ve ders olarak okuduğunuzdan ötürü olacaktır' buyurmuştur.
Bu da, ilme çalışıp, elde ettiği bu ilmi ameline vesile etmeyenlerin çalışmalarının boşa gittiğine delildir. Bunun misali güzel bir ağaç diken adam gibidir. Diktiği güzel ağacın görünüşü kendisinin hoşuna gider. Ama ağacın meyvelerinden faydalanmaz.
Amelsiz ilim öğrenen ve ilimsiz amel eden; bunları birleştirmedikçe Rabb'e nisbet edilmeleri doğru olmaz.
İlmiyle amel etmeyen amelsiz alim kendisiyle Rabbi arasında bir nisbet olmasından mahrum olup, amel eden cahil gibidir. Bunların her ikisi de Allahu Teâlâ hazretlerinden bir şey üzere değildir.
Kişinin Allah'a nisbet edilmesi ancak ilme dayanan amel ile mümkündür. Dini bilgileri öğreten bir insan amel ve ibadette bulunmazsa, günahkâr olur. Onun durumu, başkasını aydınlatırken kendisi yanıp tükenen bir muma benzer. Allah'ın huzurunda itibardan düşer. Bu durum, onun aleyhine bir vebaldir. Onun sapıklığına, helak ve fesadına delildir. Yüce Allah'a yaklaşmak, ancak ilim gereğince amel etmekle mümkündür. Amele sevk etmeyen ilim sahih bir ilim sayılamaz.
Peygamber şöyle buyurdu: "Erkek olsun dişi olsun hür ya da köle olsun her bir mü'minin Kur'ân-ı Kerîm'den bir bölüm öğrenmesi ve dininde fakîh olması onun için bir görevdir." Hz. Peygamber daha sonra "Fakat, Kitabı okuyup öğrettiğinize göre rabbânî olun" âyetini okudu.
Alim ve talebeye düşen, ilmiyle Allah'ın rızasını talep etmeleri ve amelleriyle de Rabbani olmalarıdır. Kim ilmiyle Allah rızasını kazanmak, ameliyle de Rabbani olmak haricinde bir sebeble ilim tahsil ederse, onun çalışması boşa gider.
♦ Yahudilerin "Üzeyr Allah'ın oğludur"; hristiyanların da "Me-sih, Allah'ın oğludur" demeleri üzerine âyet nazil olmuştur.
♦ Necran Hıristiyanları "Hz. İsa bize kendisini Rabb edinmemizi emretti " dediler. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu.
♦ Yahudilerden Ebû Râfî el-Kurazî ve hristiyanlardan da Nec-ran heyetinin reisi, Hz. Peygamber'e, "Sana ibâdet etmemizi ve seni bir rab edinmemizi mi istiyorsun?" dediler. Hz. Peygamber de , "Allah'tan başkasına tapmaktan veya Allah'tan başkasına ibâdet etmeyi emretmekten Allah'a sığınırız. Allahu Teâlâ, beni böyle bir iş için göndermedi ve bana böyle birşeyi emretmedi" dedi ve bu âyet nazil oldu.
♦ Sahabeler Hz. Peygamber'e şöyle dediler: "Ey Allah'ınRasulü, biz sana birbirimize selam verdiğimiz gibi selam veriyoruz. Bu yeterli mi, yoksasana secde ederek selam verelim mi?" Bunun üzerine Hz. Peygamber , "Maazallah! Allah'tan başkasına ibadet etmekten veya Allah'dan gayrıya ibadet etmekten Allah'a sığınırım! İster beşer veya başkası bir şey olsun Allahu Teâlâ'dan başkasına ibadet etmek veya ibadet etmeyi emretmek sahih ve doğru olmaz Hiç bir kimsenin, Allah'tan başka bir varlığa secde etmesi doğru değildir. Fakat siz peygamberinize hürmet edin ve her hak sahibine hakkını verin" buyurdu.
♦ Yahudiler, kendilerinin elde ettiği fazilet ve makamlara hiç kimsenin ulaşamayacağını iddia edince, Allahu Teâlâ onlara şöyle demiştir: "Eğer sizin dediğiniz gibi olsaydı, insanları köle ve hizmetçi yapmamanız, aksine insanları Allah'a itaate, Hz. Muhammed'i tasdike teşvik etmeniz gerekirdi.
• Ayet mukadder sualin cevabı, istinafen fasıldır.
• 'بَشَر ' nisbetli kinaye, Hz. Üzeyir, Hz. İsa, Efendimiz anlaşılır.
• 'Kitap, hüküm, nübüvvet' kelimeleri arasında, 'Öğreniyor ve ders yapıyorsunuz' fiilleri arasında muraat-ı nazır vardır, itnabdan tefrîdir.
• Ayet peygamberi ve peygamberlik müessesini bu sözlerden hem o anda, hem de gelecekte tenzih ifade eder.
• لٰكِنْ edatı بَلْ manasında kasrı kalptir. Kasrı sıfat alel mevsuftur, fiille meful arasında kasır olmuştur.
• 'Çünkü siz kitabı okuyor ve inceliyorsunuz' ehli kitaba tarizdir.
• 'Kitabı öğrenmeniz sebebi ile' lazım, 'Cahil değilsiniz, aklınız başınızda, iyiyi-kötüyü ayırt edebilirsiniz' melzumudur.
• 'Kitabı öğrenmek'ten sonra 'Ders olarak çalışma'nın zikredilmesi tetmim ile itnabdır. Öğrenimin ancak ders yoluyla, müzakere ve sistemli bir eğitimle yerleşeceğine işaret eder.
• 'بِ مَا كُنْتمُ' kelimeleri tekrir ve itnabtır.
• كَانَ - كُنْتُمْ - كُونُوا kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddül acez alessadri vardır.
80- Melekleri ve peygamberleri de rabler edinmenizi emretmesi düşünülemez, siz Müslüman olduktan sonra inkar etmenizi emreder mi?
♦ لَ harfi zaidedir. Buna göre mâna şöyledir: "Allah'ın kendisine kitap, hüküm ve nübüvvet vermiş olduğu hiçbir kimsenin, insanlara, "Allah'tan başka bana da kulluk edin" demesi, "Melekleri ve peygamberleri rab edininiz" şeklinde emretmesi yakışık almaz, uygun değildir." 79. ayetteki "Hiçbir insan için mümkün değildir ki" cümlesinin nefıy manasını te'kid için ziyade kılınmıştır.
♦ لَ harfi zâid değildir. O zaman mâna şöyle olur: "Hz. Peygamber, Kureyş'i, meleklere ibadet etmekten; yahudi ve hristiyanları da, Hz. Üzeyr ve Hz. İsa'ya ibadetten nehyetmiştir. Onların, "Sen, bizim seni mi rab edinmemizi istiyorsun?" dediklerinde, “Hiçbir beşerin, Allah kendisini peygamber olarak gönderdikten sonra, halkı meleklere ve diğer peygamberlere tapınmaktan nehyederken, kendine kul olmaya çağırması uygun olmaz" demiştir.
Fail Allahu Teâlâ'dır, veya 'Hz. Muhammed size emretmez' şeklinde Efendimiz'e de raci olabilir. Yahut وَلَا يَأْمُرَكُمْ’ün faili; diğer peygamberlerdir. "Peygamberler, melekleri rab edinmenizi asla emretmezler..." demektir.
Allahu Teâlâ, âyette özellikle melekleri ve peygamberleri zikretti. Çünkü ehl-i kitap; meleklere, Hz. İsa'ya ve Hz. Üzeyr'e ibadet etmişler, onları kendilerine rab edinecek derecede ta'zim etmişlerdir.
✦ Sizden herhangi bir kimse, 'Kulum(abdî), cariyem(emetî)' demesin. Bunun yerine; 'Delikanlım(fetâye), kızım(fetâtî)' desin. Sizden herhangi bir kimse; 'Rabbim' demesin, 'efendim' desin. Hadis-i Şerif
İnsanlar kimi zaman nebi ve melekleri Allah'a ortak koşar duruma düştükleri için bu ayette özellikle nebilerle melekler üzerinde durulmuştur. Melek ya da nebi bile olsa, herhangi bir yaratığın Allah'a ortak koşulması ya da Allah'a ait hak, yetki ve sıfatların herhangi bir yaratığa verilmesi şirktir. (Tağlib)
Rab edinmenin ölçütü;
1) Rabbü'l Alemin'in haram kıldığını helal, helal kıldığını haram saymak ve öyle yapanları rehber edinmek.
2) Eşya ve hadiselerin, olan biten şeylerin meydana gelişinde Allah Teala dışında başka şeylere tesirler vermek.
Bu soru, böyle bir şeyi inkâr ve taaccüb anlamındadır. "Müslüman olduktan sonra size inkâr etmeyi mi emredecek?" demektir.
'Müslüman olduktan sonra' kaydı, Hz. Peygamber'den, kendisine secde etmek için izin isteyen müslümanların muhatab olduğuna delildir.
Allah peygamberlere, insanları kendilerini ilâh edinecek şekilde, kendilerine kul edinmeyi haram kılmıştır. Fakat diğer insanlara da peygamberlere saygı göstermeyi emretmiştir.
✽ 'Siz müslüman olduktan sonra' haldir.
✽ 'Emretmez' cümlesi arkadan gelen 'Emreder mi' sorusunun mecaz olduğunu gösterir.
✽ Bahsi geçen zaten bir nebidir. 'Kendisini rab edinmenizi' yerine 'Nebileri rab edinmenizi' ifadesi tecriddir.
✽ 'Size melekleri ve nebileri rab edinmenizi emretmez' buyruğu lazım-ı faide-i haberdir.
✽ Tarizdir. Peygamberin böyle bir şey emretmediği zaten açık. 'Bunu ancak sizin gibiler emreder' demektir.
✽ 'Size emretmez' cümlesi ile 'Size emreder mi?' cümlesi arasında, biri haber biri inşa olduğu için, kemal-i inkıta ile fasıl vardır.
✽ 'Siz müslüman olduktan sonra küfrü emreder mi?' inkârî istifhamdır. 'Emretmez' manasındadır.
✽ الكُفْرِ ile مُسْلِمُون kelimeleri arasında tibak-ı icab vardır.
✽ Ayet-i kerime mantık yollu kelamdır. 'Size bunları ilah edinmenizi bir peygamber emretmediğine göre, siz bu sapıklığa kendi hevanızdan kapıldınız' demektir.
✽ 'Melekleri ve nebileri rabler edinmenizi emretmez' cümlesinden sonra, 'Siz müslüman olduktan sonra size küfrü emreder mi?' sorusu itnabdan iygaldir.
✽ Bu ayet, Efendimize secde edilmesini soranlar hakkında nazil olmuştu. O yüzden bu cümlede geçen 'küfür' umum, hususi olarak kastedilen kendisine secde edilmesidir.
81- Allah (c.c.) peygamberlerden ‘Size kitap ve hikmet verdim, sonra sizde olanı doğrulayacak bir peygamber gelecek, ona kesinlikle iman edeceksiniz ve her halde yardım edeceksiniz’ sözünü aldığı zaman sormuştu: ‘İkrar ettiniz ve size yüklediğim bu ağır yükü kabul ettiniz mi?’ Onlar: ‘İkrar ettik ve kabul ettik’ diye cevap verdiler. Allah da onlara: ‘Öyleyse şahit olun. Ben de sizinle birlikte şahitlik edenlerdenim’ buyurmuştu.
Hakk Teala gönderdiği peygamberlerin hepsinden ahd almıştır. Onlar hayatta iken Rasul-i Ekrem gönderilecek olsa ona iman etmek, ondan yardım istemek ve ümmetlerinden Rasulullah'a iman edip yardım etmek üzere ahd vermişlerdir.
Allahu Teâlâ Rasulullah'ın nur-u şerifini halk ettiği zaman diğer peygamberlerin nurlarına, ona nazar etmelerine emretti. Onlar: ‘Ey Rabbimiz! Bu kimdir? Nuru hepimizi kapladı’ dediler. Allahu Teâlâ şöyle cevap verdi: ‘Bu nur, Habibimin nurudur. Eğer siz ona iman ederseniz, siziRasul yaparım.’ Onlar da ‘Biz onun nübüvvetine inandık’ deyip iman ettiler. Bunun üzerine Allahu Teâlâ ‘Ben şahit olayım mı?’ diye buyurdu. Onlar ‘Evet’ dediler.
Ayetin öncesiyle münasebeti
Önceki ayetlerde, peygamberlerden Allah'a bağlılıklarıyla bağdaşmayan herhangi bir şeyin sadır olamayacağı vurgulandı. Allahu Teâlâ peygamberlerin, insanlara kendilerini Rabb edinmelerini asla emretmeyeceklerini bildirdi. Bu ayette de, değil Allah'ın, ahir zaman peygamberinin bile yerine geçmeyecek kadar ihlaslı olduklarını bildirdi.
Misak lugatta; vurgulu söz, bir şeyin sabit olduğuna delalet eden söz, kişiyi umursamazlıktan engelleyen vurgulu söz, demektir. Ahit yapan kimsenin belli bir şeyi üstlenip ona bağlı kalmayı kabul etmesi, bunu da bir yemin veya diğer ahit lafızlarından başka tekit edici ifadelerle pekiştirmesi demektir.
• "Ey ehli kitap, Allah'ın peygamberlerden ahd ve söz aldığı zamanı hatırlayın" manasındadır.
• "Ey Muhammed Kur'ân'da Allah'ın peygamberlerden ahd almış olduğunu hatırla" mânasındadır.
Peygamberlerin misâkı
Bu misak;
♦ Allah'ın bizzat peygamberlerden aldığı ahiddir.
Birbirlerini tasdik etme hususunda peygamberlerden söz almıştır.Misak masdarı, mefulüne muzaf olmuştur.
♦ Allahu Teâlâ Hz. Âdem ve ondan sonra gelen bütün peygam-berlerden, "Şayet Hz. Muhammed, zamanınızda peygamber olarak gönderilir siz de hayatta olursanız, mutlaka ona imân edip, yardım edeceksiniz" diye ahd almıştır. Buradaki yardımın, bu ahdi dile getirmek olması mümkündür.
♦ Bu ahd, Allahu Teâlâ'nın Hz. Musa'dan İsa Aleyhisselam'a iman etmesi yönünde aldığı misaktır. Hz. İsa'dan da Efendimiz'e iman etmesi için misak almıştı.
♦ Âyet "Şayet peygamberler hayatta olsalardı, Hz. Muhammed'i tasdik etmeleri gerekirdi" manasındadır.
♦ Bununla, peygamberlerin çocuklarından alınan ahdin kastedilmesi de mümkündür. Peygamber evladları, İsrailoğullarıdır. Buna göre âyette muzaf hazfedilmiştir.
♦ "Peygamberler" ile murad, ehl-i kitap olabilir. Bu lafız, onlara hakaret etmek için kullanılmıştır. Çünkü onlar, "Biz, peygamberliğe Hz. Muhammed'den daha lâyığız. Biz ehli kitabız, peygamberler bizden olur" diyorlardı.
Kur'ân-ı Kerim'de bir çok yerde "nebî" lafzı zikredilmiş ve bununla onların ümmetleri kastedilmiştir.
♦ Veya bu ahid; bütün peygamberlerin, kendi ümmetlerinden, Hz. Muhammed peygamber olarak gönderildiğinde, O'nu tasdik edip, yardım etmeleri hususunda aldıkları ahiddir.
Ayetin zahiri, Allah'ın ahd aldığı kimselerin, Hz. Muhammed peygamber olarak gönderildiğinde, O'nu tasdik etmeleri gerektiğini göstermektedir. Halbuki bütün peygamberler, Hz. Muhammed gönderildiğinde, vefat etmişlerdir. Ölen kimse, mükellef tutulamaz. Kendilerinden ahd alınanların, peygamberlerin bizzat kendileri değil, ümmetleri olduğu anlaşılır.
Peygamberler hakkında hüküm böyle olunca ümmetlerine daha büyük bir evleviyetle (öncelikle) O'na iman etmeleri yakışır.
♦ Ahd alınanlar, Hz. Muhammed zamanında olan kimselerdir.
Kitap, indirilen ve okunan şey manasınadır. Hikmet ise, kitapta olmayan geniş mükellefiyetler yükleyen vahiy demektir.
♦ مَا ismi mevsul ise; kelamın takdiri “Şüphesiz size vermiş olduğum kitap ve hikmete; yanınızda bulunanı tasdik etmek üzere gelmiş olan peygambere, işte bunlara mutlaka iman edeceksiniz.” şeklindedir.
♦ مَا şart manasında ise; "Şayet size bir kitap ve hikmet veririm; sonra da size, yanınızda olanı tasdik eden bir peygamber gelirse, sizler ona muhakkak ki iman edersiniz" şeklindedir.
Allahu Teâlâ, peygamberleri gâib yoluyla zikretmiş, daha sonra da muhatab zamirine iltifatla "Size... verdim" buyurmuştur.
a- Burada bir hazif vardır. Bunun takdiri, "Allah, peygamberlerden ahd alıp, onlara hitap ederek, "Ben size kitap ve hikmet verdim" demiştir" şeklindedir.
b- "Allah, peygamberlerinden, 'size verdiğim kitap ve hikmeti, insanlara tebliğ edin' diye ahd almıştı" takdirindedir. Burada söz kendisine delâlet ettiği için "tebliğ edin" emri hazfedilmiştir.
Allahu Teâlâ her peygambere kitap vermediği halde 'size kitap verdim' buyurmuştur.
♦ Peygamberlere verilmiş kitaplarla diğer peygamberler de doğruya ulaşır ve o kitaplarla amele davet edilirler. (Sebep-müsebbep alakasıyla mecaz-ı mürseldir.)
♦ Peygamberlerin en faziletlisi kitap verilenlerdir. O yüzden âyette sadece kitap verilenler zikredilerek tağlib yapılmıştır.
Peygamberler, başka bir peygamber hayatta iken ona gönderilmez, ümmetlere gönderilirler. Burada ise "Size birRasul geldiğinde" buyruldu;
Eğer 'Allah peygamberlerden misak aldı' cümlesinde, peygamberlerin bizzat kendileri kastedilmişse, bu cümle 'Sizin zamanınızda peygamber gelirse" demektir.
Eğer 'Allah peygamberlerden misak aldı' cümlesinden, peygamberlerin ümmetlerinden misak alınması kastediliyorsa, sebep söylenmiş, müsebbep kastedilmiştir. Yani 'Sizin ümmetlerinize bir peygamber gelecektir.'
Peygamber (sav)
Ka'bül Ahbar’dan rivâyet olunduğuna göre Tevrat’ta Allahu Teâlâ ‘Hz. Muhammed Benim kulum, Rabbisine mütevekkil ve muhtârdır. Katı kalpli değildir, çarşılarda bağırmaz, kötülüğü kötülükle karşılamaz; lâkin afveder ve bağışlar. Doğum yeri Mekke’dedir, Medine-i Tayyibe’ye hicret eder. Ve mülkü Şam’a kadar gider’ buyurulmuştur.
Bütün peygamberler, seçkin, mümtaz, şahsiyetlerdir. Çünkü ümmeti eğitip insanlık ufkunu illiyyine, Allâmu’l ğuyûb Gaffâre’z zünûb tarafından gönderilmişlerdir.
Efendimiz ise, Allah’ın bütün mükevvenattan önce ruhunu yarattığı ve ‘gel’ emrine tereddütsüz itaat ettiği için, tâ ezelden sevilmiş, seçilmiş ve her şey O’nun hürmetine yaratılmış; hem de O’nun ruhundan... Bu nedenle güzel isimlerinden biri de Ebû’l Ervah’dır. Dillere destan kuds-i hadisteki ‘levlâke levlâk vemâ halâktü’l eflâk / Sen olmasaydın, sen olmasaydın bu kâinatı yaratmazdım’ fermanı, Efendimiz’in ‘Muhtar’ ismini en güzel bir şekilde tefsir ediyor.
Önceden semavi kitaplarda müjdelenmesi, bütün peygamberlerin imamı sevgi ve saygıyla tebşir etmesi, doğumundan önce ve sonra hârikulade hallerin yaşanması, doğuşuyla dünyaya bereket, rahmet, sevgi, şefkat ile hâlelenmesi, O’nun ne kadar seçkin olduğunun şâhidi değil mi?
‘Sen en güzel ahlâk üzerindesin’, ‘Resûlullah’da güzel örnekler vardır’ övgülerinin muhâtabı Efendimiz , dünyaya geldiği asırda, her türlü melânetin, zulmün pervasızca işlendiği bir ortamda bile çocukluğunda, gençliğinde hep farklı ve faziletli idi. O’nu herkes sever, övgü ile anardı.
35 yaşında iken, kendilerinin halledemeyip kargaşaya düşmek üzere iken yanlarına gelen Efendimiz’in gelişine çok sevinip, O’nu Hacerü’l Esved’i yerine koyma hususunda hakem seçmiş ve neticeden hepsi memnun kalmıştı. O’na risâlet verilmeden önce ‘el- Emin’ lakabını vermişlerdi.
Gözler uyusa da kalbi uyumaz
Ayakları şişinceye kadar kılar namaz
Her tavırda dua her işte niyaz
Allahümme salli ala Muhammed
Rabbim Vesile'yi ona nasip et
O’nun şefkatinin, merhametinin, re’fetinin, adâletinin çocuklar bile farkındaydı. Hz. Hatice ile evlendiğinde kendine hediye ettiği köle Zeyd, babası ile Resûlullah’ın yanında kalması hususunda muhayyer bırakıldığında, o, Resûlullah’ı seçmişti. Henüz o zaman nübüvvet verilmiş değildi.
Mekke’nin en güzel, en şerefli, en varlıklı ve en güzel ahlâklı, yüce şahsiyetlisi Hz. Hatice, kendini isteyen nice varlıklı kimseleri reddettiği halde Efendimiz’le evlenmeyi bizzat kendi taleb etmişti. Bu yüzden eski talipleri arasında olan Ebû Cehil’in Efendimiz’e olan kini, öbürlerinden daha fazla idi.
Hz. Hızır, Hz. İsa gibi bir çok peygamberler, peygamber olma yerine Resûl-i Kibriya’ya ümmet olma şerefini talep etmişlerdi.
Her peygamber, bir asra, bir ümmete peygamber gönderilirken, Resûl-i Muhterem , kıyamete kadar gelecek insan ve cinlere peygamber olarak gönderilmekle de seçilmiş, mümtaz kılınmıştır. Allah (c.c.), bütün peygamberler içinde O’nu habib, sevgili diye seçmiştir.
Uzun secdelerde dua ederdi
Gözyaşı döküp boyun bükerdi
Her daim 'Ümmetî ümmetî' derdi
Allahümme salli ala Muhammed
Rabbim ümmetini ona vasıl et
"Bir peygamber", Hz. Muhammed'dir . Hz. Peygamber'in onların nezdindekini tasdik edici olması, onun vasıflarının ve çeşitli hallerinin Tevrat ve İncil'de zikredilmiş olmasıdır. Onun sıfatları ve halleri, o kitaplarda zikredilenlere uygun tezahür edince, Hz. Peygamber'in bizzat gönderilişi, onların yanındaki bu kitapların bir tasdiki olmuştur.
Bu ifâde, tevhid, nübüvvet ve dinin asıllarının her asırda birbirine muvafık olduğunu bildirir. Dinin tafsilatındaki farklılık, gerçekte bir ihtilaf değildir. Bütün peygamberler, Hz. Musa zamanında hak olanın onun şeriatı; Hz. Muhammed zamanında hak olanın da O'nun şeriatı olduğunda ittifak etmişlerdir.
Meselâ, Hz. Musa ile Hz. Harun gibi aynı ümmette çağdaş iki peygamber bulunacak olursa, onlar her hususta ittifak halindedirler. Şayet kavimleri farklı farklı olursa, sonradan gelen peygamber öncekinin davetine iman eder, önceden gelen de sonradan gelecek olanın davetine iman eder. Nitekim Hz. Lût, Hz. İbrahim'in getirdiklerine iman etmiş ve davetinde onu desteklemiştir. Şayet Hz. Musa ile Hz. İsa gibi aralarında zaman farkı varsa yine sonra gelen, öncekinin davetini tasdik eder.
İşte peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed'in peygamber olarak gönderilmesi de böyledir. Önceki peygamberlere uyanların onun peygamber olarak gönderilişine iman etmeleri ve onu desteklemeleri gerekir. Çünkü dinde peygambere düşmanlık eden Kitap Ehli'nin yaptığı gibi ayrılıp bölünmeye, düşmanlığa ve kine sebep yoktur. Aksine din bir araya gelmenin, birleşmenin sebebidir, sevginin, muhabbetin yoludur. Kurtuluş ve mutluluğun anahtarıdır.
Din, insanlığın hayrına, mutluluğuna yöneltilmiş bir rahmettir. Sosyal yapı zamanla geliştikçe bu rahmetin kapısı da o nisbette genişler. Kabile ve milletlerin ilim, teknik, kültürel ve sosyal alanlarda kademe kademe ilerlemesi, şeriatlerin de tekâmülüne kapı açmıştır.
Peygamberlerin birbirini tasdîk etmesi ve bu konuda kendilerinden kesin söz alınması, dinlerinin birbirini tamamladığını ve en mütekâmil düzeye gelinceye kadar bunun sürüp gideceğini göstermektedir.
" لَتُؤْمِنُنَّ بِهٖ Mutlaka ona inanacaksınız..." buyruğunun başındaki ل harfi mîsâk almaktan ibaret olan kasemin (yeminin) cevabıdır. Çünkü mîsâk almak, yemin ettirmek ayarındadır. Bu "Ben senden mutlaka şu işi yapacaksın diye misak aldım" demeye benzer. 'Ben sana yemin ettiriyorum' demek gibidir.
Peygamberlerin getirdikleri mesaj, bütün nesillere ve bütün mekanlara uzanır. Bir nesle ya da bir bölgeye has değildir. Bu itibarla Allah, bütün peygamberlerin şeriat ve risaletlerini bu minval üzere Hz. Muhammed'e kadar taşımalarını emretmiştir. Hz. Muhammed'i peygamberlerin sonuncusu olarak seçtiğinde ise, onun risaletinin her zaman ve her yerde bütün insanlığın dini olmasını, bütün insanlık tarafından benimsenmesini murad etmiştir.
Krallığı değil kulluğu seçti
Yetimlik ayrılık acısı çekti
Ağır imtihanları takdirle geçti
Allahümme salli ala seyyidina Muhammed
Rabbim ona yakın olmak nasib et
"Allah, peygamberlerine, 'Ona iman etmeyi ve yardımda bulunmayı kabul ettiniz mi?' dedi."
Bir şeyi ikrar etmek, yerine getirmek durumunda olduğu bir şeyi haber vermek ya da o şeyin sübutuna delâlet eden bir şeyi bildirmek demektir. Bir şey yerinde durup sebat gösterdiği zaman kullanılan قرََّر fiilinden alınmıştır.
Eğer ayetin başındaki وَاِذْ اَخَذَ اللّٰهُ مٖيثَاقَ النَّبِيّٖنَ "Allah, peygamberlerden ahd aldı" ifâdesi "Allah, peygamberlerinden, ümmetlerinden ahd almaları hususunda ahd almıştır" mânâsında tefsir edilirse "İkrar ettiniz mi?", "Her peygamber, ümmetine 'ikrar ettiniz mi?' der" anlamındadır. Allahu Teâlâ, peygamberlerin ümmetlerinden aldığı ahdi, kendisine nisbet etmiştir. Çünkü peygamberler bu işi tahakkuk ettirme ve te'kîd etme hususunda büyük çaba sarfetmişler, ümmetlerinden yalnız söz alma ile yetinmemiş, onlardan ikrar da istemiş ve bu hususu şâhid tutarak te'kid etmişlerdir.
Ey Mûsâ! İsrailoğulları’na söyle, kim Ahmet’e iman ederse, bilsin ki o benim en şerefli kulumdur.
Ey Mûsâ! İsrailoğulları’na bildir! Kim Ahmet’in getirdiklerini inkâr ederse, -isterse bir harf olsun- onu Cehenneme atarım.
Ey Mûsâ! İsrailoğulları’na bildir! Ahmet, rahmettir, berekettir, nurdur. Onu görmeden veya görerek tasdik edenin dünya hayatında sevgilisi, kabrinde ise arkadaşı olurum. Sorgusunda zorluk çıkarmam. Sırattan ayağını kaydırmam.
Burada "alma", kabul etme manasınadır. Kur'ân-ı Kerim'de, birçok yerde 'aldı' kelimesi, kabul etti mânasında kullanılmıştır.
اِصْر Lugatta asıl itibariyle ağırlık manasınadır. Ahid, sağlam yapılan ve kuvvetle bağlanan şeylerden olduğu için ona اِصْر denmiştir.
Bir gün Hz. Ömer Resûlü Ekrem'e gelerek:
"Ey Allah'ın Rasulü, Beni Kureyza Yahudilerinden olan bir arkadaşıma emrettim. O da bana Tevrat'tan derlediği bazı cümleleri yazdı. Bunu sana arzedeyim mi?" diye sordu. Bunun üzerine Cenab-ı Peygamberin yüzü kıpkırmızı kesildi. Abdullah bin Sabit Hz. Ömer'e;
"Resûlullah'ın yüzündeki kırmızılığı görmüyor musun?" dedi.
Hz. Ömer hemen,
"Ben Rab olarak Allah'a, din olarak İslam'a, Peygamber olarak Muhammed'e razı oldum" dedi. Bunun üzerine Peygamberin yüzü değişti ve şöyle buyurdu:
"Nefsimi yedi kudretinde tutan Allah'a yemin ederim ki, eğer Musa sizin aranızda olsaydı, siz de beni terkederek ona tâbi olsaydınız dalâlete gitmiş olurdunuz. Şüphesiz siz ümmetlerden benim payımsınız ve ben Peygamberlerden sizin payınızım."
Ehli kitaptan sakın hiçbir şey sormayınız. Çünkü onlar dalâlete gittikleri halde sizi hidayet etmezler. Sorduğunuzda siz ya bir batılı tasdik etmiş veya bir hakkı yalanlamış olacaksınız. Durum şudur: Allah'a yemin ederim, eğer Musa sizin aranızda hayatta olsaydı bana tâbi olmaktan başka bir şey ona helâl olmazdı. Hadis-i Şerif
Efendimizin peygamber olarak görevlendirilmesiyle dinler son şeklini almış ve tekâmülde doruğa yükselmiştir. İnsan hayatının her bölümüne el uzatacak yüksek bir verimlilikle donatılmıştır.
Son dine uymak, ilâhî tekâmül kanununa uymanın gereğidir. Her peygamber bunu tasdîk edip haber verdiğine göre, eskiye saplanıp bağlı kalmak, yürürlükten kaldırılan bir kanuna bağlı kalmak kadar abestir.
Hz. Muhammed, Peygamberlerin en sonuncusudur ve kıyamete kadar da bu vasfını koruyacaktır. En büyük imam odur. Hangi asırda meydana gelse, o asrın imam-ı azamı o olurdu. Salât ve selâm onun üzerine olsun.
"Öyleyse birbirinize ikrar ile şahid olun. Ben de sizin ikrarınıza ve birbirinizi şâhid tutmanıza şahidlik edenlerdenim." Onlara bu işi pekiştirmek ve Allah'ın şahadeti ile şahid olduklarını kendilerine hatırlatıp, şehadetten dönmekten onları sakındırma manasına gelir.
♦ 'Bilin' anlamındadır.
♦ "Öyleyse şâhid olun" emri, meleklere hitabtır.
♦ "Herkes kendisi, kendi aleyhine bir şâhid olsun, hem kendinize hem de size tabi olanlara karşı şahitlik edin" mânâsındadır.
♦ "Bilmeme hususunda hiç kimsenin ileri sürecek mazereti kal-masın diye bu mîsakı, âlim câhil herkese açıklayın" mânâsındadır. "Şâhid", davacının dâvasını doğrulayan kimse demektir.
♦ "Bu mîsakı, iyice belleyin ve bu hususta bir şeyi görüp gözeten şahit gibi olun" mânâsındadır.
♦ Mîsâk ümmetlerden alınmış ise; bu ifâde peygamberlere, üm-metlerine şâhid olmalarını emreden bir hitab olur.
Allahu Teâlâ'nın peygamberlerle beraber alimlerden ve bütün mü'minlerden aldığı ahidler şunlardır:
1- Tevhid (Allah'ı bir bilmek)
2- Dinin ikamesi için çalışmak
3- Dini dosdoğru yaşamak
4- Dinin öğretilmesi
5- Dinde asla tefrikaya düşmemek, bölünmemek
6- Bazılarının bazılarını tasdik etmesi
7- Birbirlerinin aleyhinde olmamak
8- Halkı taat'a davet etmek
9- Dini tebliğ etmek
10- İbadeti Allahu Teâlâ'ya tahsis etmek (ihlas ile ibadet etmek)
Allahu Teâlâ'nın kullarından istediği sadece ibadette sıdkıyet, samimiyet, ihlas ve Rububiyyet hukukuna riayettir.
İbrahim Edhem hazretlerine "Bizim için mescidde otursan da senden bir şeyler işitsek?" dediler.
İbrahim Edhem hazretleri:
"Ben dört şeyle meşgulüm! Bunlardan kurtulduğumda sizinle beraber otururum" dedi.
"Ey Eba İshak, onlar nelerdir?" dediler. İbrahim Edhem hazretleri açıkladı:
"Birincisi: Allahu Teâlâ'nın Hz. Adem'den misak almasını hatırladım. Allahu Teâlâ: "Bunlar cehennemliktir aldırmam! Bunlar da cennetliktir aldırış etmem!" dediğinde kendimin hangi fırkadan olacağını bilmiyorum! Bunu düşünüyorum!
İkincisi: Düşündüm ki; çocuk daha annesinin karnında iken ona müvekkel melek: "Ya Rabbi! Şaki mi? Said mi?" dediğinde o anda hakkımdaki cevabın ne olduğunu bilmiyorum.
Üçüncüsü: Ölüm meleği ruhumu almak istediği zaman: "Ya Rabbi! Bunun ruhunu İslam üzere mi alayım? Yoksa küfür üzere mi" der. O anda hakkımdaki cevabın ne olacağını bilmiyorum!
Dördüncüsü: Allahu Teâlâ'nın 'Ey günahkarlar, Bugün ayrılın!' (Yasin 59) Kavl-i şerifini düşünüyorum! Hangi fırkadan olacağımı bilmiyorum!
İşte bu meşguliyetler, beni sizinle oturmaktan ve sizinle konuşmaktan meşgul etmektedir."
Bu kısım, tekid ve emri takviyedir, onlardan ilerisi için alınan pekiştirilmiş bir ifade, gerçeklerden sapmamaları için bir uyarıdır.
Allahu Teâlâ, her ne kadar burada başkasını şahid tutmuş ise de, böyle bir şâhid tutmaya ihtiyacı yoktur. Çünkü Allahu Teâlâ'ya hiç birşey gizli kapaklı kalmaz. Ancak bir maslahattan ötürü onları birbirlerine şahid tutmuştur. Ortada Allah'ın şahitliği ile birlikte bir de kendi aralarında birbirlerine olan şahitlikleri bilinince, bundan kolay kolay dönmek mümkün olmaz.
✽ Önce peygamberleri tenzih etti, bu ayetle de medhetti.
✽ 'Sizin yanınızdakini tasdik edici peygamber' Efendimiz ﷺ 'dir , nisbetli kinayedir.
✽ 'Ona inanacaksınız' fiilinden sonra 'Ona yardım edeceksiniz' fiilinin gelmesi, 'Kabul ettiniz mi?' sorusundan sonra, 'Bu ahdimi aldınız mı?' sorusu itnabdan iygaldir.
✽ 'Bu ağır ahdimi اِصْرٖي ' kelimesi ahid için ağır yük anlamında istiaredir. Müstearun minh, ağırlık, müstearun leh Allah'a verilen ahd. Camisi; zorlanmak, güçlük çekmek, zahmet, yorulmak, mesuliyet duygusunun verdiği sıkıntıdır.
✽ Bir kimseyi mevkisinden kaldırıp yerine başkasını oturtmak zaten ters bir şeydir. Böyle bir şey olmayacağı halde, olacakmış gibi onları uyarıp ahid aldı. Onlar da erdem ve yüceliklerini göstererek bunu kabul ettiler.
✽ Allahu Teâlâ zaten bildiği halde, 'Ben de sizinle beraber şahitlerdenim' buyurması medhi tekittir. Efendimizin şanını gösterir. Bu beraberlik aynı zamanda, Efendimizi ﷺ ikrar eden peygamberleri medihtir.
✽ اشْهَدُوا fiilinden sonra, 'Ben de sizinle beraberim' buyurmayıp 'Ben de sizinle beraber şahitlik edenlerle beraberim' buyurması tecriddir.
✽ الشَّاهِدِينَ kelimesi ile اشْهَدُوا fiili arasında iştikak cinası ve reddül acez vardır.
82- Artık kim bundan sonra yüz çevirirse işte onlar imandan çıkanların ta kendileridir.
Bu âyetlerden maksad, ehl-i kitap için bir mazeret olmadığını belirtip onların inadlarını ortaya koymak, Hz. Peygamber'in nübüvvetine delâlet eden şeyleri bildirmektir..
"Dönmek" peygamberlerden asla vaki olmaz, olmamıştır. Misak peygamberlerden alındığı için, onlara tabi olan ümmetleri de bu misakın hükmüne dahil oldular. Fakat "Dönmek" sadece ümmetlerden vaki olur, bu hitaba peygamberler dahil değildir.
Burada ehl-i kitabın iman etmeyenlerine bir tariz vardır. Çünkü Yahudi ve Hıristiyanlar Efendimiz'in hak peygamber olduğunu çok iyi biliyorlardı. Onların küfürlerine sebeb olan şey, peygamberliğin kendilerine gelmemesinden doğan kıskançlıklardır. Böylece hasedi kendisini küfre götüren iblis gibi oldular.
"Geçen bunca delilden sonra kim o peygambere iman ve yardım etmekten yüz çevirirse, fasıklardan olur."
Fısk ya da fusuk; günah ya da kötülük işlemek demektir. Kuran’da bu kelime Allah’ın hükümlerinin külli biçimde ihlali anlamında kullanılır. Allah’a isyan ettiğinde şeytan fısk işlemişti. Hz. Nuh, Hz. Lut ile Firavun’un kavimleri de aynı şekilde fısk işlemişti. Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyenler, münafıklar ve yalan yere zina iftirasında bulunanlar fasıklar diye isimlendirilmiştir. Fasıklar kendilerini ilahi hidayete mazhar olmaktan mahrum eder, başkalarını da yanlış yola saptırırlar. Fıskında ısrar edenler, Müslüman toplumda saygınlıklarını ve izzetlerini kaybederler. Bir fasığın getirdiği haberin kabul edilmeden önce dikkatle araştırılması gerekir. Yalan yere zina suçlamasında bulunanların şahitliği asla kabul edilmez.
✧ Üç kişi hürmeti kaybetmiştir:
1- Fıskını açıklayan fasık,
2- Hevasına uyan kimse,
3- Zalim hükümdar.
✧ Divane bir çocuğun oyunu ilme tercih etmesi gibi, fasık adam da eğlenceyi ibadete tercih eder. M. Kırkıncı
✧ Yardım-ı ilahi takva nisbetindedir. Fasık fıska düştükçe inayeti ilahi kesilir.
✧ Fasıkla ilişkiyi kesmek Allah (c.c.)’a yakınlıktır.
✧ Söylediğiyle amel etmeyenin, sözü başkasına tesir etmez. Fısk, sözün tesirini kaybettirir.
✧ Fasıklarla arkadaşlık etmek öyle bir hastalıktır ki devası fasıklarla olan beraberliği terk etmekle mümkündür.
✧ Kalbî hayatın muhâfazası için, gafil ve fasıklarla ünsiyetten şiddetle sakınmalıdır. Zira teaffün etmiş (kokuşmuş) mezbele ve leşler üzerinden geçip gelen bir rüzgar, onların mülevves kokularını alarak etrafa yayar, nefesleri tıkar ve ruhları daraltır.
✧ Ağyar ve bîgânelerle sohbet etmek, kalbe fütûr, ruha dağınıklık ve gönle perişanlık verir. Ubeydullah Ahrâr
✧ Fasığın üç alameti vardır:
1- Fitne ve fesadı sever,
2- İnsanların belâya uğramasını ister,
3- İyi ve hayırlı işlerden kaçınır.
✽ فَمَنْ تَوَلّٰى 'Kim yüz çevirirse' şart cümlesinde, neyden yüz çevirdikleri söylenmedi. Dinden, imandan dönenler kastedildi. İcazı hazıf; muhatapça anlaşıldığı için, fazla sözden sakınmak için.
✽ Önceki ayetlerde peygamberlere hitap edilmişti. Onların yüz çevirmeyecekleri kesin olduğu için, bu ayetin muhatabı ümmetleridir. Burada hitap umum söylendi, hususi olarak ümmetler kastedildi.
✽ فَاُولٰٓئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ cümlesi, şartın cevabıdır, mahallen meczumdur. Ceza cümlesi, müzari olmayıp isim cümlesi olduğu için başına rabıta فَ 'si gelmiştir.
✽ Cümlede, müsnedin ileyhin ismi işaret gelmesi, aklen zihne yerleştirmek içindir. هُمُ zamiri fasıl zamiridir, tekit bildirir. Haberin الْفَاسِقُونَ şeklinde marife gelmesi de tahsis içindir.
✽ Dal bil ibaresi; Hz. peygamberi kabulden yüz çeviren herkes Allah katında fasıktır, kim olursa olsun, ne yaparsa yapsın bir değeri yoktur.
✽ Lazım; Onlar fasıklardır, melzum; cezalarını çekeceklerdir.
83- Allah’ın dininden başkasını mı arzu ediyorlar! Oysa O'na göktekiler ve yerdekiler de, hepsi ister istemez boyun eğmiştir. Ve hepsi O’na döneceklerdir.
Ayetin başındaki istifhamı inkariden maksat, onların yaptıklarını yadırgamaktır.
Ya da onların yaptıklarını sadece bildirmektir. Bu takdirde hemze, istifhâm-ı takriri olur.
İstifham edatının esas yeri يَبْغُونَ lafzıdır. اَيَبْغُونَ غَيْرَ دِينِ اللهِ "Allah'ın dininden başkasını isterler mi?" takdirindedir. Çünkü istifham ancak, fiil ve hadiseler hakkında olur. Mef'ûlün fiile takdimi, hemzenin inkâr etme ve yadırgama manasının, bâtıl mabuda yönelmesinin ehemmiyetindendir.
"Allah'ın dîni" İslâm dinidir. Çünkü Allah katından en son gelen ve bütün dinlerin gerçek taraflarını kapsayan, bir manâda bütün dinlerin fihristi hükmünde bulunan tek din İslâm dini'dir.
Din için Kur'an dışında bir kaynak aramak veya Kur'an dışı bir kaynaktan din adına fetva vermek, Kur'an'ı küçümsemektir. Allah'a kavuşacaklarına inanmayan insanlar hayatlarına uymadığı ve alışkanlıklarına ters düştüğü için, ondan başkasını isterler veya onun değiştirilmesini talep ederler. Bunu Hz. Peygamber'den istedikleri gibi, alimlerden de isterler ve dinde reform fikrini canlı tutarlar.
Hazret-i Muhammed'in dinine uymayanlar, hangi dine bağlı bulunurlarsa bulunsunlar; Allah'ın dininden başkasını arzu ediyorlar demektir. Varlık âleminin canlı cansız her parçası ister istemez Allah'a teslimiyet gösterirken akıl, zekâ, irâde, hafıza ve benzeri üstün yeteneklerle teçhiz edilen insanoğlunun O'na tuğyan etmesi ne kadar şaşırtıcıdır!
Dinin görevi insanın kalbini düzenlemek, davranışlarını insanileştirmek, öfkesinden temizlemek, toplumda düzeni ve itaati sağlamaktır.
İslâm, teslim olma, boyun eğme ve itaat etme anlamına gelir. Göklerde ve yerde bulunan bütün varlıkların teslim olmasının birçok şekli vardır:
♦ Allahu Teâlâ dışında bütün varlıklar, zâtı bakımından mümkün varlıklardır, ancak Allah'ın var etmesiyle var, yok etmesiyle de yok olurlar. Bu nedenle Allah'ın dışında bulunan her şey, varlık ve yokluk itibarı ile, Allah'ın celâline boyun eğmiş ve O'na itaat etmiştir. Bütün yaratıklar güçlerinin dışına çıkamayacak, kendisi için çizilen çerçeveyi geçemeyecek fıtratta yaratılmışlardır.
"O'na boyun eğmiştir" cümlesi, hasr ifâde eder. Yani, "Göklerde ve yerde bulunan herşey ve herkes, başkasına değil, sadece ve sadece O'na boyun eğmiştir." Vâcibu'l-vücûd (c.c.) tektir.
♦ Allah'ın irade buyurduğu hususta, hiç kimsenin O'na karşı koy-ması mümkün değildir. Varlıklar, Allah'ın muradını ya isteyerek veyahut da istemedikleri halde, kabul etmek zorundadırlar.
Müslümanlar, dini meselelerde Allah'a isteyerek; tabiatlarına ters düşen hastalık, fakirlik, ölüm ve benzeri şeyler hususunda da O'na istemeyerek (kerhen) inkiyâd ederler.
Kâfirler, her halükârda, Allah'a kerhen inkıyâd ederler. Çünkü onlar, din ile alâkalı olan hususlarda Allah'a boyun eğmezler; dinî olmayan diğer hususlarda ise, O'na kerhen teslim olurlar, Allah'ın kaza ve kaderini savuşturmaları mümkün değildir.
♦ Müslümanlar, isteyerek; kâfirler ise, ölümleri esnasında kerhen ve istemeyerek Allah'a boyun eğmişlerdir. Kılıçla zor altında kalarak yahut İsrailoğulları'nın tepesine dağın kaldırılması, Firavun'un boğulma noktasına gelip ölümün yaklaşması halinde olduğu gibi, İslâm'ı kabule mecbur eden şeyleri görmekle teslim olurlar.
♦ Kâfirin istemeyerek İslâm olması Allah'tan başkasına secde etmesiyle ve gölgesinin de Allah'a secde etmesiyle olur.
♦ Bütün varlıklar, Cenâb-ı Hakk'ın, "Andolsun ki onlara, gökleri ve yeri kimin yarattığını sorarsan, muhakkak ki, "Allah" derler" (Lokman, 25) âyetinin delaletiyle, O'nun uluhiyyetine isteyerek; tekliflerine, elem ve kederler vermesine de istemeyerek boyun eğerler.
Yüce Allah mahlukatı onlardan, yerine getirmelerini istediği şeylere elverişli bir yapıda yaratmıştır. Kimisi güzel, kimisi çirkin, kimisi uzun, kimisi kısa, kimisi sağlıklı, kimisi hastadır. Hepsi de zorunlu olarak O'nun emrine boyun eğerler. Sağlıklı olan itaatle ve buna sevinerek boyun eğer, hastalıklı olan da bunu hoş görmese dahi; yine itaat etmekte, boyun eğmektedir,
♦ Bütün varlıkların boyun eğmesi, mîsak alındığı sırada meyda-na gelmiştir. "Hani Rabb'in Âdemoğullarından, onların sırtlarından zürriyetlerini çıkarıp kendilerini nefslerine şahit tutmuş, 'Ben sizin Rabb'iniz değil miyim?' demişti" (Araf, 172)
♦ "İsteyerek boyun eğmek, gökteki meleklere mahsustur. Yerdekilerin de bir kısmı isteyerek, bir kısmı da kerhen inkiyâd ederler.
O'na teslim olmak'tan maksat, marifettir. Mümin kalbiyle, kalıbıyla Allah'a teslim olur. Baskı ile, karşı duramayacağı, engelleyemeyeceği büyük bir otoritenin zorlamasıyla istemeyerek Allah'a teslim olan ise kâfirdir, gönlü ile istemedikçe gerçek mümin olamaz.
Vecde gel sen de alemin ahengine uy
Varlığın arşa çıkan zikrini, tesbihini duy. Ali Ulvi Kurucu
✦ Bu âyet hakkında, Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu:
"Melekler gökte Allah'a itaat ettiler. Ensar ve Abdukays'lılar yeryüzünde Allah'a itaat ettiler."
✦ Ashabıma sövmeyiniz, çünkü benim ashabım Allah'tan korkarak İslâm'a girdiler, sair insanlar ise kılıç korkusuyla İslâm'a girdiler. Hadis-i Şerif
Kainat kanunları
Fizik kanunları, tabiatta görülen sistematik hâdiselerin formüllerle ifadesinden ibarettir. Kütle çekimi gibi kanunlar, kâinatın her noktasında zamana bağlı olmaksızın icra edilmekte, her zerreye sözü geçen Allah inancını pekiştirmektedir.
Evrenin yaratılışından kıyamet kopuncaya kadar meydana gelecek tabiat olayları kanunlara bağlı olarak gerçekleşir. Meselâ, neslin devamı erkek ve dişinin birleşmesi ile sağlanır. Her canlı doğar, büyür, yaşlanır ve ölür. Ateş yakıcıdır; su ise söndürücü. Suyun kaldırma kuvveti; yerin çekim gücü vardır. Kâinatta insanlar tarafından alışılmış ne kadar tabiat kanunu varsa bunların hepsi Allah'ın kâinatı yaratırken koyduğu kurallardır; normal şartlarda değişmez.
Kâinattaki bu fizik kanunları nereden gelmektedir? Güneşin göbeğindeki bir proton, binlerce ışık yılı uzaklıktaki bir kuasardaki protonla aynı kütleye sahip olması gerektiğini nereden bilmektedir?
♦ Maddenin kompleks bileşimlerinin oluşumu nükleer, radyoaktif ve elektromanyetik kuvvetlerin varlığına bağlıdır. Eğer hayattan mahrum bir kâinat yaratılmak istenseydi, tek bir nötral parçacık ile genel çekim kuvveti bu iş için yeterli olurdu. Ancak elektromanyetik kuvvet sayesinde karbon elementi, hayatın temeli olan DNA moleküllerine kadar varan sonsuz sayıda bileşik oluşturabilme özelliğine sahip olmasıyla bizleri şaşkına çevirmektedir. Karbondan başka bu özelliklere sahip olan unsur sadece silisyum elementidir. Ancak bu da sınırlı oranda mümkündür. Dünyamızda silisyum, karbona göre 10 kat daha çok olmasına rağmen silisyum kimyası değil, karbon kimyası hakimdir ve hayat bunun üzerine kurulmuştur.
Bu kadar ince hesaplamalar elbette İlâhî bir güç, ilim ve irade ile gerçekleşebilir.
"Dünyada Allah'a muhalefet eden herkesin dönüşü, Allah'a olacaktır. Allah'dan başka hiç kimsenin bir zarar ve fayda veremeyeceği yere varacaklardır." Bu ifade, hak dine muhalefet eden kimselere karşı yapılmış büyük bir tehdittir.
✦ İster köle, ister hayvan, ister çocuk olsun, kimin ahlakı kötü ise, onun kulağına bu âyeti okuyun. Hadis-i Şerif, Taberani
✧ Bu âyetin özelliği kötü ahlâklıları sükûnete kavuşturmak ve iyileştirmektir.
✧ Serkeş bir bineğin üzerinde olan bir kimse onun kulağına bu âyeti okursa, o serkeşlikten Allah'ın izniyle vazgeçer. Yunus bin Ubeyd
Herşey O'na (c.c.) teslim
Bu âyet, dikkatlerimizi dış âleme çeker; çevremizdeki eşya üzerinde düşünmemizi, kâinattaki mükemmelliği anlamamızı emreder. İnsan aklına ışık tutar, bir bütün olan varlığa, kendi yaratılışındaki plâna ve mükemmel estetiğe nazar ettirir.
Varlık âlemi mükemmel bir plâna göre düzenlenmiş, her varlık kendi türünün özelliğine göre belli kanunlara bağlanmıştır. Başıboş hiçbir şey yoktur. Maksatsız yaratılan bir varlık düşünülemez.
Güneş her gün planlandığı üzere ışık ve enerji vermek, yerküre ölçülü bir hızla hem kendi çevresinde, hem güneş etrafında dönmek zorundadır. Karınca, bal arısı ve tüm hayvanlar, kendilerine sunulan bir içgüdü ile varlıklarını devam ettirir. Herbiri bağlı bulunduğu kanuna göre davranır; başka türlüsünü yapamaz. Maymundan ancak maymun meydana gelir, insanı da ancak insan doğurur. Bunun aksi mümkün değildir. Çünkü her türün kendine has özellikleri ve bağlı bulunduğu biyolojik kanunları vardır. Buna uymaması düşünülemez.
İlim ve teknikte meydana gelen yenileşmeler de bir kanuna bağlıdır. Maddenin enerjiye dönüşmesi, maddelerdeki kimyasal değişikliklerin meydana gelmesi, belli ölçü ve illetlere göredir.
Her varlık hareket halindedir. Yerinde sabit sandığımız cansız varlıklardaki milyarlarca atom durmadan başdöndürücü bir hızla hareket eder. Her hareketin başlatıcısı olan yüce Kudret, maksatsız, amaçsız bir hareket meydana getirmez. Abesle iştigal O'nun kudretine, hikmetine ve azametine terstir.
İnsan diğer mahlukata nazaran daha çok ilâhî lütuf ve inayete mazhar olduğundan, Hakk'a teslimiyette her şeyden önce davranması gerekir. Çok mükemmel bir varlık olan insanın da elbette ondan çok daha mükemmel bir yaratanı vardır.
Efendimiz "Kendini bilen, Rabbini de bilir" buyururken bu yüksek mânayı kasdetmiştir.
Yerçekimi kanununa nasıl uymak zorunda isek ilgili olduğumuz hayat kanunlarının tümüne öylece uymak zorundayız. Allah'ın dininden başka bir din aramak, dünyanın değişik bir hızla dönmesini istemek kadar anlamsızdır.
Yahudi Ka'b b. Eşref'le arkadaşları, aralarında anlaşmazlık olan hıristiyanlarla birlikte, haklarında hüküm vermesi için Peygamberin yanına geldiler. Bu iki gruptan her biri, Hz. İbrahim'in kendilerine daha yakın olduğunu iddia ediyorlardı. Şöyle dediler:
- Bizden hangimiz İbrahim dinine daha layıktır?
Peygamber :
- Her ikiniz de onun dininden uzaktır, buyurdu. Onlar da,
- Hayır, biz senin verdiğin bu hükme razı olmuyoruz ve senin dinini de kabul etmiyoruz, dediler. Bunun üzerine, bu âyet nazil oldu.
Ancak, istifhâm-ı inkarî, bu cümlenin kendisinden öncesiyle irtibatlı olmasını gerektirdiği için, ayetin izahının şu şekilde olması da mümkündür:
Bu mîsak onların kitaplarında zikredilmişti, Hz. Peygamberin davasında doğru ve sadık olduğunu da biliyorlardı. İnkârlarının sebebi olarak geriye sadece düşmanlık ve haset kalmaktadır. Bu tavırları da, Allah'ın dininden başka bir din, Allah'tan başka bir mabud aramaktır.
• 'Allah'ın dininden başka din mi arıyorlar?' cümlesinde istifham; kınama ve tevbih ifade eden tecahül-ü ariftir.
• "Allah'ın dininden başkası غَيْرَ دِينِ الله" mefulünün fiilin önüne takdimi, öneminden dolayıdır.
'Allah'ın dini' nisbetli kinaye, İslamiyet kastedilmiştir.
• 'يَبْغُونَ Arıyorlar mı?' fiilinin mefulü mahzuftur. Zikri kerih görüldüğü için, fazla sözden sakınmak içindir.
Dal bil işaresi ile, insanın her halükarda bir iman noktası aradığına, arayacağına işarettir. İslam'dan uzak kalmak da aslında ters tarafa doğru bir arayış çabasıdır.
• طَوْعًا ve كَرْهًا kelimeleri arasında, tibak-ı icab vardır.
طَوْعًا ile اَسْلَمَ arasında muraat-ı nazır vardır.
• 'Yerlerdekiler ve göktekiler O'na teslim olmuştur' cümlesi itaat etmeyen herkese tarizdir. 'Herşey Allah'ın kanunlarına itaat ederken, insanlar nasıl Allah'ın dininin kanunlarına uymazlar?'
• Lazım, O'na döndürülecekler, melzum; yaptıkları inkarın cezasını çekecekler.
84-De ki: ‘Allah (c.c.)’a ve bize indirilene, İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve torunlarına indirilene de, Musa’ya, İsa’ya, peygambere indirilene de iman ettik, hiçbirinin arasında ayrım yapmayız. Ve biz O’na içten boyun eğmiş Müslümanlarız.
قُلْ emrindeki zamir müfred, اٰمَنَّا ’daki zamir cemidir.
♦ Allahu Teâlâ, Hz. Muhammed'e hitab ettiği zaman, ancak tekil lafızlarla hitab etmiştir. O'na, kavmine hitab ettiğinde, hükümdarların ve büyük şahısların konuşması gibi, kendinden tazim ve ululuk ifâde eden bir üslûbla, çoğul zamirini kullanarak hitab etmesini öğretmiştir. Bu şekilde peygamberinin kadrini yükseltmeyi murad etmiştir.
♦ Allahu Teâlâ önce söz, insanlara tebliğ edecek olanın o peygamber olduğunu göstersin diye, ona müfred lafızla hitab etmiştir. Sonra, bu sözü söylediği zaman ashabının ona muvafakat edeceğine dikkat çekmek üzere, "iman ettik" tabirini kullanmıştır.
♦ Allahu Teâlâ, Hz. Peygamber'in onların yanındaki kitabı tasdik edici olduğu zuhur etsin diye, قُلْ buyurmuştur. Sonra bu mükellefiyetin sadece O'na has olmayıp, bütün mü'minlerin görevi olduğuna dikkat çekmek için, اٰمَنَّا 'iman ettik' buyurmuştur.
Bu ayette, اُنْزِلَ fiili, isti'lâ harfi olan, عَلٰى edatıyla müteaddi kılınmıştır. Bakara Suresinin 136. ayetinde ise intiha, sonuç ve neticeye varma, varacağı noktaya ulaşma manasında olan إِلٰى harf-i ceriyle müteaddi kılınmıştır. Çünkü; bu fiilde hem isti'lâ (yukarıdan aşağıya iniş) ve hem intiha (bitiş noktasına ulaşma) manası vardır. Vahiy yüce Allah'tan gelir ve Rasûlullah'ta (sav) son bulur. Dolayısıyla اُنْزِلَ fiili bazen bu iki harften biriyle, bazen de diğeriyle gelir.
Burada Allah'a iman, kitablara imandan önce zikredildi. Çünkü kitabları gönderen, Allah'tır, peygamberliğe imanın aslı Allah'a imandır. Sonra 'Bize indirilen' Kuran'a îman, peygamberlere indirilen kitaplara îmandan önce zikredildi. Diğer peygamberlere indirilenler, her ne kadar zaman bakımından önce ise de, Ümmet-i Muhammed'e indirilen asıldır, temeldir. Bilginin kaynağı odur. Çünkü nazil olan diğer kitaplar değiştirilip tahrif edildikleri için asıl olamazlar. Bu kitapların durumlarını bilmek de, ancak Hz. Muhammed'e inzal olana imanla mümkündür. Kur'ân, diğer peygamberlere indirilen için bir temeldir.
Özellikle ayette bu peygamberlerin söz konusu edilmesi ehl-i kitabın onların peygamberliklerini kabul etmesi sebebiyledir.
Hz. Peygamberin enbiyayı tasdikindeki hikmetler
Önceki ayetlerde diğer peygamberlere 'Eğer sizin zamanınızda ahir zaman peygamberi gelirse tasdik edeceksiniz, değil mi' diye buyurmuş, onlardan ahd almıştı. Bu ayette de Rasulullah'a ﷺ her peygamberin nübüvvetini kabul ve tasdik etmeyi vacib kılmıştır.
♦ Hz. Peygamber'in, bütün peygamberleri doğrulayıcı olduğunu isbat eder. Çünkü bu şart, mîsakın alınmasında göz önünde bulundurulmuştu.
♦ Ehl-i kitabın görüşlerinin birbirleriyle çeliştiğine dikkat çeker.Çünkü onlar bir peygamberi ancak, elinde bir mu'cize zuhur ettiği için tasdik ediyorlardı. Onların, elinde mu'cize zuhur edenlerin bir kısmını tasdik edip, bir kısmını yalanlamaları büyük bir çelişkidir.
♦ Onların peygamberlerin bazısını yalanlamalarının, Allah ile münazaa etmek ve dinden yüz çevirmek olduğunu bildirir. Münazaaya girme hâlinin O'ndan ve ümmetinden zail olması için, bütün peygamberlere iman hususu açıklanmıştır.
♦ Allahu Teâlâ birinci âyette, bütün peygamberlerden, kendilerinden gelen her peygambere iman etsinler diye misak aldığını bildirdi. Bu âyette de, Hz. Muhammed'den kendisinden önce geçmiş peygamberleri tasdik etsin diye ahid almıştır. Ancak kendisinden sonra gelecek peygamberleri tasdik etmesi hususunda bir misak aldığını zikretmemiştir. Âyet bu bakımdan, Hz. Peygamber'in son peygamber olduğuna delâlet eder.
Hz. İbrahim
Hz. İbrahim Ülü'l azm denilen peygamberlerin üçüncüsü olup Mezopotamya'daki Keldâni kavmine gönderilmiştir. Peygamberimiz Muhammed Mustafa'dan sonra Allah katında insanların en üstünüdür, çünkü Allahü Teâlâ'nın varlığını kendi akıl ve mantığıyla bulmuştur. Allah ona Halil'im (dostum) dediği için «Hâlilürrahman» olarak zikredilir. Kendisine on suhuf verildi. Oğulları, İsmail ve İshak aleyhisselam soyundan daha birçok peygamber geldiği için «Ebu'l enbiya» (peygamberler babası)da denilmiştir. Babasının ismi Âzer, annesinin ismi ise Emile'dir.
Hz. İbrahim tüm yaşamı boyunca Allah'a tevekkül etmiş, kavminin düşmanca tavrı karşısında her zaman Allaha olan güçlü imanı, samimiyeti, teslimiyeti, ihlası ona güç vermiş, Allah'ın varlığını anlatmak için çok etkili yöntemler geliştirmiştir. Çok büyük bir kararlılık ve şevkle inkar edenlere karşı fikri mücadele yürütmüş ve Allahın rızası, rahmeti, cenneti dışında hiçbir karşılık beklememiştir.
Müminin sahip olması gereken en önemli vasıflardan biri, ihlasla ahiret yurdunu düşünüp anmasıdır. Yapılan her iş, söylenen her söz sadece Allahın hoşnutluğunu kazanmak için olmalıdır. Mümin, Hz. İbrahim gibi sürekli asıl hayatı olan ahirete özlem duymalı ve dünyaya hiçbir zaman bağlanmamalıdır. İman edenler de elbette Allah'ın dünyadaki nimetlerinden faydalanacak, bu yolla Allah'a şükredip bu nimetlerin ahiretteki asıllarını düşüneceklerdir. Ama bunlar, hiçbir zaman amaç haline getirilmemelidir. Her biri Allahın rızasını kazanmaya, Kur'an ahlakını anlatmaya, ahiret yurdunu anmaya vesile olan birer nimet olarak görülmelidir.
Hz. İbrahim’in beş bin koyun sürüsü vardı. Beş bin sürüyü güden bir o kadar çoban köpeği vardı.
Hz. İbrahim çölde koyunlarına bakarken insan suretinde bir melek ona göründü. Melek;
- Allahu Teâlâ, noksan sıfatlardan münezzehtir. Bütün ayıplardan arınmış ve tertemizdir. Allah, meleklerin ve ruhun Rabbidir- Sübbuhun Kuddüsün Rabbüna, Rabbü’l melaiketi ve’r ruh, tesbihinde bulundu.
Hz. İbrahim; 'Rabbimin zikrini bir daha tekrarla, şu görmüş olduğun mallarımın yarısını sana vereyim' dedi.
Melek Hz. İbrahim’in haline hayret etti ve;
- Allahu Teâlâ’nın seni Halil (dost) edinmesine ve senin adının bütün millet ve dinlerde güzel anılmasına gerçekten layıksın, dedi.
Hz. İsmail
Hz. İbrahim'in Hacer'den olan büyük oğludur. Kur'an'da on iki yerde ismi zikredilmekte ve aynı zamanda kendisine vahiy indiği bildirilmektedir. Bakara, Âl-i İmrân, Nisâ, En'âm, İbrâhim, Meryem, Enbiyâ ve Sâd sûrelerinde Hz. İsmâil'le ilgili bilgi verilmiştir.
Kendisine "Allah'ın kurbanı" anlamına "Zebîhatullah" da denir.
Hz. İsmail Mekke'ye yerleşen Cürhümîlerin çocukları ile büyümüş ve onlardan ok atıcılığını öğrenmiştir. Eslem kâbilesinden bir grup, yarış için ok atışırken, Hz. Peygamber (sav) onlara şöyle demişti: "Ey İsmailoğulları! Ok atınız, sizin atanız da mahir bir ok atıcı idi" (Buhâri).
Hz. İsmail iyi bir atıcı ve avcıydı. Mekke'nin harem bölgesinin dışına çıkarak avlanır ve avlanmayı, ata binmeyi, yabani atları ehlileştirip binmeyi çok severdi. Peygamber (sav) "At edininiz! Onu miras olarak alın ve miras olarak bırakınız! Çünkü bu size babanız İsmail'in mirasıdır" buyurmuştur. Hz. İsmail Arap dilini çok güzel konuşan fasih bir insandı.
Hazret-i İsmâil, babası Hazret-i İbrâhim'in vefâtından sonra, Yemen'den gelip Mekke'ye yerleşmiş olan Cürhüm kabilesine peygamber olarak gönderildi. Kendisine başka kitap ve din verilmeyip, babası İbrâhim aleyhisselâmın dinini insanlara tebliğ etti. İnsanları elli yıl imâna dâvet etti, ancak pek az kimse imânla şereflendi. Filistin'e giderek Hazret-i İbrâhim'in kabrini ziyâret etti. Sonra Şam'a gidip kardeşi İshak aleyhisselâm ile görüştü.
Hazret-i İsmâil'in 12 oğlu ve pek çok torunu oldu. Onun dini İslâmiyet gönderilinceye kadar doğru olarak devâm etti. Muhammed aleyhisselâmın bütün dedeleri Hazret-i İsmâil'in soyundan ve onun dinindendi. Vefâtına yakın kardeşi Hz. İshâk'ı aleyhisselâm yanına dâvet edip, kızını oğlu Iys'a nikâhladı ve bâzı vasiyetlerde bulundu. Mekke'de 133 veya 137 yaşlarındayken vefât etti. Mescid'i Haramda Kâbe-i Muazzama'nın kuzey duvarı önünde bulunan ve annesi Hâcer'in kabrinin bulunduğu Hatim denilen yere defnedildi.
Mûcizeleri:
1- Dikenli bir arâzide yaşayan müşriklerin isteği üzerine duâ edince, dikenli ağaçlarda çeşitli meyveler bitmiştir.
2- Cürhümileri imâna dâvet ettiği zaman, onlar kısır koyundan süt çıkarmasını istediler. O da elini koyunun sırtına koyarak; ''Beni peygamber olarak gönderen Allahu Teâlâ'nın ismi ile...'' dediği anda koyunun memelerinden süt akmaya başladı.
3- İsmâil aleyhisselâmın duâsı bereketiyle koyunların yünleri ipek oldu ve sayıları çoğaldı.
4- Kendisine misâfir gelen iki yüz Yemenliye ikrâm edecek bir şey bulamayınca mahcub oldu. O anda duâ etti ve yanındaki kumlar un oldu. Bunu gören misâfirlerin hepsi imâna geldiler.
Hz. İshak
Hz. İshak, Kur’an’ın sadık olarak müjdelediği ve doğmadan anne-babasına adının İshak olduğunu bildirdiği yüce peygamberdir.
Uzun boylu, kara gözlü, buğday benizli, yüzü güzel, konuşması düzgün, saçı, sakalı bembeyazdı. Yüz ve şekil itibârıyla, ahlâk ve yaşayışta babası Hz. İbrahim'e benzerdi.
Kur’an-ı Kerîm’de ismi 17 yerde geçer, 'ilim sâhibi' olarak zikredilmiştir. Hakkında Bakara, Âl-i İmrân, Nisâ ve İbrâhim sûrelerinde bilgi verilmiştir.
Hz. İshak, Aşure gecesinde doğmuştur. Hz. İbrahim ile Sare validenin oğludur. Hz. İbrahim’e bir oğul sahibi olacağı, Hz. İshak doğmadan bir yıl önce müjdelenmişti. 'İshak' kelimesi İbranice bir kelime olup “Gülmek” anlamına gelir. Sare valide, Hz. İshak'ı müjdeleyen meleği duyduğunda güldüğü için bu adı almıştır.
Allahu Teâlâ'nın Lût kavmini azgınlıkları sebebiyle helâk ettiği sene doğdu. Şam diyârında büyüyünce, babası ve annesi ile Mekke'ye gitti. Kâbe-i muazzamayı ziyâret edip, ağabeyi İsmâil aleyhisselâmla görüştü. Üçü birlikte Filistin'e döndüler. Burada anne ve babasına hizmet etti. Her sene hac zamânında Mekke'ye gitti. Bir rivâyette babasının sağlığında, başka bir rivâyette ise vefâtından sonra Şam ve Filistin ahâlisine peygamber olarak gönderildi. İbrâhim aleyhisselâmın dininin hükümlerini yaymaya devâm etti.
Altmış yaşındayken, İys ve Yâkûb adında iki oğlu oldu. İys amcası İsmâil aleyhisselâmın kızıyla evlendi. Babasının duâsı bereketiyle soyu bereketli olup, kısa zamanda çoğaldı. Yâkûb aleyhisselâma da peygamberlik verildi. Oğul ve torunlarından peygamberler geldi. Bir adı da İsrâil olan Yâkûb aleyhisselâmın soyundan gelenlere sonradan ''İsrâiloğulları'' denildi. O İsrâil oğullarının atasıdır. İsrâil oğullarından gelen bütün peygamberler onun soyundandır.
Ömrünün sonuna doğru gözlerinin görmesi zayıflayan Hz. İshâk, 120 sene veya daha fazla yaşadıktan sonra, Filistin'de vefât etti. Halilürrahmân denilen yerde baba ve annesinin de medfûn bulunduğu mağaraya defnedildi.
Mûcizeleri:
1- Hayvanlar açık bir lisanla peygamberliğine şehâdet ederlerdi.
2- Kudüs'te insanları imâna dâvet edince, insanlar; ''Eğer şu dağı harekete geçirirsen, imân ederiz'' dediler. İshâk aleyhisselâm duâ edince dağ sallanmaya başladı. Kudüs halkı hep birlikte imân ettiler.
3- Merkebiyle bir dağa çıkmak isteyince merkebin ön ayakları kısalır, arka ayakları uzardı. Dağdan aşağı inerken de tersi olurdu.
4- Duâsı bereketiyle Allahu Teâlâ ölmüş hayvanları diriltirdi.
5- Şam ahâlisinin arzusu üzerine yaptığı duâ neticesinde, elini sırtına koyduğu bir koyun, hemen kuzulamış daha sonra ard arda dokuz defâ yavrulamıştır.
Hz. Yakup
Hz. Yakûb'un soyu, İshâk (as) vasıtasıyla İbrahim (as)'a dayanmaktadır. O, İshak (as)'ın ve İshak (as) da İbrahim'in oğludur. Annesinin adı Refaka'dır. Kardeşi Ays ile beraber, ikiz olarak doğmuştur. Kardeşinin ardından doğduğu için ona Ya'kûb denmiştir.
Ya'kûb (as)'ın diğer bir adı da İsrail'dir. Kardeşi Ays'tan kaçarak dayısının yanına giderken gündüzleri saklanmış ve geceleri yürümüştür. Bundan dolayı kendisine İsrâil denmiştir. Kelime olarak 'İsrâil' geceleyin (Allah'a) yürüyen demektir.
Yakub (as) kuvvetli, basiretli ve halis, samimi bir kişiliğe sahipti.
الْاَسْبَاط torunlar, سِبْط 'torun' kelimesinin çoğuludur. Buradaki الْاَسْبَاط 'tan maksat, Hz. Yakub'un on iki çocuğudur. Yahudilerde esbat, Araplardaki kabileler gibidir.
Hz. Musa
Hz. Musa, Kur'ân-ı Kerim'in otuz dört sûresinde 136 yerde zikredilmektedir. Kur'ân ile sahih hadislerde geçmiş peygamberler arasında kendisinden en çok söz edilen peygamberdir.
Onun dünyaya gelişi, saraya intikali, Medyen'e gidişi, peygamber olarak seçilişi, İsrailoğullarını kurtarmak için Firavun'a gönderilişi, Firavun'la mücadelesi ve İsrailoğullarını Mısır'dan çıkarışı, Sina'da ilahî emirleri alışı, çöldeki olaylar ve İsrailoğullarına rehberlik edişi anlatılmaktadır.
Hz. Musa'nın babası, İmran'dır. Nesebi Yakub (as)'a ulaşır; ki, onun babası Hz. İshak, onun da babası Hz. İbrahim'dir.
Musa Aleyhiselâm; uzun boylu, esmer tenli, yüksek burunlu, hafif etli, kıvırcık saçlı idi. Kulaklarına kadar uzanan düz saçlı olduğu da rivayet edilir. Sağ elinde nübüvvet beni vardı.
Hz. Musa'ya Kitap, suhuf, elvah verilmiştir. Aşurâ günü oruç tutmuştur.
Hz. Musa (as), Mısır'ın çok zor günler yasadığı bir dönemde doğdu. Bu sırada, ilâhlik iddialarında bulunarak haddi aşan Firavun, İsrailoğulları halkına dayanılamayacak eziyetlerde bulunuyor, insanları zulümle kasıp kavuruyordu. Mısır Firavunları arasında, ondan daha uzun ömürlüsü, daha kabası, daha katı kalblisi, İsrailoğullarına ondan daha kötü ve ağır işkence yapanı, görülmemişti.
Musa (as)'ın Firavun ile olan mücadelesi, bir şahsın bir kralla, bir peygamberin sadece büyük bir zorba ile olan mücadelesinden ibaret değildir. Bilâkis bu hak ile bâtıl'ın çatışması, Rahman'ın ordusu ile şeytanın ordusunun kaçınılmaz savaşıdır. Aslında hak ile batıl arasındaki bu savaş, insanoğlunun yaratılışından, insanları ıslah etmek üzere nebîler veRasullerin hayat sahnesine çıkmasından beri devam etmektedir. Fakat kazanan daima Hak olmuştur.
Hz. İsa
Hz. İsa; orta boylu, kırmızıya çalar beyaz benizli, dağınık, düz saçlı idi. Saçını uzatır, omuzları arasına salardı. Geniş göğüslü, küçük yüzlü çok benli idi. Sırtına yün elbise, ayağına ağaç kabuğundan yapılmış sandal giyer, çoğu zaman da yalınayak yürürdü.
Kendisinin geceleri barınacağı bir evi, eşyası yoktu, evlenmemişti. Hiç bir şeyi yarın için biriktirip saklamazdı. Dünyadan yüz çevirmişti, ahireti özler, ibadete koyulurdu. Yeryüzünde nerede Güneş batarsa orada konaklar iki ayağının üzerinde namaza durur; gece namaz gündüz de oruç ile günlerini geçirirdi. Göğe kaldırıldığı zaman, yün bir kaftan, mest, bir de deri dağarcıktan başka bir şey bırakmamıştı.
Hz. İsa nüzûlünden sonra kırk sene daha yaşayacak, öldüğünde Müslümanlar namazını kılacak ve İslâm dinine uygun olarak gömülecektir.
Hz. İsa'ya havarileri şöyle dedi:
- Ey Allah'ın elçisi! Eğer bize, içinde Allah'a ibadet etmek için, bir mâbed yapmamızı emretsen ne güzel olurdu!
- Öyleyse gidin, su üzerine bir evin temelini atın!
- Su üzerinde temel durur mu?
- O halde dünya sevgisiyle beraber ibâdet nasıl mümkün olur?
♦ Fark gözetmek, onları birbirinden üstün görmek, Allah'a itaat hususunda aynı yol üzere olmadıklarını söylemekle olur. Fark gözetmeyiz, 'Biz onların hepsinin, Allah'a davet ve mükellefiyetlerine inkiyâd hususunda aynı din üzere olduklarını kabul ediyoruz' demektir.
♦ "Yahudi ve hristiyanların farklı farklı inanmaları gibi, biz onların bir kısmını bırakıp, bir kısmına iman etmek suretiyle, onlardan hiçbiri arasında fark gözetmeyiz."
♦ "Biz onların üzerinde icmâ ve ittifak ettikleri şeyleri parçalamayız, bölmeyiz."
♦ "Allah'ın bize haber verdiği peygamberlere de, haber vermediği peygamberlere de îman ettik. Çünkü peygamberlerin bir kısmını Allah bize haber vermiş, bir kısmını ise haber vermemiştir. Nübüvvet sona ermeden önce Hindistan'da, Çin'de veya diğer memleketlerde bir peygamberin gelmiş olduğu sabit olursa, ona îman eder, inanırız."
Peygamberler, adil bir padişah tarafından gönderilen sadık idarecilere benzer. Onlar peyderpey memleketi imar etmek, reâyânın halini ıslah etmek için gönderilmişlerdir. Onların kanunlarında meydana gelen bazı değişiklikler, o memleketin ve ahalinin haline göre olmuştur. Fakat hedef birdir: Memleketi tamir ve ıslah etmek.
Peygamberlerin biri diğerini tamamlar, biri diğerine yardımcı olur, onun davetini destekler. Hepsi Allah'ın kulları, O'nun vahdaniyetine iman eden, O'nun yüce zatına itaat edenlerdir. Dinlerini her türlü batıldan uzak, hanifler olarak O'na halis kılmışlardır. Risaletlerinin gereğini en mükemmel şekliyle yerine getirdiler.
İnsanlığa düşen; onlara bağlı kalmak ve sünnetlerini izlemektir. Bu konuda herhangi bir ayrılık, anlaşmazlık, düşmanlık söz konusu olamaz. Sahip oldukları kitap ve hikmete sıkı sıkıya bağlılıkları da buna engel değildir. Çünkü bütün dinler son şekilleriyle İslâm kalıbına dökülmüştür. Bütün hükümler Hz. Muhammed'in risaletinin getirdiği hükümlerle kaynaşmış, onlarda erimiştir.
Müminlerin kültür hazinelerinin temelleri çok eskilere dayanır. Dünyada müesseseler birbirlerine karşı övünür, "Müessesemizin 157. yılını kutluyoruz" derler. Bazı müesseselerin marka logosunun üzerinde 'Kuruluş 1850' yazar. Yani 'Biz çok köklü bir müesseseyiz, bu işi sağlam yaparız, sağlam yapmamış olsak babamızın başlattığı bu firma bugüne kadar gelemezdi. Alışverişinizi bizden yapın' demek isterler.
Köklü olmak, siyasi kuruluşlarda da devlet kuruluşlarında da önemlidir. Batıda da bu vardır. Mesela İngiltere kraliçesinin oturduğu yer dedesinin, dedesinin, dedesinin, dedesinin oturduğu yerdir. Bunun siyasi yönden faydası vardır.
Müminler ise zalim insanların kanları ile övünen insanlar değildir. Mümin, insanların kanının akmaması ve başkalarına tapmamaları için gönderilmiş rahmet peygamberlerine iman etmekle övünür.
Müminler, Hz. İbrahim'e de iman eder. O İbrahim ki zamanın zalim sultanının karşısına çıkmıştı. Müminler de ona iman eder, onun yolundan gider. İsmail'in yolundan gider; Allah için kurban olmaya razı olan, bu fedakarlıkla insanların başkalarının önünde kurban olmasına engel olan İsmail'in yolunu takip eder.
Mümin daima «Selamün alel mürselin-Selam olsun gönderilen peygamberlere» der. Hz. Peygamber'den Hz. Adem'e kadar bütün peygamberlere selam olsun, sizin yolunuzdan devam ediyoruz demektedir.
Kanuni Sultan Süleyman rüyasında Peygamber Efendimiz ﷺ 'i görür, Efendimiz ﷺ onu İstanbul’da bir tepeye götürür ve burada bir cami yapmasını ister. Kanuni hiç vakit kaybetmeden Mimar Sinan’ı alıp o tepeye gider ve daha ‘Burada cami yapmanı istiyorum’ demeden Mimar Sinan başlar anlatmaya:
- Evet, camiyi inşa etmeye şuradan başlamalı, şuraya şunu, şuraya bunu yapmalıyız, der. Kanuni şaşırarak sorar:
- Burada cami yaptırmak istediğimi nerden biliyorsun?
Mimar Sinan cevap verir: ‘Dün gece aynı rüyayı gördük ya.
Ben sizin bir kaç adım gerinizdeydim, beni görmediniz galiba?’
Olağanüstü eserler vermek istiyorsanız aynı rüyayı görmek zorundasınız.
♦ Peygamberlerin nübüvvetini ikrar ve kabul edişimiz ancak, Allah'ın emrine inkiyâd ettiğimiz ve hükmüne teslim olduğumuz içindir.
♦ Allah'ın emrine muhalefet etmeksizin, inkıyâd edenleriz, demektir. Bu Allah'a iman eden, barış ve teslimiyetten yana olan kimselerin vasfıdır. Kâfirler ise, Allah'a harb ilan etmiş kimseler diye vasfedilirler.
♦ "Biz O'na teslim olmuşlarız" sözü hasr ifâde eder. "Riya, gösteriş ve mal talep etmek gibi başka bir maksat olmaksızın, sırf Allah rızası için teslim olduk, inkiyâd ettik.." demektir. Bu ifâde, kâfirlerin hallerinin bunun aksi olduğuna dikkat çekmektedir.
Ayeti celîle îman ile açıldı, İslâm bahsiyle sonuçlandırıldı. Çünkü imanın meyve ve gayesi İslâm'ın kemalidir. Bütün Peygamberlerin üzerinde bulunduğu İslâm dini budur; önce îman, sonra ibadet... Allah'a îman etmeyenin O'na ibadet etmesi nasıl mümkün değilse, ibadetsiz îman da mümkün değildir.
Peygamberlere indirilenin bazısına inanıp bazısını inkâr eden kulun imanı iman olmadığı gibi, peygamberlerin bazısına inanıp bazısını inkâr eden kulun imanı da iman değildir.
İslam, Allah Teâlâ'ya boyun büküp teslim olmaktır. Hem İslam olup hem de Allah'ın peygamberleri ve onlara indirdiği vahiy arasında ayrım yapmak birbirine zıt şeylerdir.
İslâm, bütün peygamberlerin getirmiş olduğu dindir. Allah'ın kulları için seçip beğendiğ, temiz fıtratın dinidir. Her peygamber ve nebiye inanmayı emreden dindir. Açık seçik ve kapalılıktan uzak dindir. Kur'an gibi ebedi bir mucizenin sahibidir.
✽ Ayetin başında, ' اٰمَنَّا inandık' fiili zikredildi. Sonu da 'Biz müslümanlarız وَنَحْنُ لَهُ مُسْلِمُونَ' cümlesi ile bitti, muraat-ı nazırdan teşabuhel etraf.
✽ 'De ki' hitabı Efendimiz'e ﷺ olduğu halde, 'Bize indirilene inandık' şeklinde cemi zamirlerle gelmesi, tağlibtir. Delalet-i tazammuniyesi ile, iman mükellefiyeti bakımından Peygamber'in ümmetiyle aynı şekilde iman etmesinin vacip olduğunu gösterir.
✽ Dal bil işaresi ile, Efendimiz'in ﷺ ümmeti ile bütünleşip, adeta onlardan bir ferd olduğunu, eşsiz tevazusunu bildirir.
✽ 'İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve torunlarına indirilen' sıfatlı kinayedir.
✽ 'Bize indirilen' nisbetli kinayedir, Kur'an-ı Kerim kastedilmiştir.
✽ 'Musa'ya ve İsa'ya verilen' de nisbetli kinayedir. Tevrat ve İncil anlaşılmaktadır.
✽ Aynı zamanda idmaçtır. Hem bütün peygamberlere verilen ortak tevhid ilkesi, hem de kitap verilen peygamberlerin kitapları, suhufları anlaşılmaktadır.
✽ 'İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve torunları' ittirad ve tefrîdir.
✽ Özel isimlerin zikri tazim, telezzüz ve teberrük içindir.
✽ مَا اُنْزِلَ ile مَا اُوتِيَ fiilleri arasında muraat-ı nazır vardır.
✽ 'Onların arasında بَيْنَهُمْ ayrım yapmayız' yerine 'Hiç birinin arasında بَيْنَ اَحَدٍ مِنْهُمْ ' buyrulması, itnabın iygal bölümüdür. Tekit bildirir.
✽ نَحْنُ cinas-ı kalptir.
85- Kim İslam’dan başka bir din arzu ederse onlardan asla kabul edilmeyecektir, ahirette de o hüsrana uğrayacaktır.
İslam hem semavatın hem arzın dinidir. Allah ondan başka din kabul etmez.
Her kim İslâm'dan başka din ararsa Allah'ın tescil buyurduğu yoldan başka bir yola sapmış, selim fıtratın özünü yitirmiş, kaybetmiştir.
✦ Her kim bizim bu dinimiz üzere olmayan bir amel işlerse o reddolunur. Hadis-i Şerif
✦ Andolsun ki İslam direğinin kulpları bir bir bozulacaktır. Ne kadar kulpu kazaya uğrayıp bozulursa, insanlar hemen ondan sonraki kulpu bozmaya teşebbüs edeceklerdir. Bu kulpların ilki hüküm, sonu ise namazdır. (Hadis-i Şerif, İbn Hibban)
✦ Ahir zamanda insanlar heveslerine uyarak farklı görüşlere saptığında bunlardan etkilenmeyen çöldeki (tenhadaki) erkeklerin ve kadınların dinine sarılın (Hadis-i Şerif, Deylemi, İbni Hibban)
Her fikir her inanış, tek mevsimlik vesselâm;
Zaman ve mekân üstü, biricik rejim İslâm. (N. Fazıl)
“Allah katında tek din İslam’dır” ve bu dinin kitabı Kur’an, Peygamberi ise Hz. Muhammed’dir.
Peygamberimiz son peygamber ve bütün peygamberlerin en üstünüdür. Bütün alemler O’nun yüzü suyu hürmetine yaratılmıştır. Bütün peygamberlerin en önemli görevlerinden birisi de O’nun gelişini müjdelemektir. İlk insan Hz. Adem O’nun ismini söylediği için affolmuştur.
Peygamberimizin de ifadesiyle, Hz. İsa, Hz. Musa, Hz. İbrahim ve diğer peygamberler, Efendimiz'in ﷺ döneminde yaşamış olsalardı O’na biat etmekten, O’na ümmet olmaktan başka bir çareleri olmayacaktı. Peygamberimiz dünyaya gelip, görevini devraldıktan sonra, kendisinden önceki bütün dinlerin hükümleri nesh edilmiştir. Yani hükümleri geçerli değildir.
Son ve mükemmel kitap Kur’an geldikten sonra, tahrif olmamış dahi olsa –ki hepsi tahrif olmuştur- İncil, Tevrat, Zebur bütün kitap ve sahifelerin hükmü ortadan kalkmıştır. Allah tarafından yapılması ya da yapılmaması istenilen her şey Kur’an’da mevcuttur.
Âhirette hüsrana uğramak, sevaptan mahrum, cezaya da duçar olmakla gerçekleşir. Kişinin dünyada iken yapamadığı salih amellere karşı duyduğu üzüntü ve dünyada iken kendi bâtıl dinini yerleştirme hususunda katlandığı çile ve meşakkatler de hüsrana dâhildir.
Gelişen ilim ve tekniğin baş döndürücü cazibesine kapılıp bu gelişmelere imkân veren kanunların kim tarafından idare edildiğini düşünmemek, kendi kendini inkâr etmek kadar şaşırtıcıdır.
Meselâ bir gen harikasını keşfedip, ataların bütün özelliklerini nesilden nesile aktaran bu çok küçük varlığın, çok yüce bir kudretle imal edildiğini düşünememek kalb körlüğüdür. Milyarlarca eşyayı ismiyle, rengiyle ve biçimiyle kendinde toplayıp bir sinema şeridi gibi, istediği zaman düşünüp göz önüne getirebilen insan dimağını, benzeri olmayan bu bilgisayarı kim imal etmiştir? Ondan çok daha kudretli, yetenekli bir el ve o elin kurduğu çok üstün bir sistemin olması gerekmiyor mu?
Tekniğin gözalıcı buluşlarına hayran kalıp herşeyi insan zekâsına mal edip meselenin içinden çıkıvermek belki kolay bir yoldur. Ama hiçbir zaman inandırıcı ve müsbet sonuca götürücü değildir. Milletlerin tarihinde birtakım zikzaklar meydana gelir, nice millî felâketlerle karşılaşır, ama sonunda tek tutanakları, Allah kalır; ilmin ve tekniğin sonuç vermediğini görünce Allah'a olan inançları bir kat daha artar.
Fırtına dinip sakin bir hava başlayınca Allah'tan yavaş yavaş uzaklaşma gafletine düşülür. Maddî refah kısa zamanda onların maddeciliğin çukuruna iter, inkâr ve inat havası esmeye başlamıştır.
İslâm ülkeleri çoğu kez geri kalmışlığı kendi bilgisizliğinde değil, dininde arayarak başka milletlerin kültürüne kapı açıp kurtuluş aradı. Ama bulamadı. Kendi değerlerini bir tarafa itme bedbahtlığına uğradı. Sonunda doğu ile batı arasında sallantıda kaldılar; artık ne doğulu, ne de batılıdırlar.
Bu deneme onlara çok pahalıya maloldu. Ruhla beden, dünya ile âhiret arasında büyük bir dengesizlik meydana geldi. Dinden kopuk bir ilim ve teknik kısmen aydınlatıp, mideleri doyurdu, fakat ruhun ihmaline, manevî bağları koparmaya neden oldu. Ruh aradığı gıdayı bulamayınca paslanmaya yüz tuttu.
Bunun sonucu bellidir: Mide ve uçkur; lüks ve konfor; para ve sınırsız hürriyet... İç boşluktan doğan tatminsizlik de buna eklenerek kuşaklar hayat kanununun dışına itildi ve inkâr hastalığına nasıl kurban edildi.
Bugün İslâm âleminde de gençliğin tuğyan etmesinin, eline silah alıp birkaç ateistin uydurma felsefesine kendini adadığının ve bir hiç uğruna ortalığı kasıp kavurduğunun nedeni budur! Maddî refah hiçbir milleti tatmin etmemiştir. İnsanoğlunun aradığı daha büyük amaçlar ve kaynaklar vardır. Millî gelirin çok yüksek oranda gerçekleştiği ülkelerde de bu tuğyan alabildiğine başkaldırmış, dörtnala gitmektedir. Çok medenî geçinen ülkelerdeki intihar olayları, uyuşturucu madde kurbanları gün geçtikçe artmaktadır.
İmansız ölmeye sebep olan şeyler:
1- Yalanda ısrar etmek.
2- Ulemâdan kaçmak.
3- Bıyıklarını sünnet mikdârından ziyâde uzatmak.
4- Erkeklerin ipek giymesi.
5- Gıybette ısrar etmek.
6- Kâfir olsa da komşusuna eziyyet etmek.
7- Dünyâ işleri için, çok gazâba gelmek, sinirlenmek.
8- Fâiz alıp-vermek.
9- Övünmek için elbisesinin kollarını ve eteklerini fazla uzatmak.
10- Sihirbazlık, büyü yapmak.
Müşrikler atalarının dini ile övünüyor; 'Babalarımızın dininden başka din yoktur' diyorlardı. Allahu Teâlâ bu ayetle onları tekzip etti.
Hz. Nuh, Yunus 72'de,
Hz. İbrahim ve İsmail, Bakara 128'de,
Hz. Yakup, Bakara 133'te,
Hz. Musa, Yunus 84'te,
Hz. İsa, Âl-i İmran 52'de,
Hz. Süleyman, Neml 44'te müslüman olduklarını bildirmişlerdir.
✽ Âyet, imanın İslâm olduğuna delâlet eder. Bu ayet önceki ayette geçen 'Başka din mi arıyorlar' sorusunun cevabıdır.
Aslında İslam'dan başka din olmadığı halde, onların ifadesi kullanılarak müşakale yapıldı. İslam'dan başkası din değil, onlar din sanıyor.
✽ 'اِبْتِغيَ Arama' fiili kullanıldı, mecazı mürekkeb, istiare-i temsiliyedir. İslam'ı kabul etmeyenler, bir şeyi beğenmeyip onun yerine başkasını bulmaya çalışanlara benzetildi. 'Onlardan asla kabul edilmez' cümlesinde, terşih sağladı ve teşbih-i tenasi oldu.
✽ 'Kim ararsa' şartından sonra, 'Ve bulursa, bulduğu dini seçer, kabul edilmesini isterse' cümleleri mahzuftur.
✽ 'Onlardan asla kabul edilmez' cümlesi, hezildir. Sanki kulların Allah'a kabul ettirmeleri, O'na bir alternatif sunma hakları var da, kabul edebilmeyecekmiş gibi söylendi.
✽ 'O ahirette hüsrana uğrayanlardandır' vasıtalı kinayedir. 'Bu görüşünden tevbe etmeden ölürse, cehenneme gidecek ve dünyadaki din arayışlarının boş olduğunu görecek, hüsrana uğrayacaktır.' Onlar belki dünyada bazı geçici menfaatlere erebilirler ama elde ettikleri şeyler boş, asılsız şeylerdir. O yüzden akıbetlerinin ahirette hüsran olacağını söylemekle yetindi.
86- İnandıktan, peygamberin hak olduğuna şahitlik ettikten, ve kendilerine açık deliller geldikten sonra inkara sapan bir milleti Allah nasıl doğru yola eriştirir! Allah zalim kavme hidayet etmez.
♦ Cümle öncesine atıftır; "Onlar imân ettikten ve o peygamberin hak olduğuna şâhidlik ettikten sonra" takdirindedir.
Zahiren her ne kadar fiilin, isim üzerine atfı gibi görünüyorsa da, mâna itibarıyla fiilin fiile atfıdır.
♦ Cümlenin başındaki "vâv", mahzuf bir “ قدْ ” 'Muhakkak ki' kelimesinin bulunması sebebiyle, vâv-ı haliyyedir. Buna göre "Allah, peygamberin hak olduğuna şâhidlik etmiş oldukları halde, imandan sonra küfre sapan bir topluluğa nasıl hidâyet eder" manasındadır.
Allahu Teâlâ; yahudilerin küfrünün daha büyük olduğunu belirtmiş ve yadırgamıştır. Çünkü onların küfrü; imanlarından, Hz. Peygamberin hak peygamber oluşuna şâhidliklerinden ve kendilerine apaçık delillerin gelmiş olmasından sonra meydana gelmiştir.
Bu küfür; iman, basiret ve şehadeti izhardan sonra meydana gelen bir dalalettir. Onların bütün bu müsbet şeylerden sonra küfre sapmaları çirkinliklerin en kötüsüdür. Çünkü bu, inâdî ve inkârî küfürdür. Bu da, âlimin yanılmasının, câhillerin yanılmalarından daha çirkin olduğunu gösterir.
Bu ifade temsilî bir anlatımdır ve Allah'ın şahitliği gereğince, birinin ötekine karşı şahitliği gereğince amel ettikleri takdirde, yaptıkları bu kabulden geri dönmekten bir sakındırmadır ve onlardan alınan bu sözü pekiştirmedir.
Küfre sebep olacak bir söz veya bir işi,
Bile bile yapar ve söyler ise bir kişi,
Bunu, isteği ile, yani cebr olunmadan,
Şaka dahi söylerse, imanı gider o an.
Bir şeyin, küfre sebep olduğunu bilmemek,
Özür değil, çok büyük günahtır, bilmek gerek.
Çünkü İslamiyet’in temeli, üç esastır.
Bunlar da ilim, amel, üçüncüsü ihlastır.
İmandan sonra küfre düşmek; İrtidat
Mümin, imanını kaybetmemek için çok dikkatli olmalıdır.
İmansız ölmekten korkmamak, imanı tehlikeye sokar. Dinimiz daima "havf ve reca" arasında bulunma ölçüsünü getirmiştir. Korku ve ümit arasında olmak en doğru yoldur. Hazreti Ömer bunu şöyle özetler: "Cennete yalnız bir kişi girecek deseler ümitlenirim. Cehenneme de yalnız bir kişi girecek deseler korkarım!"
"Ben Müslüman oldum, artık son nefesimde imanla gideceğime eminim" demek yoktur. Tehlike her zaman vardır.
İblis, yaratıldığı andan itibaren tam 200 bin sene ibadet etmişken, Allah'ın bir emrine karşı geldiği için yüz geri edilmiştir.
Hazreti Musa döneminde, Filistin'de yaşayan ibadet, edeb ve duasının makbuliyeti ile meşhur Bel'am bin Baura, mala tamah ederek, duasını mal kazanmak için kullandı ve helak oldu.
Musa Aleyhisselam'ın akrabalarından Karun'un dillere destan zenginliği vardı. Zekat vermeyi reddettiği için helak oldu ve imansız gitti.
Bu örnekler çoğaltılabilir. İmanı kaybetme tehlikesi her zaman, her insan için mevcuttur. Ne son nefesten tamamen emin olmalı, "Ben kurtardım" demeli, ne de "Mahvoldum, perişan oldum, bir daha kurtulamayacağım" demeli. İkisinin ortası olmalıdır.
Bir kişi iman ettikten sonra Peygamber Efendimiz ﷺ'in bildirdiği şekilde değil de, kafasına göre İslam'ı yaşamaya kalkarsa bidat sahibi olur. iman ve amelde bidat, Peygamber Efendimiz ﷺ ve ilk Müslümanlarda görülmemiş uygulamalara denir ki, kişinin son nefesinde imansız gitmesine sebeptir.
İmânın kuvvetli olduğu nasıl anlaşılır?
• Bir kimse, dine uygun şekilde ibâdet yaptığı halde, günahım çok, ibâdetlerim beni kurtarmaz diye düşünürse, îmânının kuvvetli olduğu anlaşılır.
• 'Bu imanımı son nefesime kadar devam ettirebilir miyim?' diyerek korkan kimsenin îmanının kuvvetli olduğu anlaşılır.
• İmânının devam edeceğinden şüphe etmemelidir.
Mürtedin öldürülmesindeki hikmet
İslâm, insan için, bütün eksikliklerden arındırılmış bir hayat programıdır. O, dindir, devlettir, ibâdettir, önderliktir, kitap ve kılıçtır, ruh ve maddedir, hem dünya hem de âhirettir. O, akıl ve mantık üzere binâ edilmiş, kesin bilgi ve deliller üzerinde yükseltilmiştir. Onun şeriatında insan fıtratıyla çatışan, ona ters düşen hiç bir şey yoktur. O, insanı ebedî ve maddî olgunluğa ulaştıran emin bir yoldur. Kim İslâm'a girer, onun hakikatini kavrar, ruhî zevkini tadar ve sonra da dönerse apaçık delilleri inkâr ederek, hak ve mantık ölçülerinin dışına çıkmış olur.
İnsan bu duruma geldiği zaman, çöküş derecelerinin en aşağılarına düşmüştür. Böyle bir insanın hayatının korunmasının hiç bir geçerli sebebi yoktur. Çünkü onun hayatında ulaşılması gereken ne yüce bir gâye, ne de şerefli bir maksat kalmıştır.
İslâm'ın insanın yaşayışında ihtiyaç duyduğu her şeyi kapsayan bir nizamdır ve bu nizamın korunması mutlak anlamda gereklidir. Hiç bir nizam yoktur ki, onu yok etmeye, yeryüzünden silmeye yönelik tehditlere karşı korunmasın. Bir düzenin korunmasını sağlayan en önemli şeylerden biri de, her dileyenin dilediği gibi onu inkâr ederek, dışına çıkmasını engellemektir. Bu yapılmadığı taktirde, o düzenin korunması mümkün değildir.
İslâm'dan çıkıp irtidat etmek; ihânet ederek ona baş kaldırmak ve parçalayıp yok etmeye azmetmektir. İslâm toplumunu bu tür bir tehlikeden korumak için önlemlerin alınması kaçınılmazdır. Bunu önlemek ise, beşerî sistemlerin de uygulamak zorunda oldukları gibi ölüm cezası vermeye bağlıdır. Komünist veya kapitalist toplumların hangisinde olursa olsun, devletin anayasal nizamının dışına çıkıp ona başkaldıran kimse, ülkesine ihânet suçuyla itham edilir ve ölüm cezası ile cezalandırılır.
Fatih Sultan Mehmed Han İstanbul’u fethettiği zaman, hocası Akşemseddin hazretlerine, Cuma namazını Ayasofya’da kılmak istediğini ve hocasına kendisinin imam olmasını söyler. Ayasofya’yı cami yapmak için seferber olunur. Cuma gününe cami yetiştirilir, cemaat namaza başladığı sırada Fatih Sultan Mehmed Han’ın abdesti kaçar. Tabii sultanın yanında da rastgele insanlar olmaz. Sağında ve solunda da en büyük hocalar, şeyh efendiler saf tutarlar. Kamet getirilir, imam 'Allahu ekber' der. Fatih Sultan Mehmed han, ne yapacağını şaşırır. Abdestsiz namaz kılınmaz. Abdest almaya çıksa izdiham olacak... Namaz kılar gibi eğilip kalksa, Cumadan mahrum kalacak. 'Ya Rabbi, ben ne yapayım şimdi' derken, yanındaki bir şeyh efendi firasetiyle vaziyeti anlar. Cübbesini açar, buradan abdest al der. Sultan bakar ki, çeşme var, su var. Acele olarak abdestini alır ve rükûya varmadan önce imama yetişir. Namaz biter, selam verilir, dualar yapılır.
Ertesi gün Fatih Sultan Mehmed Han, hocası Akşemseddin hazretlerini ziyarete gider. Ayrılırken, 'Hocam dua buyurun' der. O da, 'Allah iman selameti versin' der.
Daha uzun dua bekleyen Fatih Sultan Mehmed Han, şaşırıp kalır. Hocası sorar;
- Ne oldu, beğenmedin mi?
- Bu kadar mı efendim?
- Evladım yetmez mi? En kıymetli dua budur. Dün sana cübbesini açıp abdest aldıran şeyh, bir saat önce öldü; ama imansız gitti; çünkü bu kerametinden dolayı ona kibir geldi.
"Mürted; ecnebî dinsizleri gibi olamaz. Çünkü onlar Peygamberi inkâr etseler, diğerlerini tanıyabilirler. Peygamberleri bilmeseler de Allah'ı tanıyabilirler. Allah'ı bilmeseler de, kemâlâta medar olacak bazı güzel hasletler bulunabilir.
Fakat bir Müslüman, hem enbiyayı, hem Rabbini, hem bütün kemâlâtı Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm vasıtasıyla biliyor. Onun terbiyesini bırakan ve zincirinden çıkan, daha hiçbir peygamberi tanımaz, Allah'ı da tanımaz ve ruhunda kemâlâtı muhafaza edecek hiçbir esasatı bilemez. Çünkü, peygamberlerin en âhiri ve en büyükleri ve dini ve daveti umum nev-i beşere baktığı için ve mucizatça ve dince umuma faik ve bütün nev-i beşere bütün hakaikte üstadlık edip on dört asırda parlak bir surette ispat eden ve nev-i beşerin medar-ı iftiharı bir zatın terbiye-i esasiyelerini ve usul-ü dinini terk eden, elbette hiçbir cihette bir nur, bir kemal bulamaz. Sukut-u mutlaka mahkûmdur."
Ayetin başındaki "Allah... küfre sapan bir kavmi nasıl hidâyete erdirir" cümlesi, mürtedler hakkındadır. Sonundaki "Allah zâlim bir topluluğu hidayete erdirmez" hükmü hem mürtedlere, hem de zâten kâfir olanlara şumüllüdür.
Allahu Teâlâ kâfirleri "zâlimler" diye adlandırdı. Kâfir, küfrü sebebiyle kendisini belâ ve cezaya uğrattığı için, kendine zulmetmiştir.
Zulüm; bir şeyi layık olduğu yere koymamak anlamındadır. Burada 'Zalim' vahye, gözlem ve kanıta layık oldukları değeri vermeyen, yani vahyin ve delilin hakkını çiğneyendir. Böyle bir zulüm, insan gönlünü kirletir, manevî ışığını söndürür. Kirli ve karanlık bir gönül Allah'ın rehberliğinden mahrum kalmaya mahkumdur.
Ayette, 'halk, topluluk' anlamına gelen 'kavim' kelimesinin kullanılması, bu manevî kirlenmenin toplumsal boyutlu olduğuna işarettir. Ayette yer alan bütün fiil ve zamirlerin çoğul olması dal bil işaresiyle bu manevî kirlenmenin, hem Hz. Peygamber devrindeki insanları, hem de gelecek zamanlardaki insanları kapsamadığına işarettir.
Allah -haşa- durup dururken kullarından hidayetini, lütfunu ve ihsanını esirgemez. İnkarın getirdiği kirlenme kulun gönlündeki ilahî nuru engeller. Böyle bir karanlık içinde kalan insan, arayışını İslâm dininden başka dinlere kaydırır. Allah'ın kabul etmeyeceği fikir çöplüklerinde din arama eyleminin altında, vahyin, gözlem ve kanıtın gereğini yerine getirmemek yatmaktadır.
Birçok zalim devlet başkanı olmuş. Ancak adil bir toplumun başına zalim bir adam, devlet başkanı olmamıştır. Millette bir bozulma olur, zulme karşı bir meyil vardır, sonrasında o meylettikleri tipten bir adamı, kendi elleriyle başlarına getirirler.
Ağaçtaki yapraklar yemyeşilken, güz mevsiminde önce en tepede bir yaprak sararır. Aşağıdaki yapraklar onu ayıplayamazlar. Çünkü ağacın topyekün bünyesinin izni olmadan o yaprak sararamaz. Ağacın bünyesinde sararmaya meyil başlamıştır. Onun için toplumdaki kötü davranışların bütün kabahatini, o tek kişiye yüklemek yanlıştır.
Toplumun genel bünyesinde bunlara izin çıkmıştır.
♦ Âyet, önce inanıp, sonra irtidâd ederek kaçıp Mekkelilere sığınan ve İslam daveti hakkında "Burada duralım, oturalım da zamanın gidişatını kollayalım" diyerek Hz. Peygamber'in başına belâların gelmesini beklemeye başlayan on kişilik bir topluluk hakkında nazil olmuştur. Onların içinde tevbe edenler bulunduğu için, bu kimseler 'Bundan sonra tevbe edenler müstesna..." ifadesiyle istisna edilmiştir.
• Amr ibn Avf oğullarından irtidad eden bir kişi, daha sonra Şam'a giderek hristiyan oldu. Oradan kavmine "Benim için tevbe imkânı var mı? Bana bildirin" diye haber gönderdi. Bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu, o da Medine'ye dönerek yeniden müslüman oldu.
· Kurayza, Nadîr ve onların dininde olan yahudiler hakkında na-zil olmuştur. Hz. Muhammed peygamber olarak gönderilmeden önce, ona inanıp, geleceği müjdesini veriyorlar, kâfirlere karşı onun yanında yer almak suretiyle zafer kazanacaklarını ileri sürüyorlardı. Ancak Hz. Peygamber gönderildikten sonra O'nu inkâr ettiler. Bunun üzerine "İşte bunların cezası Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların lanetinin üzerlerine olmasıdır" ayeti nazil oldu.
· Ebu Amir er-Râhib, Hâris bin Suveyd'in de içlerinde bulundu-ğu irtidad edip Kureyş'e katılan on iki kişi hakkında nazil olmuştur. Haris, ensârdan bir kimse idi. Ardından mürted olduğuna pişman olunca, Medine'de kalan ailesine: "Bizim için tevbe var mı?" diye Hz. Peygamber'e sormaları için haber yolladı.
Bunun üzerine bu âyeti celile «Allah çokça affedici ve merhamet edicidir» cümlesine kadar nazil oldu. Kardeşi ona, hakkında âyet nazil olduğunu bildirmesi için bir haberci gönderdi.
Hars kavminden gelen haberciye; "Yemin ederim, bildiğim kadarıyla sen doğru bir insansın. Allah'ınRasulü de senden daha doğrudur. Ve Cenab-ı Hak ise, üçünüzden de daha doğrudur" dedi.
Medine'ye gelerek, Hz. Peygamber'in huzurunda tevbe etti, tekrar müslüman oldu. Hz. Peygamber de onun tevbesinin kabul edildiğini bildirdi.
• Bir diğer rivayete göre bu ayet, Haris'in pişman olup tekrar müslüman olarak Medine'ye dönüşünden sonra, Mekke'de kâfir olarak kalıp "Şimdilik uygun gördüğümüz kadar Mekke'de kalalım, sonra Medine'ye dönmek istediğimiz zaman döneriz" diyenler hakkında nazil olmuştur.
♦ Ehl-i kitap hakkındadır. Âyetteki hidâyet; Allah'ın insanda marifetullahı yaratmasıdır. Çünkü kul, birşey yapmaya niyetlenir, Allahu Teâlâ da, kulun bu niyetinin peşisıra o şeyi yaratır.
Allah'ın insanları hakka iletme hususunda sünneti, onlar için apaçık delilleri ve belgeleri ortaya koyması, onların düşünmesine engel olabilecek hususları ortadan kaldırmasıdır. Allah onlara bütün bu imkânları verdiği halde, onlar Hz. Peygamber'e önce iman ettiler, sonra da kâfir oldular.
Allahu Teâlâ sanki şöyle demektedir: "Onlar hakkı bildikleri halde, küfrü tercih edip onu istedikleri müddetçe nasıl Allah Teâlâ onların içinde marifet hidayet ve hidayete erme isteğini yaratusın?"
Bu soru, bu kimselerin hidayet bulmalarının uzak bir ihtimal olduğuna işaret olup Peygamber (sav)'in onlardan yana ümidini kesmek maksadındadır.
✽ 'Allah nasıl hidayet eder?' cümlesinde كيف, istifham-ı inkari ve zem için tecahül-ü ariftir. Maksat, ehli kitabın hususi hidayetini inkardır. Hidayeti hassa ya Allah’ın kuluna inayet ve lütfuyla olur. Bunun Allah’a isnadı zahirdir. Ya da delilleri kullanmak ve ondan netice çıkarmakla olur. Bunun Allah’a isnad edilmesi, sebebin müsebbibi olmasındandır.
✽ İstifhamın istib’ad (uzak görme) için olması da caizdir. Çünkü onlar iman ettiler ve Allah (c.c.)’ın kitaplarında olanı bildiler, bundan sonra peygamberlerini inkar ettiler. Kendilerine ayetler geldiği halde ondan öğüt almadılar. Bu durumlardan sonra onların hidayeti ümit edilmez. Hidayet ancak insaflı ve ayetleri idrake hazır olan kimseye ulaşır.
✽ ' كَفَرُوا ' ile اِيمَانِهِم' arasında tıbâk- icab vardır.
✽ اِيمَانِهِم izafeti, muzafın şanı, muzafın ileyhin tahkiridir. Onların ilk imanı, tam bir iman değildi, sonradan irtidad ettiler. Ama yine de 'imanları' diyerek kendilerine izafe edilmesi, teşvik ifade etme nüktesi için, iygaldir.
✽ ‘شهدوا’ kavli ‘بعد إيمانهم’e atfedilmiştir. Çünkü iştikakları benzeyen isim ve fiilin birbirine atfı güzeldir.
✽ انَّ الرَّسُولَ حَقٌّ 'Muhakkak ki Rasulün hak olduğuna' ifadesi, شَهِدوُا fiilinin iki mefulünün yerini tutmuştur. Bu cümlede sebebe isnad vardır. Rasulün hak olması, aslında getirdiklerinin hak olması manasındadır.
✽ حَقٌّ ve الْبَيِّنَاتُ kelimeleri arasında muraat-ı nazır vardır.
✽ 'Rasulün hak olduğuna şahit oldular, onlara deliller geldi' cümleleri itnabtan tefridir.
✽ Dal bil ibaresi ile, dinden dönmenin bir zulüm olduğunu bildirir. Mürtedler, zalim sayılmıştır. .
✽ يَهْدِي fiili ile لَا يَهْدِي fiili arasında tibak-ı selb, iştikak cinası ve reddü'l acez alessadri vardır.
87- İşte onların cezası Allah’ın, meleklerin ve insanların hepsinin lanetinin onların üzerine olmasıdır.
Allahu Teâlâ, imândan sonra yeniden inkâr edenleri, hidâyetinden men edeceğine dair bir hüküm verdi. Onları dünyada hidâyete erdirmeyeceği gibi, aynı zamanda onlara büyük bir lanet ile lanet edeceğini, âhirette ebedî olarak onlara azâb edeceğini de beyân etti.
Lanet, "suht" manâsına gelir, birisine son derece kızmak demektir. Bu kızgınlık sebebiyle onu tardeder; her çeşit hayır ve rahmetten uzak tutar.
Allah'ın laneti, meleklerin ve insanların lanetinden ayrıdır. Allah'ın laneti; onları cennetten, her hayırdan uzaklaştırması, ceza ve azâb vermesidır. Meleklerin ve insanların laneti ise, sözle olur.
♦ Meleklerin ve insanların laneti, onların hayırlardan uzaklaştırılmalarına dair beddua etmeleridir.
♦ Her ne kadar ona lanet etmese dahi, lanet etmeleri gerekir, demektir.
♦ Âhirette birbirlerine lanet edecekler, demektir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "(Cehenneme) giren her ümmet kendi arkadaşına lanet edecek" (Araf, 38) ve “Sonra kıyamet gününde birbirinizi inkâr edip, birbirinize lanet edeceksiniz'' (Ankebut, 25) buyrulmuştur.
♦ "İnsanlar" sözünden maksat, mü'minlerdir. Kâfirler ise, insan sayılmamış gibidir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu üç grubun lanetini zikredince, اَجْمَعٖينَ "hepsinin..." buyurmuştur.
♦ Bütün mahlukat, bâtıldan yana olup kafirlere lanet eder. Ancak kişi, kâfir olmadığına inanmıştır. Buna göre kâfir lanet edince, bilmeden kendi kendine lanet etmiş olur.
Allah'ın zalim topluma toplu bir lanet cezası vermesi, ambargo uygulamasına benzer. Bir toplumun diğerine ambargo uygulaması büyük bir caydırıcılığa sahiptir.
Mürtedin hükmü
Resulullah şöyle buyurdu:
"Allah'tan başka ilah olmadığına, benim Allah'ın Rasulü olduğuma şehadet eden Müslüman bir kişinin kanı ancak üç şeyden birisi ile helal olur; Zina eden dul, cana karşı can ve dinini terk edip cemaatten ayrılan."
"Malûmdur ki, âlâ birşey bozulsa, ednâ bir şeyin bozulmasından daha ziyade bozulur. Meselâ, süt ve yoğurt bozulsalar yine yenilebilir. Yağ bozulsa yenilmez, bazan zehir gibi olur. Öyle de, mahlûkatın en mükerremi, belki en âlâsı olan insan, eğer bozulsa, bozuk hayvandan daha ziyade bozuk olur. Müteaffin maddelerin kokusuyla telezzüz eden haşarat gibi, ısırmakla zehirlemekten lezzet alan yılanlar gibi, dalâlet bataklığındaki şerler ve habis ahlâklarla telezzüz ve iftihar eder ve zulmün zulümatındaki zararlardan ve cinayetlerden lezzet alırlar, adeta şeytanın mahiyetine girerler."
Mürted, İslam dininden çıkmış kişiye denir. İslam ise dinlerin en yükseği ve en mükemmelidir. Dinlerin en yükseğini ve mükemmelini terk eden adam, artık başka dinleri ve kanunları tanımaz ve onların terbiyesine girmez. Böyle olunca, mürted tam bir kuralsızlık ve anarşistlik içine düşer. Bu da toplum için büyük bir risk teşkil eder. Nasıl kangren olan aza vücudun bütününe zarar vermemesi için kesilip atılır ise, böyle anarşist ve kuralsız mürted de toplumun bünyesine zarar vermemesi için idam edilip temizlenir.
Müslümanın irtidadı; görülmesi, duyulması, itiraf etmesi veya iki âdil müslüman tarafından şahitlik edilmesi hallerinde sabit olur.
Cezası, eğer tevbe etmezse öldürülmektir. Efendimiz ﷺ "Dinini değiştireni öldürün" buyurmuştur. (Buhârî).
Mürtede had uygulanmadan önce, tevbe edip İslâm'a dönmesi telkin edilir. Hz. Ömer, irtidad edenin üç gün hapsedilip tevbe etmeye çağrılması ve bu zaman zarfında yiyecek olarak suçluya ekmek verilmesi gerektiğini bildirmiştir. Hz. Ali, bu müddeti bir ay olarak uygulamıştır.
Müslüman anne babadan doğan ve müslüman olarak yetişen kimse irtidat edince, tevbe etmeye çağrılmadan had uygulanır. Fakat daha önce küfre girip sonra müslüman olan kimse tevbeye çağrılır.
Allah'a ve Rasûlüne küfreden kimse de tevbe etmeye çağrılmadan öldürülür. Böyle bir kimse tevbe etse dahi durum değişmez. Çünkü, Allah'a ve rasûlüne küfretmek haddi gerektirir. Tevbe ise haddi (cezanın infazını) düşürmez.
İrtidatla birlikte evlilik akdi fesh olur. Ancak mürted tekrar İslâm'a döner ve her iki taraf evliliklerini sürdürmek isterse, yeniden bir nikâh akdi ve mehir söz konusu olmaz. Mürted, müslüman yakınlarına mirasçı olamadığı gibi, o öldüğünde de müslüman yakınları ona mirasçı olamazlar: "Kâfir müslümana, müslüman da kafire mirasçı olamaz" (Buhârî).
Mürted öldüğünde yıkanmaz, kefenlenmez, cenaze namazı kılınmaz ve müslüman mezarlığına defnedilmez. Mürted için istiğfar câiz olmadığı gibi, onu rahmetle anmak da caiz değildir.
✽ Müsnedin ileyhin ismi işaret gelişi, aklen ayırmak, muşarun ileyhin takip edeceği vasıflara layık olacağına tenbih içindir.
✽ Lazım; onlara lanet vardır, melzum rahmetten mahrum kalıp, cehenneme gidecekler.
✽ 'Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların' şeklinde peş peşe sayılması tefridir. Cem mea taksim, tamim.
✽ Sadece Allah'ın laneti, dense bu da ceza olarak yeterdi. 'Meleklerin ve insanların laneti' de eklenerek, tekit bildiren iygal itnabı oldu.
✽ Burada lanete uğrayan mürtedler de insan. Fakat onlar insanlıktan kadro dışı bırakılarak, 'Bütün insanların laneti onlaradır' buyruldu. Hem tecrid, hem de Allah katında onların insan sayılmadığına tarizdir.
✽ 'Bütün insanların laneti' hakikat de olabilir. Ahirette mürtedler kendi kendilerine lanet edeceklerdir. Bu iki anlamı barındırdığı için idmaçtır.
88- Süresiz o lanetin altındadırlar. Azapları hafifletilmeyecek, kendilerine mühlet de verilmeyecek.
خَالِدِينَ فِيهَا buyruğundaki zamir, "lanet" kelimesine râcidir. Yani, "Onlar lanetin içinde ebedî kalacakları halde.." demektir.
Lanetin içinde ebedî kalmak:
a) Kıyamet gününde onlara, melekler, mü'minler ve kendileriyle beraber ateşte bulunanlar lanet eder. Onlar, bu varlıkların lanetinden kurtulamaz.
b) Lanet içinde ebedi kalmak, lanetin cezasının ebediliğidir. Lanetin cezasının ebediliği, lanetin ebediliğiyle ifâde edilmiştir.
c) Zamir, cehenneme râcidir.
Onların azabı hafifletilmez ve cezaları vaktinden başka bir vakte tehir edilmez.
Allah (c.c.) cenneti yarattıktan sonra konuş emrini verdi. Cennet şöyle konuştu:‘Bana gelen saadet bulur.’ Cebbar Allah (c.c.) ise şöyle buyurdu:
‘İzzet ve celalime yemin ederim ki şu sekiz kişi sende barınamayacaktır:
1. Devamlı içki içen
2. Zinaya devam eden
3. Koğuculuk yapan
4. Deyyus (eşini kıskanmayan, karısını yabancı erkeklerin gördüğü halde ses çıkarmayan)
5. İş başına geçtiğinde halka zulmeden idareci
6. Kadına yapılan fiilden kendisine de yapılan ya da kendisini kadına benzeten erkek
7. Akraba ziyaretinden kesilen
8. Şunu bunu yapacağını Allah adına yemin ederek söyleyip de bu vaadini yerine getirmeyen.
Bir gün bir kadın Hz. Ayşe'yi ziyaretine gelmişti. Kadın bir elini elbisesinin yeninin içinde gizliyor, kimseye göstermiyordu.
Bu durum Hz. Ayşe’nin dikkatini çekti, kadına sordu:
- Neden elinin birini yeninde gizliyorsun, hiç çıkarmıyorsun?
Kadın mahzun ve mahcup cevap vermek istemeyerek, -Bunu bana sorma ey mü’minlerin annesi! dedi.
Hz. Ayşe ona yardım etmek istiyordu. Öğrenmek için ısrar etti:
-Hayır, bunun sebebini bana mutlaka anlatmalısın!
Kadın, Hz. Ayşe’nin ısrarı karşısında anlatmaya başladı:
-Ey mü’minlerin annesi! Annemle babam hayattayken, birbirine aykırı iki dünya, iki farklı kişilikleri vardı.
Babam sadaka vermeyi, insanlara iyilik etmeyi, yoksulları, yetimleri, akrabayı, komşuyu, yolda ve darda kalmışı gözetmeyi, yedirip içirmeyi çok severdi. Elindekini avucundakini dağıtmayı isterdi. Sofrasının ve evinin misafirsiz kalmamasını arzulardı.
Annemse başkalarına bir şey vermekten nefret ederdi. Bu yüzden babama çok kızardı. Her şeyini başkalarına vermek ve aç kalmakla suçlardı hep. Ben; annemin hayatı boyunca, bir iç yağı ve eski bir elbiseden başka, kimseye bir şey verdiğini görmedim!
Annem ve babam öldükten sonra bir gece, bir rüya gördüm. Kıyamet kopmuştu. Herkes ayaktaydı.Mahşer kurulmuş, hesaba durmuş, dünyada yapıp ettikleri sorulmuş, haklarında karar verilmiş, cennetlikler cennete götürülmüş, cehennemlikler ateşe sürülmüştü.
Babamı gördüm. Huzur içindeydi ve sevinçliydi. Cennet halkının arasındaydı. Bir havuzun başında, kana kana içiyordu
Annemi de gördüm. Ayakta bekliyordu mahşer yerinde. Tir tir titriyordu korkudan. Hesabının denk gitmediği anlaşılıyordu.
Çırıl çıplaktı neredeyse. Dünyadayken yoksula verdiği bir parça eski giysiyle örtmeye çalışıyordu edep yerlerini. Bir başka fakire verdiği iç yağı kırıntısını yalayıp duruyordu. Susuzluktan kıvranıyordu. Feryat figan su istiyordu:
- Yandım susuzluktan, su, bir yudum su,su,suuuu!
Onu öyle gördükçe benim de içim parçalandı, yardımına yetişmek istedim. Babamın başında durduğu ve doyasıya içtiği havuzdan doldurduğum suyu anneme verdim.
İşte tam o sırada, uzaklardan kulaklarıma çalınan o sesi işittim:
-Kim o kadına su verdiyse eli çolak olmuştur!
Kan ter içinde uyandım. Bu elim o gün bugündür tutmuyor!
İmansız ölme tehlikesi
Mücevherleri olan, çaldırmamak için onu en gizli yere saklar. İman bundan daha az kıymetli değildir. Her an, 'İmanıma bir zarar gelir mi gelmez mi' diye düşünmek, imanı kurtarmak için çok gayret sarf etmek gerekir.
Ev halkının işlediği bir günah için veya bir haram için, 'Bu zamanda böyle olur, başka türlü olmaz' veya 'Zaman sana uymazsa, sen zamana uy' gibi şeyler söyleyerek günahı beğenmek, hafife almak küfre sebep olur. Bu kişi, ister dine hizmet etsin, ister zikir çeksin, işlediği küfrüne tevbe etmezse, Allah korusun kâfir olarak ölür.
İmanın muhafazası için bu dua sıkça yapılmalıdır: "Allâhumme sellimnâ ve sellim dînenâ velâ teslüb vakten-nez’i îmânenâ, velâ tusallit aleynâ men lâ yehâfüke velâ yerhamunâ. Verzuknâ hayraddünyâ vel-âhireti inneke alâ külli şey’in kadîr-Allah’ım bize, dinimize, imanımıza selamet ver. Senden korkmayan ve bize acımayan kimseyi bize musallat etme. Bizi dünyada ve ahirette hayırla rızıklandır. Şüphesiz Senin gücün her şeye yeter."
Müminin ileride imanının gitmesine sebep olan şeyler:
1- Bid’at sâhibi olmak. Ya’nî i’tikâdı bozuk olmak. (Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği i’tikâddan çok az da olsa ayrılan sapık veyâ kâfir olur.)
2- Za’îf, amelsiz îmân.
3- Büyük günâhlara devâm etmek, zulmetmek.
4- Ni’met-i islâma şükrünü kesmek.
5- Sünnet üzere okunan ezân-ı Muhammedîyi dinlememek.
6- Anaya-babaya âsî olmak.
7- Doğru olsa bile çok yemîn etmek.
8- Namâzda ta’dîl-i erkânı terk etmek.
“Her kim, her gece akşamın sünnetinden sonra iki rekat kılar, her rekatta (birer kere) Fâtiha, Âyete’l-Kürsî, İhlas ve Felak-Nas sûrelerini okur, selam verince Rasûlullâh'a on kere salevât getirir, ardından da üç kere: «الَلّٰهُمَّ إِنِّي أَسْتَوْدِعُكَ دِينِي وَإِيمَانِي فَاحْفظْهُ عَلَيَّ فٖي حَيَاتِي وَعِنْدَ مَمَاتِي وَبَعْدَ وَفَاتِي حَتّٰى أَلْقَاكَ مُؤْمِناً ياَ رَبَّ الْعَالَمِينَ.» ‘Allâhım! Ben dinimi ve imanımı Sana emanet ediyorum. Hayatımda da, vefatım ânında da, ölümümden sonra da onu muhafaza et ki Sana imanlı biri olarak kavuşabileyim. Ey âlemlerin Rabbi (kabul eyle)!’ diye dua ederse; kötü sondan yani imansız ölmekten emin olur.” (İmâm-ı Demîrî, Hayâtü’l-hayevân, Ahmed ed-Deyrebî, el-Mücerrabât, sh:72-73)
Belagat
✽ خَالِدِينَ فِيهَا'daki هَا zamiri, önceki ayette zikredilen 'Lanet'e raci ise, hal söylenmiş, mahal kastedilmiştir. Çünkü lanet içine girilecek bir mekan değildir.
✽ Veya bu, lanetin onları tamamen için çekip alması, kaplaması anlamında istiare-i mekniyyedir.
✽ هَا zamiri ile, lanetin kendisi değil, cezası kastedildiyse, bu durumda sebep-müsebbep alakasıyla mecaz-ı mürseldir.
✽ خَالِدِينَ فِيهَا İçinde ebedi kalacaklar, dedikten sonra 'Onlardan azab da hafifletilmeyecek' cümlesinin gelmesi, tetmim ile itnabtır, tekit bildirir.
✽ 'Onlardan azab hafifletilmeyecek' cümlesi, istiare-i vefakiyedir. Hem azabın insana sıkıntı vermesi, hem de gerçekten sırtına yüklenecek azablar kastediliyor.
✽ وَلَا هُمْ يُنْظَرُونَ cümlesinde müsnedin fiil gelişi hükmü takviye eder.
✽ 'Onlara mühlet de verilmez' cümlesi tezyilin mesel tarikına cari olmayan kısmıdır.
89- Ancak bundan sonra pişmanlık duyup kendilerini ıslah edenler bu azaba uğramayacak; çünkü Allah bağışlayan ve çok merhamet edendir.
"Hakka karşı bâtınlarını tefekkür ile; halka karşı da zahirlerini ibâdetle ıslâh edip düzeltenler..." demektir. Onların tevbesi "Biz, daha önce bâtıl üzere idik" demeleriyle olur.
Günahtan hemen vazgeçmek, işlediği için pişman olmak, tevbe ettiği günahı yeniden işlememeye kesin niyet etmek ve yaptığı kötülükten tamiri mümkün olanı tamir etmek, tevbenin esaslarından ve de şartlarındandır.
"Tevbe edenler ve hallerini düzeltenler müstesna" cümlesinde hâlin ıslâhı tevbe üzerine atfedildi. Çünkü hal ve amele tesiri olmayan tevbenin hiçbir değeri yoktur. Bir çok kimse işlediği günahlardan nedamet duyup tevbe istiğfar ettikten sonra, bu günahlara yeniden döner. Bunun başlıca sebebi, tevbelerinin, kendilerini gaflet ânında ikaz etmekten ve onları amellerini ıslâh edecek yola sevketmekten uzak olmasıdır. Halbuki tevbe, amelin ıslâhında yeterli olacak derecede içten gelseydi, tekrar eski günahlarına dönmezdi.
Bu ayetin hükmüne, bir ömür boyu İslam aleyhine kararlar almış yetkililer de girer. İstifa edip, emekli olunca "Artık tevbe ettim" demesi yeterli değildir. Çünkü aldığı kararlar, yanlış yaptığı atamalar devam etmektedir. Verdiği kararları geri çevirmesi gerekir.
Bir kâfir, kelime-i tevhidi söylemekle,
Şerefleniyor ise nasıl iman etmekle,
Mümin de, küfrü mucip söylerse bir söz eğer,
Bu bir kelime ile, mâzallah küfre düşer.
Tövbe için, yetişmez şehadeti söylemek.
Lazımdır o şeyden de, ayrıca tövbe etmek.
Yani hangi kapıdan çıktı ise o eğer,
Yine aynı kapıdan girmesi icab eder.
a) Allah, dünyada iken yaptığınız kötülükleri örtmek suretiyle gâfûr; âhirette de affetmek suretiyle rahîm olandır.
b) O, cezayı kaldırdığı için gâfûr, sevap verdiği için de rahimdir.
İslam yine de küfür bataklığına saplananlara tevbe kapılarını kapatmaz. Kapılar arkasına kadar açıktır. Günahkar insana bu tevbe kapılarını çalmaktan, istiğfar edip Allah'a yönelmekten başka bir çare yoktur. Yeter ki bu kapıya doğru gelsinler, perdeleri aralamaya çalışsınlar.
Tevbenin faydası
Tevbeden sonra düzelme varsa kabulünün alametidir. Ardından gelen 'ıslah' bunu gösterir.
• Tevbe bir kuvvettir. O, her iyiliğin kalbi sayılır;
1- Tevbe yapıldığı zaman nefsin, şeytanın, kötü arkadaşların saltanatı yıkılır. Onlara harcanan kuvvet, gözüne ve kalbine gelir.
2- Tevbe ile varlık kuvvet bulur.
3- İç âlem temizlenir.
4- İçtiği su helâl, yediği yemek pak olur.
5- Şüphe ve haram korkusundan uzak işler yapar.
6- İşlerini ayık yapar.
7- Alışını verişini doğru kılar.
8- Bütün gayreti Allah’a yönelir.
9- Âdet olan şeyler gider, yerine Allah’a kulluk gelir.10- Mâsiyet kalkar, yerine itaat gelir.
11- İslâm dininin îcâplarını yerine getirir.
el-Gafûr (c.c.)
el-Gafûr ism-i şerifi ‘غفر’ kökünden gelmektedir. Kelimenin aslı örtmek, perdelemektir. Bu yüzden savaşta başı darbelerden korumak için giyilen şeye ‘miğfer’ denilmiştir. Yine 'büyük kalabalık' anlamında da kullanılır. Başı örten bez parçasına da ‘Ğaffare’ denir. Bu kelimenin, yara üzerine sürülünce iyileştiren bir bitki adından geldiği de söylenmiştir.
Allah (c.c.) Ğafir, Ğaffar, Ğafur’dur. Bu isimler örtmeye, cezalandırmamaya ve aceleciliği terk etmeye delalet eder. Mağfiret, günahları örtmektir. Örtmek ise iki türlüdür:
1- Hakkından vazgeçmek, günahları bağışlamaktır.
2- Fenalıkların üzerini örtüp başkalarının onları görmesine mani olmaktır. Dolayısıyla mağfiret, sabır, yumuşak davranma, cezalandırmadan acele etmeme, ihsan ve bağış gibi Allah (c.c.)’ın sıfatlarını kapsar.
'Gafur' ismi mübalağalı ismi fail sigasındandır. Çok bağışlayıcı demektir. Çünkü Allah (c.c.), kullarını sadece bir kere değil defalarca bağışlar. O’nun bağışlaması sayılmaz. Ancak bu mübalağa, zati değil, fiili bir sıfattır. Kulun kusuru ne kadar çok ve büyük olursa olsun saklar, meydana çıkarıp rezil rüsva etmez.
'Ğafr' düzeltmek, ıslah etmek anlamına da gelir. Bu yüzden ‘Allahümmağfirlî-Allah'ım beni bağışla' sözü ‘Beni ıslah et, düzelt’ anlamındadır. Bu isim anlam olarak ‘Afüvv’ ismine yakındır. Af, günahın silinmesini; ğafr ise silinen günahın yerine nuru yerleştirmek ve kulun kusurlarını örtmek anlamını hissettirmektedir. Bu yüzden Kuran’ın birçok yerinde 'Allah (c.c.) Afuvv’dur, Ğafur’dur' şeklinde bu iki isim birlikte gelir.
Bu mana ‘Gâfir’ ism-i şerifindeki manadan daha geniştir.
Ğafir; umumiyetle kötü ve yüz kızartıcı işleri, sözleri örten demektir. Bu sayede insanlar birbirini sever, emniyet ve itimat eder. Ğafir isminin hükmü olmasaydı insanlar birbirlerini sevemez, topluluklar oluşmazdı.
Ğafur ise; çirkinlikleri meleküt aleminden de saklayan, demektir. Melekût alemi, ruhaniler, melekler ve göze görünmeyen diğer nurani ecsamı latifedir. Maddi ecsamdan oluşan insanlık ve dünya alemi nasutun zıddıdır.
Ğaffar ismi de, mağfiret tekrarlanması babında ziyadelik ifade eder. Fakat ‘feûl' vezninde olan Ğafur, ğufranı tam olan, bütün mağfiretleri içine alan tam şümul manası taşır.
Allahu Teâlâ’nın mağfireti o kadar çoktur ki, şeytan bile ümitlenir, bağışlanmayı umar. O kadar ki, kulun kusuru dağları aşsa onu yine saklar, üzerine perde örter.
‘Bir kul günah işlediğinde ‘Ya Rabbi! Bir günah işledim’ derse Rabbi ‘Demek kulum, günahları bağışlayan ve cezalandırmayan bir Rabbi olduğunu bildi? O halde o kulumu bağışladım’ der. Sonra Allah’ın dilediği kadar bir süre geçer. Kul yine bir günah işler ve ‘Rabbim! Bir günah daha işledim, beni bağışla!’ der. Rabbi yine ‘Demek kulum günahları bağışlayan ve cezalandırmayan bir Rabbi olduğunu bildi? O halde kulumu bağışladım’ buyurur. Sonra tekrar Allah (c.c.)’ın dilediği kadar bir süre geçer. Kul yine bir günah işler ve ‘Rabbim! Bir günah daha işledim, beni bağışla!’ der. Rabbi üç defa ‘Demek kulum günahları bağışlayan ve cezalandırmayan bir Rabbi olduğunu bildi? O halde kulumu bağışladım’ der ve şöyle buyurur:
‘Artık o dilediğini işlesin.’ Hadis-i Şerif
Kula düşen...
Müslüman günah işlediğinde onu gizlemeli, açığa vurmamalıdır. Günahını yalnızca Allah (c.c.)’a itiraf etmeli ve O’ndan bağışlanma dilemelidir. Efendimiz ﷺ 'Açıktan günah işleyenlerin dışında ümmetimin tamamı affedilir' buyurmuştur.
Bu ismi bilen her müslüman, kendi günahını örtüp gizlediği gibi, başkalarının da günahlarını örtüp gizlemeli ve açığa vurmamalıdır.Rasulüllah ‘Kim bir müslümanın hata ve günahını örterse Allah (c.c.) kıyamet günü o kimsenin hata ve günahını örter’ buyurmuştur.
‘Kim dünyada bir kulun ayıbını örterse Allah (c.c.) da kıyamet günü mutlaka o kulun ayıbını örter.’
Müslüman Allah’tan bağışlanma dilediği gibi, kendisi de başkalarının hata ve kusurlarını bağışlamalıdır.
Ğafur ism-i celilinin 1286 defa tilavetine devam edenin günahlarını Allah affeder. Dünyadaki tesiri zalim ve cebbarların hırs ve gadabını söndürür. Kendine karşı gadap ve düşmanlık zarar ve tesir edemez. Gadap anında onu gören sükunet bulur. Hiddetinden eser kalmaz.
er-Rahîm (c.c.)
Ziyade merhamet edici, verdiği nimetleri iyi kullananları daha büyük ve ebedi nimetler vermek suretiyle mükafatlandırıcı.
Errahman ismi, Allah’ın ezelde bütün mahlukatı için hayır ve rahmet irade buyurmasıdır. Errahim ism-i şerifi ise mahlukatı arasında irade sahipleri için muzaaf bir rahmet-i ilahiyeyi ifade eder. İnsandan başka her mahluk, kendisi için tayin edilen hudud içinde kendisine verilen nimetlerden yaratılışın sevki ile faydalanır ve o huduttan dışarı çıkmazken irade sahibi insanlar için terakki imkanı verilmiştir. Fıtri nimetleri arttırır ve ebedileştirme imkanı vardır.
Çiğneyip geçtiğimiz ot yaprağından rüzgar dallarına kadar her şey bizim hayır ve saadetimize yarayan nimetler hazinesidir. Yaratılışımızda başka mahlukata verilmeyen bir çok kabiliyetler, azat kabul etmez köleler gibi bize tabi kılınıp emrimize verilen tabiat kanunları, hep o şanı büyük Rahman’ın ihsanıdır.
Errahim ism-i şerifine göre her gayret bir mükafatla karşılanacaktır. Errahman ismi şerifinin ifade ettiği rahmet, hiçbir türlü şarta, hiçbir kesb ve iradeye bağlı olmayarak bahşolunan rahmettir. Bu ki bütün mahlukatı kaplayan rahmet-i şamiledir, bunda çalışan, çalışmayan, suçlu, itaatli, imanlı imansız ayırt edilmez.
Errahim ism-i şerifinin ifade ettiği rahmet ise, Rahman’ın lütfu olan rahmeti iyiye kullanarak çalışanlara bir mükafat olmak üzere verilen rahmettir ki, en az bire ondur. Mesela Kur'an okumak böyledir, en azından bir harfine on hasene verilir. İhlas suresini üç defa okumak bir hatim sevabıdır. Çalışanın ihlasına göre Allah’ın hudutsuz, hesapsız mükafatları vardır. Öyle ki bir insan burada cennette gül dikebilir. Çalışanlarla çalışmayanlar aynı muameleyi görmeyeceklerdir.
Bu ism-i şerifin hükmüne göre, fikri teşebbüs Müslümanlar için en umumi ve en tabi bir haslet olması gerekir.
Rahman, Errahim ism-i şeriflerinin zevkini duyan gönüllere yeis ve ümitsizlik giremez. Ne kadar darlık ve ızdırap içine düşerse düşsün Allah’ın mutlaka onu selamete çıkaracağından emindir. Katiyetle bilir ki, o merhametlilerin en merhametlisi, kerimlerin en kerimidir.
‘Az önce dostum Cebrail (as) benimleydi. Bana ‘Ey Allah'ın Rasulü, seni hak ile gönderenin hakkı için söylüyorum. Allah'ın kullarından biri, beş yüz seneden beri bir dağ başında bulunuyordu. Genişliği ile uzunluğu otuzar arşın olan ve etrafı denizle çevrili bulunan bir dağ tepesinde oturuyordu. Orada tam beş yüz sene Rabbine ibadet etmişti. Rahman olan Allah (c.c.) da ona orada parmak kalınlığında akan bir tatlı kaynak su ile her gün bir nar yetiştiren bir nar ağacı ihsan buyurmuştu. Adam her akşam suyun başına iniyor, yıkanıp, abdest alıyor, o bir tek narı da alıp yiyerek tekrar ibadete koyuluyordu. Bu arada Rabbinden, ruhunu kendisi secdede iken kabzetmesini, kıyamet günü tekrar dirilinceye kadar, bulunduğu adaya ve cesedine hiç kimsenin muttali olmamasını ve kendisi öyle secde halinde iken diriltilmesini temenni ediyordu. Şanı yüce olan Allah, onun bu arzusunu da yerine getirdi. Hatta biz melekler yeryüzüne inip çıktığımızda onu secde halinde öylece görürdük. Ta ki Allah (c.c.) ilminde durum şöyle tezahür etti:
Kıyamet kopmuş, bütün insanlar gibi o da dirilerek Rabbinin huzuruna getirilmişti. Sonsuz kerem ve rahmet sahibi Allah (c.c.) o kulu hakkında şöyle buyurdu:’Kulumu rahmetimle cennetime koyunuz!’
O kul:
‘Hayır’ dedi, ‘amelim mukabilinde cennete koyunuz!’ Allah (c.c.) meleklere ferman etti:
-Kuluma verdiğim nimetlerle kulumun amellerini tartınız!
Kulun ameli nimetlerle karşılaştırıldı. Sadece göz nimetinin yapmış olduğu beş yüz senelik ibadetten ağır geldiği görüldü.
Bunun üzerine Halık-ı Kerim:
- Ey meleklerim, buyurdu, Kulumu cehenneme atınız!
Ve o kul derhal cehenneme doğru sürüklendi… Baktı ki kurtuluş yok, feryadı bastı:
- Ey Rabbim! Rahmetinle beni cennete koy!
Allah (c.c.) buyurdu:
- Getirin onu!
Kul tekrar ilahi huzura getirildi ve Allah (c.c.) sordu:
- Ey kulum, söyle seni yoktan kim var etti?’- Sen ya Rabbi!
- Seni yoktan var etmem senin amelin sebebiyle mi oldu, yoksa benim rahmetimle mi?
- Senin rahmetinle ey Rabbim!
- Beş yüz sene ömrü ve ibadet etme gücünü sana kim verdi?
- Sen ey Rabbim!
- Peki, dağlar arasındaki adada dağın tepesinde seni kim iskan etti? Dört bir tarafı denizlerle çevrili şu küçük adada sana tatlı suyu kim fışkırttı? Adet olarak senede bir kere meyve veren nar ağacına her gün bir meyveyi kim verdirdi? Ve sen, ruhunu secde halinde iken kabzetmemi dilemiştin. Senin muradına kim erdirdi de secdede iken ruhun kabzedildi?
- Bu da senin ikramın ey Rabbim!
- İşte ey kulum! Bütün bunlar Benim rahmetimle oldu. Ve ben rahmetimle seni cennete koydum!’
Cebrail (as) bütün bu hadiseyi anlattıktan sonra dedi ki:
- Bu işler ancak Allah (c.c.)’ın rahmetiyle olur.
✽ 'Ancak tevbe edenler' kasrı sıfat alel mevsuftur. Kasrı tayin ve ifraddır.
✽ 'مِنْ بَعْدِ ذٰلِكَ Bundan sonra' tabirinde ism-i işaret tahkir için geldi.
✽ Vasıtalı kinayedir. 'Adını anmaya bile gerek olmayan, bu irtidat fecaatinden sonra, kim vaz geçip pişman olur da, tekrar imana dönerse' demektir.
✽ تاَبوُا fiili اَصْلَحُوا 'ya atfedildi, aralarında vasıl, tezayuf var. Gerçek tevbe, yaptığı kötülükleri düzeltmekle tamam olur. Özellikle mürtedler gibi, küfrünü herkese ilan edip insanların kafalarının karışmasına yol açanların, tevbelerini de açıklayıp, yanlış yaptıklarını itiraf etmeleri lazımdır.
✽ تاَبوُا fiilinden sonra اَصْلَحُوا 'nun gelmesi itnabdan tetmimdir. Tevbenin ıslah ile tamamlanacağını bildirmek için getirildi.
✽ تاَبوُا fiili ile اَصْلَحُوا arasında muraat-ı nazır vardır.
✽ اَصْلَحُوا fiilinin mefulleri mahzuf, fazla sözden kaçınmak ve umum bildirmesi içindir. Yani tevbe eden, bozduğu herşeyi düzeltmeli, onun haricinde de düzeltebileceği ne varsa düzeltmeli ki geçmişteki yaptıklarına kefaret olsun.
✽ 'Muhakkak ki Allah Gafur ve Rahim'dir' lazım, onları bağışlayacak ve affedecektir, melzumdur.
✽ ‘ غَفُورٌ رَحٖيمٌ ’ onların bağışlanacağından kinayedir.
✽ Cümlenin illeti mahzuftur. Takdiri: ‘Allah onları bağışlar, çünkü O Ğafur ve Rahim’dir’ şeklindedir.
90- İman ettikten sonra küfredip küfürlerinde ileri gidenlerin asla tevbeleri kabul olmayacaktır; bunlar gerçekten sapıkların ta kendileridir.
Mürted, irtidadında devam ve ısrar etmek suretiyle küfrünü artırmış olur. Israr küfür üzerine bir ziyade sayılmıştır. Bazen de, küfrünü artıran kimse, o küfrüne, başka bir hususu da inkâr ederek yeni bir küfür katmış olur.
Ayet-i kerime küfrün zamanla daha da azgınlaştığına, bunu gerektiren amelleri işlemekle güçlendiren, geliştiren işleri yapmak suretiyle kalpte daha çok yer ettiğine işaret etmektedir. Bu ise imana aykırı olan amellerle, küfrü ve kâfirleri desteklemek yoluyla olur. İman da aynı şekilde salih amelleri işlemek ve onları azaltmakla artar ve eksilir.
Nefsini ıslah etmeyi ihmal eden zarar eder. Nefsini ıslaha gayret eden başarı elde eder. Günahlar üst üste birikip yığıldığında, nefsin arındırılması ihmal edilip, birçok masiyetlerle de kirlendiğinde hakikat yoluna dönüş zorlaşır.
♦ Bunun sebebi, onların ancak ölürken tevbeye yönelmeleridir.
♦ Kalplerinde ihlâs olmadığı halde, dilleriyle tevbe etmelerinden dolayı kabul olunmaz.
♦ Allahu Teâlâ, imandan sonra inkâr edenlerden bahsedip, sonra da böyle kimselerin tevbe etmezlerse lanete müstehak olduklarını beyan buyurdu. Bu ayette de onların tevbelerinden sonra yeniden inkâr ederlerse, tevbelerinin makbul olmayıp adetâ hiç yapılmamış sayılacağını açıklamıştır.
♦ Onların küfür üzere ölmelerinden kinayedir. Çünkü kâfirlerden tövbesi kabul edilmeyenler, küfrü üzere ölenlerdir. Tövbe etmezler veya tam ölecekleri anda tövbeye yanaşırlar. Sanki şöyle denilmektedir: "Yapacaklarını yapmış olan yahudi ve mürtedler, küfür üzere ölen ve tevbeleri kabul olunmayanların sınıfına giren kimselerdir.”
♦ Belki de murad, sadece o ziyâde küfürden tevbe etmiş olmalarıdır. Çünkü aslından tevbe edilmemiş olduğu müddetçe, o ziyâdeden ötürü yapılmış olan tevbe makbul olmaz.
Bu ayetin zahiri mürted olanlara Allah'ın asla hidayet nasib etmeyeceğini bildirir. Halbuki gerçekte bir çok mürted hidayet bulup Müslüman olmakta ve zalimlerden bir çok kişinin zulümlerinden tevbe etmektedir.
Ayetin manası şudur; onlar küfre rağbetle devam edip, küfür üzere sebat ettikçe Allahu Teâlâ kendilerine hidayet vermez. Ama hakkın ne olduğunu araştırıp buldukları delillerle kendilerine hidayet nasib olduğu zaman Allahu Teâlâ onlar için hidayeti yaratır ve onlar böylece hidayet bulurlar.
İman, beş katlı bir kaleye benzer. Bunlar, bakır, demir, tunç, gümüş ve altın katıdır.
1- Bakır katı, edeplerdir.
2- Demir katı, sünnetlerdir.
3- Tunç katı, farzlardır.
4- Gümüş katı, ihlâstır.
5- Altın katı, Allahu Tealâ'nın rızasıdır.
Edebleri gözetmeyen, sünnete yol bulamaz. Sünnete uymayan, farza yol bulamaz. Farzı tutmayan, ihlâsa yol bulamaz. İhlâsı olmayan da, Allahu Teâlâ'nın sevgisine kavuşmaya yol bulamaz. (Ey Oğul İlmihali)
Beşinci kata çıkabilmek için, sırayla, birinci, ikinci, üçüncü ve dördüncü katlardan geçerek çıkmak gerekir. Diğer katları geçmeden beşinci kata çıkılamaz.
Onlar, sapıklık ve dalaletin zirvesinde, en ileri derecesindedirler.
Bir kimse küfürden sonra tevbe eder, sonra tekrar küfre dönerse, artık onun tevbesi makbul bir tevbe değildir. Çünkü îmandan sonra küfre dönen, hakka mukavemet, Peygambere eziyet ve Allah'ın dîni ile kavga eden kimsenin küfrü, bu ameller sebebiyle arttıkça artar. Daha önce tevbe etmiş olsalar bile, bu tevbeleri hiç yapılmamış gibi olur. Nefisleri küfürle o derece kaynaşır ki, yaptıkları bütün amellerde bu küfrün eseri görülür.
Bu sebeple Allahu Ta'âlâ, Kurân'ın muhtelif yerlerinde onları, kalbleri paslanmış ve mühürlenmiş kimseler olarak tavsîf etmiştir.
Selim fıtrat, nefse, günahın çirkinliğini ve âkibetinin kötülüğünü telkin eder. Günahı terketmeye, sâlih amel ile izlerini ortadan kaldırmaya yöneltir. Böylece tevbe, sahibini, günahları bağışlanmaya hazır bir kimse haline getirir. Nefis, tevbe ile birlikte günahın o büyük acısını hissetmelidir ki, bu, onu nihaî olarak günahtan uzaklaştırsın ve sâlih amele yöneltsin.
Bu, tıpkı bembeyaz elbisesine kir bulaştıran kimseye benzer. Sahibi onu hemen yıkarsa, elbisesi kolayca temizlenir ve ilk beyazlığına kavuşur. Fakat bu kirin elbisede kalması onu hiç rahatsız etmez ve elbiseyi aylarca yıkamazsa, üzerine eklenen kirlerle kalın bir tabaka haline gelir, daha sonra yıkansa bile artık onu kumaş üzerinden temizleyip çıkarmak mümkün olmaz. Kumaşın tekrar tekrar yıkanması, iplerinin eriyip kopmasına sebep olur, fakat kirin temizlenmesini sağlamaz. İşte tevbe ile bağışlanmayan günah da böyledir.
Tevbe kapısı batı yönündedir. Altından ve yakuttan iki sırması vardır. İki sırma arasında kırk yıllık yol vardır. Hem de süratle giden süvari hızıyla. O tevbe kapısı açıktır. Allah mahlukatı yarattığı günden bu yana güneşin batıdan doğuşuna kadar açık kalacaktır. Allah’ın kullarından bir kul Nasuh tevbesi ile tevbe ettiği zaman o tevbe kapısından geçer.
Muaz b. Cebel sordu:
- Nasuh tevbesi nasıl olur?Rasulullah ﷺ cevap verdi:
- Günahkarın işlediği günahtan dolayı pişmanlık duymasıdır, Allah’tan özür beyanında bulunması ve bir daha böyle bir günah işlememesidir.
Resulullah tevbe kapısını izaha devam etti:
- Sonra ay ve güneş doğduğu yerden batar. Sonra altından ve yakuttan o iki sırma bitişir. O kadar ki hiçbir açıklık yokmuş gibi olur. İşte bundan sonra kulun tevbesi kabul edilmez. Müslüman olarak da olsa, işlediği hiçbir amelin faydasını görmez. Meğer ki iyilikleri daha önceden yapmış olsun. Çünkü o andan itibaren durum lehine de, aleyhine de önceki gibi devam eder. Bu hakikat şu ayetle sabittir:
‘Rabbinizin bazı ayetleri geldiği zaman daha önce iman etmemiş veya imanıyla bir iyilik kazanmış olmayan hiç kimseye o gün artık imanı bir fayda sağlamaz.’ (Enam, 158)
İman kalite ve nitelik itibariyle beş kısımdır.
1. İman-ı matbu' (tabiî iman). Bu, meleklerin imanıdır. Yani hiç bir melek imansız olmaz.
2. İman-ı ma'sum (sigortalı iman). Bu, peygamberlerin imanıdır. Sonu garantilidir. Hiç bir peygamber imansız ölmemiştir.
3. İman-ı makbûl, (Kıymetli iman). Bu, mü'minlerin imanıdır. Ancak bir tek özelliği vardır; sonunun garantisi yoktur. Mesele de bu noktada düğümlenmektedir. Gerçek tehlike ile en büyük mutluluk bu noktada birleşmektedir.
4. İman-ı mevkuf veya muallak (Askıdaki iman). Bu, ehl-i bid'atın, islam'ı sünnet üzere değil, kendi anlayış ve uydurdukları şekiller içinde yaşamaya kalkanların imanıdır. Bunlar, sünnete dönerlerse, imanları, makbul iman grubuna yükselir. Değilse, bir sonraki iman derekesine düşer.
5. İman-ı merdüd (Reddilmiş iman). Bu, münafıkların imanıdır. Hiçbir değeri yoktur. Kafir için ise zaten iman söz konusu değildir.
Yer itibariyle tam orta noktada bulunan mü'minlerin imanı, sonunun garantisiz oluşu dolayısıyla en kritik imandır. Mü'minler, en tehlikeli noktada bulunmaktadırlar. Müslümanca yaşamak, iman tekerleğini bu uç noktasında sonuna kadar tutabilme savaşıdır. Hiç kimse, ölüm zamanında imanının geri alınmayacağından emin olmaz.
Sıddıklar kötü akıbetten çok korkarlar. Süfyan-i Sevri'yi ağlarken gördüler. "Allahu Teâlâ'nın affının, senin günahından büyük olduğunu bilmez misin?" dediler.
"İmanla öleceğimi bilsem, dağlar kadar günahım olsa yine korkmam" buyurdu.
Mürid, günah işlemekten, arif ise küfre düşmekten korkar.
Müminin imanının gitmesine sebep olan şeyler:
1- Namâzı ehemmiyyetsiz sanıp öğrenmeğe ve çoluk-çocuğa öğretmeye ehemmiyyet vermemek, namâz kılanlara ma’nî olmak.
2- Alkollü içkiye devam etmek, sürekli içmek.
3- Mü’minlere eziyyet etmek.
4- Yalan yere evliyâlık ve din bilgisi satmak.
5- Günâhını unutmak, küçük görmek.
6- Kibirli olmak, yanî kendini beğenmek.
7- Ucb, yanî 'Benim ilmim ve amelim çoktur' demek.
8- Münâfıklık, iki yüzlülük.
9- Hased etmek, din kardeşini çekememek.
10- Baştaki idarecilerin ve üstâdının İslâm'a ters düşmeyen emirlerine itaat etmemek.
Melekler bir müminin iman üzerinde öldüğünü görürlerse selamette kaldığı için (küfürden uzak kalabildiği için) taaccüp ederler (hayrette kalırlar). İbnu’l Cevzi
Bütün hayvanlar et, süt, deri, gübre fabrikasıdır. Onlar Allah’ın görevli memurlarıdır. Yer, gök kafirin ölümüne bayram yaparlar.
Geçmiş zamanda yaşamış bir müslüman, Kâbe’nin örtüsüne tutunup çokça: “Allâhım, bana hüsn-ü hatime nasip eyle” diye dua ederdi. Böyle dua etmesi bir müslümanın dikkatini çekti, niçin sürekli böyle dua ettiğini sordu. Adam şu cevabı verdi: “Benim iki kardeşim vardı ve ikisi de ücret karşılığı beklemeden gönüllü olarak onlarca yıl müezzinlik yapmıştır. Fakat ikisi de ölmeden önce küfre girip kafir olarak öldüler.”
Bu iki insanın küfür üzere ölmesine sebep olan durum araştırıldığında ortaya çıktı ki bunların ikisi, bazı büyük günahları yapmaya kesintisiz olarak devam ediyorlardı.
· Bu âyet-i kerime yahudi ve hristiyanlar hakkında nazil olmuştur. Ehl-i Kitap, Hz. Muhammed peygamber olarak gönderilmeden önce, O'na inanıyorlardı. O, peygamber olarak gönderilince, inkâra başladılar. Daha sonra da her an O'nu ta'n etmeleri, sözlerinde durmamaları, müminleri fitne ve fesatla yoldan çıkarmaya çalışmaları ve gördükleri her mucizeyi inkâr etmeleri sebepleriyle küfürlerini artırdılar.
· Âyet sadece yahudiler hakkındadır. Yahudiler, Hz. Musa'yı tasdik etmişler, sonra da Hz. İsa'yı ve İncil'i kabul etmeyerek kâfir olmuşlar, daha sonra Hz. Muhammed ile Kur'ân-ı Kerim'i de inkâr ederek küfürlerini artırmışlardır.
· Âyet, irtidâd edip, Mekke müşriklerine sığınanlar hakkında nazil olmuştur. Onların küfürlerini artırmaları, "Biz, Muhammed'in başına, zamanın belâlarının gelmesini bekleyerek, Mekke'de duracağız" demeleridir.
· İrtidâd edip, daha sonra da münafıklık yaparak İslam'a döndüklerini söyleyen bir topluluktur. Allahu Teâlâ, onların bu nifakını "küfür" olarak ifâde etmiştir.
✽ Küfrün artması ziyadeleşmesi, istiaredir. Müstearun minh, bir şeyin miktarının arttırılması, müstearun leh, imandan sonra tekrar küfre dönmektir. Camisi, ısrar, artış, devam etmektir.
✽ Sebebe isnad yapılmıştır. Onlar küfürleri sebebiyle, zulüm ve haksızlık davranışlarında ziyade yaparlar.
✽ كَفَرُوا ile كُفْراً arasında iştikak cinası ve reddül acez alessadri vardır.
✽ كُفْراً kelimesinin nekre gelmesi, tahkir ve teksir içindir.
✽ Delalet-i tazammuniyesi ile, küfrün artıp-eksilmeye müsait olduğunu bildirir. Yani, her konuda küfretmez de tek bir konuya inanmaz. Veya bir çok noktayı inkar edebilir.
✽ 'İşte onların tevbeleri kabul edilmez' cümlesi, dal bil ibaresi ile, hataların tekrarında artık iyi niyetin kaybolduğunu gösterir. Bir kere yapılan bir hata, beşeriyet icabıdır, pişman olunursa affedilebilir. Fakat tekrar tekrar yapılması kasdiliğe işarettir. Affedilmez.
✽ 'İşte onlar sapıklardır' mefhum-u lakabıyla, küfürlerini azaltıp vazgeçenler hidayet üzeredirler, demektir.
91- İnkar etmiş olup da kafir olarak ölenlere gelince, kendini kurtarmak için dünya dolusu altın verse dahi onların hiçbirinden asla kabul edilmeyecektir. İşte bunlara acıklı azap vardır, hiçbir yardımcıları da yoktur.
Kâfirler üç kısımdır:
a) Küfründen sahih ve makbul bir biçimde, içten gelen bir pişmanlıkla tevbe edenler. Bu çeşit kâfiri Cenâb-ı Hak, "Ancak bundan sonra tevbe edenler müstesna..." (Âl-i İmran, 89) buyruğunda belirtmiştir. Cenab-ı Allah onların tevbesini kabul buyurur.
b) Küfründen fasit bir biçimde tevbe eden; Allah'ı inkâr eden, sonra tevbe edip küfürden geri dönen, sonra yine küfre dönenler. Bunu da bir önceki âyette zikretmiş, onun tevbesinin kesinlikle kabul edilmeyeceğini belirtmiştir (Al-i İmran, 90).
c) Asla tevbe etmeyip, küfrü üzere ölen kâfirler. Bunlar da bu âyette zikredilmiştir, yeryüzü dolusunca altın da verseler, fidyeleri kabul edilmeyecektir.
· وَ atıf harfidir. Buna göre mana: “O kimse Allah'a, şayet yer dolusu altınla yaklaşmak istese, küfrüne karşılık bu ona hiçbir fayda vermez. Yine o kimse, yer dolusu altına mukabil, fidye verip Cenâb-ı Hakk'ın azabından kurtulmak istese, bu fidye kabul edilmez." Bu daha fazla şiddet ifade eder.
· وَ harfi, mücmel ifadeden sonra, izah için getirilmiştir. "Yeryüzünü dolduracak miktardaki altını dahi olsa, onlardan hiçbirinin tevbesi makbul olmaz" ifâdesi, birçok mânaya muhtemeldir. Cenâb-ı Hak, kabul edilmeyişin fidye cihetinden olduğunu açıkça bildirmiştir.
· "Velev ki bu, fidye yoluyla olsa dahi, onlardan yeryüzü dolusu altının kabul edilmeyeceğine..." hükmedilmiştir. Bu yolla makbul olmadığına göre diğer yollarla haydi haydi kabul edilmeyeceğine dikkat çekmedir.
Kıyamet gününde cehennemliklerin en hafif azab görenine Allahu Teâlâ şöyle buyurur:
"Dünyada bulunan ne varsa senin olsaydı azaptan kurtulmak için onları fidye verir miydin?" O:
"Evet!" diye cevab verir.
Allahu Teâlâ şöyle buyurur:
"Ben senden daha basit bir şey istemiştim. Baban Hz. Adem'in sulbünden seni zürriyet olarak çıkardığımda bana hiçbir şeyi ortak koşmaman üzere söz almıştım. Ama sen bundan kaçındın. Bana şirk koştun!" Hadis-i Şerif
Kıyamette altın olmadığı halde, kâfir bütün dünya altınına sahip olamayacakken, bunu fidye vermesinin misali:
♦ Onlar küfür üzere ölünce, bu durumda onlar dünyada iken yeryüzü dolusu altın infâk etseler, Allahu Teâlâ onlardan bunu kabul etmeyecektir. Çünkü küfürle beraber yapılan tâat makbul değildir, manasındadır.
♦ Bu söz, bir varsayımdır. Altın, malların en değerlisinden bir kinayedir. Altının büyük değerinden hareketle Allah'ın kafir olarak ölenleri asla affetmeyeceğini ifade etmektedir. Mâna şöyledir: "Eğer kâfir kıyamet günü, insanlarca en değerli şey olan altından, bir dünya dolusu fidye vermeye muktedir olsa yine de bununla kendisini Allah'ın azabından kurtarması imkansızdır."
♦ Bundan maksat, onların kendilerini Allah’ın azabından kurtarmaktan ümidi kesmiş olmalarıdır.
Varlık âlemi ilâhî kudreti ve sanatı yansıtan bir bütündür. İnsan ise bu bütünün bir parçasıdır. Varlık alemindeki diğer bütün parçalar Yaradana teslimiyet gösterip baş eğerken insanın inkâra sapması buna ters düşmez mi? Onun bütünden ayrılması ve aksi bir yol tutması, bütünde yer alan tüm parçaların hakkına saygısızlık ve haksızlık sayılmaz mı? Bunun cezası elbetteki çok ağır olacaktır.
Meyve veren büyük bir ağacın bütün dalları yemyeşil ve meyve dolu iken bir dalın kuruyup verimsiz hale gelmesi, diğer dalları da olumsuz etkilediğinden kesilip yakılması gerekir. O yüzden küfür üzere ölen affedilmeyecektir.
Maddeyi mânaya, mideyi ruha, nefsi imâna karşı üstün tutmak büyük bir ölçüsüzlüktür. İnsanı insan yapan onun ruhu, aklı, zekâsı, imân ve irfanıdır. Bunlar çekip alındığında geriye et, kan ve kemikten başka bir şey kalmaz.
Bütün bunlar düşünüldüğünde, Kur'ân seslenir: Ey gafiller! Sizin ruhunuzun imâna ihtiyacı var. Kıyamet pazarında ne malın, ne midenin, ne de nefsin hiçbir değeri yoktur. Asıl değeri elden kaçıran insan o gün ilâhî rahmet sarayına ayak basabilmek için dünya dolusu altını olsa vermek ister. İmân öyle bir kıymettir ki dünya dolusu altın ona paha olamaz.
Yer dolusu altın versen kalbin ölüm azabından kurtulamazsın. Kalbin ölümü marifetullahı kaybetmesidir. Allah müminin kalbini marifet nuruyla diriltmiştir. (T. Necmiyye)
Îman üzere sebat ile kalabilmek için;
1- Gayba îmân etmelidir.
2- Helali helal, harâmı harâm bilip, i’tikâd etmelidir.
3- Allahu Teâlâ'nın azâbından emîn olmayıp, dâimâ korkmalıdır.
4- Allahu Teâlâ'dan ümid kesmemelidir.
5- Az konuşmalıdır. Hadîs-i şerîfte 'Ya hayır söyle yahut sus' buyruldu. Ciddi olmalı, şaka yapayım derken ağzından itikada ters bir söz çıkmamasına dikkat etmelidir.
6- Akla, insanlığa uygun olmayan ters şeyler yapmamalıdır. Kendisini küfürden muhâfaza etmesi için Allah'a çok duâ etmelidir.
Burada kelime, mübalağa ifade için فعِيل vezninde الِيم şeklinde gelmiştir.
Elim; müteellim, yani ‘elem duyan’ manasındadır, ism-i faildir. Elem duymak ise, ateşin değil, şahsın sıfatıdır. Ateş elem duymaz, ateşteki şahıs elem duyar. Ateş, ‘elim’ ile sıfatlandırılmış, şahsın sıfatı ateşe verilmiştir.
O ateş, cehennem ehlinin vücutlarını öyle kaplar, cesetlerini öyle kuşatır ve içlerine öyle nüfuz eder ki, onların vücutları adeta bir ateş külçesi olur. Onların cesetlerinde azaptan başka bir şey gözükmez. Hatta o azap külçesinden fışkıran ahlar, bağırmalar, inlemeler, sanki azabın kendinden meydana gelir. Yani çağıran, bağıran ve elem duyan azabın kendisi olduğu sanılır.
İşte azabın bu dehşetini hayale göstermek ve günahtan vazgeçirmek için, şahsın sıfatı olan ‘elim’ ile, ateş sıfatlanmıştır. Yani cehennemdeki insana bakılınca; adeta ateş olmuştur, ondan bir inleme, bağırma duyulur. Ateş mi bağırıyor, yoksa insan mı anlaşılmaz. Çünkü ateş ile insan artık bir olmuştur.
Ayeti kerime, şefaatin olduğuna delildir.
Günümüzde özellikle genç müslümanların kafasını meşgul eden bir konu var: "Allah'a ve âhiret gününe inanmayan ve fakat yaptıkları bilimsel araştırmalarla, keşif ve icadlarla insanlığa büyük hizmetler veren kişilerin kıyamet günü durumları ne olacak?"
Bu insanların zahiren büyük ve değerli hizmetler verdiğinde şüphe yoktur. Fakat insanlığa hizmet edenler yalnız kâşifler ve mucitler midir? Her canlı, yaratıldığı maksada göre hizmet etmektedir. Bütün hizmet çeşitleri biraraya gelince dünya hayatı asıl ölçü ve amacını bulur. Bazı hizmetler, kapalıdır görünmez ya da bilinmez; bazı hizmetler ise ortadadır, göz doldurur. İnsan yaratılışı gereği çoğunlukla duyularına hitap edeni görür ve hayran olur.
Gözden kaçan, insana hizmet eden nice mahlukat vardır. Mesela çevreyi süsleyerek uçuşan böcekler olmasaydı tabiat bu kadar renkli ve gönül çekici olmazdı. Çiçek tozlarını taşıyarak, hem aşılamayı sağlar; hem tabiata güzellik katarlar. İlk bakışta böceklerin bu hizmeti basit görünse de hakikatte çok yararlı bir denge sağladıkları muhakkaktır.
Bir de insanın dışını değil, içini aydınlatan, ruha gıda verip onu en mükemmel ölçüde gıdalandıran peygamberler, büyük mürşitler, olgun alimler vardır ki; onların hizmeti, hiçbir şeyle karşılaştırılamaz. İç karanlığına gömülü bir insanın dış âlemi binlerce ampulle aydınlık olsa ne değeri olabilir?
Her hizmet kendi ölçüsüne ve sağladığı yarar oranına göre değerlidir. Fakat hepsi de nisbî ve izafîdir. Allah'a ve peygambere, âhiret ve hesaba inanmayan kâşif ve mucitlerin hizmetleri yararlıdır. Ama hizmet eden her canlı ve cansız Yaratanına teslim olup baş eğerken bazı kâşif ve mucitler inkâr içindedir.
Kaşifin ve mucidin kullandığı iki öğe var: İlâhî sünnetle hazırlanıp önüne serilmiş malzeme ve ve bu malzeme üstündeki hikmet perdesini kaldıracak akıl. Bunlardan biri olmasa diğeri kapalı kalırdı. Her iki öğeyi de yaratan Allah'tır.
Hem O'nun malzemesini, hem verdiği aklı kullanıp hikmet perdesini kaldırmak, hem de O'nu inkâr etmek; ne ölçüde insafa sığar? Eseri kabul edip, müessiri inkâr etmek; sanatın inceliğini ve üstünlüğünü anlayıp, sanatkârı kabul etmemek; nasıl bir anlayıştır? Elektriği icad edeni takdir edip övmek; dünyayı aydınlatanı, güneş ile insanlığa ışık ve enerji vereni tanımamak; sağduyunun neresindedir?
Misafirseverliği, çevresine olan yakınlığı iyiliği, esirleri kurtarması, yemek yedirmesi, fakirleri, kimsesizleri korumasıyla meşhur, fakat ömrünü küfür içinde geçiren Abdullah bin Cüd'an öldüğünde, Efendimiz ﷺe sordular:
- Ey Allah'ın Peygamberi! Abdullah'ın bunca iyiliklerinin kendisine bir yararı olacak mı?
Efendimiz ﷺ şu cevabı verdi:
- Hayır, çünkü o bir gün olsun 'Ya Rab! Beni bağışla' demedi.
Abdullah ve benzeri kişiler mükâfatlarını dünyada alırlar. İnsanların onları övmesi, isimlerinin yaptıkları hayır kurumlarının kapılarına yazılması, hizmetlerinin karşılığıdır. Onların beklediği de sadece budur. İnanmadığı, kabul etmediği ikinci hayatı ve saadeti ona lâyık görmeye ne hakkımız ve yetkimiz vardır?
İmansız ölmemek için...
Bir insanın yaşantısı, onun inancını, amelini ve şahsiyetini gösteren bir aynadır. İnsanın iyilik ve kötülüğü Allah’a kulluğu ile ölçülür. Bir insan inandığı gibi yaşıyor, kulluk vazifelerini yerine getirmeye gayret ediyorsa, o insan Allah katında iyidir ve makbul bir kuldur.
Efendimiz ﷺ bu konuda şöyle buyurur: 'Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz; nasıl ölürseniz öyle dirilirsiniz.'
Kim ne halde iken ölürse, Allah onu o şey üzerine diriltir. Büyük günahlara devam eden bir insan için, sonunda küfre girip imansız olarak ölmesinden endişe edilir. Mesela namaz kılmamaya devam eden birisi için, sonunda küfre girip imansız olarak ölmesinden endişe edilir.
✦ Sadaka vermek Hakk’ın gadabını söndürür, ömrü uzatır ve insanı imansız ölmekten muhafaza eder. Hadis-i Şerif
'Allahümme innî esdevdiuke dinî fahfazhu aleyye fî hayâtî ve ba'de vefatî. Allahümme innî üceddidül imâne tecdiden bikavli lâ ilâhe illallah Muhammedün rasûlüllah- Yâ Rab, dinimi, imanımı sana emanet ediyorum. Sen hayatımda, hayatımın bitimi ânında ve bitiminden sonra da imanımı muhafaza eyle, rahmetinle himayene al. Sen merhametlilerin merhametlisisin Allah’ım.'
Bu duayı sabah akşam okuyanlar son nefeslerinde imanlarını şeytanın şerrinden korumuş ve iman üzere ölmüş olurlar.
Herşeyin, her işin bir gayesi, kıblesi vardır. Esas gaye imanla ölmek, Allah demektir.
✽ Küfür üzere ölen kafirlerin halini beyan için istinaf cümlesidir. Ayet lafzi tekittir. İsm-i mevsul lamı istiğrak gibi umum içindir.
✽ 'Kafir oldukları halde ölen' ifadesi hali müekkede ve hali mübeyyinedir. كَفَرُوا ile كُفَّارٌ kelimeleri arasında reddü'l acez ve iştikak cinası vardır.
✽ فَلَنْ يُقْبَلَ مِنْ اَحَدِهِمْ ’de ف, isim mevsulün tevbelerinin kabul edilmemesindeki illete delalet eden ismi şart olduğunu bildirir. Burada isim mevsul lamı istiğrak gibi umum ifade eder.
✽ Yer dolusu altın mübalağa, gulüvvü makbuldür. ' لَوْ ' gelince mübalağayı makbulleştiren bir şey dahil oldu.
✽ Faraza üzere teşbih, olması mümkün değil de olsa da verseler yine kabul olmaz, manasındadır.
✽ Delalet-i tazammuniyesi şudur: Ahirette artık herşeyi kesin gördüğü için imanı kuvvetlendi, vermek kolay geldi. Demek ki ölmeden imanı kuvvetli olsa verebileceğini anlarız.
✽ 'Onların hiç bir yardımcıları da yoktur' cümlesi itnabdan tekmil ve ihtirastır. Fidye ile kurtulamayacakları gibi, herhangi bir yardımcı da bulamayacaklar.